Balaban
Aşireti Üzerine Kısa Notlar
Auteur - yazari: M. Tornêğeyali Tarih,
gün ve saat : 07. Mart 2005 01:08:59:
Balaban Aşireti Üzerine Kısa Notlar
Balaban aşireti ile ilgili materyal
topluyorum, araştırıyorum ve kısmet olursa
bunları yazılı hale getirip yayınlamak
istiyorum. Sınırlı olanaklara sahibim ve her
konuya yetişecek koşullarım da yok. Bu
bakımdan konu ile ilgili çalışmalarım ağır
yürüyor. Doğrusu bu konuda pek aceleci
davranmak niyetinde de değilim. Sağlıklı ve
objektif bir yaklaşım için bunu gerekli
görüyorum.
Balaban aşireti ile ilgili yazılara ilk
olarak Ali Kemali’nın Erzincan ve Vet. Dr.
M. N. Dersimi’nin Kürdistan Tarihinde Dersim
ile M. Şerif Fırat’ın Doğu illeri ve Varto
Tarihi adlı kitabında rastlamıştım. Bu
kitaplar arasında, A.Kemali’nin eseri,
içerdiği bilgiler açısından temel bir rol
oynamaktadır. Öteki iki yazar, belirtmemekle
beraber esas olarak bu kaynaktan
beslenmişler ve kendi görüşlerini, bakış
açılarını yansıtan kendi eserlerini meydana
getirmişlerdir. Daha sonraki yıllarda birçok
yerli ve yabancı yazarın Balaban aşireti
hakkında yazdığını tespit ettim. Son
yıllarda aynı aşiretin mensubu olan M. Ali
Balaban, Balaban Aşireti Soy Seceresi adlı
kitabını yayınladı.
M.Ali Balaban’ın, uzun yıllardır bu
çalışmayı yaptığından haberdardım. O’nun,
bir çok köyü bizzat gezerek gördüğünü ve
bölgenin ileri gelenleriyle görüşerek
Balabanlar hakkında bilgiler topladığına,
çok yakından olmasa da tanığım. Doğrusu, bu
kitabın yayınlanmasını yıllarca merakla
bekledik. Nihayet yayınlandı ve ben ilk iş
olarak bu kitabı edinip okudum. Kitabı
okuyup bitirdiğimde, bende oluşan ilk intiba
tam bir hayal kırıklığı idi. Sonra tekrar
okudum ve bir değerlendirme yaparak bunun
üzerine yazmaya karar verdim. Henüz
yayınlanmamış olan bu yazımı, yeni
gelişmelerle beraber tekrar gözden geçirip
yayınlamaya çalışacağım.
M.Ali Balaban’ın eseri hakkındaki görüşüm
kısaca şöyledir: Kitaptaki bilgiler kabaca
iki bölüme ya da kategoriye ayrılabilir.
Birinci kısım veya kategori diyebileceğim
görüşler tamamen gerçeklerden uzak, uyduruk,
amaçlı ve hiç bir bilimsel yanı olmayan
metafizik görüşlerdir. Kitabın giriş
kısmında hiç bir anlamı ve de gereği yokken,
Arab çöllerinde Hz. Ali’nin komutanlarından
Arap etnik kökenli Haris oğlu Malik ile
başlayan ‘kayıp’ bir kimlik arayışı, hiç bir
tarihsel kanıta dayanmaksızın Kafkaslar
üzerinden Balkanlar’a, Dimetoka’aya varıyor
ve oradan tekrar doğuya doğru Bursa ve
Malatya üzerinden Dersim’de sürüyor. Tabii
bu süreçte, mantıki olarak aslında Arap
olması gereken etnik kimlik, Osmanlı
ordusunun komutanlarından biri olan Balaban
Bey veya Ince Balaban vasıtasıyla Türk
kimliğine bürünüyor. Ve burada, ilk olarak
Osmanlı-Türk tarihçisi Ahmet Refik
tarafından ortaya atıldığını sandığım, -ilk
kayıt niteliğindeki- iddia olan,
Balabanların, Balaban bey soyundan ve Türk
veya Türkmen oldukları şeklindeki faraziye,
uyduruk bir ‘secere’ ile Balabanlılar
tarafından Balaban aşiretinin atası olarak
varsayılan veya kabul edilen Balaban’a
eklemlenerek sahte bir tarih yazılmaya
çalışılmıştır.
