DİASPORADAKİ DERSİM AYDINLARI NE YAPIYOR?
M. Hayaloğlu
Dersim-Zaza Ulusal Demokratik Hareketnin örgütlenmesi üzerine uzun süredir
düşünüyor ve yazmak istiyordum. Yaşanmış bir süreç vardı
ve bunun değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım.
Biz Dersimli aydınlar asgari müştereklerde anlaşarak nasıl
bir araya gelebiliriz veya gelebilir miyiz?
İyimser düşünenler, bu soruya evet diye cevap verebilirler. Ancak,
bazı tartışmalar ya da tartışma biçimleri bu kadar
iyimser davranmayı güçleştirmektedir. Özellikle son tartışmalar,
yaraya tuz basmak misali, olumsuz bir zemine ve gerginliğe neden oldu.
Akla şu sorular gelmektedir:
Acaba aydın, devrimci, sosyalist, vb sıfatlar kullanan bazı kişi
ve çevreler gerçekte, birlik ve beraberlikten yana mıdırlar? Buna
evet diyenler, kullandıkları dil ve sergiledikleri yaklaşımlarla
buna zarar verdiklerinin farkındalar mı?
Farklılıklarımız olsa bile, halkımızın,
dilimiz ve kültürümüzün, ulusal varlığımızın
tehdit altında olduğu böylesi zor bir dönemeçde neden beraber
hareket etmiyoruz?
Acaba, beraber çalışabilmek için yeterince çaba sarfediyor muyuz?
Bu vb sorular çoğaltılabilir. Ancak, söylenmek istenenin anlaşıldığı
kanısıyla uzatmadan geçiyorum.
Bahaneler bulmak veya aramak yerine, birbirimizi doğrudan eleştirebiliyor
muyuz? Aramızda böyle bir hukuk var mıdır? Aramızdaki
samimiyet veya güvenin ölçüsü nedir?
Ben, eleştiri yapmaktan kendimizi veya birbirimizi değerlendirmeyi
anlıyorum. Almancada buna kritisieren yani kritik (tenkit) yapmak
diyorlar. Kritik yapmak, sadece karşı tarafı eleştirmek değil,
daha da önemlisi söz konusu olan meselenin değerlendirilmesidir.
Meselenin değerlendirilmesi demek ise, başka bir ifadeyle sorunun
tahlil edilmesi demektir. Yani sorunun doğruluğunun veya yanlışlığının
ortaya konulması demektir.
Bu anlamda kritik yapmak gerekli ve yararlıdır. Tabii mesele,
kritik yapmayı doğru ele almaktır. Eleştiri ve özeleştiriyi
böyle anlamak ve kavramak gerekir. Peki biz ne yapıyoruz? Eleştiriyi
nasıl ele alıyoruz veya kullanıyoruz? Karşı tarafın
zayıf veya kendimizce yanlış diye tespit ettiğimiz bir
noktasını yakalıyor veya hedef alıyor ve oradan bindiriyoruz.
Tabii bu da bir yöntemdir. Ama bu, genel olarak dostlar arasında değil,
düşmanlar arasında yani biz ve onlar arasında baş
vurulan bir yoldur.
Mevlena ilerici midir, gerici midir? Bunu tartışmak bile anlamsızdır.
Eğer Mevlana ile ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorsak, konu ile
ilgili bir çalışma yapılır, ne olup olmadığı
ortaya konur. Sadece Mevlana da değil, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş,
Şeyh Bedrettin, Kureyş (1) ve diğerleri de bilimsel analizlere değer.
Ama koşullar öylesine zor ki, çoğu insan bunları inceleyemeden
göçüp gitmektedir. Şahsen ben, Mevlana üzerine epey şey okumuş
ve de epey şey duymuş olmama rağmen, Onun bir tek eserini bile
okuyabilmiş değilim. Buna ne gerek duydum ne de zaman ayırabildim.
