M. Tornêğeyali
DERSİM İNANCI’NDA HIZIR ve HIZIR
ORUCU
Dersim’de Hızır Orucu, bu yıl 17 Ocak, Salı günü başlamaktadır.
Diğer bir deyişle bu, Hızır Oruc’nun birinci haftasıdır ve 17, 18,
19 Ocak’a rastlamaktadır. İkinci hafta 24, 25, 26 Ocak, üçüncü hafta
31 Ocak ile 1 ve 2 Şubat, dördüncü ve son hafta ise 7, 8, 9 Şubat
günlerine rastlamaktadır.
Yaşlılarımızın, bizim hesapla (‘hesavê ma ra’) ya da eski hesapla (‘hesavo
khan ra’) dedikleri tarihleme ise, aslında Rum-i Takvime göre
yapılmaktadır. Rumi takvim ile Miladi takvim arasında ise 13 günlük
bir fark vardır. Bu durumda Rumi 1 Ocak ile Miladi 14 Ocak aynı gün
ve tarihe tekabül ediyor demektir. Rumi takvime göre Hızır Orucu,
Hızır ayı da denilen Ocak (‘Çele’) ayının, tam olan birinci
haftasında başlar. Eğer birinci hafta, tam değil de yarım olarak
ayın başına tekabül ederse, bu durum da bir hafta sarkma olur ve
Oruç ayın ikinci haftasında başlar. Geçen yılın tersine bu yıl,
Hızır Orucu’nun başlangıcı, ayın birinci haftasına tekabül ediyor.
2006’da, Rumi takvime göre Hızır Orucu şu tarihlere denk gelecektir:
Birinci hafta 3, 4, 5, ikinci hafta 10, 11, 12, üçüncü hafta 17, 18,
19 ve dördüncü hafta 24, 25, 26 Ocak tarihlerine tekabül edecektir.
Dersim’de Hızır Orucu, bir ay boyunca dönüşümlü olarak devam eder.
Hızır Orucu için bu tarihler aslında her yıl aşağı yukarı sabittir
ve Miladi Takvime göre Ocak ayının ikinci yarısında başlayıp Şubat
ayının ortalarında sona ermektedir. Rumi takvime göre ise durum,
Ocak ayının başından sonlarına kadar dört hafta sürer demektir.
Burada iki sorunla karşılaşıyoruz. Birincisi eski takvim ile yeni
takvim arsındaki ilişki ve bunun doğurduğu karışıklıktır. Türkiye’de
1925 yılından beri Rumi takvim kullanılmamaktadır. Halk arasında ve
özellikle Dersim’de bilinmesine ve kullanılmasına rağmen, bunun
pratik bir değeri kalmadığı kanısındayım. Rumi takvimin diğer bir
adı da Hicri Şemsi Takvim’dir. (Hicrî Şemsi Takvime Türkiye'de Rumî
takvim de denir, bkz. wikipedia.org.Takvim maddesi). Eğer
hesaplamayı bilirsek, Rumi takvimi işin içine karıştırmadan bu
sorunu miladi takvim ile çözebiliriz.
İkinci sorun ise, Hızır Orucu’nun tek ve belirli bir tarihe
değil, dört haftaya yayılmasıdır. Bu sorun da tartışılabilir. Yani
acaba tek hafta mı yoksa dört ayrı hafta mı daha anlamlıdır?
Doğu Dersim’de ve lokal olarak Balaban/Sansa Deresi’nde şöyle
bilinir:
Birinci hafta Demenanlılar/Demenan bölgesi, (Z: Zazaca: Demenu),
İkinci hafta Haydaranlılar/Haydaran bölgesi (Z: Heyderu),
Üçüncü hafta Balabanlılar, Pülümür-Tasini (Z: Balabanu,
Pulêmuriye-Tasıniye),
Dördüncü ve son hafta Tercan ve Çayırlı tarafıdır. Aynı bölgede alan
çalışması yaptığı anlaşılan yazar Munzur Cömert’in bu noktada
verdiği bilgilerle benim yazdıklarım çakışmaktadır. Yani söz konusu
olan Munzur Cömert’in vermiş olduğu bilgiler tarafımdan da
doğrulanmış oluyor.
Bu tarihler kısmen bölge ve mıntıkaların konumuna ve kısmen de
aşiretlerin durumuna göre belirlenmiştir. Burada tuhaf olan ve akla
ilk gelen soru, neden aynı tarihde değil de ayrı ayrı tarihlerin
seçildiğidir. Sanırım bu soru, benim gibi bir çok insanın kafasını
kurcalamıştır. Genellikle itikatlı ve bilgi sahibi büyüklerimizden
edindiğim bilgiler şu doğrultuda olmuştur: Bu tarihlerin mıntıka,
bölge veya aşiretlere göre belirlenmesi tamamen dini önder
-(Zazacası Bava)- olan dedelerin işidir, onlar tarafından tespit
edilmiştir. Bu durumu merakımdan, 90 yaşın üzerindeki rahmetli
neneme sormuş ve yukarıda aktardığım cevabı almıştım.
Araştırmacı-yazar Munzur Cömert ise, Hızır Orucu’nun ard arda gelen
farklı haftalara rastlamasını, Hızır’ın farklı tarihlerdeki
konukluğuna bağlamaktadır. Bu durum, Hızır’ın, karda-kıştaki hızı ve
–(Zazacası Xızıro Khal, Khalo Sıpe olan nitelendirmeleriyle)- onun
yaşlılığıyla açıklanmaktadır. Bu, hoş bir yorumlama olsa da,
gerçekte ise durum, dini önder olan dedelerin bir uyarlamasıdır.
İlk bakışta bu durum, tuhaf olduğu kadar bencil ve egoistçe bir
yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Öyle ya bir ay boyunca dedeler
yani mürşitler, pirler, rehberler ve yanlarında birer köçekleri köy
köy, ev ev dolaşıp konaklayacalar, yiyip içmekle kalmyıp fazlasını
da toplayıp beraber götürecekler. Bundan ötesi can sağlığı. Daha ne
istenebilir ki! Gerçekten de bunun bir ‘sömürü biçimi’ olduğu inkar
edilemeyecek kadar açıktır. Şüphesiz ki, bu sömürü biçimi sadece
aleviliğe özgü değil, bütün dinlerin doğasında şu veya bu biçimde
var olan bir olgudur. Dinin, dini İnancın en iyisinin bile sonuçta
insanların beynini uyuşturan bir afyon olduğunu belirtmekle yetinip
işin bu yanının ayrı bir tartışma konusu olduğunu vurgulayıp geçmek
istiyorum.
İşin diğer bir yanına yani dinin, dini İnancın pozitif yanına da
temas etmek istiyoum. Bir teolog değilim ama belli koşullarda dinin,
dini inançların pozitif bir rol oynadığını da kabul etmek gerekir
diye düşünüyorum. Belli koşullarda dinin, uygarlığın gelişiminde
sadece olumsuz değil önemli bazı olumlu roller oynadığını da
söyleyebiliriz. Mesela ortaya çıkışında İslamiyet’in Arap toplumunun
şahlanışında oynadığı rol küçümsenemez. Tıpkı belli bir aşamadan
sonra oynadığı köstekleyici rol, başta yine Araplar olmak üzere
nasıl ki müslüman toplumların gelişememesinin önünde birinci
derecede olumsuz rol oynamış ya da hala oynuyorsa.