Açıktır ki bu yaklaşım, Türk
milliyetçiliğinin sahte ve inkarcı tarih
anlayışının Zazalar, Zaza kökenli yazar ve
düşünürler arasındaki bir yansımasıdır. Ve
M.Ali Balaban ilk olmadığı gibi, son yazan
gibi de gözükmemektedir. Benim bildiğim
Xormek (Hormek) aşiretine mensup Mehmet
Şerif Fırat, Lolu (Lolan) aşiretine mensup
olduğunu sandığım Burhan Kocadağ ve yeni
yetmelerden Cemal Şener, Baki Öz gibi
yazarlar Alevi-Zaza kökenli olup Zaza
(Kırmanc) etnik kökenini inkar edip kendini
Türk/Türkmen gören örnek tiplerdir. Şunu da
biliyoruz ki, Balaban aşiretinin ileri
gelenlerinin, Erzincan’da bulunan
Osmanlı-Türk ordusunun general ve paşa
rütbesindeki üst düzey komutanlarıyla
Birinci Dünya Savaşı yıllarına denk düşen
ilişkileri vardır ve bu ilişkiler daha sonra
Atatürk ve CHP’nin tek partili döneminde de
devam etmiştir.
Birinci dünya savaşı yıllarında, Balaban
aşiretinin Wuşênu (Hüseyinler/Hüseyinan)
kabilesinin (pêre) ileri geleni ve aynı
zamanda Balaban aşiretinin reisi olarak
kabul görmüş olan Gül Ağa’nın sorumluluğunda
–genel komutanlığında- bir milis alayı
teşkil edilmiştir. Kardeşi Mehmet Bey de,
hem bu milis alayında önemli sorumluluklar
üstlenmiş ve hem de Balaban deresi olarak
bilinen bölgenin batıdan girişini kontrol
altında alan mıntıkasında teşekkül edilmiş
olan Selepür nahiyesinin, Gül Ağa’dan
sonraki müdürlüğünü yapmıştır.
Doğu Dersim’deki halk arasında bu milis
alayı, ‘Gülağa Alayı’ olarak bilinmektedir.
Bu alay, Balabanlılardan -ve mümkündür ki
Balabanlıların denetimindeki aşiretlerden-
eli silah tutan yetişkin erkeklerden
teşekkül etmiştir. Birinci dünya savaşında,
1914-15 yıllarına denk gelen çok kısa süre
içinde teşkil edilmiş ve Erzurum-Sarıkamış
hattında, Çarlık ordusuna karşı oluşturulan
cepheye sürülmüş, Enver Paşa komutasındaki
Osmanlı ordusunun hezimetinden sonra,
kurtulanlar geri dönmüş, büyük oranda
dağılarak her kes başının çaresine bakmaya
çalışmıştır. M.Ali Balaban tarafından Halil
Ağa oğlu Güllübey olarak secerede yazılmış
olan ve N.Dersimi tarafından övgüyle anılan
Gül Ağa, daha sonra aşiretinin bir kısmı ile
beraber Malatya’ya göç eder ve taa ki Rus
Ihtilalinden sonra Rus birliklerinin geri
çekilmesinden sonra bölgeye dönerler. Bu
süre içinde de ilişkiler devam eder ve
Atatürk’ün Sivas’tan Erzurum’a ve oradan
tekrar Sivas’a dönüşünde Gül Ağa’nın milis
kuvvetleri de görev alır.
Bu bilgi, Gül Ağa ile aynı kabileden
akrabalık ilişkilerine sahip ve Gül Ağa’nın
milis kuvvetlerinde yer almış ve anlattığım
olayda bizzat görev yapmış olan Çayırlı
ilçesi, yeni adı Pınarlı olan Tolıstan
(Tohlistan) köyünden Zeynel Ağa (Yıldırım)
tarafından bana, 1980’li yıllarda
aktarılmıştı. Birinci dünya savaşına
yetişkin olarak katılmış olan Zeynel
Yıldırım ile 80-90 yaşlarında iken
kendisiyle defalarca sohbet etmiştim.