Ama bu Mevlananın çağının en büyük düşünürlerinden
biri olduğu gerçeğini hiç bir şekilde değiştirmez.
Bugün Mevlana düşüncesi uluslararası alanda tartışılıyor,
inceleniyor, anlaşılmaya çalışılıyor. Keşke
bizden de biri çıksa, Onu bilimsel olarak inceleyip ortaya koysa ve biz
de ne olduğunu tam olarak öğrenebilsek. Onun da doğru ve yanlışlarının
olduğu kesin. Onun yanlışlarını, hatalı yanlarını
eleştirmek mümkün olduğu gibi, güzel ve doğru yanlarına
da atıfda bulunulabilir. Bunun yanlış veya kötü bir yanı
yoktur. Bir şey, bir düşünce ne yalnızca iyi, ne de yalnızca
kötü olmayabilir. Mesela şu sözler Onundur:
Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer; bostanı,
ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her
tarafı yapar, sayısız meyveler verir.
Bir kimse, Hacı Bektaşa veya Mevlanaya atıfta bulunduğu
zaman gerici olmayacağı gibi, Baba İshak veya Şeyh
Bedrettine atıfta bulunduğu zaman da ilerici olmaz. Her şeyden
önce önemli olan sözün kim tarafından söylendiği değil, içeriğidir,
anlamıdır. Fakat eğer aramızdaki hukuk eleştiri, özeleştiri
için zemin sunmuyorsa, o zaman böyle şeylerle oyalanmak marifet sayılabilir!
Devlet ricaline veya uluslararası etkili ve yetkili kurum ve kişilere
gönderilen Zazaları da Unutmayın başlıklı
mektuplarda yanlış olan ne var? Ben bunlarda yanlış bir yan
bulamadım. Ola ki eksik, hatalı veya yanlış olan bir yaklaşım
söz konusudur. O zaman bunları açıkça eleştirmeliyiz, eleştirebilmeliyiz.
Ama bunun arkasında başka bir niyet aramaya kalkışmak,
abesle iştigal etmektir.
ABDnin Irak işgalini veya İsrailin Filistin işgalini
devrimci veya demokrat insanlar ne destekler, ne de haklı bulur. Bir
Dersimlinin buna sevinmesi veya alkışlaması akıl işi
değildir. Ancak bu, Saddam rejimi ile dayanışma da bulunmayı
gerektirmez. ABDnin Irak ve Afganistan işgalleri, saldırganlığın
en uç noktalarıdır. Bu yüzden küçük bir azınlık dışında,
kimse bu işgalleri onaylamamıştır. Almanya, Fransa gibi büyük
güçler bile işgale onay vermemiştir. Ancak, bazılarının
yaptığı gibi, anti-amerikancı bir tavır geliştirmek
adına Saddamla veya Talibanla dayanışmanın da bir
anlamı yoktur. İnsanlarımzın Amerikancı olarak değerlendirilmesi,
eleştirinin sınırlarını zorlayan ve kastini aşan
bir suçlama olur.
Aynı şekilde bugün direnişçi diye lanse edilen Saddam
artıklarının da desteklenecek hiç bir yanı yoktur. Bunların
yapmaya çalıştığı şey, Saddamvari bir rejimin
yeniden kurulmasıdır. Amerikanın Iraktan çekilmesini, bugünkü
Irak yönetimi yerine daha demokratik ve halkların iradesini tam olarak
yansıtacak bir yönetimin gelmesini savunmak, hiç bir şekilde çapulcu
ve katil çetelerinin yaptıklarının haklılığı
anlamına gelmez. Öte yandan bazen ezilen ve haklı olanlar da hata
yapabiliyorlar. Mesela kendileri işgal altındaki bir halk olan
Filistinliler, Halepçe katliamı karşısında susar veya
Saddama destek verebiliyor. Veya ülkeleri ilhak, kendileri inkar edilmiş
olan Kürtler, pekala Zazaların ya da Keldanilerin ayrı halklar
olduklarını inkar edebiliyorlar. Böyle bir durumda Kürtlerin,
Filistinlilerin veya Türk solunun eleştirilmesinde bir yanlış
yoktur.
