Alishan Karsan
Serpil Demir
R. Bagciyan
M. Tornêşeyali
Seyit Olgun
M. Hayaloğlu
İsmail Kiliç
Şerafettin Yurdakul
Armen
Sengul Savas
Adil Duran
Armen
Pascale
Özcan Yıldız
Home

Forum

Action
Links
Arşiv
Forumdan Yazılar
Land

DERSİM VATANDIR, SAVUN NAZLI VATANI!


 

DİASPORADAKİ DERSİM AYDINLARI NE YAPIYOR?

Dersim Forum

Auteur - yazari: M. Hayaloğlu Tarih, gün ve saat : 31. Mayis 2005 18:09:02:

DİASPORADAKİ DERSİM AYDINLARI NE YAPIYOR?


Dersim-Zaza Ulusal Demokratik Hareket’nin örgütlenmesi üzerine uzun süredir düşünüyor ve yazmak istiyordum. Yaşanmış bir süreç vardı ve bunun değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım.

Biz Dersimli aydınlar asgari müştereklerde anlaşarak nasıl bir araya gelebiliriz veya gelebilir miyiz?

İyimser düşünenler, bu soruya evet diye cevap verebilirler. Ancak, bazı tartışmalar ya da tartışma biçimleri bu kadar iyimser davranmayı güçleştirmektedir. Özellikle son tartışmalar, yaraya tuz basmak misali, olumsuz bir zemine ve gerginliğe neden oldu.

Akla şu sorular gelmektedir:

Acaba aydın, devrimci, sosyalist, vb sıfatlar kullanan bazı kişi ve çevreler gerçekte, birlik ve beraberlikten yana mıdırlar? Buna evet diyenler, kullandıkları dil ve sergiledikleri yaklaşımlarla buna zarar verdiklerinin farkındalar mı?

Farklılıklarımız olsa bile, halkımızın, dilimiz ve kültürümüzün, ulusal varlığımızın tehdit altında olduğu böylesi zor bir dönemeçde neden beraber hareket etmiyoruz?

Acaba, beraber çalışabilmek için yeterince çaba sarfediyor muyuz?

Bu vb sorular çoğaltılabilir. Ancak, söylenmek istenenin anlaşıldığı kanısıyla uzatmadan geçiyorum.

Bahaneler bulmak veya aramak yerine, birbirimizi doğrudan eleştirebiliyor muyuz? Aramızda böyle bir hukuk var mıdır? Aramızdaki samimiyet veya güvenin ölçüsü nedir?

Ben, eleştiri yapmaktan kendimizi veya birbirimizi değerlendirmeyi anlıyorum. Almanca’da buna ‘kritisieren’ yani kritik (tenkit) yapmak diyorlar. Kritik yapmak, sadece karşı tarafı eleştirmek değil, daha da önemlisi söz konusu olan meselenin değerlendirilmesidir. Meselenin değerlendirilmesi demek ise, başka bir ifadeyle sorunun tahlil edilmesi demektir. Yani sorunun doğruluğunun veya yanlışlığının ortaya konulması demektir.

Bu anlamda kritik yapmak gerekli ve yararlıdır. Tabii mesele, kritik yapmayı doğru ele almaktır. Eleştiri ve özeleştiriyi böyle anlamak ve kavramak gerekir. Peki biz ne yapıyoruz? Eleştiriyi nasıl ele alıyoruz veya kullanıyoruz? Karşı tarafın zayıf veya kendimizce yanlış diye tespit ettiğimiz bir noktasını yakalıyor veya hedef alıyor ve oradan bindiriyoruz. Tabii bu da bir yöntemdir. Ama bu, genel olarak dostlar arasında değil, düşmanlar arasında yani ‘biz’ ve ‘onlar’ arasında baş vurulan bir yoldur.