Ben sosyalizmi o ise Kemalizmi en fanatik
biçimiyle savunuyorduk. Bana, M. Kemal’in
kendisine, yolculuğun sonunda mükaffat
olarak bizzat madalya verdiğini gururla
anlatırdı. Ben de, M. Kemal’in kendisini ve
Gül Ağa’yı kandırdığını söylerdim. Anne
tarafından dedem olan Zeynel Yıldırım ile
sert ama seviyeli tartışırdık ama dede-torun
olarak hiç anlaşamazdık.
Bu, yaşanmış hikayeyi neden anlattım.
Şundan: Gerçekten de başta Gül Ağa olmak
üzere aşiret ileri gelenleri kandırılmış ve
kullanılmıştır. Tabii ki bu, karşılıksız
değildi. Eşitsiz ama karşılıklı çıkarlara
dayalı bir işbirliğidir. Bir kaç kilo altın
ya da gümüş lira, nahiye müdürlüğü, daha
sonraları il genel meclis üyeliği, encümen
azalığı, vb. bazı memuriyetler karşılığında
Rus ve Ermenilere karşı kullanılmışlardır.
Detaylarına bu yazıda girmek niyetinde
değilim. Ama kullanılan veya kandırılanların
sadece Balabanlar olmadığını da belirtmek
istiyorum. Doğu Dersim’de Çareku/Çarekızu
(Çarekler/Çarekan), Sawliyu/Sawlızu
(Şavliyan/Şahveliyan) ve Khuresu/Khuresızu
(Kuresler/Kureyşanlar) aşiretlerinden de
milis birlikleri oluşturulmuş ve Rus
kuvvetlerine karşı savaşa sürülmüşlerdir.
Şêvdin mıntıkasında Khuresu aşiretinin ileri
gelenlerinden Sa Heyder (Şah Haydar) üzerine
yakılmış halk türküsünde bu durum çok
duygulu bir şekilde dile getirilmiştir.
Bunlarla ilgili bilgi ve belgeler de mutlaka
vardır ve yayınlandığında daha net fikirlere
sahip olacağız.
Doğu Dersim Aşiretlerinden adlarını
andığım bu dört aşiret dışında Hınıs ve
Varto bölgelerinin en büyük aşiretlerinden
olan Xormeku/Xormekızu
(Hormekler/Hormekanlar) ve Lolu/Lolızu
(Lolanlar/Lolanlılar) aşiretleri de benzer
ilişkilere ve paralel yaklaşımlara
sahiptirler. Bu ilişkiler ve yaklaşım
biçimleri M.Şerif Fırat tarafından kendi
eserinde büyük oranda sergilenmiştir.
Vatan Özgül’ün “20. Yüzyil’dan Önce
Balanan Aşireti”, “Birinci Dünya Savaşı
Öncesinde Balabanlar, Osmanlı Imparatorluğu
ve Ittihat-Terakki ile Ilgili Bazı Belgeler”
(I. ve II. Bölüm) adlı makaleleri, bu
bakımdan önem arzetmektedir. Hem M.Ali
Balaban’nın kitabında ve hem de V. Özgül’ün
makalelerinde bu ilişkiler, yazışmalar
şeklinde belgelenmektedir. Vatan Özgül’ün
yaklaşımlarını daha ilerideki çalışmalarımda
değerlendirmek istiyorum. Eğer genel ve kısa
bir belirleme yapmam gerekirse, olumlu
şeyler düşünmediğimi söyleyebilirim. Sadece
Balaban aşireti ile ilgili çalışmalarında
değil, Alevilik ile ilgili yazmış olduğu
‘Kiştim Marı (Evliyası) ve Tarik-Pençe
Kavgası’, ‘Kızılbaşlık ve Türkmenler’ ve
‘Balabanlılar Hakkında Anket Çalışması’ gibi
makalelerinde de yanlış ve bilimsel olmayan
bir yaklaşım, dahası inkarcı, Türkçü ve
Kemalist bir bakış açısı sergilemektedir.