Bölge sömürgeci güçleri ile bağımlılık temelinde ilişkiler
geliştirmiş olan Kürt veya Filistinli örgütlerin hatalarının
eleştirilmesi gayet doğaldır. I.Körfez savaşı sırasında,
Güney Kürtleri Saddam tarafından imha edilirken, bölgede üstlenmiş
olan PKK kılını bile kıpırdatmamıştır.
Kürt halkının Saddam tarafından kırıldığı
bir sırada, Saddamın anti-emperyalist diye alkışlanması
ve Kürtlerin işbirlikçi diye yerilmesi, insanlığın yüz
karasıdır.
Dersimde Savaşa Hayır yaklaşımına gelince
Dersimde savaşı savunanlar kimlerdir? Kimin adına savaşıyorlar?
Dersimde savaştan çıkarı olanlar kimlerdir? Aslında
biz mütevazi davrandığımız için, sorunu Dersim ile sınırlı
tutuyoruz. Pekala Kuzey Kürdistanda ve Türkiyede savaştan çıkarı
olanlar kimlerdir diye de sorabiliriz. Türk ve Kürt halklarının
kendi geleceklerini, kendilerinin belirlemelerine saygılıyız. Ama
halkların iradesini yansıtmayan bir takım çete artıklarının,
elverişli koşullar var diye Dersimi üst edinmeleri ve halkımızın
kaderiyle oynamalarına gönlümüz razı olmamaktadır. Gitsinler
önce kendi halkları olan Türkleri ve Kürtleri kurtarsınlar.
Belirtmek gerekir ki, söz konusu olan savaş da, gerçek bir savaş
olmaktan öte, bir takım çatışmalar ve gerginliklerle baskılara
zemin hazırlayan, bu anlamda tek yanlı yürüyen ve devletin veya içindeki
savaş yanlılarının işine
yarayan bir savaştır. Türk genel kurmayı, bu çatışmaları
düşük yoğunluklu savaş olarak nitelemişti.
Dersimde, Kürdistanda ve Türkiyede savaştan çıkarı
olanlar, rant peşinde koşanlardır, kelle avcılarıdır,
koruculardır, korucubaşlarıdır. Yüz binden fazla korucu,
savaşın nimetlerinden yararlanıyor, aylık alıyor,
sosyal güvenceler ediniyor. Boşalmış, boşaltılmış
arazilere, yayla ve köylere bedevadan konuyorlar, hayatlarında hiç bir
zaman elde edemeyecekleri zenginlikleri, mükafat olarak alıyorlar.
Kuzey-doğu Dersime küçümsenmeyecek sayıda Sünni Kürt nüfus
yerleşmiş veya yerleştirilmiştir. Gidişat, bu yerleşmelerin
iç Dersime doğru yayılacağı yönündedir. Çünkü, köyler
boşalmış, insanlar kendi arazilerine, evlerine, köylerine sahip
çıkamıyorlar. Birincisi, göçüp gittikleri için darmadağan
olmuşlardır, imkanları yetmemektedir. İkincisi de
engellenmektedirler. Köye dönüş, teşvik, vs pratikte bir
aldatmacadan öte gitmemektedir. İnsanlar, topraklarında değil, gösterilen
belirli noktalarda toplanmaya zorlanıyor. Arazinin olmadığı,
hayvan besleyemediği, sanayiden yoksun bir yerde toplu köyler yaşar
mı? Dersimde yaşanan süreç, Ermeni kırımıdan sonra
bölgede yaşanan sürece büyük oranda benzemektedir. Durum bu kadar vahim
ve ciddidir, (2).