Konumuza yani, Hızır Orucu’nun böyle ayrı ayrı günlere gelmesinin
yorumuna dönersek: Avrupa’yı yakından tanıyanlar, Türkçesi karnaval
olan ‘Fastnacht’ denilen şenlikleri bilirler. Bu şenlikler her yıl
Şubat-Mart aylarında yapılır. Kutlama biçimleri bakımından bir
benzerlik bulmak oldukça zor. Ama bu şenliklerin bir inançsal boyutu
da var. Yani inanç yönünden ve de aynı mevsime rastlanmasından ötürü
arada bir benzerlik kurulabilir. ‘Fastnacht’ şenlikleri tek bir
günde yapılmaz, bir ay boyunca köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir
ve ayrı ayrı yapılır. Ve bunun da kendine özgü güzel yanları var. Bu
bakımdan Hızır törenlerini değerlendirdiğimizde hem bir benzerlik ve
hem de kendine özgü ayrı bir güzellik görebiliriz. Mesela Hızır
törenlerini, kurban bayramı ile karşılaştırdığımızda kesinlikle ayrı
bir tat, ayrı bir haz alındığını söyleyebiliriz. Kurban Bayramında
binlerce hayvanın aynı andaki kesimi, dayanılmaz bir manzara
oluştururken, Hızır Orucu esnasındaki durum biçimsel de olsa daha
farklı ve kabullenilir bir vaziyet arzetmektedir. Bu bakımdan
Dersim’de Hızır Orucu’nu ve törenlerini bir ‘özgünlük’ olarak
değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.
Hızır Orucu, ne tam olarak bir matem ve ne de tam olarak bir
şenlik havasında kutlanır. Tam olarak, bir bayram havasında
kutlandığını söylemek oldukça zor. Yani inançsal boyutundan ötürü
bir hüzün, bir yakarış ve dileklerde bulunma söz konusudur ve bu
kendini oruç şeklinde göstermektedir. Oruç, bir nevi kendi kendini
cezalandırmadır, nefsini terbiye etmedir. Bu, kötülüklerden uzak
durmak ve uzak olmak için dileklerde bulunmak anlamına gelir. Orucun
sonucu ise, bir kutlama değil, ama bir merasimdir. Belki de bunu,
söz konusu olan diyetin ya da cezanın ödendiğine inanmak ve af
olunmak üzere yapılan bir tören, bir seromoni olarak nitelemek daha
doğru olacaktır.
Oruc’un üçüncü ve son günü olan Perşembe’den itibaren bütün
hazırlıklar yapılır, sabahleyin bayramlık elbiseler giyilir,
Zazacası Miaz olan lokma ve helva özenle pişirilir ve hep beraber
kurban kesme yerine gidilir. Kurban kesme töreni, genellikle önceden
ayarlandığı için ‘Bava’ denilen Alevi dedesinin huzurunda ve O’nun
duasıyla başlar. Duadan sonra el öpülür ve kurban kesilir. Bu sırada
Miaz’dan ve helvadan birer parça (lokma) törende bulunan her kese
dağıtılır. Törene, ailenin bütün bireyleri dışında varsa bir dede,
misafir ve komşu olan davetliler katılır. Bu törenlerin biçiminde ve
kullanılan malzemede yöreden yöreye bazı farklılar da
gözlenmektedir. Ama Dersim’de durum öz olarak aynıdır.
Dersim İnancı’nda Hızır baş tanrıdır
“... Nitekim, İÖ. 280 yılında Babilli Berosus, Yunanca yazmış olduğu
Babilistan ve Kalde Tarihi adlı eserinde, Nuh Tufanı’ndan söz
ederken, Nuh’u, Xisitros olarak Yununlılar’a tanıtmıştır.. İşte
burada geçen Xisitros, bizim Hızır olarak bildiğimiz kişidir. Bu
bakımdan Hızır ile Nuh aynı kişinin değişik adlarıdır. Açıkçası
Hızır, Nuh’un ta kendisidir...” (Bilal Aksoy, Nuh’un Gemisi ve
Tufan, sf.63-64, İnsanlık Yolu Yayınları, 1987).
Hızır Orucu Dersim’de, Dersim İnancı’nın baş tanrısı olan Hızır’a
adanmıştır. Bunun, tamamen Dersim İnancı’na özgü bir inanış biçimi
olduğu söylenebilir. Gerçi, Dersim dışında da Hızır İnancı vardır.
Gerek müslümanlıkta ve gerekse Hıristiyanlıkta Hızır motifleri söz
konusudur. Ama bu inançlardaki Hızır motifi bir evliya veya bir
ermiş biçimindedir. En iyimser bir nitelemeyle en büyük ermiş,
evliya, nebi ya da peygamber olabilir. Ama kesinlikle peygamberden
önce veya peygamberden büyük değildir. Bu, özellikle İslami inanış
ve yorum açısından böyledir. Oysa Dersim İnancında Hızır, en büyük
olan tanrı yani baş tanrıdır.
Bunu doğru anlamak ve doğru tanımlamak için, sanırım Dersim
İnancı’nı iyi tanımak şarttır. Kısaca özetlemek gerekirse Dersim
İnancı, çok tanrılı bir inançtır. Çok tanrılıcılık, Latince’de
Paganizm olarak nitelendirilir ve inananlarına da pagan denir. Öte
yandan bir de Türkçe’ye doğatanrıcılık veya kamutanrıcılık olarak
giren Panteizm vardır. Panteizmin ortak yargısı, “doğayla tanrıyı
bir ve aynı şey sayma”dır. Ama bu yargıya çeşitli yollardan ve
farklı yorumlardan varılmaktadır. Dolayısıyla Panteizm yani
kamutanrıcılık tek bir biçim arz etmez, farklı yorumlara ve farklı
kollara ayrılır. İster Paganizm şeklinde açıkça çok tanrıcılık ve
isterse Panteizm şeklinde doğatanrıcılık olsun, her ikisi de çok
eski inanç biçimleridir. Ve bu inançlar, yaşanılan tarihsel
süreçlerde çok şey almış, çok şey vermiş ve büyük değişiklikler
geçirerek harmanlanmış ve yeniden biçimlenmişlerdir.
Dersim İnancı olarak ifade ettiğim bu inanç, işte bütün bu
inançların bir karışımıdır. Bu eski inançlar, öncesini bir yana
bırakırsak yazılı tarihi bize sunan Sümerle Mezopotamya’dan başlar,
Anadolu’da Hitit, Hurri, Urartuyla devam eder, eski Mısır’dan Grek
uygarlığına, İran’dan eski Hint uygarlığına kadar uzanır, gider.
Güneş, ay ve yıldızların, su, fırtına, ateş, güzellik ve dağların,
vs. gibi daha yüzlercesinin ve hatta binlercesinin tanrısı var. Daha
bundan üç bin yıl önce insanların ‘otuz beş bin’ tanrıya taptıkları
var sayılmaktadır. Ya ondan sonrası! Zerdüştlük, Yehovacılık,
Hıristiyanlık, Müslümanlık ve bunların kabulü sürecindeki gelişmeler
ve etkiler, yeniden harmanlanma ve şekillenmelere neden olmuştur.