Balaban aşiretine mensup olduğunu belirten
V.Özgül’ün bu tavrı, tabii ki üzücüdür. Ben
beklerdim ki, eğitim görmüş bir genç olarak
V.Özgül, meselelere bilimsel yaklaşan,
gerçeği olgularda arayıp ortaya çıkarabilen
biri olmalıydı.
Birinci Dünya Savaşı yıllarının koşulları
ihtiyatlı değerlendirebilir ve bazı
yaklaşımlar anlaşılır görülebilir. Ama
nerdeyse yüzyıl sonra aynı ilkel mantığın
sergilenmesi sadece hicap vermektedir. O
dönemin koşullarında, ileri gelen insanlar,
kendi küçük çıkarları için aşiretinin,
halkının genel çıkarlarını feda etmiş veya
bunu görememiş olabilirler. Ama yüzyıl sonra
teknolojinin mükemmel imkanlarıyla bütün
gerçeklerin ortaya sergilenebildiği bir
ortamda, kendi dilimizde kendimize Kırmanc
dediğimiz ama Türkçe ve yabancı dillerde
Zaza olarak nitelenen halkımızın, ayrı bir
etnik kimliğe sahip olduğunu görmemek veya
kabul etmemek için art niyetli olmak gerekir
diye düşünüyorum. Ama kötümser de değilim.
Yazdıklarından, Dersimi yeterince tanımadığı
anlaşılan V. Özgül’ün, bu yanlış ve güdümlü
bakış açısını terk ederek gerçekleri
göreceğini ve kendi Zaza (Kırmanc) ulusal
kimliğini bularak gururla savunacağını
umarım.
M. Ali Balaban amcamız ise, hiç de harcı
olmayan bir konuya el atmış ve çürük bir
teoriye sarılmıştır. Ama bu içi boş olan bu
kof teorinin bize bir yararı yoktur ve
olmamıştır da. M. Ali Balaban’ın
kapasitesinin, sahip olduğu bilginin tarih
yazmak gibi ciddi bir alan için yeterli
olduğu kanısında değilim. Tabii ki
araştırmacı kişiliğine, harcamış olduğu
emeğe saygım var. Ama bu doğru olmayan,
inkarcı ve amaçlı hikayeleri kitabına
almasaydı daha iyi olurdu.
M. Ali Balaban’nın, kitabının ikinci
bölümüne tekabül ettiğini var saydığım
kategorideki çalışma ise, tamamen alan
çalışmasına ve belgelere dayalı olduğu için
değerlidir. Özellikle bir kaç nesli bir
arada gösterebildiği –yer yer 7-8 göbek
sayılıyor- ve bunları yazılı hale getirdiği
için oldukça önemlidir. Tabii bu bölümde de
bazı hatalı, eksik ve yanlış görüşler de
vardır ve oldukça da karmaşıktır. Mesela tek
tek köylerin orijinal ve eski adlarını
bildiği halde, sadece bugünkü adlarını
yazmış olması, Balyan (Baliyan) aşiretinin
Balabanlarla bir alakası olmadığı halde,
Balabanlı göstermesi, yerel bilgilerinin
kaynağı olan kişileri anmaması veya yeterli
bir önem vermemesi ve benzer hata ve
eksiklikler vardır. Ama bunlar farklı
değerlendirilebilinecek türden, kasıtlı
olmayan hatalar olarak kabul edilebilir.
Vatan Özgül’ün makalelerini internet
sitelerindeki forumlara asma niyetimi, not
olarak makalenin başlığının üstünde
‘Ilerideki tartışmalar için okuyucunu
bilgisine sunulur’ şeklinde belirtmiştim.