Bölgede görev yapanlara olağanüstü tazminat ödendiği
bilinmiyor olamaz. Bu, ikramiyeden öte, piyango gibi bir şey. Bölgede görev
yapanlar, bir kaç yıl içinde zengin olup çıkıyor? Acaba bunun
sırrı nerede? Köye dönüş projesi çerçevesinde, bölge için
ayrılan paranın askeri harcamalar, bilgisayar, vb kişisel amaçlar
için kullanıldığı daha yeni ortaya çıkmadı mı?
Yeşiller, Bozalar, Alaatin Kanatlar böyle bir ortamda ortaya çıkmadı
mı? A.Çatlı, H.Kocabaş, S.Bucak, İ.Şahin, K.Ekenler,
bu ortamın aktörleri değil mi? Çatışma bölgelerinde her
şey bunlardan sorulmuyor muydu? Her bölgede birer savaş ağası
türememiş miydi?
Bunlar, aysbergin görünen yüzüdür. Ya görünmeyenler, ya bilinmeyenler.
Ayrıca da devletin kendisi bu ortamı neden tercih etmesin ki? Bir taşla
bir kaç kuşu vurmak, tam da buna denir. Türk ordusu, bu çatışmalarda
büyük tecrübeler edinerek, dünyanın en deneyimli ordularından biri
haline geldi. Kedinin fareyle oynaması misali, tatbikatlar, operasyonlar düzenledi,
düzenleniyor. Üç, beş ya da beş on kişilik silahlı
gruplar, karadan ve havadan tespit edilerek çevriliyor, çatışmaya
zorlanarak imha ediliyor. Yetmezse kimyasal gazlar kullanılıyor,
bombalanıyor. Köyler, ekinler, ormanlar yakılıyor, hayvanlar
telef edilerek katliamlar gerçekleştiriliyor. Böyle bir savaşı
devlet neden tercih etmesin ki?
Barajlarla Dersimin sular altında bırakılması, bu
insansızlaştırma politikasının, başka bir
deyişle Dersimden, Dersimlilerden kurtulma stratejisinin ta kendisidir.
Özalın Demirele tavsiyesi biliniyor: Dersimi suların altında
bırakın ve kurtulun. Bugün gerçekleşenler, dünün devamıdır.
Bu politikaların hepsi aynı amaca hizmet etmaktedir. Asimilasyon,
insansızlaştırma, yetmezse sular altında bırakarak yok
etme.
Çatışmalar, insansızlaştırma politikasına bir
davetiyedir.
Dersimde son yıllarda olanları şöyle kısaca özetleyelim.
Binlerce gencimiz, yetenekli insanımız katledildi. On binlercesi
cezaevlerine tıkıldı, sakat bırakıldı. Köylerimizin
büyük bir kesimi yakıldı, yıkıldı veya boşaltıldı.
İnsanlarımızın ezici bir kesimi, ya sürüldü veya
terketmek zorunda bırakıldı. Hiç bir ekonomik gelişme olmadığı
gibi, yoksullaşma had safhaya ulaştı? Peki, bütün bunların
sorumlusu kimdir veya kimlerdir? Bütün bunların tek sorumlusunun
devlet olduğunu söylemek, gerçekçi bir değerlendirme olmaz, olamaz.
Türkiyeyi yönetenler, Türk devleti, şüphesiz ki bütün gelişmelerin
esas sorumlusudur. Bu kesin bir olgudur. Ama esas demek, bütünüyle demek değildir.
Ben, küçük de olsa biz Dersimlilerin bu gelişmelerde payımız
olduğu kanısındayım. Tabii küçük demek, önemsiz demek
anlamına gelmemeli. Küçük ama önemli bir payımız, yani hatamız
vardır. Dersimde gerçekleştirilen silahlı eylemler veya saldırılar,
Devletin Dersimde gerçekleştirdiklerine zemin sunmuştur. Bu,
Dersimlilerin haksız, devletin haklı olduğu anlamına
gelmez. Ama haklı olmak, yapılan şeyi hata veya yanlış
olmaktan çıkarmaz.