Mevlena ilerici midir, gerici midir? Bunu tartışmak bile anlamsızdır.
Eğer Mevlana ile ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorsak, konu ile ilgili bir çalışma yapılır, ne olup olmadığı ortaya konur. Sadece Mevlana da değil, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Şeyh Bedrettin, Kureyş (1) ve diğerleri de bilimsel analizlere değer. Ama koşullar öylesine zor ki, çoğu insan bunları inceleyemeden göçüp gitmektedir. Şahsen ben, Mevlana üzerine epey şey okumuş ve de epey şey duymuş olmama rağmen, O’nun bir tek eserini bile okuyabilmiş değilim. Buna ne gerek duydum ne de zaman ayırabildim. Ama bu Mevlana’nın çağının en büyük düşünürlerinden biri olduğu gerçeğini hiç bir şekilde değiştirmez. Bugün Mevlana düşüncesi uluslararası alanda tartışılıyor, inceleniyor, anlaşılmaya çalışılıyor. Keşke bizden de biri çıksa, O’nu bilimsel olarak inceleyip ortaya koysa ve biz de ne olduğunu tam olarak öğrenebilsek. O’nun da doğru ve yanlışlarının olduğu kesin. O’nun yanlışlarını, hatalı yanlarını eleştirmek mümkün olduğu gibi, güzel ve doğru yanlarına da atıfda bulunulabilir. Bunun yanlış veya kötü bir yanı yoktur. Bir şey, bir düşünce ne yalnızca iyi, ne de yalnızca kötü olmayabilir. Mesela şu sözler O’nundur:

„Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer; bostanı, ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir.”

Bir kimse, Hacı Bektaş’a veya Mevlana’ya atıfta bulunduğu zaman gerici olmayacağı gibi, Baba İshak veya Şeyh Bedrettin’e atıfta bulunduğu zaman da ilerici olmaz. Her şeyden önce önemli olan sözün kim tarafından söylendiği değil, içeriğidir, anlamıdır. Fakat eğer aramızdaki hukuk eleştiri, özeleştiri için zemin sunmuyorsa, o zaman böyle şeylerle oyalanmak marifet sayılabilir!

Devlet ricaline veya uluslararası etkili ve yetkili kurum ve kişilere gönderilen ‘Zazaları da Unutmayın’ başlıklı mektuplarda yanlış olan ne var? Ben bunlarda yanlış bir yan bulamadım. Ola ki eksik, hatalı veya yanlış olan bir yaklaşım söz konusudur. O zaman bunları açıkça eleştirmeliyiz, eleştirebilmeliyiz. Ama bunun arkasında başka bir niyet aramaya kalkışmak, abesle iştigal etmektir.

ABD’nin Irak işgalini veya İsrail’in Filistin işgalini devrimci veya demokrat insanlar ne destekler, ne de haklı bulur. Bir Dersimli’nin buna sevinmesi veya alkışlaması akıl işi değildir. Ancak bu, Saddam rejimi ile ‘dayanışma’ da bulunmayı gerektirmez. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalleri, saldırganlığın en uç noktalarıdır. Bu yüzden küçük bir azınlık dışında, kimse bu işgalleri onaylamamıştır. Almanya, Fransa gibi büyük güçler bile işgale onay vermemiştir. Ancak, bazılarının yaptığı gibi, anti-amerikancı bir tavır geliştirmek adına Saddam’la veya Taliban’la dayanışmanın da bir anlamı yoktur. İnsanlarımzın Amerikancı olarak değerlendirilmesi, eleştirinin sınırlarını zorlayan ve kastini aşan bir suçlama olur.