Tekrar etmek gerekirse, niyetim bu
görüşlerin tartışılarak konunun açığa
kavuşmasını sağlamaktı. Tabii ki, bu
aktardığım makalelerdeki görüşlere
katıldığım anlamına gelmez. Aktarmadan
sonra, ciddi bir değerlendirme yapılmamış
olmasına rağmen, farklı tepkiler oluştuğu
tespit edilebilir.
Haydar Şahin arkadaş, Xıdu (Xıdıku)
aşiretinin, Balabanlara değil, Khewu/Khewızu
(Kewan/Kewler) aşiretine bağlı olduğunu
yazdı. Tabii bu da bir görüş. Ama
Xıdu/Xıdızu aşiretinin, Balabanların mı,
yoksa Khewu aşiretinin mi bir kolu/kabilesi
(pêre) olduğuna dair bir kanıt yoktur. Bu
durum sadece Xıdu (Hıdanlar) veya Xıdızu
(Hıdanlılar) için değil, bölgedeki bir çok
kabile için geçerlidir. Belki bu tip
ayrıntıların açıklığa kavuşması da iyi
olabilir ama bence daha önemli noktalar
üzerinde durmak gerekir. Bence bu tip
aşiretlerin kendi başına, bağımsız kabul
edilmesinde bir sakınca yoktur. Ayrıca
Baliyan aşiretinin Kürtçe konuştuğunu,
Balabanlar’a dahil gösterilmesini
anlayamadığını belirtiyor ki, bu doğrudur.
Yukarıda da belirttiğim gibi Baliyanların
Balabanlar ile ilgisi yoktur ve bu M.Ali
Balaban’nın yanlış bir yargısıdır. Alevi
inancına sahip ama Kürtçe konuşan bir
aşirettir ve bunlar hakkında yazılı
kaynaklar da mevcuttur. Ancak, H. Şahin
arkadaş da Pülümür köylerinde yaşayan ve
Doğu Dersim’de Bolu/Bolızu olarak bilinen ve
yer yer Balu/Balızu denilen kabile veya
aşireti Baliyan ile karıştırmaktadır.
Bolu/Balu kabilesi, Khalu (Kalan) aşiretinin
bir koludur ve Kırmızıköprü çevresindeki
Pancıras (Çakırkaya), Aşkirege
(Aşkirek/Kocatepe) ve Mazrakoi (Mezraköy)
gibi köy ve mezralarda yerleşiktirler.
Bertal Kahraman arkadaş ise, öteki
yazılarının tersine biraz tepkisel yaklaşmış
ve bazı noktalarda bariz hatalara düşmüş. Ve
hemen yazının başında ‘Dersim’de
Balabanlılar isimli bir aşiret yoktur’
deyivermiş. Yazılarında seviyeli bir dil
kullananan ve çoğu konuda parelel
düşündüğümü sandığım sevgili Bertal’ın bu
çıkışı, doğrusu beni şaşırttı. Yukarıda
çeşitli vesilelerle ismini andığım Balaban
veya Balavan aşireti, Doğu Dersim’in en
yaygın aşiretlerinden biridir ve hakkında
bir sürü kaynak var. Zazaca olaraka da
Balabanu/Balavanu (Balabanlar) ve
Balabanızu/Balavanızu (Balabanlılar)
şeklinde bilinir. Latife olsun diye
yazıyorum sevgili Bertal: Şeyh Hasananlılar
(Şıxhesenu) övündükleri zaman derler ki
‘Dêsmu Çarê Gayiyo, Şıxhesenu Sarê Gayiyo’.
Bunun biraz farklı veryantları da vardır.
Örneğin, ‘Sarê Gayi, Lêsa Gayi’ şeklinde.
Ama doğrusu tam tersidir. ‘Dêsım Lêsa
Gayiya, Şıxhesenu Çarê Gayiyo.’ Öteki
yaklaşımlarını paylaşmakla beraber, bu
noktada ciddi olarak yanıldığını belirtmekle
yetineceğim.
Araştırmalarını ve çabalarını taktir ama
bir çok görüşüne katılmadığım Sayın Seyfi
Cengiz de yine kendisine katılamayacağım bir
noktaya temas etmiş. Şöyle yazıyor:
“Dersim’de Dimetoka’dan geldiklerini
söyleyen Balabanlar’ın Sarı Saltuk’la veya
kendi reisleri Balaban`la birlikte
Balkanlar’a gidip Sarı Saltık’ın halifesi
Halil Ece önderliğinde geri dönenlerden
olmaları mümkündür.”
Burada bir değil, birbiri ile bağlantılı
bir kaç tane yanlış vardır. Birincisi,
‘Dimetoka’dan geldiklerini söyleyen’
Balabanlar, Balabanların tümü değil, sadece
devlet yanlısı olan kesimidir. Ikincisi,
‘Dimetoka’dan geldiklerini söyleyen’lerin,….
‘geri dönenlerden olmaları mümkündür’
diyerek bu görüşü benimser veya paylaşır
konuma düşüyorsun. Oysaki, yine senin de
aktardığın Cevdet Türkay ve daha bir çok
kaynakda adı geçen Osmanlı dönemi
belgelerinde Balabanlıların ‘Iran orijinli’
oldukları şeklindeki sav, gerçeğe daha
yakındır. Tabii bu belgelere de ihtiyatla
yaklaşmak gerekiyor. Çünkü oldukça karışık
ve yer yer çelişen durumlar
arzetmektedirler. Sarı Saltık’ın ise, inanç
üzerinden gelen ismi dışında, Dersim’le bir
ilgisi olduğunu sanmıyorum.
Harzemli mahlasıyla yazan şahıs, makaleyi
görünce hemen üzerine atlamış ve ‘anket’le
ilgili çalışmayı aktarmış. Anket, güdümlü ve
yönlendirici olarak hazırlandığından
bilimsel bir değeri pek yoktur. Ayrıca
katılımcıların % 66'sı gibi bir oran
"Zazaca" bildiğini ifade ettiğine göre, bu
aşiretin Zaza orijinli olduğundan
kuşkulanmak bile abesle iştigal olur. Ayrıca
Balabanlar’ın bir an için Türk/Türkmen
kökenli olduklarını kabul etsek bile,
C.Şener’in yaklaşımıyla bunların süreç
içinde asimile oldukları ve Zazalaştıkları
açıktır. Bu durum ilk ve tek örnek de
değildir ve teorik olarak pekala mümkündür.
Harzemli gibi sahte adlarla yazanları
ciddiye almıyorum. Bu sitelerde, son
dönemlerdeki moda deyimle ‘dezinformasyon’
yazılarının büyük bölümü bu tip sahte isim
ve niklerle yazan kişiler tarafından
asılmaktadır. Bu kişinin meşhur ‘TNT’ ile
yaklaşım benzerliği vardır. Aslında şifre
uygulaması gerekmektedir.
Son olarak konuyla ilişkisi olan başka
bir noktaya değiınmek istiyorom. Ermeni
soykırımı ile ilgili genel olarak Zazalar’ın
ve özel olarak da Alevi Zazalar’ın
(Kırmanclar’ın) yaklaşımının
değerlendirilmesinde yarar var diye
düşünüyorum. Geçen yıl, Ermeni kırımında
Dersimliier’in ne tür bir rol oynadıkarının
sorgulanması gerektiğini yazmış ve Zaza
Forumu ile Alevi Forumuna asmıştım. O
sıralar sorun tartışılıyordu ve TNT denilen
mahlük küfür ve hakaret dolu yazıları konu
ile ilgili yazılara eklemliyordu. Forum
sorumluları bu yazıları silerken, benim
yazılarımı da temizlediklerini çok sonraları
fark ettim. Geçenlerde Hakkı Çimen arkadaş,
Ermeni Soykırımı ile ilgili olarak Özcan
Soysal ve Recep Maraşlı’ya çağrıda bulunmuş
ve onların Şükrü Gülmüş ile beraber Orhan
Pamuk üzerine yaptıkları açıklamaya
itirazlarını belirtmişti. Ayrıca konu
bazında Ibrahim Seven’in Güney Zazaları
(müslüman kesim) ile ilgili bir yazısı çıktı
ama kimseden yanıt alamadı. Sanıyorum konuyu
öncelikle kendi aramızda tartışmamız ve
ortak bir fikir oluşturmamız gerekiyor.
Diyeceklerimi kısaca şöyle özetlemek
istiyorum.
Ermeni Soykırımını, hem genel olarak
Zazalar açısından ve hem de özel olarak
Dersimliler, Dersimli Alevi Zazalar
(Kırmanclar) açısından değerlendirmek
zorundayız.
Yukarıda adlarını andığım doğu Dersim
aşiretlerinin, Ermeni Kırımında ne gibi
rolleri olmuştur?
Hamidiye Alayları’nın kuruluşu sırasında,
Kızılbaşlar dışlanlandıkları halde, savaş
esnasında oluşturulan bu Alevi-Zaza Alayları
ne yapmıştır? Nerelerde konuşlanmışlardır?
Nuri Dersimi’nin de bahsettiği Seyit Rıza
birlikleri, Erzincan’dan Erzurum’a kadar
Karasu vadisi boyunca ne tür bir ‘temizlik’
yapmışlardır.
Güney Zazaları’nın Ermeni kırımındaki
rolleri ne olmuştur?
Kaç tane Sünni Zaza Alayı vardı ve bunlar
nerelerde konuşlanmıştı?
Ovacık’da da konuşlanan Gökdereli Şeyh
Şerif komutasındaki Sünni Zaza Alayı hangi
görevi icra etmiştir?
Hem Alevi Zazalar’ın ve hem de Sünni
Zazalar’ın Ermenilerle genel ilişkileri
nasıldı? Ermeni mallarına ve topraklarına,
kim nerede kondu?
Bu sorular çoğaltılabilir. Ama sanırım
bunlara cevap verdiğimizde sorun, büyük
oranda ortaya konmuş ve açıklanmış
olacaktır.
Biz Dersimliler genellikle, atalarımızın
Ermenilerle olan iyi ilişkilerinden
bahseder, savaş sırasında onları nasıl
koruduklarını gururla anlatır, dururuz.
Bunda bir gerçek payı olduğu kesin. Ama
sanırım bu, sadece madalyonun bir yüzüdür.
Öteki yüzünde ise yine atalarımızın
günahları vardır. Biz sevaplar kadar
günahlarımızı da ortaya koymak zorundayız.
Ermeni Soykırımı, bir insanlık sorunudur.
Bu sorunu yeterince doğru
değerlendirmediğimizi düşünüyorum. Doğru
değerlendiremediğimiz için, kendimiz de aynı
akibetten kurtulamamışız. Ama artık adım
atma zamanının geldiğini söyleyebiliriz. Biz
Türklere veya Kürtlere bakmak, onları örnek
almak zorunda değiliz. Biz kendi bağımsız
tavrımızı, günah ve sevaplarımızı açık
yüreklilikle ortaya koymalıyız. Tarih bizden
bunu bekliyor. Yarın çok geç olabilir.
M. Tornêğeyali
Cevaplar:
Bazı
Konularda Sere Serpe Konuşulmaz!
Auteur - yazari: M. Tornêğeyali Tarih, gün ve
saat : 08. Mart 2005 01:27:30:
>Umarim bu dostca önerilerden dolayi
gücenmezsin< diye yazmışsın. Bilakis sevindim.
Dostların bu tip uyarı ve hatırlatmaları yerinde
olduğu müddetçe güzeldir.
Yazdıkların içinde Ermani Sorunuyla ilgili
olanı öne alıyorum. Dikkat edersen, sorunun
tarafımızdan tartışılmasını ve genel bir tavır
takınılmasını öneriyorum. Bunun anlamı, olumlu
ve olumsuz, doğru yapılanla hatalı olanın tespit
edilmesi demektir. Bunun için, günah ve
sevaplarımızın ortaya konmasını önerdim.
Sanıyorum doğru olan da budur. Konu, bütün
yanlarıyla ortaya konulmadan kesin sonuçlar
çıkarmak tabii ki, yanlış olacaktır. Benim de
böyle bir niyetim yok. Ancak, bir noktaya
dikkati çektim. Biz Dersimliler, Ermani sorununu
tartıştığımızda hep olumlu yanlarımızı ortaya
koyar,olumsuzları es geçeriz. Acaba gerçekte
durum böyle midir? Hiç hatamız yok mu? Ve eger
hatalarımız varsa, bunlar nelerdir? Işte bu
yüzden, sadece Balabanlar'ın değil, öteki
aşiretlerin de tavır ve davranışlarını tespit
etmemiz gerekiyor. Mesela savaş içerisinde
oluşturulmuş olan bu dört 'alay' ya da 'milis
birliği' ne yapmıştır? Öteki aşiretlerin tavrı
ne olmuştur? Seyit Rıza'nın tavrını da bu
bağlamda değerlendirmek gerekir.
Gerek Ermani kırımı sırasında ve gerekse
Dersim'deki çeşitli direnişlerde aşiretlerin
tavrı farklı farklı olmuştur. Bu oldukça
önemlidir. Biri devlete karşı savaşırken, öteki
arkadan vurmuştur veya devletle beraber hareket
etmiştir. Bazıları Ermenileri korumuş ve yardım
etmişken, bazıları tarafsız kalmış veya çeşitli
nedenlerle karışmamıştır. Ama bazıları da şu
veya bu biçimde, Ermeni katliamında rol almıştır.
Bu rolün ve niteliğinin ortaya çıkarılması
önemlidir. Benim tartışılmasını istediğim nokta
da burasıdır. Yoksa alakasız bir kimseyi ya da
tarafı olayın içine katmak gibi bir niyetim
tabii ki yoktur.
Benim kanaatim, Dersimlilerin genel anlamdaki
tavrı olumlu olmuştur. Hatalar genel değel,
bölgesel ve kısmidir. Ama Dersimlilerin şu veya
bu oranda bu olayda kusurlu davranmış olmaları
bizim için önemlidir. Ancak bu hiç bir şekilde
esas sorumlunun devlet olduğu gerçeğini
değiştiremez. Zaten, belirttiğim gibi bu uğursuz
olaylara alet olanlar, devlet tarafından
kullanılmış olanlardır. Ancak, bu kullanılma
şeklinde de olsa bir hatadır.
Senin de belirttiğin gibi bu, 'korkulacak bir
şey' değildir. Tersine bizim itibarımızı
yükseltecek bir durum yaratabilir.
Bu konuda Türk halkının ve devletinin genel
olumsuz tavrı ortada. Türk ve Türkiyeli demokrat
kişilerin en küçük bir demokratik açılımı hemen
ihanetle damgalanıyor. Son olarak Orhan Pamuk'a
karşı geliştirilen tavır ortada. Sahip çıkan çok
cılız bir kesim ki, onlar da esas olarak insan
hakları, fikir özgürlüğü noktasından olaya
bakıyor, Ermeni Soykırımını telaffuz etmekten
çekiniyorlar.
Ermeni soykırımı noktasında genel olarak
Kürtler'in, özel olarak da Kürt siyasal
yapılanmalarının tavrının da olumsuz olduğunu
kesin olarak söyleyebilirim. Kürt aydınlarının,
soykırımda Kürtlerin rolünü kabul edenlerinin
sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar
azdır. Bunlar da Kürt milliyetçi çevrelerinin
büyük baskısı altındadırlar. Zazaların bir
kesimin de Türk ve Kürt milliyetçilerinden pek
farklı düşündükleri söylenemez. Haydar Işık,
Munzur Çem gibi şahıslar, sadece bir kukla rolü
oynamıyor, Kürt milliyetçiliğinin sözcülüğüne de
soyunmuşlar ve Ermeni aydınlarını, özellikle de
Garnik Asatrian’ı, Dersimli Zazaları, Kürtlerden
ayrı değerlendirdikleri için, Kürtleri bölmekle
suçlamaktadırlar. Ziya Baran adlı güneyli Zaza
olduğunu söyleyen biri de bu doğrultuda yazmış
ve üstelik katliamı savunmuştur.
M. Tonnéğeyali