Dersimde karakollara, askeri güçlere ve hedeflere saldırmanın
bir yararı görülmüş müdür? Tersine Devlet, bunları daha da
sağlamlaştırmış, güçlendirmiş ve stratejik
noktalara çekmiştir. Peki ölen insanlarımızın, yakılan
ve boşaltılan köylerimizin Dersime bir yararı olmuştur?
Hayır. O zaman silahlı mücadeleyi, şiddeti veya savaşı
kutsamanın anlamı nedir?
İlke olarak hiç bir mücadele biçimi rededilmez. Hangi mücadele biçiminin
seçileceğine, somut şartların somut tahlili sonucunda karar
verilir. Savaş, şiddete dayanan mücadelenin en üst biçimidir ama
tek biçimi değildir. Savaşın hedefi yenmektir, yok etmektir ama
yok olmak değildir. Eğer tutulan yol, yenilgiden de öte yok olmaya götürüyorsa,
bir an önce o yoldan vaz geçmek gerekir.
İster Türk/Türkiye solu açısından, ister Kürt/Kürdistan
solu açısından mesele, sadece içsel bir sorun olarak değerlendirilebilinir
mi? Bu, aşırı iyimser bir yaklaşım olur. Her ne kadar Türk
ve Kürt solunu Dersime taşıyanlar, yine Dersimliler ise de,
Dersimlilerin buradaki rolü, taşeronluktan öteye gitmemektedir. Türk ve
Kürt ideolojisi ve onların savaş stratejileri Dersime tamamen
yabancıdır. Onlar, Dersimi ve Dersimlileri, sadece ve sadece bir cephe
gerisi, konakladıkları veya barındıkları lojistik bir
üs olarak görmüşlerdir.
Dersimlilerin, mücadele içindeki rolünü, Türk ve Kürt solu ile ilişkilerini,
doğru sorgulamak ve yerli yerine oturtmak gerekiyor. Devrimci veya
sosyalist adıyla Dersime gelen ideoloji, Dersim ve Dersimlilerin
ideolojisi değil, tamamen ithal olan bir ideolojidir. Aslında bu Türkiye
ve Kürdistan için de geçerlidir. Feodal, yarı-feodal ilişkilerin yaşandığı,
demokrasi kültürünün hiç yaşanmadığı bir alanda,
sosyalist veya devrimci ideoloji, ne kadar mükemmel olursa olsun yabancı
kalacaktır. Nitekim, öyle de olmuştur.
Kitaplardan öğrenilen bir halk savaşı teorisi, Dersimde
uygulanmak istenmiştir. Türk solunun şiddeti savunan marjinal örgütleri,
Türkiye yerine Dersimi uygulama alanı seçmiştir. Kürt solu da,
bu elverişli sahayı kullanmayı ihmal etmemiş, özellikle
90lı yıllarda yoğunlaşarak bir taraftan kendisi darbe
vururken, öte yandan devletin gazabını çekmesine davetiye çıkarmıştır.
Eğer yanılmıyorsam Tunceli (ve belki de çevresiyle beraber)-
yıllarca gıda ambargosunun uygulandığı tek alan olmuştur.
Dersimliler, hem Türk ve Kürt solunun ve hem de onların Dersime
yabancı miliyetçi ve inkarcı ideolojilerinin taşınmasına
alet olmuşlardır. Ayrıca onlar, yani Dersimli sol unsarlar, bu
yanlış ideolojilerin etkisiyle bizzat kendileri, kendi halkına ve
kültürüne yabancılaşmış ve sonuç olarak da büyük
zararlar vermişlerdir. Bunlar, vatandaş Türkçe konuş
kampayasının bir aleti, sol versiyonu olmuştur. Bugüne kadar
bunların, Dersimlilerin diliyle bir çalışması görülmemiştir.
Üstelik, Dersimin dili ve kültürü ile ilgili çalışma yapanların,
bölücü ve milliyetçi, dahası devletin maşaları olarak suçlanmaları
da Türk ve Kürt solunun son marifetleri olarak tarihe geçmektedir.