Aynı şekilde bugün ‘direnişçi’ diye lanse edilen Saddam artıklarının da desteklenecek hiç bir yanı yoktur. Bunların yapmaya çalıştığı şey, Saddamvari bir rejimin yeniden kurulmasıdır. Amerika’nın Irak’tan çekilmesini, bugünkü Irak yönetimi yerine daha demokratik ve halkların iradesini tam olarak yansıtacak bir yönetimin gelmesini savunmak, hiç bir şekilde çapulcu ve katil çetelerinin yaptıklarının haklılığı anlamına gelmez. Öte yandan bazen ezilen ve haklı olanlar da hata yapabiliyorlar. Mesela kendileri işgal altındaki bir halk olan Filistinliler, Halepçe katliamı karşısında susar veya Saddam’a destek verebiliyor. Veya ülkeleri ilhak, kendileri inkar edilmiş olan Kürtler, pekala Zazaların ya da Keldanilerin ayrı halklar olduklarını inkar edebiliyorlar. Böyle bir durumda Kürtlerin, Filistinlilerin veya Türk solunun eleştirilmesinde bir yanlış yoktur.

Bölge sömürgeci güçleri ile bağımlılık temelinde ilişkiler geliştirmiş olan Kürt veya Filistinli örgütlerin hatalarının eleştirilmesi gayet doğaldır. I.Körfez savaşı sırasında, Güney Kürtleri Saddam tarafından imha edilirken, bölgede üstlenmiş olan PKK kılını bile kıpırdatmamıştır.
Kürt halkının Saddam tarafından kırıldığı bir sırada, Saddam’ın anti-emperyalist diye alkışlanması ve Kürtler’in işbirlikçi diye yerilmesi, insanlığın yüz karasıdır.

Dersim’de Savaşa Hayır yaklaşımına gelince

Dersim’de savaşı savunanlar kimlerdir? Kimin adına savaşıyorlar?

Dersim’de savaştan çıkarı olanlar kimlerdir? Aslında biz mütevazi davrandığımız için, sorunu Dersim ile sınırlı tutuyoruz. Pekala Kuzey Kürdistan’da ve Türkiye’de savaştan çıkarı olanlar kimlerdir diye de sorabiliriz. Türk ve Kürt halklarının kendi geleceklerini, kendilerinin belirlemelerine saygılıyız. Ama halkların iradesini yansıtmayan bir takım çete artıklarının, elverişli koşullar var diye Dersim’i üst edinmeleri ve halkımızın kaderiyle oynamalarına gönlümüz razı olmamaktadır. Gitsinler önce kendi halkları olan Türkleri ve Kürtleri kurtarsınlar.

Belirtmek gerekir ki, söz konusu olan savaş da, gerçek bir savaş olmaktan öte, bir takım çatışmalar ve gerginliklerle baskılara zemin hazırlayan, bu anlamda tek yanlı yürüyen ve devletin veya içindeki savaş yanlılarının işine
yarayan bir savaştır. Türk genel kurmayı, bu çatışmaları ‘düşük yoğunluklu savaş’ olarak nitelemişti.

Dersim’de, Kürdistan’da ve Türkiye’de savaştan çıkarı olanlar, rant peşinde koşanlardır, kelle avcılarıdır, koruculardır, korucubaşlarıdır. Yüz binden fazla korucu, savaşın nimetlerinden yararlanıyor, aylık alıyor, sosyal güvenceler ediniyor. Boşalmış, boşaltılmış arazilere, yayla ve köylere bedevadan konuyorlar, hayatlarında hiç bir zaman elde edemeyecekleri zenginlikleri, mükafat olarak alıyorlar. Kuzey-doğu Dersim’e küçümsenmeyecek sayıda Sünni Kürt nüfus yerleşmiş veya yerleştirilmiştir. Gidişat, bu yerleşmelerin iç Dersim’e doğru yayılacağı yönündedir. Çünkü, köyler boşalmış, insanlar kendi arazilerine, evlerine, köylerine sahip çıkamıyorlar. Birincisi, göçüp gittikleri için darmadağan olmuşlardır, imkanları yetmemektedir. İkincisi de engellenmektedirler. Köye dönüş, teşvik, vs pratikte bir aldatmacadan öte gitmemektedir. İnsanlar, topraklarında değil, gösterilen belirli noktalarda toplanmaya zorlanıyor. Arazinin olmadığı, hayvan besleyemediği, sanayiden yoksun bir yerde ‘toplu köyler’ yaşar mı? Dersim’de yaşanan süreç, Ermeni kırımıdan sonra bölgede yaşanan sürece büyük oranda benzemektedir. Durum bu kadar vahim ve ciddidir, (2).

Bölgede görev yapanlara ‘olağanüstü tazminat’ ödendiği bilinmiyor olamaz. Bu, ikramiyeden öte, piyango gibi bir şey. Bölgede görev yapanlar, bir kaç yıl içinde zengin olup çıkıyor? Acaba bunun sırrı nerede? Köye dönüş projesi çerçevesinde, bölge için ayrılan paranın askeri harcamalar, bilgisayar, vb kişisel amaçlar için kullanıldığı daha yeni ortaya çıkmadı mı? Yeşiller, Bozalar, Alaatin Kanatlar böyle bir ortamda ortaya çıkmadı mı? A.Çatlı, H.Kocabaş, S.Bucak, İ.Şahin, K.Eken’ler, bu ortamın aktörleri değil mi? Çatışma bölgelerinde her şey bunlardan sorulmuyor muydu? Her bölgede birer ‘savaş ağası’ türememiş miydi?

Bunlar, aysbergin görünen yüzüdür. Ya görünmeyenler, ya bilinmeyenler. Ayrıca da devletin kendisi bu ortamı neden tercih etmesin ki? Bir taşla bir kaç kuşu vurmak, tam da buna denir. Türk ordusu, bu çatışmalarda büyük tecrübeler edinerek, dünyanın en deneyimli ordularından biri haline geldi. Kedinin fareyle oynaması misali, tatbikatlar, operasyonlar düzenledi, düzenleniyor. Üç, beş ya da beş on kişilik silahlı gruplar, karadan ve havadan tespit edilerek çevriliyor, çatışmaya zorlanarak imha ediliyor. Yetmezse kimyasal gazlar kullanılıyor, bombalanıyor. Köyler, ekinler, ormanlar yakılıyor, hayvanlar telef edilerek katliamlar gerçekleştiriliyor. Böyle bir ‘savaşı’ devlet neden tercih etmesin ki?

Barajlarla Dersim’in sular altında bırakılması, bu ‘insansızlaştırma’ politikasının, başka bir deyişle Dersim’den, Dersimlilerden kurtulma stratejisinin ta kendisidir. Özal’ın Demirel’e tavsiyesi biliniyor: Dersim’i suların altında bırakın ve kurtulun. Bugün gerçekleşenler, dünün devamıdır. Bu politikaların hepsi aynı amaca hizmet etmaktedir. Asimilasyon, insansızlaştırma, yetmezse sular altında bırakarak yok etme.

Çatışmalar, insansızlaştırma politikasına bir davetiyedir.

Dersim’de son yıllarda olanları şöyle kısaca özetleyelim. Binlerce gencimiz, yetenekli insanımız katledildi. On binlercesi cezaevlerine tıkıldı, sakat bırakıldı. Köylerimizin büyük bir kesimi yakıldı, yıkıldı veya boşaltıldı. İnsanlarımızın ezici bir kesimi, ya sürüldü veya terketmek zorunda bırakıldı. Hiç bir ekonomik gelişme olmadığı gibi, yoksullaşma had safhaya ulaştı? Peki, bütün bunların sorumlusu kimdir veya kimlerdir? Bütün bunların ‘tek’ sorumlusunun devlet olduğunu söylemek, gerçekçi bir değerlendirme olmaz, olamaz.

Türkiye’yi yönetenler, Türk devleti, şüphesiz ki bütün gelişmelerin esas sorumlusudur. Bu kesin bir olgudur. Ama esas demek, bütünüyle demek değildir. Ben, küçük de olsa biz Dersimliler’in bu gelişmelerde payımız olduğu kanısındayım. Tabii küçük demek, önemsiz demek anlamına gelmemeli. Küçük ama önemli bir payımız, yani hatamız vardır. Dersim’de gerçekleştirilen silahlı eylemler veya saldırılar, Devlet’in Dersim’de gerçekleştirdiklerine zemin sunmuştur. Bu, Dersimliler’in haksız, devletin haklı olduğu anlamına gelmez. Ama haklı olmak, yapılan şeyi hata veya yanlış olmaktan çıkarmaz.

Dersim’de karakollara, askeri güçlere ve hedeflere saldırmanın bir yararı görülmüş müdür? Tersine Devlet, bunları daha da sağlamlaştırmış, güçlendirmiş ve stratejik noktalara çekmiştir. Peki ölen insanlarımızın, yakılan ve boşaltılan köylerimizin Dersim’e bir yararı olmuştur? Hayır. O zaman silahlı mücadeleyi, şiddeti veya savaşı kutsamanın anlamı nedir?

İlke olarak hiç bir mücadele biçimi rededilmez. Hangi mücadele biçiminin seçileceğine, somut şartların somut tahlili sonucunda karar verilir. Savaş, şiddete dayanan mücadelenin en üst biçimidir ama tek biçimi değildir. Savaşın hedefi yenmektir, yok etmektir ama yok olmak değildir. Eğer tutulan yol, yenilgiden de öte yok olmaya götürüyorsa, bir an önce o yoldan vaz geçmek gerekir.

İster Türk/Türkiye solu açısından, ister Kürt/Kürdistan solu açısından mesele, sadece içsel bir sorun olarak değerlendirilebilinir mi? Bu, aşırı iyimser bir yaklaşım olur. Her ne kadar Türk ve Kürt solunu Dersim’e taşıyanlar, yine Dersimliler ise de, Dersimlilerin buradaki rolü, taşeronluktan öteye gitmemektedir. Türk ve Kürt ideolojisi ve onların savaş stratejileri Dersim’e tamamen yabancıdır. Onlar, Dersimi ve Dersimlileri, sadece ve sadece bir cephe gerisi, konakladıkları veya barındıkları lojistik bir üs olarak görmüşlerdir.

Dersimlilerin, mücadele içindeki rolünü, Türk ve Kürt solu ile ilişkilerini, doğru sorgulamak ve yerli yerine oturtmak gerekiyor. Devrimci veya sosyalist adıyla Dersim’e gelen ideoloji, Dersim ve Dersimlilerin ideolojisi değil, tamamen ithal olan bir ideolojidir. Aslında bu Türkiye ve Kürdistan için de geçerlidir. Feodal, yarı-feodal ilişkilerin yaşandığı, demokrasi kültürünün hiç yaşanmadığı bir alanda, sosyalist veya devrimci ideoloji, ne kadar mükemmel olursa olsun yabancı kalacaktır. Nitekim, öyle de olmuştur.

Kitaplardan öğrenilen bir halk savaşı teorisi, Dersim’de uygulanmak istenmiştir. Türk solunun şiddeti savunan marjinal örgütleri, Türkiye yerine Dersim’i uygulama alanı seçmiştir. Kürt solu da, bu elverişli sahayı kullanmayı ihmal etmemiş, özellikle ‘90’lı yıllarda yoğunlaşarak bir taraftan kendisi darbe vururken, öte yandan devletin gazabını çekmesine davetiye çıkarmıştır. Eğer yanılmıyorsam Tunceli –(ve belki de çevresiyle beraber)- yıllarca gıda ambargosunun uygulandığı tek alan olmuştur.

Dersimliler, hem Türk ve Kürt solunun ve hem de onların Dersim’e yabancı miliyetçi ve inkarcı ideolojilerinin taşınmasına alet olmuşlardır. Ayrıca onlar, yani Dersimli sol unsarlar, bu yanlış ideolojilerin etkisiyle bizzat kendileri, kendi halkına ve kültürüne yabancılaşmış ve sonuç olarak da büyük zararlar vermişlerdir. Bunlar, ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampayasının bir aleti, sol versiyonu olmuştur. Bugüne kadar bunların, Dersimlilerin diliyle bir çalışması görülmemiştir. Üstelik, Dersim’in dili ve kültürü ile ilgili çalışma yapanların, bölücü ve milliyetçi, dahası devletin maşaları olarak suçlanmaları da Türk ve Kürt solunun son marifetleri olarak tarihe geçmektedir.

Türkiye ve Kürdistan solunun, Dersim’e verdiği zararlar çok ağırdır. Bunları, bu gün çok daha net olarak görebiliyoruz. Köylerimizin harabeye dönmesinde, insanlarımızın kitlesel olarak ve toptan kaçmasında, genç yeteneklerimizin imha edilmesinde bunların rolü vardır. Çok genel bir yaklaşımla, devletin rolü birinci derecede ve esas ise, Türk ve Kürt solunun rolü de, ikinci derecede ve tali bir rol olarak değerlendirilebilir. Bunların daha net orantıları, yapılacak çalışmalarla açıklığa kavuşturulabilir. Hata ve yanlış yapmakda, iyi niyetin fazlaca bir değeri yoktur. Yani, devletin niyeti ve yaptıklarıyla, sol grupların niyeti ve yaptıklarının aynı kefeye konulamayacağı şeklinde bir itiraz öne sürülebilir. Ama bu iyi niyetle de olsa, yapılan yanlışları hata olmaktan çıkaramaz. Türk ve Kürt solunun Dersim’e verdiği zararları, genel olarak değerlendirdiğim için bir ayrım yapmadım. Ama yapılacak daha ayrıntılı bir çalışmayla, bu zararlar daha net olarak da ortaya konulabilir. Ayrıca, yapılan yanlışlar sadece iyi niyetli hatalar olarak da değerlendirilemez. Çünkü bunlar yıllara ve tekrara dayanan bir zihniyete tekabül etmektedir. Kronikleşmiş ve bir hastalık derecesine ulaşmış yaklaşımlar, basit hatalar ve bir iyi niyet olarak değerlendirilemez. Bunların ayrıntılarına bu yazıda girmeyeceğim.

Türk/Türkiye solu ile Kürt/Kürdistan solunun Dersim’e bir yararı olmuş mudur?

Türk ve Kürt solunun Dersim’ e her hangi bir yararı olduğu konusunda şüpheliyim. Ellili, altmışlı yıllarda okuma yazma oranının yükselmesi, metropollere ve yurt dışına gidişler, zaten belli bir aydınlaşma yaratmıştı. Eğer süreç normal koşullar altında yürüseydi, Dersim’deki değişim ve dönüşümler, nispeten sancısız gerçekleşebilirdi. Bu süreç, feodal ilişkilerin ve feodal toplumsal yapının çözüldüğü ve kapitalist ilişkilerin geliştiği doğal bir sürec olarak değerlendirilebilir. Ama seksenli yıllarda girilen süreç, doksanlı yıllarda doruğa ulaştı ve bu doğal süreci rayından çıkarttı. Bu durumu, bir örnekle şöyle izah etmek mümkün. Doğanın, yağışa ihtiyacı var. Normal yağan yağmur doğayı besler ve geliştirir. Ama dozajın aniden yühseldiği bir durumda yağış, yarar yerine zarar verebilmektedir. Aşırı bir yağmur veya dolu sonucunda oluşan bir fırtına veya sel, pekala bir felakete neden olabilmektedir. İşte Dersim seksenli ve doksanlı yıllarda böyle bir toplumsal felaketi yaşadı ve bugün hala bunun acılarını yaşamaktadır. Bu anlamda solun, Dersim’e olası cılız katkıları, işlediği hataların yanında sözü edilemeyecek kadar zayıf kalmıştır. Dersimli unsurların, bu hatalar içindeki rolleri küçümsenmeyecek kadar büyüktür. Çünkü bunlar, sadece teorik olarak Türk ve Kürt solunun bölgedeki temsilcileri olarak değil, aynı zaman da pratik uygulayıcıları olarak da sorumludurlar. Bu anlamda solun Dersim’e verdiği zararlar bazında Dersimlilrin hataları ve sorumlulukları iki kat daha ağır olarak değerlendirilebilir.

Dersim’deki mücadelenin biçimine, Dersim halkının iradesi karar verebilir.
Dersim ve Dersimliler adına, Dersim’i temsil etmeyenlerin alacağı kararlar meşru değildir. Bugün, genel olarak Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ve özel olarak da Dersim’de geçerli olan mücadele biçimi barışçıl ve demokratik bir mücadele olabilir. Nasıl ki, Türkiye ve K.Kürdistan halkının, kendi geleceklerine kendilerinin karar verme hakkı varsa, Dersim halkının da kendi geleceğini kendisinin belirleme hakkı vardır(3).

Buraya kadar olan değerlendirmeler, genel olarak ‘sol’ yaklaşımlara karşı yapılmış irdelenmelerdi. Bir de ‘sağ’dan yapılan yaklaşımlar vardır. Bunların üzerinde de kısaca durmak da yarar vardır.

Sosyalist sistemin çökmesi, sosyalizmin yanlış ve haksız olduğu anlamına gelir mi? Bence, hayır. Olan şey, izlenmiş olan yanlış politikalarda yatmaktadır. Bence hala sosyalizm geleceğimizin umudur ve haklıdır. İnsanlık, eninde sonunda demokratik, özgür, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya yaratacaktır. Bu tarihin durdurulamaz akışıdır. Mesele yapılmış hatalardan dersler çıkarmak ve doğru yol ve yöntemleri bulmak ve kullanmaktır.

Bugün, Dersim açısından sorun nedir? Dersim’in özgün koşullarını doğru tahlil etmek ve uygun mücadele biçimlerini seçmektir. Bence, Dersim’de bugün için en uygun mücadele biçimi, demokratik ve barışçıl bir mücadele olmalıdır. Bunun için demokrat, yurtsever gibi özelliklere sahip çıkmak yeterlidir. Bu mücadeleyi yürütmek için devrimci, sosyalist, komünist olmak gerekmiyor, (4). Ancak, ideolojik olarak devrimci veya sosyalist olmak zararlı değil tersine yararlıdır. Bugün devrimci veya sosyalist bir insanın Dersim’de yapması gereken çalışma da bu demokratik çalışma olmalıdır.

Sosyalistlerin hata yapmış olmasından ötürü, sosyalist sistemin çökmesi, sosyalizmin yanlışlığının değil, yanlış ele alındığının işaretidir. Bu çok basit bir örnekle izah edebiliriz. Uygun koşullara sahip olmayan bir bina inşa ediyorsunuz ve bu bina zamanla yıkılıyor. İllede depremle yıkılması da şart değil. Zaman aşımı içinde, gerek malzemesinin eskimesi ve gerekse dış etkilerle bina yıkılabiliyor. O halde olması gereken şey, sadece sağlam bir bina inşa etmek değil, aynı zamanda sürekli yenilenebilen, değişebilen ve sağlamlaştırılabilen bir yapı yapmaktır. Kapitalizm hala kendini yenileyebildiği için ayakta durabilmektedir. Ama nereye kadar?

Sosyalist sistem çöktü diye, kapitalizmin kutsanması gerekmiyor. Aynı şekilde sosyalizm adına yapılmış bazı hatalar vardır. Marks, Engels, Lenin sosyalist teorinin kurucularıdır. Lenin, Stalin, Mao, Enver Hoca aynı zamanda uygulayıcılarıdır. Bunlar birer semboldür, aslında sayı bunlarla sınırlandırılamaz. Ama ister kurucu olsunlar ve ister uygulayıcı veya hem kurucu ve hem de uygulayıcı olsunlar, nihayet bunlar da insandır ve hata yapmışlardır. Bunların hiç biri ‘hata yapılamaz’ dememişlerdir. Marks’ın teorisinin üzerinden yüzelli yıl, Ekim devriminin üzerinden ise neredeyse doksan yıl geçmiştir. Yapılması gereken şey marksist teori ve pratiği sürekli geliştirmektir. Zaten onlar da bunu söylemişlerdir. Bugün iki kitap okuyarak, Marks’ı ‘palavracı’ ve diyalektik materyalizmi geçersiz ilan edenlerin, sarfettikleri ‘boş sözler’ olmaktan öteye gidemez.

Stalin, Mao, Enver Hoca önemli hatalar işlemiş, bunların kurdukları rejimler ölümlerinden hemen sonra yıkılmışlardır. Bu hataları ortaya koymak, tahlil etmek, eleştirmek doğrudur. Özellikle Stalin’in muhalefete karşı yaklaşımı, demokratik yöntem yerine diktatörlüğü geçirmesi, sosyalist sistemde ve sosyalist gelenekte onarılmaz tahribatlar yaratmıştır. Ama Stalin’in Hitler ile aynı kefeye konulması kabul edilemez bir yaklaşmdır. Bu yaklaşım, burjuva ideologlarının jargonudur ve kapitalizmin sürdürülmesini vaaz etmektedir. Ama emekçi sınıfların bunda bir çıkarı yoktur.

Türkiye ve Kürdistan solunun yapmış olduğu hatalardan ötürü, faturanın sosyalizme ve devrime kesilmesi kabul edilemez bir yaklaşımdır. Yukarıda işlediğim gibi, eğer devrimci veya sosyalist teori kavranılmadan uygulanmaya konulmuşsa, bu zaten sosyalist veya devrimci bir yaklaşım değil, bir sapmadır. Sapma olan şey sahtedir, gerçek değildir. Melem ağacı, aşılanırsa kiraza dönüşür. Ama tutmazsa, kökünden çıkan filizler kiraz olmaz, melem olur. Melem ise, kiraz değildir, sahtedir, piçtir, yabanidir. Dersimlilere ‘devrimci’ veya ‘sosyalist’ olmayın diye çağrıda bulunanlar,
burjuva ideolojisini kutsuyor ve kapitalist köleliği öneriyor.

Şimdilik bu kadarla yetiniyorum. Çünkü çok uzadı. Niyetim sağ ve sol sapma içinde olan yaklaşımları kısaca özetlemek ve beraber çalışabilmenin ilkelerini ortaya koymaktı. Bütün bunlardan sonra özet olarak şunu önerebilirim.

Baylar! Bizim fazla lükse ihtiyacımız yok. Aklımızı başımıza toplayalım ve dilimiz, kültürümüz, kimliğimiz yok olmadan hep beraber bir şey yapalım.

Saygılarımla.

(1). Kureyş’in (Khures) Seyit Mahmut Hayrani ile bir ilgisi yoktur. Seyit Mahmut Hayrani, tarihsel yani gerçek bir kişiliktir. Yaşamı biliniyor. Khures ise, tarihsel bir kişilikten öte, mitolojik bir kişiliktir. Khures’in Seyit Mahmud-i Hayrani olduğu iddiası, sadece bir yakıştırmadır.

(2) 2004 yılında Dersim’i baştan başa dolaştım. Bu yazdıklarım, bölgedeki gözlemlerime dayanmaktadır.

(3) Kürt halkı, eninde sonunda kendi meşru temsilcileri vasıtıyla kendi gelecegini belirleyecektir. PKK’nin Kürt halkına dayattığı savaş, Kürt halkının iradesini yansıtmamaktadır. PKK’nın buğün yapması gereken şey, ‘silahları bırakarak kendini feshetmesi ve Kürt halkının iradesine saygı göstermesidir.

(4). PSD, adındaki ‘sosyalist’ terimini ‘serbestiye’ (özgürlük) terimiyle değiştirdi. Bunun tahlil edilmesi lazım. Yani mesele, basit bir değişiklik şeklinde ele alınmaması gerekir.


 


 


 


 

Cevaplar:

Dersim Forum


Hosted by www.Geocities.ws

1