Coğrafyamızdaki inançsal ve kültürel yapılanmaları güçlü bir
şekilde, en son olarak İslamiyet ve İslamiyet sürecinde yaşanmış
gelişmeler şekillendirmiştir. Özellikle dördüncü halife olan İmam
Ali’nin öldürülmesinden sonra İslamiyet, yeni bölünmeler ve
çatışmalarla karşı karşıya kaldı. Bu çatışmalar ve bölünmeler sadece
Araplarla sınırlı kalmadı, başta komşu halklar olmak üzere çevre
bölgelere de yayıldı. Komşu ve çevre halklar içinde özellikle İran-i
halkların yeri daha özgün ve daha belirgindir. Bazı halklar tümüyle
ya da kısmen, kılıç zoruyla ya da gönüllü olarak İslamiyeti kabul
etmiş veya boyun eğmişlerdir. Ama bazı halklar, Arap-İslam
istilacılarına karşı ölümüne direnmişlerdir. Bu halklar, hem
Emeviler ve hem de Abbasiler döneminde baskı ve zulme uğrayan
Ehlibeyt evlatlarını ve yandaşlarını içlerine alarak korumuşlardır.
Ehlibeyt evlatlarının ve yandaşlarının bu halklara getirdiği bir Ali
ve Ehlibeyt sevgisi ve doğal olarak da sahip oldukları bir dinsel
teması vardı. Bu halkların ise, İslamiyet öncesine dayanan inançları
ve kendi özgün kültürleri söz konusudur. İşte bu süreçte, özellikle
İran-Anadalu-Mezopotamya üçgeninde yeniden harmanlanma ve
yapılanmalar oluşmuştur.
İslamiyet’in ortaya çıkışı ve yayılması döneminde İran’da egemen
din hala Zerdüştlüktür. İran’da Zerdüşt dini, devlet dini olarak
yüzyıllarca egemen din olarak kalmıştır. Gerek tarihsel süreçteki
gelişmeler ve gerekse devlet ve egemen sınıflardaki yozlaşmalar,
Zerdüşt dinini de yozlaştırmıştır. Önce Mani (İS. 215-273), üçyüz
yıl sonra Mazdek (ö.579) adlı peygamberler yeni çıkışlar
denemişlerse de, bunların karşılığını hayatlarıyla ödemişlerdir.
Mazdek bildirisinin odağını “eşitlik” fikri oluşturmaktadır.
Düşmanları tarafından Mazdekçiler, tıpkı daha sonra Müslümanlar
tarafından Alevilere isnat edildiği gibi, “kadınlarda ve mülkiyette
ortaklığı savunmakla” suçlanmışlardır. Görüldüğü gibi orta-doğu ya
da yakın-doğu olarak nitelenen bu bölgeler içten içe kaynamaktadır
ve İslamiyetin başarısı ve yükselişi olmasa, gelişmeler belki de
daha farklı olarak şekillenecektir.
Aleviliğin Ortaya Çıkışı ve Şekillenmesi
İslam orduları MS. 636’da Suriye ve Filistini, 641’de
Mezopotamyayı, 642’de Mısır’ı ve 651’de İran’a kadar olan coğrafyayı
işgal ederek Sasani devletinin varlığına son verir. Gittikçe büyüyen
ve gelişen Arap-İslam imparatorluğunda her şey, dikensiz gül bahçesi
değildir ve sorunlar giderek büyür. İmam Ali’nin MS. 659 yılında
halifelikten uzaklaştırılması ve daha sonra öldürülmesiyle önceleri
Araplarla başlayan İslam içindeki bölünme, sonraları İslam işgali
altındaki bölgelere yayılır. Arap işgallerine karşı gelişen
direnişler, çoğu zaman İslamiyete karşı direnişlere dönüşür. Eba
Müslim’in uzlaşıcı yaklaşımına rağmen hileyle öldürülmesinden sonra,
Babek ve Hurremiler isyanı, Karmatiler hareketi, Hasan Sabbah ve
Alamut İsmailileri direnişleri Mezopotamya ve İran’daki önemli
tarihsel olaylardır. Anadolu’da 13.yy. ortalarında Babailerle
başlayan direnişler, 16. ve 17. yüzyıllar boyunca sürmüştür.
Şüphesiz ki bu isyan ve direnişler sadece dini değil aynı zamanda
etnik ve ekonomik bölünmelerin beslediği sosyal içerikli
hareketlerdir. İşte, genel olarak Alevilik ve özel olarak da Dersim
İnancı veya Dersim Aleviliği böylesine bir tarihsel süreçten geçerek
gelişmiş ve şekillenmiştir.
Eski ve Yeni İnançların Bir Sentezi Olarak Dersim İnancı
“Binbir adı vardır, bir adı Hızır
Her nerde çağırırsan, orada hazır
Ali padişahtır, Muhammet vezir
Bu fermanı yazan Ali değil mi?” (Pir Sultan Abdal)
(Sadettin Nüzhet, Bektaşi Şairleri, sf. 5, 1930/Akt. M.
Özcan/Munzur, sy.1, sf.109).
Yaşanan tarihsel süreçte Dersim İnancı ve kültürü, öteki komşu
halkların inanç ve kültürlerinden etkilendiği gibi onları da
etkilemiştir. Zaten başka türlü düşünülmesi de olanaksızdır. Ancak,
burada önemli olan ve altı çizilmesi gereken nokta kendine ait olan
özgünlüktür. Evet, Dersim İnancı veya Dersim Aleviliği derken
kastettiğim şey bu özgünlüktür. Dersim İnancı kavramı, son yıllarda
Dersim ile ilgili çalışmalar yapan araştırmacılar tarafından
kullanılmaktadır. Yeni ama önemli ve dahası özgün bir yaklaşımı
ifade eden bir nitelemedir. Bu nitelemeyi benimsiyorum ve
tartışılarak anlaşılmasını istiyorum.
Dersim İnancı ile ilgili alan çalışması yapan yazarlardan Munzur
Cömert, ‘Dersim İnancı’nda DUZGIN’ adlı makalesinde, “Dersim İnancı
tanımıyla anlatmak istediğimiz, Dersim halkının bütün zorluklara
rağmen günümüze kadar ulaştırmayı başardığı Alevilik öncesi
inançlarıdır” demekte ve devamla, “Dersim İnancı’nı Alevilik’le
ustaca birleştiren ve kaynaştıran Dersimli’lerin bugünkü İnancını
belirleyen de işte bu sentezdir ve biz bunu ‘Dersim Aleviliği’
olarak adlandırabiliriz” diye yazmaktadır. Görüldüğü gibi, ‘Dersim
İnancı’ ile ‘Dersim Aleviliği’ iki ayrı olgu yani ‘eski’ ve ‘yeni’
İnancı tanımlamak üzere iki ayrı kavram olarak ayrı anlamlarda
kullanılmıştır. Bu bir yaklaşım biçimidir ama doğrusu bilimselliği
tartışma götürür.
Ben ise, yöntem olarak sorunu biraz daha farklı olarak
tamımladım. Şöyle ki, biz ‘Dersim Aleviliği’ dediğimizde zaten
Dersim’e ait olan bir özgünlüğü kast ediyoruz. Bu özgünlüğü meydana
getiren unsurlar nelerdir? Yani neden sadece ‘Alevilik’ değil de
‘Dersim Aleviliği’ diyoruz? Dersim Aleviliği dediğimizde, Dersim’e
özgü olan dinsel veya inançsal sistem anlaşılır. Dersim Aleviliği,
Dersim kültürel ve sosyal yaşamının tarihsel süreç içerisindeki
inançsal şekillenişidir. Bir toplumun İnancı, doğal olarak o
toplumun dilsel, kültürel, felsefi ve düşünsel yapısıyla, adet,
gelenek ve görenekleriyle, tarihi ve coğrafyasıyla ve bütün bunları
yansıtan etnik kimliğiyle yakından ilişkilidir. İdeolojik bir biçim
olarak din ya da inanç, çoğu zaman kültür ve düşünceyi
şekillendirmiş veya bunlar tarafından şekillenmiştir. Peki, bütün bu
yapılanmalar ve şekillenmeler nasıl meydana gelir veya oluşur? Tabii
ki yaşanılan uzun bir tarihsel süreç içerisinde. Diğer bir deyişle
bu, eski ile yeninin tarihsel süreç içerisindeki sentezidir. ‘Dersim
Aleviliği’ dediğimizde, anlaşılması gereken Dersim’in eski inançları
ile yeni inançlarının sentezi ise, ‘eski’ olanlar neden ‘Dersim
İnancı’ ve ‘yeni’ olanlar da ‘Dersim Aleviliği’ olarak ayrı ayrı
kavramlarla nitelensin ki?
Olgu şudur: Bugünkü ‘Dersim İnancı’, eski ve yeni inançlarının
bir sentezidir. Dersimli’lerin Alevilik öncesi inançları, Aleviliğin
ortaya çıkmasıyla yeniden harmanlanarak yeni bir biçim almıştır.
Eski ve yeni inançlarının ifadesi olan Dersim İnancı derken,
anlaşılması gereken budur. Alevilik de bir inanç ve burada yeniyi
temsil eden inançtır. Dolayısıyla Dersim Aleviliği denildiğinde,
kast edilen Dersime’e özgü olan bir Alevilik İnancıdır. Tıpkı
Anadolu Aleviliği denildiğinde, Anadolu’ya özgü olan bir Alevilik
anlaşıldığı gibi. Görüldüğü gibi burada sorun, ‘Dersim İnancı’nın
adlandırılması noktasındadır. M. Cömert, Dersim’deki eski inanca ya
da inançlara bir ad bulamamıştır. Dolayısıyla sadece eski inançlar
için kullandığı ‘Dersim İnancı’ kavramı da aslında ayakları havada
asılı kalmaktadır. Bu da anlaşılır bir şeydir, çünkü yeterince
bilinmeyen ve tanınmayan bir İnancı ifade eden bir kavramı bulmak ve
kullanmak öyle kolay olmasa gerek. Gelelim asıl meseleye yani Dersim
İnancı’nın adlandırılmasına.
Dersim İnancı’nın adı nedir veya Dersim İnancı’nın bir adı var
mıdır?
Bir olgunun adlandırılması veya bir adının olması bir çok etkene
bağlı olabilir. Bir halkın kimliği veya kimliği doğrudan
ilgilendiren olgular için öncelikle o halkın kendi dilindeki
kelimelerin esas alınması mantıklı gelebilir. Ancak, adlandırmalarda
bazen bunun tersi olgularla da karşılaşılmıştır. Bu durum sadece
ulusal kimlik için değil ülke, dil, din gibi bazı olgular için de
söz konusudur. Bazen, yabancı halkların, diğer bir halk için
kullandığı kelimeler genel kullanılan adlar olabilmektedir.
Dersimliler’in kendi dillerinde, kendi inanç ya da dinini
tanımlayan kelimeler var mıdır? Varsa nelerdir?
Dersimli Kırmanc/Zazalar için durum şudur: Bizim, kendi dilimizde
İnancımızı tanımlamak için kullandığımız ad ‘Raa Heqi’ terimidir.
Türkçesi: Tanrı yolu, hak yolu, haklı yol, vb. anlamların bir
kombinasyonu -(kombinezonu)- dur. Aynı ya da benzer anlamlara gelen
kavramlar da kullanılır. Örneğin ‘Raa Xızıri’ (Hızır’ın yolu), ‘Raa
Ma’ (Yolumuz, Bizim Yolumuz) gibi. Bu kavramlar, kendi dilimizde
kendi İnancımızı ifade eden adlardır. Yani hem orijinal ve hem de
otantik terimlerdir. Kuzey Zaza dilinde yani Dersim Zazaca’sında,
Dersim’de var olan İnancın adıdır, Raa Heqi. Öte yandan ‘Yitiqatê
Dêsımi’ (Dersim itikadı) ya da ‘Yitiqatê Kırmanciye’ (Kırmanc
itikadı) terimleri de aynı manada kullanılır ve Dersim’de var olan
inanç kastedilir.
Britanyalı yüzbaşı Molyneux-Seel, 1911 yılının yazında Dersim’de
gerçekleştirdiği iki aylık gezisinin notlarında, Dersimlilerin
kendilerine dinleri sorulduğunda ‘gerçek yolun çocukları’, doğru
veya gerçek ‘yol’ evladı, ‘yol’ eri, vb. anlamlara gelen terimlerle
kendi inançlarını tanımladıklarını belirtir ve Dersimliler ile
ilişkili olarak en enteresan konu, onların “dini inançları” olduğunu
vurgular. Molyneux-Seel, aynı anlamda “Yol Uşağı” terimini de
kullanmaktadır. Bazı yerli yazarların da aynı tabiri kullandıklarına
rastlıyoruz. Ama bunun pek sağlıklı bir niteleme olduğu kanısında
değilim. Yabancı gezginler, seyahatlerinde genellikle Türkçe konuşan
ya da bilen tercümanlar kullanmışlardır ve genellikle bunların
yetkin oldukları da söylenemez. “Uşak” diye bir terim Zazaca’da
yoktur ve bunun Türkçesi de pek anlamlı sayılmaz. ‘Uşak’ tabirinin,
‘mensup’ olmak anlamını da taşıdığını kabul etsek bile, Zazaca’da bu
“Ewladê Raê” olarak bilinir ve söylenir. ‘Ewladê Raê’ teriminin
Türkçesi ise ‘yol evladı/evlatları’ ya da ‘yol eri’ manalarına gelir
ki, doğrusu da böyledir.
Alevi/lik-Kızılbaş/lık terimleri, bize yabancı olan kavramlardır
ve bunlar bize Türkler ve Türkçe üzerinden ulaşmaktadır. Biz kendi
dilimizde İnancımızı Alevilik ya da Kızılbaşlık olarak
nitelemiyoruz. Alevilik veya Kızılbaşlık terimleri ancak Türkçe
konuştuğumuzda devreye girmektedir. Bu terimlerin Dersim’deki
tarihi, en iyimser bir değerlendirmeyle Türkçe’nin Dersim’e
girişiyle eş zamanlı olabilir. Bu ise çok eski sayılamayacak kadar
yakın bir zamana denk düşer. Bu bakımdan Alevilik, Kızılbaşlık
terimlerini Dersim için kullandığımızda belli bir ihtiyat içinde ve
‘özgün’ bir biçimi ifade ettiğini bilmek gerekir.
Dersim İnancı’nın özellikleri ile Anadolu’nun öteki
bölgelerindeki Alevi/Kızılbaş İnancını karşılaştırmak, ortak ve ayrı
yanları ortaya koymak gerekir. Dersim’in çevre bölgelerindeki
Alevi/Kızılbaş Kürt ve Türk/Türkmen gruplarının, Dersim İnancı ile
ortak veya benzer yanları daha güçlüdür. Fakat Dersim’den
uzaklaştıkça, İnancı’ndan da uzaklaşılmakta ve yer yer adeta farklı
bir inanç, farklı bir Alevilik/Kızılbaşlık ortaya çıkmaktadır.
‘HIZIR ve HIZIR ORUCU’ adlı makalesinde yazar Hakkı Saygı bu durumu
şöyle tespit etmektedir: “Hızır Orucu, genellikle Anadolu Alevileri
arasında daha çok yerine getirilmektedir. Hızır Orucu, Rumeli Alevi
ve Bektaşileri arasında pek fazla bilinmez.” Ali Sümer ise, bu
durumu “Anadolu'daki bölgelere göre bu tarih 20 Şubat ile 21 Mart
arasında gerçekleştirilir. Ayrıca bu tarihler arasında evler
temizlenir, temiz giyinilir ve üç gün "HIZIR" orucu tutulur. Tarihî
nedenini tam bilmemelerine rağmen Anadolu Alevîleri bu geleneği
hâlen yaşatmaktadır. Hızır İnancı Türklerde doğrudan doğruya baharın
gelmesi ile ilgili bir inançtır.”(NEVRUZ ve NEVRUZ GELENEĞİNİN TEMEL
UNSURLARI, Ali SÜMER (AKKAV Bilim Kurulu Başkanı).
Dersim, bir tanrılar ülkesidir
“Dersim, bir tanrılar ülkesidir.” M. Cömert’in bu tespitine aynen
katılıyorum. Gerçi, buna yakın bir belirmenin Anadolu ve Mezopotamya
için yapıldığını da biliyorum. Ama Anadolu veya Mezopotamya için
yapılan tespitler, geçmiş ve yaşanmış olanlar içindi. Oysa Dersim
için bu günceldir, dün vardı, bu gün var ve yarın da yaşayacak
gibidir. Dersim’de, konumuz bağlamında sadece Hızır’a adanmış,
Hızır’a atfen veya Hızır mekanı olarak bilinen onlarca ziyaret/gah
ve kutsal kabul edilen yerler söz konusudur. En ünlüleri şunlardır:
Gola Xızıri/Gola Bağıre (Bağır Gölü), Gola Xızıri/Gola Buyere (Buyer
Gölü), Yoğır Gol/Golê Xızıri (Ağır Göl), Khalo Sıpe (Beyaz İhtiyar),
Hêniyê Khalê Sıpi (Beyaz İhtiyar Çeşmesi). Ayrıca Golê Xızıri (Hızır
Gölü), Kemerê Xızıri (Hızır Kayası), Lınga Xızıri (Hızır Ayağı),
Nisangê Xızıri (Hızır Nişangahı) gibi adlarla anılan, hemen her
mıntıkada Hızır’a adanmış bir kutsal yer vardır.
Zazaca’da Hızır için kullanılan belirleyici bir sıfat da
‘BIMBAREK’ sözcüğüdür. Mübarek, kutsal anlamına gelen bu sözcük
kullanıldığında, genellikle adı anılmaksızın Hızır anılır. Örneğin
yukarıda adlarını yazdığım bütün bu ziyaretler aynı zamanda Hızır
terimi yerine Bımbarek sıfatı konularak da anılır. Kemerê Bımbareki,
Gola Bımbareki (Mübarek Kayası, Mübarek Gölü) gibi. Şüphesiz ki,
Dersim İnancında Hızır tek tanrı değildir. Ama en büyük tanrı, ya da
baş tanrı olarak nitelendirilebilinir. Yazar M.Cömerd teredütsüz
olarak “hiç kuşkusuz, baş tanrı Hızır’dır” diye yazmaktadır.
Bazılarının hiddetle bu görüşe karşı çıktığını biliyorum. Ama bu
karşı çıkmaların hiç bir bilimsel temeli yoktur. Karşı çıkanların
ortak savları, ‘Dersim İnancı’nın çok tanrılı olmadığı ve tek bir
tanrı İnancının olduğu noktasında düğümlenmektedir. Ama bu gerçeği
inkardan başka bir şey değildir.
Bu gün yaşayan Dersim İnancı’nda, Hızır dışında önemli bir
tanrının daha olduğu doğrudur. Yukarıda Dersimli’lerin kendi ana
dilleri olan Zazaca’da kendi inançlarını tamımlarken, isim olarak
‘Raa Heqi’ terimini kullandıklarını belirtmiştim. Evet, Dersim
İnancı’nda en önemli tanrılardan biri de ‘Heq’ olarak bilinir.
Zazaca Heq, Türkçe’deki Tanrı, Arapça’daki Allah ile aynı manada
kullanılır. Heq ya da bazı yörelerde Haq olarak kullanılan bu
sözcük, Arapça ‘Hakk’tan gelmektedir yani Arapça kökenli olduğu
kabul edilir. Bu durum Hızır için de geçerlidir. Yani Zazaca ‘Xızır’
olarak telafuz edilen Hızır kelimesi, Arapça kökenli ‘Hizr’
sözcüğünden gelmektedir. Raa Heqi (Hak yolu) ve Raa Xızıri (Hızır
yolu) genel olarak veya çoğu zaman aynı anlamda kullanılmaktadır.
Yani bunların eş anlamda, özdeş olarak kullanıldığını
söyleyebiliriz. Bu durumda Heq (Hak) ile Xızır (Hızır) tekleşir, tek
bir tanrı olarak algılanabilir. Fakat diğer yandan Hak, Hızır’dan
ayrı bir tanrı olarak görüldüğünde durum değişir. İki tane büyük ya
da baş tanrı olgusu ortaya çıkar.
Bu durumda Hızır’ın ‘baş tanrı’ olduğu yargısı kuşku götürür. Hatta
yer yer Hak (Heq) adlı tanrının, Hızır’dan önce geldiğine de
rastlayabiliyoruz. Kanaatimce bu durum, yani Hak’ın baş role
yükselmesi veya yükseltilmesi, Hızır’ın önüne geçmesi, tek tanrılı
dinlerin ve özel olarak da İslamiyetin etkisi ve baskısıyla olmuştur
ve de bu süreç hala devam etmektedir. Ancak, şunu da vurgulamak
gerekir ki, Dersim inanışındaki Heq ile İslam’ın tanrısı olan
Allah’ın rolleri bir ve aynı görülmez. En azından bu güne kadar
yaşanan süreçte bu, böyledir.
Dersim İnancı’nın en önemli tanrılarından biri olan Heq (Hak),
İslam’ın tanrısı Allah gibi öyle her şeye karışmaz, her şeye
müdahale etmez. Bunun da Dersim İnancı’nın yapısından yani çok
tanrılı olmasından ileri geldiğini düşünüyorum. Bilindiği gibi çok
tanrılı dinlerde hemen her şeyin ya da en önemli şeylerin ayrı bir
tanrısı vardır. Dolayısıyla bu tanrılar arasında bir görev bölüşümü
vardır. İşte, çok tanrılı bir din olarak Dersim İnancı’nda da olan
bu durumdur. Bu bakımdan Dersim İnancı’ndaki Heq yani Allah ister en
büyük tanrı veya isterse baş tanrı olarak kabul edilsin, O, bu
dünyadaki işlere genellikle karışmaz. Denebilir ki O, yerde de
değil, esas olarak göklerdedir. Orada bir yerlerde, her şeyi ama
istisnasız her şeyi görmekte ve gözetlemektedir. Bu bakımdan yer
yüzündeki olaylarda, yer yüzünde olan bitende genellikle Hızır baş
roldedir. Kim bilir, belki de görev bölüşümü böyle yapılmıştır.
Bu durum bir paradoks olarak görülebilir ama olgu böyledir.
Egemen kanıya aykırıdır diye olgunun olduğu gibi konulmaması,
gerçeğin inkarı anlamına gelecektir. Bu durum, sadece tek tanrılı
dinlerdeki yaklaşıma aykırı değildir, aynı zamanda şöyle ya da
böyle, ister Anadolu Aleviliği, ister Bektaşilik ve isterse her ne
ad ile nitelenirse nitelensin, Dersim İnancı dışındaki öteki
Alevi/Kızılbaş inanç biçimlerinden de farklıdır. Türkçe konuşup
yazan Alevi çevrelerinde, genel olarak Aleviliğin, özel olarak da
‘Anadolu Aleviliği’nin çok tanrılı olduğuna dair bir emare
göremiyoruz. Alevilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik üzerine yazanlar, söz
birliği etmişcesine çok tanrılılık konusuna girmek istemiyorlar.
Bazıları için varsa Ali, yoksa yine Ali’dir. Açıktır ki, bunun
sonucu var olan mevcut İnancı korumak ve geliştirmek değil,
istedikleri, bir İnancı yeniden biçimlendirmektir. Bu yeniden
biçimlenmenin varacağı nokta, aşağı yukarı bellidir: Tek tanrılı bir
Alevilik. Bu tek tanrılı Alevilik, genel olarak tek tanrılı dinlerin
ve özel olarak da İslami tek tanrıcılığın bir versiyonu olacaktır.
Dersim İnancı’ndaki tanrılar sadece Hızır (Xızır) ve Hak (Heq)
ile sınırlı değildir. Denebilir ki Hızır (Xızır) ile Hak (Heq) en
önemli ve en büyük tanrılardır. Bunların dışında Roşita/Nurê
Mıhemedi (Muhammed’in İşığı/Nuru) adıyla Güneş tanrısı, Nurê Ana
Fatma adıyla Ana Fatma’yı temsilen Ay tanrısı ve Hz. Ali’yi temsilen
Ğoli/Oli/Eli adlarıyla Hızır ayarında, bazen de Hızır donunda bir
tanrı daha vardır. Bu tanrıların rolleri ve görevleri ve özellikle
de Ğoli’nin kimliği noktasında bazı farklı yorumlar da vardır. Ama
bu beş tanrının, genellikle yer yüzünde yaşamadıkları veya esas
olarak göklerde ya da her yerde oldukları ve en büyük tanrılar
oldukları genel kabul gören bir yaklaşımdır. Bunları sınıflandırmak
oldukça zordur. Ama eğer bir sınıflandırma zorunluluğu olursa, şöyle
bir tasnif yapılabilir diye düşünüyorum: En büyük tanrılar olan
Hızır (Xızır) ile Hak (Heq) birinci ve en üst, diğer üç tanrı olan
Güneş tanrısı, Ay tanrısı ve Ğoli de ikinci derecede büyük tanrılar
olarak sınıflandırılabilir.
Dersim, evliyalar yurdudur
Bu konuda daha farklı yorumlarda ve farklı sınıflandandırmalarda
bulunmak da mümkündür. Ancak, bunu ayrı bir tartışmaya bırakarak,
konuyla bağlantılı diğer bir noktaya geçmek istiyorum. Dersim
İnancı, sadece bu beş tanrı ile de sınırlı değildir. Bir diğer
kategoriye konulabilecek olan Dersim’in öteki tanrı veya
yarı-tanrıları ise, yer yüzündeki tanrılardır. Bunlar da ya
genellikle yaşamış ya da yaşadığı farz edilen evliyalar ile dağ, su
kaynağı (pınar) vb. mekanlara tekabül eden Ziyaret yeri veya
Ziyaretgahlardır. Genellikle, türbe veya yatır anlamına gelen ve
‘Hews’ ya da ‘Hewıs’ denilen kutsal yapılarla temsil edilirler.
Bu kategorideki tanrı ve yarı-tanrılar, aslında iki ayrı türden
oluşmaktadırlar. Birinci tür, yaşamış veya yaşadığına inanılan
evliyalara tekabül etmektedir. Bunların, Dersim’deki en ünlüleri
Kureyş/Kures (Khures), Baba Mansur (Bava Mansur/Bamasur), Şeyh Ahmet
(Şix Ahmet/Şixamet/Şixhemed), Seyit Sabun (Sey Savun), Derviş İlyas
(Dewres Eylas), Derviş Gülabi (Dewres Gulavi), Derviş Gevır (Dewres
Gewır), Yetim Ahmet Türbesi (Hewsê Hemêsey), Seyit Türbesi (Hewsê
Seydi), Sarı Saltık, Ağuçan (Ağwuşên) ve diğerleridir. Görüldüğü
gibi bunların hemen hepsi ya bölgedeki seyit/dede aşiretlerinin
atası ya da daha küçük kabile veya ocağın (aile/soy) ileri
gelenleridir. Bunların, kutsal kişiliklere sahip oldukları var
sayılır ve bu yanı ile kendilerine tapılınır. Bu tapınma biçimi
mutlak değildir ve kişiden kişiye değişir. Ama genel olarak kutsal
kişiliklere sahip olduklarını ve ermiş, evliya, vb. statüde
değerlendirildiklerini söyleyebiliriz. Bu yanı ile bunların tanrısal
bir varlık veya kişilik arz ettikleri söylenebilir. Sanıyorum,
bunların ‘yarı-tanrı’ olarak nitelendirilmesi en doğrusu olacaktır.
Fakat onların tanrı olarak adlandırılmaları, bir abartı olur.
Kanımca, M. Cömert Kureyşi, ‘tanrı’ olarak nitelendirerek böyle bir
abartıya yol açmaktadır.
Aynı kategorinin ikinci türü olarak nitelenebilecek tanrı ve
yarı-tanrıları ise, ‘Ziyaret’ veya ‘Ziyaretgah’ olarak bilinen ve
kutsal kabul edilen mekanlardır. Bunlar en çok yüce dağlara veya ulu
pınarlara tekabül etmektedir. Düzgün Dağı ve kayası: Düzgün Baba
(Koê/Kemerê Duzgıni: Duzgın Bava), Tuzık/Tujik Baba (Thuzık Bava),
Büyük Çeşme (Heniyo Pil), Bağır dağı ve gölü, (Ko u Gola Bağıre),
Buyer dağı ve Gölü (Ko u Gola Buyere), Ağır Göl (Yoğır Gol), Khalo
Sıpe (Beyaz İhtiyar), Hêniyê Khalê Sıpi (Beyaz İhtiyar Çeşmesi),
Munzur Baba Gözeleri (Çımê Muzır Bavayi), vs. vs. Dersim
coğrafyasında bunların sayısı, eğer binlerce değilse, mutlaka
yüzlercedir.
Dersim’de yüce dağlar ile ulu pınarlar kutsaldır
Eski inançların bir çoğunda dağlar sadece kutsal değil, aynı
zamanda tapılan en yüce, en ulu yerlerdir. Bunun nedeni şudur:
Dağlar, koruyucu sığınaklardır. İnsanın ve uygarlığın gelişim
sürecinde, dünyanın büyük oranda sularla kaplı olduğu sanılır veya
öyle olduğuna inanılır. İnsanlar, yaşamını suyun erişemediği
noktalarda sürdürüyordu ki, buralar dağlardır. Dağlarda, aynı
zamanda barınma yerleri olan mağaralar mevcuttu, aynı bugün olduğu
gibi. İşte insanlar, kendilerini büyük tehlikelerden koruyan bu
doğal koruyuculara, hayatları dahil minnet borçludur. Dolayısıyla
bunlara taparak Tanrı ilan etmiştir. Miladi yılların başında yaşamış
olan Strabon’un ‘Antik Anadolu Coğrafyası’ adlı eserini okuyunca bu
yöndeki düşüncelerim daha da pekişti. Batı Anadaolu’da ve Grekler’de
(Hellenler’de, eski Yunan’da,) etkisi hala süren Olympos dağı veya
dağları çok meşhur ve kutsaldır.
Görüldüğü gibi bu durum yani dağlara tapma ve onları kutsal kabul
etme Dersim’de, Dersim İnancı’nda devam etmektedir. Dersim’in en
yüce dağları kutsaldır ve bunlara tapılmaktadır. Çok açık olmasa da
bunlar, Tanrı olarak kabul görmektedirler. Bunlara su kaynaklarını
ve pınarları da dahil edebiliriz. Dersim’in en yüce ve en ulu dağı,
bütün ziyaret/gahların en büyüğü Düzgün Baba ise, pınar veya su
kaynaklarına verilebilecek en güzel örnek de, meşhur Munzur Baba
Gözeleri’dir. Aslında, her ziyaret/gah bulunduğu bölgede en kutsal
veya en büyüktür. Çünkü, bu kutsallığın veya büyüklüğün tek ve kesin
bir ölçüsü yoktur.
Bulundukları yer ve ortam dolayısıyla bazı Ziyaretgah’lar, daha
fazla tanınmış ve daha fazla ziyaret edilmektedirler. Düzgün Baba
merkezi bir yerde, Munzur Baba Gözeleri de dinlenme ve eğlenme
bakımından çok uygun bir konumda bulunduklarından hem daha fazla
ziyaretçi çekiyor ve hem de daha fazla tanınmaktadırlar. Ama örneğin
dağ ve gölün bir kombinasyonunu oluşturan Bağır (Bağıre), Buyer
(Buyere) ikilisi, ne kutsallık, ne de büyüklük bakımından
diğerlerinden aşağı değildir. Aynı şekilde Büyük Çeşme (Heniyo Pil)
ve Ağır Göl (Yoğır Gol) de, en az ötekiler kadar kutsal ve
meşhurdurlar. Bu duruma en çarpıcı örneği, 1911 yılında Dersim’i
baştan başa gezen L. Molyneux-Seel “Tüm Dersim’de Kızılbaşların en
kutsal saydığı dağdır, bu” diyerek ‘Dujik’ şeklinde yazdığı
Tujik/Tuzık (Za: Thuzık) babayı göstermektedir.
Bu Ziyaret ve Ziyaretgah’lar, genellikle bir evliya adıyla
beraber ve bunlara ait efsanelerle anılırlar. Şöyle düşünebiliriz:
Dağ ve pınarların kutsallığı ve bunlara tapılması eski -(İslamiyet
ve Hıristiyanlık öncesi)- inançların; evliyalık ve bunlara atfedilen
efsaneler de daha sonraki dönemin, islamiyet ve özel olarak da
Alevilik sürecinin belirtileridir. İşte, bu iki öğe, Dersim İnancı
dediğimiz olgunun iki temel kaynağını veya iki ayağını
oluşturmaktadır. Farklı argümanlarla yola çıkan Gürdal Aksoy’da
benzer bir sonuca şöyle varmaktadır: “Ancak baba ve oğul
karşılaştırıldığında, Duzgın’ın bir Kült olarak varlığını Kureş’ten
daha etkin bir biçimde sürdürmesi, yine onun eski bir tanrının
devamı oluşuna işaret etmektedir” (Gürdal Aksoy, >>MİTHRA’DAN BAVA
DUZGIN’A<< Munzur, sy.2/2000).
Ay ve güneş tanrıları ve bunlara ilişkin inançlar için de durum
aynıdır. Ay ve Güneş, farklı halklar tarafından değişik adlarla
nitelendirilseler de, eski uygarlıkların hemen hemen hepsinde kutsal
ve tanrı olarak bilinirler. Örneğin, eski İrani halklarda Mithra,
eski Mısır’da Ra, Babil’de Şamas güneş tanrısıdır. Bu günkü Dersim
İnancı’nda Güneş, Muhammet’in (Roştia/Tijia Mıhemedi), Ay da
Muhammet’in kızı ve Ali’nin eşi Fatma’nın (Nurê Ana Fatma) sureti
olarak görülmektedir. (Bazı yazarlarda, kimi Alevi inançlarında, Hz.
Ali’nin Güneş’le özdeşleştirildiğine dair bir sav söz konusu ise de,
Dersim’de buna rastladığımı söyleyemem). Burada çok açık biçimde
görülen şudur: Ay ve Güneş eski inançların, Muhammet ve Ana Fatma
ise islamiyet üzerinden gelen Aleviliğin belirtsidir.
Bunlardan başka bir de, Yer ve Göğün Tanrısı (Wayırê Hard u
Asmêni), Ev ve Aile Tanrısı (Wayırê Çêyi), Kutsal Yer ve Yatırlar
Tanrısı (Wayırê Jiar u Diyaru), Hayvanlar Tanrısı (Wayırê Mali), vs.
gibi tanrı veya yarı-tanrılar da vardır. Bunların her biri, kendi
alanlarında görevlerini yerine getirmektedirler. Aynı öteki eski
inançlardaki fırtına, su, bereket, rüzgar, ateş, aydınlık, vs, vs.
tanrısı gibi. Bu tanrılar ve kutsal varlıklar ile ilgili daha
detaylı çalışmalar yapılabilir. Bunların önem ve büyüklükleri aynı
değildir ve yer yer farklılık gösterirler. Aynı zamanda dönemlere
göre değişiklik göstermeleri de doğaldır. Ayrıca Türkçe karşılığı
‘Sahip’ olan Zazaca ‘Wayır’ teriminin, etki alanının, büyüklük
derecesinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Çünkü bu terim
yani ‘Wayır’ tanrı anlamına da gelmektedir. Bu durumda mesela Yerin
ve Göğün Tanrısı (Wayırê Hard u Asmêni) ile Ev ve Aile Tanrısı
(Wayırê Çêyi) arasındaki fark sorgulanabilir. Sanıyorum,
nitelendirmelerde kutsallığın ‘derece’si önemli bir rol
oynamaktadır. Ve özellikle de tanrı ile kutsallık veya kutsal varlık
arasındaki fark açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu bağlamda Ateş ve Su
gibi olguların tanrılığı veya kutsallığı tipik örnekler olarak
alınabilir.
Munzur Cömert, Dersim İnancı’nda ateşin kutsal olmadığını,
kendisiyle çelişmesine rağmen iddia etmektedir. Bunun objektif bir
tespit olduğunu düşünmüyorum. Bu olsa olsa, birilerinin Dersim
İnancını, Zerdüştlüğün devamı olarak göstermelerine ve neredeyse
Yezidilikle (Ezidi/Yezidi İnancı) ile aynılaştırmalarına karşı bir
tepki olabilir. Dersim İnancı’nda ateş kutsaldır ve ona büyük değer
verilir. Ocağın tütmesinin sembolüdür. Bunun önemi eskisine göre
azalmış olabilir ama bu, onun kutsal olmadığı anlamına gelmez.
Yukarıda belirttiğim bağlamda değerlendirildiğinde, ateş, artık bir
tanrı olma vasfını yitirmiş olabilir ama kutsallığını, sembolik de
olsa hala sürdürmektedir. 1866 yılında Erzurum’da görev yapmış olan
Britanya Konsolosu J.G.Taylor, Ateş ve Su, hem Persler ve hem de
eski Ermeniler için ‘tapılan nesnelerdi’ ve ‘Mah’ (Mihr) ‘Ateş
Tanrısı’ idi, diye yazmaktadır. ( Kırmanclar, Kızılbaşlar, Zazalar,
sf.27).
Dersim İnancı, hiç şüphesiz ki, Zerdüşt dininin doğrudan bir devamı
olarak görülemez. Köklerinden şüphesi olanlar, kendilerini bir
‘kök’e dayamak üzere, böylesi yollara baş vurabilirler. Ancak, hem
Med, Pers, Part gibi halklardan ve hem de sonraları Hıristiyanlığı
kabul etmiş olsalar bile, aynı coğrafyayı paylaştığımız aryani
(İrani) bir halk olan Ermenilerden, onların dil, kültür ve
inançlarından, dinlerinden, -karşılıklı olarak- etkilenmemek mümkün
değildir. Bu etkileşimi araştırıp ortaya koyarken, kendi
özgünlüklerimizi de keşfetmiş olacağız.
Konunun uzaması pahasına da olsa son olarak, Yezidilik ile Dersim
İnancı/Aleviliği arasındaki ilişkiye de değinmek istiyorum. Bazıları
ısrarla, Yezidi -(Muaviye bin İsmail el-Yezidi: Azday halkı, Ezdey
ve İzidi adlarıyla anılır)- İnanci ile Dersim İnancı arasındaki
benzerlikleri -tek yanlı olarak- öne çıkarmaktadırlar. Aslında,
bütün inançlar şu veya bu biçimde birbirini etkiler ve bütün dinler
bunun örnekleri ile doludur. Bu bağlamda Dersim İnancı ile Yezidi
İnancı arasında bir takım benzerliklerin bulunmasından daha doğal
bir şey olmaz. Bunların, belli noktalarda birbirlerini etkiledikleri
de kabul edilebilir. Ancak, benim tahminime göre bu etki ve
benzerlikler, hiç de öyle abartıldığı kadar büyük değildirler.
Yezidilik dininin kurucusu, kutsal kitabı/kitapları, kutsal yerleri
ve bayramları gibi belli başlı olgular batıda çok iyi
bilinmektedirler.
Her şeyden önce Yezidilik dininin baş tanrısı, Melek Tavus,
Azazil gibi adlarla anılan ve adı telaffuz edilmemesi istenen
Şeytan’dır. Dersim İnancı’nın baştanrısı ise, Hızır’dır (Xızır). Tek
başına bu olgu bile aradaki farkı anlatmaya yetmektedir. Okuyucular
Hızır ile Şeytan’ı mukayese edip benzerlik ve ayrılıklarerı
kafalarında canlandırdıklarında, Dersim İnancı ile Yezidilik
arasındaki fark ve benzerliklere daha kolay karar verebilirler.
Dersim İnancı ile Yezidi dini arasındaki uzaklık veya yakınlık
derecesi yani fark, Hızır ile Şeytan arasındaki yakınlık ve uzaklık
derecesi, yani fark kadardır diyebilirim. Pek tabiidir ki, burada
yapmaya çalıştığım şey, iki İnancın mukayesesidir, yoksa birini
övmek, diğerini yermek değildir, niyetim.
Her ne kadar çok tanrılığın belirtileri varsa da, Yezidi İnancı
esas olarak tek tanrılı bir dindir. Dersim İnancı ise, çok
tanrılıdır. Aleviliği ve özel olarak da Dersim İnancını besleyen
“Mazdakçı, Babekçi ve Zerdüştçü inançlarla, Yezidilik arasında bir
bağ bulunmadığı açıkça görülüyor” diyen Erol Sever’in bu
belirlemesiyle, devamında buluşmak dileğiyle konuyu burada
noktalıyorum.
--------------------------------------------------0-------------------------------------------------
Kaynaklar
Munzur Cömert, Dersim İnancı Üzerine Yayınlanmış Yazıları (Ware,
Pir Dergileri)
L. Molyneux-Seel, (Kırmanclar, Kızılbaşlar ve Zazalar, der.
S.Cengiz).
Şamil İslam ansiklopedisi
HIZIR ve HIZIR ORUCU, Hakkı Saygı
Dünya Tarihi , William H. McNeill, (Çev. A. Şenel, İmge Kitabevi)
Felsefe Sözlüğü Orhan Hançerlioğlu
Erol Sever, Yezidilik ve Yezidilerin Kökeni (Berfin-1993/2)
Dinler Tarihi, Dr.H.G.Yurdaydın/Doç.Dr.M.Dağ (Ankara-1978)
Not: Bu makale ilk defa 23. Ocak 2005’te Dersim Forum’da
yayınlanmıştır. Burada tarafımdan bazı düzeltmeler yapılarak
güncelleştirilmiştir.
M. Tornêğeyali