Türkiye ve Kürdistan solunun, Dersime verdiği zararlar çok ağırdır.
Bunları, bu gün çok daha net olarak görebiliyoruz. Köylerimizin
harabeye dönmesinde, insanlarımızın kitlesel olarak ve toptan kaçmasında,
genç yeteneklerimizin imha edilmesinde bunların rolü vardır. Çok
genel bir yaklaşımla, devletin rolü birinci derecede ve esas ise, Türk
ve Kürt solunun rolü de, ikinci derecede ve tali bir rol olarak değerlendirilebilir.
Bunların daha net orantıları, yapılacak çalışmalarla
açıklığa kavuşturulabilir. Hata ve yanlış
yapmakda, iyi niyetin fazlaca bir değeri yoktur. Yani, devletin niyeti ve
yaptıklarıyla, sol grupların niyeti ve yaptıklarının
aynı kefeye konulamayacağı şeklinde bir itiraz öne sürülebilir.
Ama bu iyi niyetle de olsa, yapılan yanlışları hata olmaktan
çıkaramaz. Türk ve Kürt solunun Dersime verdiği zararları,
genel olarak değerlendirdiğim için bir ayrım yapmadım. Ama
yapılacak daha ayrıntılı bir çalışmayla, bu
zararlar daha net olarak da ortaya konulabilir. Ayrıca, yapılan yanlışlar
sadece iyi niyetli hatalar olarak da değerlendirilemez. Çünkü bunlar yıllara
ve tekrara dayanan bir zihniyete tekabül etmektedir. Kronikleşmiş ve
bir hastalık derecesine ulaşmış yaklaşımlar, basit
hatalar ve bir iyi niyet olarak değerlendirilemez. Bunların ayrıntılarına
bu yazıda girmeyeceğim.
Türk/Türkiye solu ile Kürt/Kürdistan solunun Dersime bir yararı
olmuş mudur?
Türk ve Kürt solunun Dersim e her hangi bir yararı olduğu
konusunda şüpheliyim. Ellili, altmışlı yıllarda okuma
yazma oranının yükselmesi, metropollere ve yurt dışına
gidişler, zaten belli bir aydınlaşma yaratmıştı. Eğer
süreç normal koşullar altında yürüseydi, Dersimdeki değişim
ve dönüşümler, nispeten sancısız gerçekleşebilirdi. Bu süreç,
feodal ilişkilerin ve feodal toplumsal yapının çözüldüğü
ve kapitalist ilişkilerin geliştiği doğal bir sürec olarak
değerlendirilebilir. Ama seksenli yıllarda girilen süreç, doksanlı
yıllarda doruğa ulaştı ve bu doğal süreci rayından
çıkarttı. Bu durumu, bir örnekle şöyle izah etmek mümkün. Doğanın,
yağışa ihtiyacı var. Normal yağan yağmur doğayı
besler ve geliştirir. Ama dozajın aniden yühseldiği bir durumda
yağış, yarar yerine zarar verebilmektedir. Aşırı
bir yağmur veya dolu sonucunda oluşan bir fırtına veya sel,
pekala bir felakete neden olabilmektedir. İşte Dersim seksenli ve
doksanlı yıllarda böyle bir toplumsal felaketi yaşadı ve
bugün hala bunun acılarını yaşamaktadır. Bu anlamda
solun, Dersime olası cılız katkıları, işlediği
hataların yanında sözü edilemeyecek kadar zayıf kalmıştır.
Dersimli unsurların, bu hatalar içindeki rolleri küçümsenmeyecek kadar
büyüktür. Çünkü bunlar, sadece teorik olarak Türk ve Kürt solunun bölgedeki
temsilcileri olarak değil, aynı zaman da pratik uygulayıcıları
olarak da sorumludurlar. Bu anlamda solun Dersime verdiği zararlar bazında
Dersimlilrin hataları ve sorumlulukları iki kat daha ağır
olarak değerlendirilebilir.
Dersimdeki mücadelenin biçimine, Dersim halkının iradesi karar
verebilir.
Dersim ve Dersimliler adına, Dersimi temsil etmeyenlerin alacağı
kararlar meşru değildir. Bugün, genel olarak Türkiye ve Kuzey Kürdistanda
ve özel olarak da Dersimde geçerli olan mücadele biçimi barışçıl
ve demokratik bir mücadele olabilir. Nasıl ki, Türkiye ve K.Kürdistan
halkının, kendi geleceklerine kendilerinin karar verme hakkı
varsa, Dersim halkının da kendi geleceğini kendisinin belirleme
hakkı vardır(3).
Buraya kadar olan değerlendirmeler, genel olarak sol yaklaşımlara
karşı yapılmış irdelenmelerdi. Bir de sağdan
yapılan yaklaşımlar vardır. Bunların üzerinde de kısaca
durmak da yarar vardır.
Sosyalist sistemin çökmesi, sosyalizmin yanlış ve haksız
olduğu anlamına gelir mi? Bence, hayır. Olan şey, izlenmiş
olan yanlış politikalarda yatmaktadır. Bence hala sosyalizm
geleceğimizin umudur ve haklıdır. İnsanlık, eninde
sonunda demokratik, özgür, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya
yaratacaktır. Bu tarihin durdurulamaz akışıdır. Mesele
yapılmış hatalardan dersler çıkarmak ve doğru yol ve yöntemleri
bulmak ve kullanmaktır.
Bugün, Dersim açısından sorun nedir? Dersimin özgün koşullarını
doğru tahlil etmek ve uygun mücadele biçimlerini seçmektir. Bence,
Dersimde bugün için en uygun mücadele biçimi, demokratik ve barışçıl
bir mücadele olmalıdır. Bunun için demokrat, yurtsever gibi özelliklere
sahip çıkmak yeterlidir. Bu mücadeleyi yürütmek için devrimci,
sosyalist, komünist olmak gerekmiyor, (4). Ancak, ideolojik olarak devrimci
veya sosyalist olmak zararlı değil tersine yararlıdır. Bugün
devrimci veya sosyalist bir insanın Dersimde yapması gereken çalışma
da bu demokratik çalışma olmalıdır.
Sosyalistlerin hata yapmış olmasından ötürü, sosyalist
sistemin çökmesi, sosyalizmin yanlışlığının değil,
yanlış ele alındığının işaretidir. Bu çok
basit bir örnekle izah edebiliriz. Uygun koşullara sahip olmayan bir bina
inşa ediyorsunuz ve bu bina zamanla yıkılıyor. İllede
depremle yıkılması da şart değil. Zaman aşımı
içinde, gerek malzemesinin eskimesi ve gerekse dış etkilerle bina yıkılabiliyor.
O halde olması gereken şey, sadece sağlam bir bina inşa
etmek değil, aynı zamanda sürekli yenilenebilen, değişebilen
ve sağlamlaştırılabilen bir yapı yapmaktır.
Kapitalizm hala kendini yenileyebildiği için ayakta durabilmektedir. Ama
nereye kadar?
Sosyalist sistem çöktü diye, kapitalizmin kutsanması gerekmiyor. Aynı
şekilde sosyalizm adına yapılmış bazı hatalar vardır.
Marks, Engels, Lenin sosyalist teorinin kurucularıdır. Lenin, Stalin,
Mao, Enver Hoca aynı zamanda uygulayıcılarıdır. Bunlar
birer semboldür, aslında sayı bunlarla sınırlandırılamaz.
Ama ister kurucu olsunlar ve ister uygulayıcı veya hem kurucu ve hem
de uygulayıcı olsunlar, nihayet bunlar da insandır ve hata yapmışlardır.
Bunların hiç biri hata yapılamaz dememişlerdir. Marksın
teorisinin üzerinden yüzelli yıl, Ekim devriminin üzerinden ise
neredeyse doksan yıl geçmiştir. Yapılması gereken şey
marksist teori ve pratiği sürekli geliştirmektir. Zaten onlar da bunu
söylemişlerdir. Bugün iki kitap okuyarak, Marksı palavracı
ve diyalektik materyalizmi geçersiz ilan edenlerin, sarfettikleri boş sözler
olmaktan öteye gidemez.
Stalin, Mao, Enver Hoca önemli hatalar işlemiş, bunların
kurdukları rejimler ölümlerinden hemen sonra yıkılmışlardır.
Bu hataları ortaya koymak, tahlil etmek, eleştirmek doğrudur. Özellikle
Stalinin muhalefete karşı yaklaşımı, demokratik yöntem
yerine diktatörlüğü geçirmesi, sosyalist sistemde ve sosyalist
gelenekte onarılmaz tahribatlar yaratmıştır. Ama Stalinin
Hitler ile aynı kefeye konulması kabul edilemez bir yaklaşmdır.
Bu yaklaşım, burjuva ideologlarının jargonudur ve
kapitalizmin sürdürülmesini vaaz etmektedir. Ama emekçi sınıfların
bunda bir çıkarı yoktur.
Türkiye ve Kürdistan solunun yapmış olduğu hatalardan ötürü,
faturanın sosyalizme ve devrime kesilmesi kabul edilemez bir yaklaşımdır.
Yukarıda işlediğim gibi, eğer devrimci veya sosyalist teori
kavranılmadan uygulanmaya konulmuşsa, bu zaten sosyalist veya devrimci
bir yaklaşım değil, bir sapmadır. Sapma olan şey
sahtedir, gerçek değildir. Melem ağacı, aşılanırsa
kiraza dönüşür. Ama tutmazsa, kökünden çıkan filizler kiraz
olmaz, melem olur. Melem ise, kiraz değildir, sahtedir, piçtir, yabanidir.
Dersimlilere devrimci veya sosyalist olmayın diye çağrıda
bulunanlar,
burjuva ideolojisini kutsuyor ve kapitalist köleliği öneriyor.
Şimdilik bu kadarla yetiniyorum. Çünkü çok uzadı. Niyetim sağ
ve sol sapma içinde olan yaklaşımları kısaca özetlemek ve
beraber çalışabilmenin ilkelerini ortaya koymaktı. Bütün
bunlardan sonra özet olarak şunu önerebilirim.
Baylar! Bizim fazla lükse ihtiyacımız yok. Aklımızı
başımıza toplayalım ve dilimiz, kültürümüz, kimliğimiz
yok olmadan hep beraber bir şey yapalım.
Saygılarımla.
(1). Kureyşin (Khures) Seyit Mahmut Hayrani ile bir ilgisi yoktur.
Seyit Mahmut Hayrani, tarihsel yani gerçek bir kişiliktir. Yaşamı
biliniyor. Khures ise, tarihsel bir kişilikten öte, mitolojik bir kişiliktir.
Khuresin Seyit Mahmud-i Hayrani olduğu iddiası, sadece bir yakıştırmadır.
(2) 2004 yılında Dersimi baştan başa dolaştım.
Bu yazdıklarım, bölgedeki gözlemlerime dayanmaktadır.
(3) Kürt halkı, eninde sonunda kendi meşru temsilcileri vasıtıyla
kendi gelecegini belirleyecektir. PKKnin Kürt halkına dayattığı
savaş, Kürt halkının iradesini yansıtmamaktadır.
PKKnın buğün yapması gereken şey, silahları bırakarak
kendini feshetmesi ve Kürt halkının iradesine saygı göstermesidir.
(4). PSD, adındaki sosyalist terimini serbestiye (özgürlük)
terimiyle değiştirdi. Bunun tahlil edilmesi lazım. Yani mesele,
basit bir değişiklik şeklinde ele alınmaması gerekir.
Cevaplar: