Auteur - yazari: Yeram Tarih, gün ve saat : 21. Aralik 2005 14:35:00:
80 (80).
SUREN SARGISYAN'IN ANLATTIKLARI
(1902, SEBASTİA [SIVAS] DOĞUMLU)
Bizim Koçhisar Köyü Sebastia (Sıvas) Şehri'nin 25 kilometre doğusunda
bulunuyordu. Köyün içinden Sebastia-Erzurum (Karin) yolu geçerdi. Sık
sık evimize, dedemin yanına misafirler gelirdi. Hatırladığım kadarıyla
atalarım oldukça nüfuzlu insanlardı. İki katlı büyük evlerimiz, bir
yazlığımız, Sakhar adı verilen dağın vadilerinde, köyümüzün 20-25
kilometre yukarısında hayvanları otlatmak için kullanılan yaylalarımız
vardı. 1 Ağustos 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde
köy halkı hasat işleriyle meşguldü; ama o köye kadar ulaşan Ermenice
gazeteler kötü haberler iletiyorlardı. 2 Ağustos tarihinde tellallar
köyümüze gelip köy simsarının damının üstünden başladılar bağırmaya : "Ehey!
Seferberlik ilan edildi; on sekiz ila kırk beş-elli yaşlarındaki bütün
erkekler Koçhisar'a gidip askere yazılmalıdırlar!" Büyük bir kargaşa
yaşandığını, her yerde ağlama sesleri ve feryatlar duyulduğunu
hatırlıyorum. Aynı gün güneş tutuldu; gökyüzü yarım saat kadar karardı.
Bu olay köy halkının daha fazla dehşete kapılmasına neden oldu...
Herkes karamsarlığa kapıldı. Köy yolunun her iki tarafı insanlarla
doldu. Bazen Türk zaptiyeler keyfi hareketlerde bulunmaya başladılar;
geçen askerler yiyecek verilmesini talep ediyorlardı veya güpegündüz
köye girip geceyi geçirdikleri merkeze gideceklerine, evlerimize
yerleşiyorlardı. Bizim köylüler dini önderliğe başvurdular; dört
zaptiyeyi de köyümüze bekçi tayin ettiler.
İki aylık talimden sonra Türk ordu birlikleri köyümüzün içinden
düzenli bir şekilde bando eşliğinde geçtiler. Türk misafirler Ermeni
askerlerden övgüyle bahsediyorlar, onların beden eğitimini çabuk
öğrendiklerini, silah kulanımına hakim olduklarını ve komuta kademesi
tarafından övgüye mazhar olduklarını belirtiyorlardı. Günler geçti;
Kasım-Aralık soğukları ve yağmurları askerler arasında disiplinsizliğe
neden olmuş, onlardan birçoğu ordudan firar etmeye başlamıştı.
Köyümüzden askere gidenlerin hemen hemen yarısı firar edip köye dönmüş,
ahırlara veya yakınlardaki mağaralara saklanmıştı; onları ne soran vardı
ne de arayan.
Bu şekilde üç-dört ay geçti. 1914 yılının Aralık ayında Enver
Paşa'nın* geleceği ve köylülerimizin köy sınırları dahilinde bulunan
yaklaşık 4 kilometre uzunluğundaki yolu hazırlamaları gerektiği
haberleri aniden köye yayıldı. Birkaç gün sonra, Enver maiyetiyle
beraber gelip köyümüzün batı ucunda durdu. Her birine dörder at
koşulmuş, herbirinin iki yanı, önü ve arkası altışar atlıyla çevrili üç
araba vardı; önlerinden Sıvaslı Murad'ın** on iki atlıdan oluşan
müfrezesi ilerliyordu. Köylüler maiyet alayının etrafını çevirdiler. Ben
de özel olarak Enver Paşa'yı görmeye gittim. Köylüler Murad'ın verdiği
talimatla tuz ve ekmek getirdiler. Enver Paşa arabanın üstünde ayakta
durdu; tepsiyle tuz ve ekmeği kabul etti; başını eğerek kortejini
çevreleyen halka teşekkür etti. Ben Enver Paşa'nın tepsiyi alıp
maiyetindeki bütün insanlara servis yaptığını gördüm. Enver'in onuruna
tarlalar arasındaki yolda at yarışı düzenlendi. Ben atlıların Alis
Irmağı'na [Kızılırmak] gittiklerini görüyordum. Halk aniden bağırdı :
"Murad! Murad'ın atı Pegas yarışı kazandı!" Yarışa katılan atlılar geri
döndüler. Murad Enver'e yaklaştı; Enver ise arabanın üstünde ayağa
kalktı; gülümsedi; bıyıklarını düzeltti; Murad'ın elini sıktı ve sırtını
sıvazladı. Yüksek bir tümsek üzerinde, onlara 10 ayak mesafede duran
ben, gözlerimi Enver Paşa'ya dikmiştim; dikkatle, merakımdan ona
bakıyordum. Her şeyi bugün gibi hatırlıyorum. Hava güzeldi. Enver Paşa
yarı askeri bir kıyafet giymiş; başına fes takmıştı; ayaklarında uzun
parlak botlar vardı. Yüzü yuvarlak, geniş, güzel ve düzgündü. Boyu
ortanın üzerindeydi. Biraz uzamış bıyıkları, gür kaşları ve siyah
gözleri vardı. Vehib Paşa*** yardımcılarıyla birlikte birinci arabaya
binmişti.
At yarışından sonra Enver Paşa arabanın üstünde durarak on dakika
orda toplanmış halka hitap etti. Sözlerini bugün gibi hatırlıyorum :
"Ermeni askerler vatanları olan Osmanlı Vatanı için iyi dövüşüyorlar;
Bütün cephelerde, her yerde Ermeni doktorlar ve hemşireler bizim
yaralılarımızı tedavi ediyor. Ermeni askerlerden bir çoğu savaş
tekniğine hakim; bunun için size müteşekkirim. Siz de ordumuza erzak
temin etmek için cephe gerisinde iyi çalışın." Konuşmasını bitirdiğinde,
Murad at üstünde ona yanaştı ve elini sıktı. Enver Paşa Murad'ın sırtını
sıvazladı ve alçak sesle ona bir şeyler söyledi. Düdüğünü çaldı;
arabalar hareket etti. Enver Paşa arabasından el sallayarak gözden
kayboldu.
Bu şekilde günler, aylar geçti ve köyde istisnai hiçbir olay cereyan
etmedi; yalnız bizim köylüler Rus Ordusu'nun çabucak gelip Sıvas'a
gireceğini sanarak coşku içindeydiler; ama ümitleri boşa çıktı; Rus
Ordusu gelmedi; ancak esirler geldi. Bizim köylüler kendi boş, anlamsız
umutları ve duyguları yüzünden hayal kırıklığına uğradılar.
Bir gün çocuklarla köyün içinde oynarken, aniden, bu defa doğu
yönünden, Kapan'dan dört araba hızla gelip köyün içerisinde yolun
üstünde durdu. Halk ne olduğunu anlamak için oraya üşüştü. Ben de oraya
koştum. Bu defa da dört arabaya dörder at koşulmuştu. Murad'ın müfrezesi
arabalardan uzakta sessiz ve üzgün duruyordu. Arabacılar atların koşum
takımlarını düzeltiyor; atlara yem veriyorlardı. Enver Paşa Erzurum'dan
dönüyordu. Çok kızgın görünüyor ve halkın durduğu tarafa öfkeyle
bakıyordu; yanındakilerle de konuşmuyordu.
Ben arabaların sol tarafına geçtim ve bir tümseğin üstünden sürekli
Enver Paşa'ya bakmaya başladım. O, oturduğu yerde sinirli hareketlerde
bulunuyordu. Gözü bana ilişti; bana nefretle baktı. Onun siyah
gözlerinden tüylerim ürperdi. Yapıncısının içine gömüldü; halka dehşet
verici-hayvani bir şekilde baktı. Enver Paşa geçen seferkinin aksine
halkı selamlamadan, Allahaısmarladık demeden gitti... Dinlenmek için
Seyfe'nin hanında durdular. O, Murad'ı yanına çağırıp son derece öfkeli
bir şekilde :
"Sizinkilerin Kafkasya'da, Rusların tarafında ne işi var? Biz sizinle
1908'de ve Erzurum'da 1914'te ne imzaladık? Bu size pahallıya mal
olacak!" demişti. Murad kafileden rencide olmuş ve çok üzgün bir halde
ayrılmış; Enver'in bazı gönüllülülerden şikâyet ettiğini söylemişti.
Köyümüz Sıvas'tan Erzurum'a giden yolun üzerinde bulunduğu için,
memlekette olan bitenler burada çabuk duyuluyordu. Enver Paşa İstanbul'a
giderken altı vilayetin valisini Sıvas'a davet edip onlara emirler
vermişti : Ermeniler katledilecek : erkekler bulundukları yerde
katledilecek; kadın ve çocuklar ise Toros dağlarına, ordan da Arabistan
çöllerine sürülüp açlık, susuzluk ve bitkinlikten yok olmaları
sağlanacak. 1915 yılının Mart sonlarında Sıvas valisi Murad'ı yanına
çağırmıştı. Murad onun yanına gitmemiş; onun niyetini anlayıp dağlara
kaçmıştı.
Bir sabah uyandığımda, Murad'ı on iki arkadaşıyla yazlık odamızda
oturmuş yemek yerken gördüm; annem onlara yemek servisi yapıyordu. Onlar
evimizde on-on iki gün kaldılar; sonra Khorokhon Köyü tarafına gittiler.
11 (24) Nisan günü annem önüme birkaç dana ve iki sıpa koydu; ben onları
köyün yukarısındaki sürüye katmaya götürdüm. Aniden, 20-21 yaşlarında
bir Türk jandarma, elinde kendi boyundan uzun bir tüfekle bana doğru
geldi ve tüfeğini karnıma dayadı. Ben korkudan afalladım; ağlamaya
başladım. Eve dönüp, olan biteni anneme anlattım. Aynı gün müydü, yoksa
ertesi gün müydü bilmiyorum köydeki 10-12 jandarma köyümüzün papazı
(papazlık ismiyle Ter Yustos'u) Sargis Mazmanyan'ı eşeğe ters bindirip
getirdi. Evdekileri kaba bir şekilde dışarı attılar; ama ben dışarı
çıkmadım; beni önemsemediler. Saçları ve cildi yanmış, sakalı yolunmuş
ve dişleri çekilmiş papazın tabanlarına nal çakılmış, kafasına sıcak sac
geçirilmiş olduğunu gördüm. Zaptiyeler papaza vahşice vuruyorlardı.
Annemi döverek getirip, sütunların dibine odun yığdılar. "Bu evi
yakacağız!" diye haykırıyorlardı, "bu evde Murad'a yemek vermişsin; onun
müfrezesini günlerce saklamışsın! Bu evin sahibi Aram Sargısyan ve
arkadaşları ellerinde mavzerlerle dağa çıkmışlar. Gidin o mavzerleri
getirin! Onların yerini bize bildirin!"
Annem ne mavzerler, ne de Murad hakkında hiçbir şey bilmediğine dair
yemin ediyordu. Jandarmalar sürekli anneme vuruyorlardı. Annem ağlıyor
ve onlara şöyle diyordu : "Aram Sargısyan 44 altın bedel ödedi; dağa
sığırlarımızı, koyunlarımızı otlatmaya gitti."
Köyün muhtarı olan amcam Abig Sargısyan oraya buraya koşuyor,
zaptiyelerin kibrit çakıp evimizi ateşe vermelerine ve anneme
vurmalarına engel oluyordu. Sonunda rüşvet karşılığı evimizi yakmaktan
vazgeçtiler; ama zavallı annemi yanlarında götürdüler. Zavallı anneme
bütün gece tecavüz etmişlerdi. Ertesi gün onu yarı ölü halde geri
getirdiler. Biz çocuklar annemin çevresinde ağlaşıyorduk... Ertesi gün
Kınarik ablamı götürdüler; o çok güzeldi ve yeni evliydi; ona da anneme
yaptıklarının aynısını yaptılar...
Jandarmalar köyde tanınmış 10-12 kişiyi bir yerde toplamışlardı. On
gün boyunca onları dövüp, vücutlarını sıcak demirlerle dağladılar,
tırnaklarını çektiler, koltuk altlarına haşlanmış yumurta koydular; o
serseriler neler yapmadılar ki... Sonunda onlar o adamları topladıkları
on kadar silahla beraber götürüp hapishanelerinde aylarca işkenceye tabi
tuttular. Sonra, dayak ve işkence yüzünden can çekişir halde olan o
insanları getirip köyün önünde kurşuna dizdiler. Mayıs sonlarında yollar
tamamen kapatıldı; mevcut bütün hayvanlara dövme yaptılar; Ermeni malı
oldukları belli olsun diye kızgın demirlerle numaraladılar onları.
Ermeni mülklerine, mallarına dokunulmaması, sadece ve sadece Ermeni
erkeklerinin bulundukları yerlerde öldürülmeleri için kesin bir emir
geldi.
Yerel jandarmaları yavaş yavaş değiştirdiler; onların yerine
Arnavutluk taraflarından gelen vahşi hayvan görünümlü jandarmalar
getirdiler. İstanbul'dan Sıtkı Bey isimli, yetki sahibi özel bir şahsın
sadece ve sadece Ermenileri katletmek için gelmiş olduğu haberleri
yayıldı. Günün birinde jandarmalar Arnavut Hasan adlı jandarmanın
yönetiminde köydeki 50-60 kadar erkeği toplayıp, kollarını bağladıktan
sonra akşamüzeri götürüp vahşice öldürdüler. Ertesi sabah köye geldiler;
yeyip içtiler ve onların elbiselerini atların sırtına yükleyip
gittiler... Bir gün sonra ise köylüler gidip onların paramparça edilmiş,
biçimsizleşmiş, tanınmaz hale gelmiş cesetlerini buldular. Kimse kendi
erkeğini bulamıyor, teşhis edemiyordu. Jandarmalar ikinci kez
geldiklerinde, bu kez köyün ileri gelenlerini çok kibar bir şekilde,
listeden adlarını okuyarak çağırıyorlardı. "Gelin! Köprüler, yollar inşa
etmeye gidiyoruz. Korkacak bir şey yok!" diyorlardı. Akşamüzeri onların
hepsini götürüp Burnaz Vadisi'nde öldürmüşler, cesetlerini kayalıklardan
suya atmışlardı. Köyümüzde artık erkek kalmamıştı. Bu defa merkez
hapishanesinin tutuklularını getirmeye başladılar. Hiçbirinin normal bir
yüzü yoktu : bazısının burnu parçalanmış, bazısının gözü oyulmuş,
dişleri dökülmüş, ayağı parçalanmış, kafası şişmişti; günlerce, aylarca
dövülmüş, tabanlarına nal çakılmış, etleri kızgın demirle dağlanmış,
tırnakları çekilmiş ve dişleri kerpetenle sökülmüş, yüzünün şekli
bozulmuş insanlar. O yarı ölü hayaletleri köyümüzün önünden geçirdiler.
Gün batımına yakın bir zamanda, para kazanma umuduyla onları yarım saat
köyümüzün önünde oturttular... Bizim köyün ahalisi onların üstüne hücum
etti; herkes kendi erkeğini arıyordu; bulanlar, yakınlarına
sarılıyorlardı; görülmemiş feryatlar, ağlama sızlama sesleri
duyuluyordu. Gücü kalmayan tutuklular ağlıyorlardı; onların gözyaşlarını
yakınları siliyordu. Ben onlara bakıyor, ölü mü yoksa diri mi
olduklarını anlayamıyordum. Onlar, kadınların hıçkırıkları ve
zaptiyelerin bağırıp çağırmaları, küfürleri, kırbaç şakırtıları ve
darbeleri arasında gittiler; karanlık vadiye, yanan odun yığınlarının
ışığında hayvanlar gibi boğazlanmaya gittiler. Hepsi de sessiz ve
başları eğik yürüyordu. Köy, karanlıkta sanki ölüm-mezarlık görüntüsüne
büründü. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar ağlayıp hıçkırıyorlardı. Sabah,
jandarmalar köye gelip tavuk, koyun kestirdiler; iyice yeyip,
karınlarını doyurdular; öldürülmüş insanların yeni, güzel elbiselerini
atların sırtına yükleyip gittiler.
Köyde tek tük yaşlılar ve on altı yaşından küçük çocuklar kalmıştı.
Beş-on gün sonra gelip her kapının önünde bir kağnı durdurarak köylü
kadınlara şöyle emrettiler: "İstediğiniz eşyaları kağnılara yükleyin.
Arabistan'a, orda yaşamaya gidiyorsunuz." Her şeyi, evi barkı,
hayvanları, eşyaları bırakıp yola düştük. Eşi benzeri görülmemiş bir
trajediydi! Dante'nin cehennemi köyümüzün üstüne çökmüştü. Şehrin ana
caddesine vardığımızda şehirden gelen arabalar, kağnılar ve atlardan
oluşan kervan göründü; kervanın ucu bize ulaşmıştı; diğer ucu ise şehir
dışına çıkıyordu. Yüksekten şehir ve Alis [Kızılırmak] Nehri üzerinde
bulunan, Kral Senekerim'in inşa ettirdiği sağlam köprü görünüyordu.
İnsanların, kağnıların ve arabaların oluşturduğu karmakarışık bir sel
dağın bütün yamacını kapladı. İnsanlar bu zulmün sebebini, nereye ve
niye gittiklerini anlayamıyorlardı... Kadın ve çocukların ağlama
sızlamaları zaptiyelerin, askerlerin bağırtılarına ve ağır küfürlerine
karışıyordu. Onlar kadınlara, çocuklara, sağa sola vuruyorlardı. Aniden
on beş-yirmi kadar atlı göründü ve farklı yönlerden gelen bütün
kervanların Ğardaşlar [Kardaşlar] Dağı'nın zirvesindeki bir düzlükte
toplanmasını emretti. Önce yerlere halılar serdirdiler ve halktan para
toplamaya başladılar :"Ehey!" diye bağırdı bir atlı, "şehirde
tutuklanmış yakınları olanlar, kişi başına 1-2 altın getirsinler; yarın
erkekleriniz burda, sizin yanınızda olurlar."
Kadınlar kocalarının isimlerini vererek para getirmeye başladılar.
Jandarmanın biri, elinde kocaman bir defter, sözde tutukluların
isimlerini, mahallelerini, yaşlarını filan kaydediyordu. Birkaç saat
içerisinde heybe hemen hemen altınla doldu. Akşamüzeri onlar heybeyi
atın sırtına yükleyip gittiler. Ertesi gün, on jandarma tarafından
çember içine alınmış yaklaşık yirmi-otuz kişilik bir grup erkek
getirdiler. Vilayetin tanınmış zengini Khılkhılik'i de getirdiler. O
aşırı derecede şişmandı. Onu büyük beyaz bir eşeğe bindirmişlerdi.
İnsanlar yakınlarını bulma umuduyla koştular. Zaptiyeler onları geri
püskürttüler ve bir çember oluşturdular. Çemberin ortasında, zaptiye
komutanı önce Khılkhılik'in kulağının arkasına ateş etti. Khılkhılik
yere serildi, kanlar içinde hırıldıyor ve sarsılıyordu. Zaptiyeler
kahkahalarla gülüyorlardı; halk ise dehşete kapılmış, afallamıştı ve
susuyordu. Sonra diğerlerini öne çıkardılar; beşer-altışar kişinin
birbirinin beline sarılmasını sağlayıp onlara ateş ettiler; sonra da
onlar cansız yere serilene kadar odunlarla kafalarına vurdular. Onların
hepsini de akıntının içine fırlatıp, üstlerini biraz toprakla örtüp
gittiler.
Ertesi sabah, güneş doğmadan bizi güneye sürdüler; dağı aştık.
Allaısmarladık Vatan! Işkenceye, eziyete ve ölüme doğru, ilerde daha
canavarca, daha insanlık dışı olaylar yaşamaya gidiyoruz! Ölmeden evvel
ölüme ve çarmıha gerilmeye gidiyoruz!. Allahaısmarladık köyüm! Çocuk
gözüyle uzaktan dağlarını, vadilerinde güzel çocukluk günlerimi
geçirdiğim yüksek Sakhar Dağı'nı gördüm. Eşsiz, berrak, gök mavisi
çaylarını, her dem yeşil, hışırdayan meşe ormanlarını artık görmeyecek,
annemin kutsal çağrısını, yaşıtım olan arkadaşlarımın sevinç dolu çığlık
ve bağırtılarını duymayacağım.
Allahaısmarladık size gömülmemiş, paramparça edilmiş, insan
vücutları; açık havada gömülmemiş halde kalmışsınız; vahşi hayvanlar
cesetlerinizi yiyor. Kiliselerin kulağa hoş gelen çanları artık
çalmayacak. Okulların kapıları açılmayacak; düğünler yapılmayacak,
ziyafetler verilmeyecek. Ölüm! Hepimizi, yaşlıyı, çocuğu, yeni gelini,
kundağına sarılı yeni doğmuş bebeği ölüm bekliyor. Bizlerin günahı
nedir? Kime ne yaptık?... Lanetli çocukluk çağı! Lanetli dünya!
Mahvolasın! yıkılasın! Bize neler oluyor? Yeni doğmuş bebekleri,
analarını yürek parçalayan bir biçimde ağlatarak daha ilk günlerde nehre
fırlattılar. Ne peygamberin, ne İsa'nın, ne de Allah'ın varlığından
bihaber yeni doğmuş bebeğin ne günahı vardı? Onların günahı neydi
anlayamadım.
Bizi iki gün Ğardaşlar Dağı'nın zirvesinde tuttular; halktan oldukça
büyük miktarda para topladılar. Sabah erkenden, gün doğmadan evvel
kağnılarımız ve arabalarımız sırayla güneye, dağdan aşağıya inmeye
başladı. Kağnılar ve arabalar sel gibi aşağıya akıyordu; onların
çıkardığı sesler insanların ağlama, sızlama ve hıçkırık seslerine
karışıyordu. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar, süt çocukları annelerinin
kucaklarında, kağnı ve arabaların her iki yanında başları eğik, sessiz
yürüyorlardı. Kudurmuş zaptiyeler kimsenin araba ya da kağnıya binmesine
izin vermiyorlardı. Onlar tek bir ağızdan : "Bu Devlet malıdır; siz ise
istenmeyen bir milletsiniz. Millet! Ölmeye, yok olmaya gidiyorsunuz!"
diyorlardı. Belli bir mesafe kat ettikten sonra genç yaştaki kızlar ve
çocuklar ağlamaya, yakınmaya başladılar. Haziran, yaz güneşi tam tepeden
acımasızca insanları kavuruyordu. İçecek su, ekmek istiyorlar, bitkinlik
yüzünden acı çekiyorlardı. Halk başı eğik, üzgün ilerliyordu. Niye,
nereye gittiğini, günahının ne olduğunu, kime ne kötülük yapmış olduğunu
bilmeden ilerliyordu. Uzun süre yürüdükten sonra, sonunda akşamüzeri
Teciri Han isimli küçük, boş bir hanın önünde konakladık. Yakındaki
vadide su vardı. Kadınlar kalan erzakla yemek pişirmeye başladılar. O
gün, kervanda sıra dışı hiçbir olay cereyan etmedi. Öküzler ve atlar bir
yolunu bulup otladılar ve karınlarını doyurdular. Ordan yola çıktık.
Güneş batmadan, akşamüzeri Ğandal bölge merkezine vardık; ordaki
Ermenileri henüz tehcir etmemişlerdi; onlar bize ekmek ve yiyecek
getirdiler. Onlar kendi makus talihlerini beklerken, kervanımızı ağlayıp
sızlayarak karşıladılar. Bir sonraki, yani üçüncü durağımız bir nehrin
üzerinde bulunan Khırkhi Han oldu; onun solunda bir Türk köyü, sağ
tarafında ise verimli, buğdayıyla meşhur Ermeni köyü Ulaş vardı.
Burda, halk iyice istirahat etti; öküzler de otlayıp kuvvet topladı.
Dördüncü gün Mancılık Ermeni Köyü'ne vardık. Köy ıssızdı. Terk edilmiş
evlerin pencereleri cehennemin şeytanları gibi bize bakıyordu. Ertesi
gün Kötü Han'ın önünden geçtik ve beşinci gün Hasan Çelebi adlı insan
mezbahası kasabaya ulaştık. Burası, cinayetin doruk noktasına ulaştığı
bir yerdi. Sıvas sınırını geçmiştik; Kharberd Vilayeti'yle, Kürt
sınırları arasında bulunuyorduk. Hiçbir erkeğin o sınırın ötesine canlı
olarak geçmemesi gerektiğine dair kesin emir vardı; hepsini toplayıp,
fark gözetmeksizin öldürmüşlerdi. O yüzden de, ordaki vadiler cesetlerle
doluydu. Kağnılarımız köyün önünde karmakarışık bir düzende durdu. Dört
taraf ormandı; ortadan bir çay geçiyordu; hava çok serin ve güzeldi.
Aniden, nehrin öbür yakasında dağınık bir şekilde yatmış, yere serilmiş
genç, yaşlı, çocuk ve kadın cesetleri gördük. Amcamın karısı oraya gidip
bakmak istedi; zabitlerden ikisi ona izin vermedi ve : "Hey! Kart gâvur!
Ne bakıyorsun? Yakında siz de o insanlar gibi olacaksınız!" diye
bağırmaya başladı. Akşam birkaç zaptiye Kürtlerle birlikte gelip
kervanımızda bulunan erkekleri, erkek çocukları ve yaşlıları topladı;
onları yüzer-iki yüzer kişilik gruplar halinde götürüp dar, köhne bir
binaya tıktılar. Orda ne oturacak, ne de ayakta duracak yer vardı.
Geceyarısı onları sıralar halinde dağların bulunduğu yöne doğru
götürdüler. Ertesi sabah bir genç çocuk başı yukarda, yarı çıplak ve
kanlar içerisinde aniden tanıdıklarının yanına oturdu. Yanına gittim.
Ona bakıyor ve köyümüzün erkeklerini hatırlıyordum. Gece vakti onları
toplu halde bir dağın zirvesine çıkarmış, hepsinin kafasını baltayla
kesip vadiye fırlatmışlardı. Balta bu çocuğun boynuna derin bir şekilde
saplanmamış, kendisi sabaha kadar cesetlerin arasında kalmıştı. Daha
sonra onun başına neler geldiğini bilmiyorum. Hasan Çelebi'yi terk
ettik. Artık erkek, kadın ve çocuk cesetleri, özellikle de şişmiş ve
çıplak kadın cesetleri görmeye başladık. Uzakta bir köprü göründü;
aniden, istisnasız hepimizi o köprünün üzerinde katledecekleri
söylentisi yayıldı. Ellerinde baltalar, bıçaklar ve silahlar bulunan
Kürtler ortaya çıkmaya başladı. Amcamın karısı nefes nefese bir
jandarmanın yanına koştu; avucuna iki altın koydu ve bizim Türkleşmek
istediğimizi, bizi o köye götürmesini söyledi. Jandarma sakin bir
şekilde : "Korkmayın! Siz altı ay önce Türkleşmeliydiniz; ama korkmayın;
ben kervanınızı o köprünün üzerinden güvenli bir şekilde geçiririm"
dedi. Köprüye vardık; aşağıda üst üste yığılmış nice cesetler, nehrin
içine çıplak, çırılçıplak serilmiş kadınlar vardı. Kürtler gizlice bize
saldırıyor, bıçaklarla tehdit ediyor, üzerimizdeki elbiseleri alıp
kaçıyorlardı. Bize eşlik eden jandarmalar bazen ilerliyor, bazen
geriliyor, rastgele ateş ediyorlardı. Akşam Hekim Han'a vardık. O, eşsiz
güzellikte, yeşilin içinde kaybolmuş bir vadiydi. Aniden nehrin öbür
yakasında bir kadının olağan dışı bir biçimde şişmiş cesedi göründü;
bulunduğumuz yerden onun cinsel organı kıllı bir yarık gibi gözüküyordu.
Kadınlar ağlayarak bu olaylara neden olanlara, o kadının ve
benzerlerinin o hale gelmesine yol açanlara lanetler yağdırıyorlardı.
Sabah Hekim Han'dan çıkıp yolumuza devam ettik; kaderimiz
değişmemişti. Kürtler! Her tarafta Kürtler! Yağma yapmaya, halkı
soymaya, öldürmeye çalışıyorlardı. Jandarmalar ateş ediyor, kadınlar
yardım çağrısında bulunuyor, arabalar iniş çıkışlarla yoluna devam
ediyordu. Bir yaşlı kadın arabadan düştü; arkadan gelen arabalar onun
üstünden geçti. Onun kızı ağlayarak feryat ediyordu : "Vay, anacığım!
Sonun böyle mi olacaktı!" ve can çekişen anasının yüzlerini öpüyor,
kendi kendini tırmalıyordu.
Dağlar ve ormanlar gerimizde kaldı. Akşama doğru, iki nehrin
birleştiği yerde kervanımız sağa döndü. Temiz içme suyu yoktu; nehirler,
kokuşmuş, çürümüş cesetlerle doluydu. Karanlık bastı; su özlemiyle
uykuya daldık. Aniden jandarmalar gelip birkaç erkeği toplayarak
götürdüler; sabah onları geri getirip gözlerimizin önünde kurşuna
dizdiler. O gün Malatya'da susuz, bitkiden yoksun bir yer olan Susuz
Ova'ya vardık. Ertesi sabah jandarmaların sayısı arttı; arabaları
karmakarışık bir düzende ilerlettiler; kendileri de etrafta cirit atan
Kürtlere karşı her iki yandan bizi koruyorlardı. Dayanılmaz bir sıcak
vardı. Halk susuzluktan kırılıyordu. Yolun her iki yanındaki derelerin
içinde, yağmur sularından oluşmuş gölcüklerde kokuşmuş, çürümüş cesetler
üstü üste yığılmışlardı. Sonunda kervan Türklerin toplandığı Kırkgöz
Irmağı köprüsünün yakınına vardı. Onlardan biri ilk kağnının üstüne
çıktı ve şöyle gürledi : "Ehey! Gâvurlar! Her kağnı için bir altın
ödemeyenin kağnısını suya atacağız!" Her tarafta gürültü ve feryatlar
duyuldu. Sonunda kervan ordan geçip, bizden önceki kervanların
konakladığı bir hanın önünde durdu. Burda, bizden evvel Erzurumlu,
Khotırcırlıları katletmişlerdi. Bize sıkıntı vermediler. İki gün sonra
Fırıncılar Köyü'ne ulaştık. O küçük, önemsiz bir köydü; ama Ermeni
Halkı'nın tarihinde üne kavuştu. Devletin yaptığı plana göre, halk 3900
metre yükseklikteki Toros Dağları'na yürüyerek tırmanacaktı. Yüzlerce,
binlerce kervan buraya geliyor, çile çekiyor ve ölüme doğru gidiyordu.
Kadınlar, çocuklar, yeni doğmuş süt bebekleri yüzüstü bırakılıyor,
sahipsiz kalıyorlardı. Ablam Kınarik süt çocuğuyla birlikte burada
kaldı; o hastaydı ve yürüyemiyordu. Fırıncılar! Fırıncılar! Yüzüstü
bırakılmış çocuklar! yaşlı sahipsiz kalmış kadınlar! oraya buraya yatmış
can çekişen hastalar! Üstü halıyla kaplı veya dere içlerinde çürümüş
cesetler! Bir sabah jandarmalar Kürt kalabalıkla beraber kervanımızı
göçe zorlamaya geldiler. Halk isteksizdi; göç etmek istemiyordu. Dayak,
küfürler, ağlamalar, feryatlar, çocuk çığlıkları...Kadınlar çocuklarını
sırtlarına almışlardı. Dağın eteklerine vardık; güneş bizi kavuruyordu.
Su yoktu; halk yorgundu. Yakınımdaki bir kadın küçük bebeğini yere
fırlatıp gitti; çocuk salınıyor ve ağlıyordu. Ben de onu birkaç dakika
seyredip ordan ayrıldım. Belli bir yere kadar tırmandıktan sonra, bir
vadinin içinde tamamen çıplak, ölü ya da canlı çocuk ve yaşlı kadın
vücutları gördük. Sağ olanlar can çekişirken baygın bakışlarla bize
bakıyorlardı; onlar çırılçıplaktılar; onların vücutlarının bütün
kısımları güneşin ışınları altında görünüyordu. Oldukça yükseğe
tırmandık. Dev bir kayanın dibinde buz gibi bir su kaynağı vardı; halk o
kaynağın suyundan açgözlülükle içti, zindeleşir gibi oldu. Annem bütün
bunlara dayanamayıp, bitkin düştü ve öldü. Kadınlar üstüne atıldılar;
üstündeki altınları alıp uzaklaştılar. Biz hiç durmadan ağlıyorduk.
Dağın zirvesine vardığımızda kadınlar arasında, erkek çocukların
toplanıp öldürüldüğüne dair fısıltılar yayıldı. Yakınımdaki on altı
yaşında bir oğlan kaçtı; kız kardeşi : "ağabey bize para ver" diyerek
arkasından koştu. Oğlan parayı verdi ve gitti. Kız kardeşi ağlayarak :
"Babamı, annemi köyümüzde kestiler; bir tek ağabeyim kalmıştı; o da
gitti. Lanet olsun dünyaya, lanet olsun insanlara, hepinize!" diye
haykırıyordu.
Yorgun ve bezgin insanlardan oluşan kervan bir nehrin yakınında
yeniden durdu. O akşam başımıza hiçbir şey gelmedi. Yakınlarını yolda
terk edenler, içler acısı çığlıklar atarak, hıçkıra hıçkıra
ağlıyorlardı...
Gece uyuduk. Ertesi gün Kürtler geldi; yanlarında meşhur Zeynel Bey
ve serseri cellat kardeşleri vardı... Onlar kervanın içinde ne kadar
küçük oğlan buldularsa toplayıp, kollarını bağlayarak, odun yığınlarının
yandığı uzak bir dağın tepesine götürdüler. Orada, onların kafalarını
baltalarla keserek, vadiye fırlattılar. Bizden önceki kervanlarda
bulunan çocuklara da aynısını yapmışlardı. O yüzden de o vadiye Kanlı
Dere adı verildi. Bizimkiler beni halılar altında saklamış, üstüme
oturmuşlardı. Nefesim kesiliyor, gücüm tükeniyordu; zar zor kurtuldum;
beni bulamadılar. Eşi benzeri görülmedik serin bir geceydi. Ay
gökyüzünde güneş gibi parlıyordu; yıldızlar parlak bir ışık saçarak göz
kırpıyorlardı. Bu manzaranın ortasında, etrafımda dehşet verici
görüntüler yaşandı. Kadınlar çocuklarının ardından ağlıyorlar,
kaderlerine gürültü, feryatlar, çığlıklar, ağlama sesleri ve hırıltılı
bağırtılarla lanet yağdırıyorlardı : "Hey! Gözünüz kör olsun; nereye
kayboldunuz? Niye bize yardıma koşmuyorsunuz? Tanrı! Ay! Yıldızlar! Olan
biteni görmüyor musunuz? Taptığımız Tanrı, İsa nerde? Bizim farfaracı
iğrenç adamlar nerde kaldılar? Mantıksız fedayilerimiz nerde kaldılar?
Yıkılasın dünya!..." Ben bu gürültüler yüzünden uyuyamıyordum; kendi
kendime düşünüyor, her şeyi hatırlıyordum... Ordan Zeynel Bey'in
köşkünün yakınına gittik. Yeşilimtırak bir zeminde konakladık. Kürtler
artık bizi rahatsız etmiyorlardı. Ertesi sabah yola çıkarken, kadınların
kendi küçük çocuklarının ellerinden tutup, onları çeke çeke duvarlarla
çevrili binaya doğru götürdüklerini gördüm. Çocuklar direniyor, gitmek
istemiyorlardı. Anneler ise acı bir şekilde ağlıyorlardı. Çocuklar
korkudan çığlıklar atarak kendilerini yere atıyorlardı; anneleri ise
onları kucaklayarak götürüyorlardı. Çocuk : "Gitmem!" diye bağırıyordu.
Anası ise : " Ne yapayım yavrum? Param yok; seni kucaklayacak,
sırtımda taşıyacak halim kalmadı. Her şey yok oldu. Yıkılasın dünya!"
diyerek çocuğu kucakladı, götürüp duvarın öteki tarafına, meyve
bahçesine attı. Duvarın dış kısmı alçaktı; iç tarafı ise oldukça
yüksekti. Ben koşup o duvardan aşağı baktım; yeşil otların üstünde
100-200 kadar ölmüş, yarı ölü ya da sağ çocuk yatıyordu. Çocuklarının
yanında olan kadınlar vardı; bunlardan bazısı ölmüş, bazısı ise hala
canlıydı, can çekişiyordu. Onlar süt çocukları kucaklarında, bitkin ve
solgun bir halde ölümü bekliyorlardı. Bir bebek, ölmüş annesinin
memesini emiyordu; dönüp bana baktı; o ne bakıştı ama! Yeni fırlatılmış
çocuklardan birkaçı beni görünce, belli ki kurtulma ümidiyle, duvara
doğru koştu... Ben yarı delirmiş halde duvardan aşağı indim ve kervanın
arkasından koştum. O içler acısı manzarayı bugüne kadar hatırlıyorum.
Ertesi gün geçilmesi çok zor kayalık, dar patikalardan geçtik. Birçok
kimse, özellikle de yürüyecek takati olmayan yetişkin kadınlar aşağı
yuvarlandı. Vadiye indik; orda geçilmesi imkânsız, görülmedik derecede
hızlı akıntılı bir nehir vardı. Jandarmalar bize nehri geçme emri
verdiler. Hepimiz de aşırı derecede yorgun ve bitkindik. Birkaç kişi
suya girmeyi denedi; çığlıklar arasında akıntı onları sürükledi götürdü.
Bazıları at kiraladılar; bazılarını Kürtler para karşılığı nehrin öbür
yakasına geçirdi. Nehrin öteki yakasında kumlu bir tepenin eteğinde
konakladık. Ertesi gün yeniden yola koyulduk; halk kumlu tepeye
tırmanamıyordu. Tırmanış sırasında kayıp düşüyor, gerisingeri aşağı
iniyorduk. Kürt kadınlar bize ormanın içinden geçen bir yol gösterdiler;
korkusuzca o yolda ilerledik. Ormanda bir Kürt adam amcamın oğlunun
belindeki kemeri kapmak istiyordu; kılıcını çekip ona doğru uzattı.
Amcamın oğlu Jirayr acı bir çığlık attı ve kemerini Kürde verdi. Ama
kendisi bir gün sonra korkudan öldü. Sonunda Adıyaman Kalesi'ne ulaştık.
Bir pınardan su içmek istiyordum. O sırada bir Kürt bana yaklaşıp odunla
kafama güçlü bir şekilde vurdu; sırtımdaki elbiseleri aldı gitti.
Sonunda muhacirler depremin yer yer hasara uğrattığı bu büyük kalenin
içinde yerlerine yerleştiler. Bizi kaleye doldurup kapıya muhafızlar
koydular. Birden, kadınlar kalenin sağ tarafında üst üste yığılmış
cesetleri fark ettiler. Cesetler vadiye, nehir kıyısına doldurulmuştu.
İki gün sonra bizi kaleden salıverdiler. Kürtler hasata gitmişler, bizi
katletmeye gelememişlerdi. Bu şekilde katliamdan şans eseri kurtulduk.
Kalede aldığım odun darbesi yüzünden gözlerim ağrımaya başladı. Bütün
gece uyuyamadım. Sert bir şey devamlı gözüme çarpıyordu; gözümü
kapatamıyordum. Gözüme eşek sütü damlattılar, dövülmüş kuru üzüm
bağladılar; gözüm sanki düzelmişti; ama yine de iyi göremiyordum.
Kaleden sonra eski bir köprünün üstünden geçtik ve sarp bir dağa
tırmanmaya başladık. Pek çok insan yolda kaldı; onlar dağın dik yamacına
tırmanamıyorlardı. Sonunda dağın zirvesine ulaştık. Çayırlarla kaplı bir
tepede o gün yumuşak çimenler üstünde uyuduk. Akşam bağırmaya başladılar
: "Şehirliler köylülerden ayrılsın!" Şehirliler aşağı indiler. Akşam
onların üstünü aradılar; para arıyorlardı. Sonra, bütün gelin ve kızları
uzaktaki bir binanın bulunduğu tarafa götürdüler. Kervanda ağlama
sızlama başladı. O gelin ve kızları götürmüşler, gün ışıyıncaya kadar
onlara tecavüz etmişlerdi. Ertesi gün onları getirip analarına teslim
ettiler.
Bu bizim aştığımız son dağdı. O tepeden, uzakta, çok uzakta bulunan
çöl görünüyordu. Aşağıda sanki okyanus sularındaki gibi bir dalgalanma
vardı. Şehirler, uzak köyler ve Adıyaman görünüyordu. Bu yerden bir gün
yürüdükten sonra Misak Manuşyan'ın**** doğum yeri, bahçeler içinde
kaybolmuş Adıyaman gözüktü. Adıyaman'ın yeşil bahçelerinde sanki biraz
rahatladık. Yerli Ermeniler ekmek getirip bize dağıttılar. Orda iki gün
kaldıktan sonra bizi yeniden sürdüler; bizimle birlikte bütün Adıyaman
Ermenilerini de sürgün ettiler. Güzel ve acımasız Tavros Dağları geride
kaldı. Serin dağlardan aşağı indiğimizde sıcak hava bizi boğuyordu.
Yirmi-otuz eziyet dolu, ölüm habercisi günü geride bırakmıştık. Mevcudu
yarı yarıya azalan kervanımız Samosat'ın[Samsat] güneyinde, Fırat
Nehri'nin kıyısında konakladı. Her taraf cesetlerle kaplıydı: ölü
kadınlar, her tarafa yayılmış yerde yatan çocuklar, tarlalarda, kumların
üstünde, her yerde yarı ölü hastaların iniltileri, yardım dileyen
bakışlar ve onların yanında kokuşmuş, çürümüş, şişmiş, büyük bir kısmı
kadınlara ait cesetler. Dante'nin Cehennemi Fırat'ın kıyısındaydı. Halk
Fırat Nehri'nin suyuyla yıkandı. Ne buldularsa yediler; yumuşak kumun
üstünde sessiz ve rahat uyudular. Acı ifade eden boğuk hıçkırık sesleri
yavaş yavaş kesildi. Sanki her şey duruldu; ay gökyüzünde dağların
gerisinde kayboldu. Halk yorgun ve bitkindi. Aniden, Türk jandarmalar
oraya zorla getirilmiş Kürtlerle birlikte karanlıkta uyuyan insanları,
ölüleri, hastaları ezerek muhacir saflarının arasına vahşice daldılar;
sağda solda kaba bir biçimde arama yapmaya başladılar; küçük yaştaki
çocukları topluyorlardı. Halk dehşet içinde uykusundan uyandı. Korku
içinde birbirlerine karıştılar. Gürültüden biz de uyandık ve çevremizde
neler olup bittiğini anlamak için şaşkınlıkla sağa sola bakmaya
başladık. Aniden iriyarı, dev gibi bir Kürt halının altında olduğumu
fark etti. Bana doğru gelip, çekiştirdi; sağ kolunu belime doladı ve
beni kaldırıp götürmek istedi. Bizimkiler dehşet içinde çığlık atmaya,
ağlamaya başladılar. Halamın kızı bir yolunu bulup beni Kürdün
pençelerinden kurtarmayı denedi; ama nafile. Kürt beni bırakıp onu
iterek yere attı. Beni yeniden kaldırıp götürmeye kalktı. Götürürken
belimi o kadar çok sıkıyordu ki, kaburga kemiklerim neredeyse kırılmak
üzereydi; nefesim kesiliyordu. Biraz taşıdıktan sonra, yoruldu ve beni
vahşice yere fırlattı ve önünden yürümemi emretti. Yolda başka Kürtler
de aynı şekilde çocuklar götürüyorlardı. Bizi yanan odun yığınlarının
etrafına götürdüler; orda 150-200 çocuk ve dört de ihtiyar toplanmıştı.
Ben bu yaşlıların buraya nasıl varabildiğini anlayamıyordum; gerçekten
de bir mucizeydi bu!
Sekiz-on kadar jandarma ellerinde süngülü tüfekleri, yanlarında on
beş-yirmi Kürtle gelip çevremizi sardı; bizleri kumlu bir tepenin üstüne
yaş ve boy sırasına göre sıra sıra dizdi. Kadının biri küçük oğlunu
kurtarmaya gelmişti. Jandarmalardan biri ona ağır bir biçimde küfrederek
onu itip çukura attı. Kadın ayağa kalkıp içler acısı bir sesle :
"Yetişin! Çocukları boğazlıyorlar!" diye haykırdı. Aniden, karanlıkta,
binlerce ananın boğuk sesi göğe yükseldi. Jandarma komutanı halka ateş
ediImesini emretti. Onlar silahlarını doğrultup halka ateş ettiler.
Artık kadın sesi duyulmuyordu; sadece vurulan kadınlar ağlıyorlardı.
Odun yığınlarının ateşini canlandırdılar; dört ihtiyarı ayağa
kaldırdılar. Jandarmalar yaşlılara şöyle emretti : "Birbirinize dayanın,
birbirinize". Onların dördü de birbirine dayandı; birbirinin beline
sarıldı.
Jandarmanın teki tüfeğini doğrulttu; ateş etmek istiyordu. Namlunun
ucundaki ihtiyar tüfeği bir kenara itti ve ona yalvarmaya başladı : "Biz
yaşlıyız! Biz hiçbir şey yapmadık! Allah aşkına, bizi öldürmeyin!"
Jandarma gürledi : "Siz yaşlısınız; hiçbir şey yapmamışsınız; ama siz
de Ruslar gelsin, Türkiye yıkılsın, Türkleri iyi katledebilmesi için
Andranik'in kılıcı keskin olsun diye kiliselerinizde Allah'ınıza dua
etmişsiniz." Jandarma ateş etti; dört yaşlı birlikte yere yığıldı.
Ayakta duran Kürtler, yaşlılar cansız kalıncaya kadar odunlarla onların
burnuna, ağzına, kafasına vurmaya başladı. Onların boyunlarına ip
geçirip yakınlardaki Fırat Nehri'ne kadar sürüklediler. Sıra çocuklara
gelmişti. İlk sıradaki çocuğu getirip ayakta durduruyorlardı; Kürtler
çocuğu cansız kalıncaya kadar sırtından, karnından bıçaklıyorlardı. Onu
iple çekerek Fırat Nehri'ne götürüyorlardı. Bu şekilde 2, 3 ya da 4 saat
geçti. Sıra bize gelmişti. Kürtler tepemizde durmuş bize bakıyorlardı.
Daha önce yaklaşık iki yüz çocuk öldürmüşlerdi. Jandarmanın biri yavaş
adımlarla bize doğru geldi ve bize : "Defolun gidin!" diye bağırdı.
Grup halinde koştuk; halkın arasına karıştık. Gelinim uyandı beni
yatırdı. Gece yarısı bir oğlan aniden ıslak elbiselerle gelip
yakınlarının tepesine dikildi ve durmadan şu sözleri tekrarladı :
Allahım sana şükürler olsun! Allahım ölmedim." Sabah onun vücudunun
tamamen delik deşik olduğunu gördüm. Sıcaktan kurtlandı ve acılar içinde
kıvranarak öldü.
Uyku bastırmadan önce birden garip bir ses duydum : kadının biri
yukarımızda ağlıyordu. Yüksek bir yerde iki kadın birbirine sarılmış,
titreyerek, dehşet içinde büzülerek oturmuş ağlıyordu. Dev gibi bir
Kürdün, elinde büyük bir hançerle onlara baktığını zar zor fark ettim.
Onların bir ana kız olduklarını sonradan duydum. Kadın inliyor, bu
olaylara sebebiyet verenlere lanetler yağdırıyordu. Beddualar! Türklere
sonu gelmeyen beddualar yağdırıyordu. Sonradan duyduğuma göre, Türk
zaptiye komutanı sabah gelip o ana kızı götürmüştü.
Amcamın iki torun çocuğu ve amcamın beş yaşındaki çok sevdiğim oğlu
Sımbat Fırat Nehri'nin kıyısında öldüler. Hareket emri geldi. Fırat'ın
kıyısından ilerledik. Üstü halılarla kaplı bir çeşit kayık vardı; halk
zar zor o kayığa bindi; kayığın ismi de "Nav"dı. Kürtler kadınları
tepeden tırnağa arıyorlardı; para arıyorlardı. Kayık akıntının gittiği
yönde yol alıyordu. Diğer yakaya geçene kadar saatler geçti. Kürtler
tahtaları ters çevirince kadınlar, çocuklar suya dökülüyorlardı. Ölene
kadar unutamayacağım bir olay var : iki dev gibi Kürt çıplak, güzel,
yetişkin bir kadının üzerine saldırmış, onun para kesesini almaya
çalışıyordu. Kadın olanca gücüyle karşı koyuyor, onları yere atıyordu.
Onlar ayağa kalkıp yeniden ona saldırıyorlardı. Bunun bu şekilde ne
kadar sürdüğünü bilmiyorum. Kadını çırılçıplak soydular; elbiselerini
yırttılar; kesesini alıp gittiler. Aniden, onun yanında 7-8 yaşlarında,
annesinin verdiği mücadeleyi gözlerini kocaman açmış bir şekilde
titreyerek, ağlayarak ve çığlık atarak takip eden, küçük bir kız gözüme
ilişti. Ben o kızın gözlerinin benzerini ne tablolarda ne de gerçek
hayatta gördüm. Kadın uzandığı yerden kalktı; kızını kucakladı ve titrek
bir sesle : "Öldük kızım! Artık ne paramız var, ne de elbisemiz" diyerek
bir atlayışta kızıyla birlikte kendini nehrin sularına bıraktı.
Bütün bir gün yürümek üzere yeniden yola düşmüştük; güneş ortalığı
kavuruyordu; su yoktu. Amcamın kızı Haykanuş'u yolda, bir ağacın altında
terk ettik; o canlıydı; arkamızdan bize bakıyordu. Uzakta, alçak bir
yerde su göründü. İnsanlar ellerine kaplar alıp koştular. Jandarmanın
biri : "Su içmeniz mümkün değil; su cesetlerle dolu" dedi. İki-üç günlük
yol kat ettikten sonra, yeniden çocukları topladılar; iki-üç yetişkini
vurdular; para talep ettiler. Sonra bizi serbest bıraktılar.
Sonunda uzun, eziyetli bir yoldan geçtikten sonra Suruc Çölü'ne
vardık. Bu gerçek bir mezbahaydı; orda günde yüzlerce kişi ölüyordu.
Bizim köylülerin hemen hemen yüzde 70'i orda can verdi. Benim için en
ağır ve en korkunç acı 4-5 yaşındaki Yeram isimli erkek kardeşimi bir
ağacın altında terk edişimiz oldu. O bizim arkamızdan ağlıyordu. Vay!
Ben o günü şimdiye kadar unutamıyorum! Son gelenlerin verdikleri bilgiye
göre, o, on beş gün kıvrandıktan sonra ağlayarak, açlık, susuzluk ve
geceleri hüküm süren soğuktan can vermiş. Suruc Demiryolu İstasyonu'na
doğru hareket ettik. Yolda bir Kürt kadın kız kardeşim Elmon'u (o
altı-yedi yaşlarındaydı) elinden tutup götürdü. Tren İstasyonu'nun
yakınlarındaki bir handa konakladık; sonra bizi ordan çıkarıp, Halep
taraflarına sürdüler; daha sonra da sağ kalanların yarısı Deir-es-Zor'a
gitti; diğer yarısı gerisingeri Suruc'a geldi. Bize lavaş ekmek dağıtıp
: "Padişahım çok yaşa!" bağırmamızı emrettiler (bu gerçek bir
komediydi!). Halk arasında, sözüm ona Enver Paşa'nın karısıyla gelip
yakınımızdan geçtiği ve Diyarbekir'e doğru gittiği haberleri yayıldı.
Bizi ordan da demiryolu boyunca yürüterek Ras-ül-Ayn İstasyonu
taraflarına, doğuya sürdüler. Ras-ül-Ayn istasyonuna vardık. Bizi 2-3
kilometrelik parke taşıyla döşenmiş yolun iki yanına dizdiler.
Birbirinden belli mesafelerle ayrılmış, üstünde kazıklar bulunan
platformlar kurmaya başladılar. Geceyarısı insanları getirip o
kazıkların dibine, yolun bir ucundan öteki ucuna sekizer kişilik gruplar
halinde yan yana dizdiler. Çoğunun kafasını kesmişler ve kare yığınlar
oluşturmuşlardı. Doğudan bize benzer muhacirler getirip, yolun öteki
tarafına yan yana dizdiler. Yukardan güneş, aşağıdan ise sıcak taşlar
bizi kavuruyordu. Neredeyse ölüyorduk; ağlayan sesler "Su!" diye
yalvarıyordu; ama getiren yoktu; su yoktu.
Askerler, jandarmalar, Kürtler gelip-gidiyordu; bir şey için hazırlık
yapıyorlardı. Aniden, uzun bir katar geldi ve karşımızda durdu. Halkı
trenden indirdiler; vagonlar geldikleri yoldan geri döndüler. Onlar
Tekirdağlı, Rodostolu, Adrianopolisli [Edirneli], Malkaralı Ermenilerdi;
Trakyalıydılar. Halk, kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve kızlar, şaşırmış
ve ne yapacağını bilmez haldeydi. Yeni yerleşim yerlerine gideceklerini
söyleyerek onları kandırmışlar ve buraya getirmişlerdi. Onlar bizi
uzaktan fark edip sağa sola hareket etmeye, haykırmaya, malları için
ağlamaya başladılar. Zaptiyeler saldırıp onları sakinleştirdiler ve
zorla demiryolu hattı boyunca oturttular. Onları bulunduğumuz yerden
görüyorduk : bayram elbiselerini giymiş insanlar, beyaz giysili kızlar,
vs. Akşam, erkekleri boğazladılar; cesetlerini platformların önüne
dizdiler; sonra, beyaz giysili kızları getirip gecenin karanlığında
hepsini kazığa oturttular. Onların annelerinin ve yakınlarının
çığlıkları, ağlama sesleri ve bağrışmalarından kulaklarımız
sağırlaşıyordu. O adamların Andranik Paşa'yı omuzlarına aldıklarını,
kızların ise "Bir kartal gibi" şarkısını söyleyerek sokaklarda Türklerin
gözü önünde Andranik'e çiçek buketleri sunmuş olduklarını duydum. Ve
işte Türkler onlardan intikam alıyorlardı.
Kırmızımsı, parlak sabah güneşi mavi gökyüzünden dört yana altın
yağdırıyordu; güneş altın sarısı ışınlarını her tarafa yaymıştı. O, bu
amansız acımızın tek tanığı, çöl güneşiydi. Sonunda Trakyalıları
sürdüler; getirip kazıkların önüne sıraladılar. Onlar aşağımızda dönüp
dolaşıyorlardı; biri kocasını arıyordu; diğeri kazıkların üstündeki
kızını. Kazığa oturtulmuş beyaz giysili kızlar çoktan ölmüşlerdi;
başları bir yana sarkmıştı... Muhacirler arasında bir uçtan diğer uca
karmaşa hüküm sürüyor, ağlama sesleri, gürültü ve bağırtılar
duyuluyordu.
Aniden feryat-gürültü ve alkışlar duyuldu. İnsanlarla dolu dört araba
geldi ve yolun ucunda, bize 20 adım mesafede durdu. İki araba yukarı
gidip yüksek bir yerde durdu; diğer ikisi yolun ucunda kaldı. O
insanların bizim aydınlarımız olduklarını duyduk. Her arabada Halep'ten
getirilen dört kişi vardı. Verilen emir üzerine arabalardan ikisi önce
yavaş yavaş, sonra hızla yolda ilerlemeye başladı. Arabanın üstündeki
zaptiyeler kırbaçla aydınlarımıza vurmaya başladılar. Onların kafasına,
vücuduna, yüzüne, nereye rast gelirse oraya vuruyorlardı. Arabalar
ikinci bir defa daha geldi; zaptiyeler kırbaç darbeleri indirerek
bağırıyorlardı : "Hey gâvurlar! Sağa bakın (bizi, kazığa oturtulmuş
kızları ve boğazlanmış erkekleri kastediyorlardı), bakın İngiliz savaş
gemileri İstanbul'a giriş yapıyor." Arabalar gidip yeniden geri
geliyordu. Biz şu sözleri duyuyorduk : "Gâvurlar, sola bakın! Kör
Moskof'un, Rusun Ordusu Sıvas'a giriş yapıyor; Türkiye yok oluyor!" Bu
şekilde sürekli, ondan fazla kez gidip-geldikten sonra arabalar Urfa
yönüne doğru gitti. Ertesi gün bizi onların ardından Tigranakert
[Diyarbakır] ana yoluna doğru sürdüler; Trakyalı halkı da arkamızdan
getirdiler. Bizi taşlı, bitkiden yoksun kuru ve susuz bir yerde bir
çember oluşturarak oturttular. Bizden biraz uzakta, yeşil bir bahçenin
içinde, köprünün yakınında kervansaray gibi büyük bir bina vardı.
İnsanlar oraya girip çıkıyorlardı. Aniden sırtında tahtalar, kazıklar
taşıyan insanlar gelip kazıkları ve tahtaları dairenin merkezine dikip
gittiler. Yarım saat sonra döve döve, bağıra çağıra başlarında Zohrap'ın
bulunduğu bizim sekiz aydınımızı getirdiler. Türkler onları oturtup
konuşmalar yaptılar; aydınlarımızın üstüne tükürdüler ve gittiler. Sonra
ellerinde süngülerle sekiz zaptiye geldi; yanlarında da, üstünde yarı
askeri bir elbise taşıyan dev gibi bir adam vardı. O, yarı vahşi bir
görünüme sahipti. Aydınlarımızı soyma, sonra da tahtaların üstüne
yüzükoyun, başları öne eğik, kalçaları yüksek bir vaziyette yatırma emri
verdi. Emir geldi : "Süngü tak!" Zaptiyeler süngülerini aydınlarımızın
kaba etlerine batırdılar. Aydınlarımız öldüler; zaten yedikleri dayaktan
yarı ölü haldeydiler. Onların cesetlerini, başları dışarda kalacak
şekilde bellerine kadar toprağa gömdüler. Bize : "Bakın onlara! Onlar
sizi düşünüyorlar! Siz de sizleri bu günlere getirmiş olmalarından
dolayı onların ruhuna dua edin!" diyorlardı. Halk ağlıyor, kıvranıyor,
acı çekiyordu; halk açlıktan, susuzluktan ölüyordu. Düşünecek,
kurtaracak olan kimdi? Bilmiyorum. Enver Paşa'nın Ermeni aydınlarının
katlinde bizzat hazır bulunmak için özel olarak İstanbul'dan geldiğini
söylüyorlardı. Bu işi Enver Paşa'nın bizzat kendisinin organize ettiğini
anlatıyorlardı. Bir grup insanın bahçenin içinde bir balkonda
oturduklarını gördüm. Katliam sona erdikten sonra onlar aşağı inip
arabalara binerek Diyarbakır yönüne doğru gittiler. Bir gün sonra,
jandarmalar bizi geldiğimiz yere geri gönderdiler; Trakyalıları ise
güneye doğru, boğazlanmış insanların ve kazığa oturtulmuş kızların
bulunduğu tarafa götürdüler. Malkaralı Grigor İşkalyan isimli bir adam
bana Trakya olaylarını anlatmıştı; kendisi de benim tasvir ettiğim
olaylara 9-10 yaşlarındayken şahsen tanık olmuştu. Anlattığına göre,
Trakyalılara şöyle demişlerdi : "Eşyalarınızla birlikte Cezayir'e
gidecek, savaştan sonra geri geleceksiniz." Bizi buraya getirdiler ve bu
günü gördük. Kazığa oturtulan kızlar Rodostolu'ydular ve Andranik'e
çiçek buketleri sunmuşlardı; gençler ise Andranik'i omuzlarına
almışlardı ve onlardan bazıları Osmaniye Tünel inşaatında çalışan
işçilerdi. Bizi Urfa'ya götürdüler; ordan da çöle, ıssız, sadece birkaç
ağacın bulunduğu bir yere sürdüler. O gece yağmur yağdı ve soğuk bir
rüzgâr esti. Gece yüzlerce insan ölmüştü. Kürtleri getirip, onlara büyük
bir çukur kazdırdılar. Kürtler ellerinde iplerle halkın arasına
daldılar; hastaları ezerek, ölü ya da diri kim yere yatmış ise boynuna
ip geçirip çeke çeke götürerek çukura atıyor sonra da geri dönüyorlardı.
Hatta canlı olanların bile boynuna ip geçiriyor, götürüp çukura
atıyorlardı. O insanların yakınlarının feryatlarına ve çığlıklarına
kulak asmıyorlardı. Oradan bizi tekrar güneye, başka ıssız bir yere
sürdüler. Tifoya yakalanmış kadınlar, 'su verin' diye yalvarıyorlardı.
Ben kirli bir tasla onlara yağmur sularından oluşan pis bir su
götürüyordum. Onlar bu suyu açgözlülükle içip hemen ölüyorlardı. Bir gün
yine suya gitmiştim. Yoldan geçen iki yaşlı adam, eşeklerini önlerine
katmış yürüyordu. Beni gördüler. Yaşlılardan biri geri dönüp bana baktı.
Korkmuştum ve dehşet içinde ona bakıyordum. Bana : "Korkma oğlum! Gel
seni köyümüze götüreyim" dedi. Diğer yaşlı da yanına geldi ve birbiriyle
konuşmaya başladılar.
Bu yaşlı adam ona : "Dinle! Benim ve senin oğulların Bağdat
cephesinde çarpışıyorlar. Ben bu Ermeni oğlanı götürüp ölümden
kurtarırım; Allah da benim çocuklarımı düşmanın kurşunundan korur" dedi.
Beni eşeğe bindirdiler.
İki günlük bir yürüyüşten sonra Ayntap yakınlarında bulunan Hulumen
adlı bir köye vardık. Köye varmadan köylüler ve yaşlı adamın yakınları
grup halinde bize doğru koştular. Beni eşek sırtında görünce, onlardan
her biri şaşkın ve dehşet içinde ayrı bir yöne kaçtı. Köylüler iki gruba
bölündü; bir kısmı : "bu gâvuru çukura at; köye hastalık bulaştıracak"
derken, diğer bir kısmı da : "Besse nasıl istiyorsa öyle olsun, size
ne?!" diyordu. Gürültüyü duyan sakallı, saygın görünümlü bir adam geldi,
önce bana, sonra da kalabalığa baktı. Yaşlının elinden sopayı kapıp
etraftakilere rasgele vurdu; onlardan her biri ayrı bir yöne kaçtı.
Yaşlı adamın evine vardık. Gelini ve torunları evden kaçtılar. Bu
ihtiyarın karısı öne çıktı, kolumdan tutup beni samanlığa götürdü ve
samanların üstüne yatırdı; bana : "Dışarı çıkma! Burda yat!" dedi.
Yumuşak samanların üstüne uzanıp rahat bir nefes aldım. Belli bir
süre sonra, ev sahibesi biraz mercimek çorbası getirdi; hemen içtim.
Günler bu şekilde geçti. Belli bir süre sonra kadın çorbanın miktarını
artırdı; sonra pilav getirdi; bir süre sonra da ekmek verdi. Biraz
zindeleştim; ahırın içinde yavaş yavaş dolaşmaya başladım. Kanım deveran
etmeye başladı; güçlendim; yüzüm yuvarlaklaştı. Bu kadın, kızıyla
birlikte beni yıkadı; bana yeni elbiseler giydirdi. Gelini evlerinde
yeni bir Ermeni çocuğun ortaya çıktığını duyarak nefes nefese, kudurmuş
bir halde yemek yediğim mutfağa geldi ve tepeme dikilerek şöyle bağırdı
: "Ay ana! Kokmuş bir gâvur oğluna baktığın yetmiyormuş gibi, şimdi de
bunu mu getirdin?!"
Ben yuvarlak yüzlü, kumral, kıvırcık saçlı, mavi gözlü bir oğlan
olmuştum; artık o kokmuş, zayıf, göbeği şişmiş, bir deri bir kemik
kalmış iğrenç çocuk değildim. Gelin bana baktı ve bir sevinç çığlığı
attı; sonra da eski kokmuş, çürümüş oğlanı bulmak için ahıra koştu. Ama
eli boş döndü ve şöyle konuşmaya başladı : "Ay ana! ay bu oğlan çok
güzel! Ne de sevimli! burda kalsın!"
Yaşlı kadın da ona : "Defol orospu! Oğlumu kovmak, öldürmek
istiyordun ha?! Onun yüzünden evi bırakıp kaçtın; şimdi oğlumu
sahipleniyorsun" dedi.
Gelin koştu, çocuklarını eve geri getirdi; onlar bana alıştılar; beni
çok seviyorlardı; anneleri de öyle. İlkbahar gelmişti. Ben ufak tefek ev
işleri yapmaya başladım. Koyunları otlatmaya başladım. Ailenin bir ferdi
gibi yaşıyordum. Onlar köydeki insanlara bana dokunmamalarını tenbih
etmişlerdi. Bir-iki yıl sonra, bir gün aniden köyde bir karışıklık oldu;
insanlar birbirini çağırıyor, şehre giden yola doğru : "Besse'nin
oğulları, Sayat ve Hüseyin kardeşler geliyor" diye bağırarak
koşuyorlardı. Evdekiler çılgın gibi koşup, bağıra çağıra iki erkek
kardeşi eve getirdiler. Onlar oturup yemek yediler ve aniden beni fark
ettiler. Akşam, evin içinde gidip gelirken büyük oğul Sayat annesine
döndü : "Bu oğlan kim?" diye sordu.
Annesi : "Bu bizim oğlumuz; baban sizin yanınızdan dönerken onu
muhacirlerin arasında bulmuş ve 'eğer ben bu çocuğu götürüp ölümden
kurtarır, ona bakarsam, Allah da benim oğullarımı düşmanın kurşunundan
korur', diye düşünmüş. İşte babanın rüyası gerçek oldu" diye konuştu.
Çocukları buna sevinip kendi hikâyelerini anlattılar : "Biz Bağdat
cephesinde iki ayı aşkın bir süredir savaşıyorduk. Komutanımız görevinin
bilincinde, iyi askerler olarak bizi Osmaniye Hastanesi'ne hava
değişimine gönderdi. Orda bir ay kaldık. Bir gün, aniden bir Ermeni
doktor geldi ve bize : 'Sizi Bağdat'a, yeniden cepheye gönderiyorlar.
Gelin siz askeri üniformalarınızı burda bırakıp sivil elbiseler giyinin;
ben de size bir yıllık istirahat izni vereyim' dedi. Onunla anlaştık ve
izin kağıdını alıp geldik; Ermeni doktora da teşekkür ettik. Sonradan
duyduk ki, Osmaniye Demiryolu Tüneli'nde çalışan Ermeni işçileri çalışma
sona erince öldüreceklermiş ve bu doktor bizim askeri üniformalarımızı
Ermenilere giydirerek onları Ermenilerin katledilmediği Bağdat'a
göndermiş. Bunu birçok insana da yapmış.
Ondan sonra ev ahalisi bana bayılıyordu; beni çok seviyorlardı. O
günden sonra köylüler bana mucizeler yaratan bir şahsiyet gibi bakmaya
başladılar. Beni eve getiren babaları Besse oğullarına şöyle diyordu :
- Gençleştim yahu! Ne iyi etmiş de bu Ermeni oğlanı eve getirmişim!
Çok mutluyum.
O günden sonra bana evde iş yaptırmıyorlardı; bana : "Ye, iç, dolaş;
sen bizim öz oğlumuzsun", vs. diyorlardı.
1919 yılına kadar Hulumen Köyü'nde kaldım. Savaş sona ermişti. Ayntap
Şehri'ne gittim. Aylarca aç, çıplak dolaştım. Bir sürü muhacir vardı;
ama ne iş vardı, ne de para. Dört-beş ay sonra Amerikalılar gelip
"Halacyan Yetimhanesi" adlı bir yetimhane açtılar. Oraya başvurdum ve
kabul edildim. Orda bir yıl kaldıktan sonra İngilizler gitti; onların
yerine Fransızlar geldi; o andan itibaren Kemalist Hareket baş gösterdi.
Hayat dayanılmaz hale geldi. Amerikalılar yetimhaneyi Beyrut'a
taşıdılar. Yetimhanemiz Cibeyl'e gitti. 1924 yılına kadar orda kaldım.
Amerika'dan davetiye aldım ve o ülkeye gittim. Gemi Yunanistan'a,
İtalya'ya ve Fransa'nın Marsilya şehrine uğradı; ordan Paris'e gittim.
Paris'te bana eşlik eden Stepan Darduni'nin yanına gittim; o,
yetimhanede benim öğretmenim olmuştu; beni Paris'te Daşnakların sık sık
gittiği kafeye götürdü. Kendisi fanatik bir Daşnaktı. Kafede, 1896'da
Osmanlı Bankası'nın işgaline katılmış olan Armen Garo'yu (Garegin
Pasdırmacıyan) gördüm. Kendisi 1914 yılında, Birinci Dünya Savaşı
sırasında, üç bin gönüllüyle Sarıkamış cephesinde Enver Paşa'nın
ordularının düzenlediği operasyonlar sırasında ona karşı savaşmış, hatta
Enver'e ateş bile etmişti. Buna rağmen, kendisi Türk mebusu olmuştu.
Enver Paşa, fabrikalarını evlerini satıp hesaplarını kapatması için onun
Kafkasya'ya gidip İstanbul'a geri dönmesine izin vermişti.
Gemiye binip yola çıktık. Azor Adaları'nın yakınından geçip New
York'a vardık. Amerika'da Boston yakınlarındaki Watertown'da yaşıyordum.
Bu küçük bir şehirdi. Orda Hamasteğ'i, Soğomon Tehliryan'ı, Ruben
Darbinyan'ı, Ramkavar Partili "Paykar" gazetesi editörü A. Nazar'ı, şair
ve fanatik bir komünist olan Arsen Mikayelyan'ı, "Banvor" gazetesi
editörü Sınar Sınaryan'ı gördüm. Hood Rubber fabrikasında çalıştım;
sonra Crawford soba fabrikasında da çalıştım.
Ordan Detroit'e gittim. Üç-dört yıl Ford otomobil fabrikasında
çalıştım. Orda Hınçak Partisi'nin kurucularından Nazarbek'e rastladım.
Sebuh Paşa'yla tanıştım. Sonra, Şikago'ya geçtim; orda Karapet Gabikyan
isimli Sıvaslının halıcı dükkânında çalışmaya başladım. Bir yıl sonra
Miniapolis ve St. Paul'e gittim (bu iki şehir birbirinden bir köprüyle
ayrılıyordu. Orda pek çok Ermeni bulunuyordu; onların kafeleri vardı. Bu
eyalet Amerika'nın buğday ambarıydı. Şehir çok güzeldi; insanları da iyi
kalpliydiler. İsmini hatırlamadığım Sıvaslı bir halı tüccarının yanında
birkaç ay kaldım. O zavallı adam veremden mustaripti; Denver (Colorado)
sanatoryumlarından birine sevk kağıdı vardı ve orda iyileşeceğine
inanıyordu. İki ay sonra ölüm haberi duyuldu. Dükkân bir başkasına
kaldı. Bir süre için de dükkânlara dondurma dağıttım. Ordan Montana
Whitefish adı verilen küçük şehre gittim; demiryollarında çalışmak
istedim; ama olmadı. Ordan Washington Eyaleti'nde küçük bir şehir olan
Spoken'e gittim. Orada, Sıvaslı bir gencin bir halıcı dükkânı vardı.
Orda da, bu kadar uzak bir yerde, çok sayıda Ermeni vardı. Sonra
Portland (Oregon) Şehri'ne gittim. Bu şehir de aynı şekilde çok temiz,
düzenli bir şehirdi; onu çok sevdim. Burda merkez caddelerinden birinin
üzerinde küçük bir halı tamir ve yıkama fabrikası vardı. Ana caddede ise
"Aram, Tadevos ve Tigran Kardeşler" isimli bir halı fabrikası vardı.
Gartozyan kardeşlerin ismi şehirde ve eyalette oldukça tanınmıştı.
Onlar, bir hemşerileri ve çok acı çekmiş, evsiz kalmış bir insan olarak
bana çok ilgi gösterdiler ve tedarikçi olarak iş verme vaadinde
bulundular. Niye olduğunu bilmiyorum, ama kabul etmeye cesaret edemedim.
Orda Alman bir kadınla evli olan Everekli bir doktora rastladım; o,
şehirde çok tanınan bir doktordu. Otelde Michael Arlen'e rastladım.
Burada şans eseri bizim köyden bir aile buldum : o şahıs, iki kızı ve
bir oğlu olan uzak akrabam Stepan Papazyan'dı. Kendisi Gartozyanlar'ın
atölyesinde çalışıyordu; Tadevos Gartozyan'ın bacanağıydı; o yüzden de
bu uzak şehre gelmişti. Onun evinde iki ay kaldım. O beni bir babanın
oğlunu sevdiği şekilde seviyor, yediğimden içtiğimden para almıyordu.
Karısı da aynı şekilde çok mütevazı ve anlayışlı bir kadındı ve bana çok
candan davranıyordu. Onlar beni kızlarıyla evlendirmek niyetindeydiler;
ama ben kızlarının sevgisine karşılık vermedim; ona çok soğuk davrandım.
Ordan güzel bahçeler şehri San Fransisco'ya geldim. Bir süre bir
Vanlının restoranında çalıştım; ama nedendir bilinmez Fresno beni
kendine çekiyordu. Fresno'ya gittim. İlk defa olarak "Nor Or" gazetesi
editörü, geleceğin yazarı Andranik Andreasyan'la tanıştım; gazetede
dayısının yerine kendisi yazıyordu. Dayısı Armenak Amirkhanyan hastaydı.
Bir gün yazı işleri bürosunda ressam Panos Terlemezyan'la tanıştım.
Andranik Paşa da Fresno'da son günlerini yaşıyordu. Onu erimiş,
umutsuz bir halde gördüm; bastonuna dayanarak merkez parkına geliyordu.
Sonra vefat etti. Beni Vahe Hayk'la tanıştırdılar. O, zengin kuru üzüm
tüccarı Grigor Arakelyan'ın damadıydı ve sık sık fedayi Sımbat'ın
kafesine gidiyordu. Ramkavar Hıraç Yervand ve Daşnak Arsen Mikayelyan da
orda oluyorlardı. Üç gazete yayımlanıyordu : "Nor Or" [Yeni Gün],
"Mışak" [Çiftçi] ve "Asparez" [Meydan]. "Mışak"ın yazı işleri müdürü
Levon Lüleciyan'dı Fresno, Amerikan "Kuru Kanunu" yüzünden eski
ihtişamını kaybetmişti. Üzüm ve kuru üzüm fiyatlarında sert bir düşüş
yaşanıyordu. Ermeniler bahçelerini terk edip San Fransisco'ya, Los
Angeles'a, filan gitmişlerdi. Burda Hayk Bonapartyan'ın bir eczanesi
vardı; ama o, eczanesini işletemeyip iflas etti. Ermenilerin iki
kilisesi vardı : biri Gregoryen-Apostolik diğeri Protestan Kilisesi'ydi.
William Saroyan ortaokulu bitirir bitirmez, öğrenim gördüğü okula beden
eğitimi öğretmeni olarak tayin edilmişti. Bir iş buldum. Yüksek
dağlarda, demiryolu yapımında çalışıyordum. Ermeni gençlerle bir grup
oluşturmuştuk. Dağlarda, Jack London'un "Yeşil Vadi" kitabında tasvir
ettiği yerleri gördüm. Orda üç yıl çalıştıktan sonra Los Angeles'a
gittim. O zamanlar şehrin nüfusu henüz bir milyona ulaşmamıştı. Los
Angeles'ta film çekimlerinde aktör refakatçisi olarak iş buldum; günde 5
dolar kazanıyordum. Birkaç ay sinema oyuncusu Douglas Fairbanks, Mary
Pickford çiftinin yanında çalıştım; onların çektiği "Bağdat Hırsızı"
filminin çalışmalarına katıldım. Sonra Jackie Coogan'ın yanında
çalıştım. Bu 12 yaşında bir aktördü; öksüz rolleri oynuyor ve Ermenileri
çok seviyordu. Hatta bir keresinde Yunanistan'daki Ermeni öksüzlere bir
gemi dolusu yiyecek götürdü. Ermeni aydınlar Los Angeles'ta
toplanmışlardı. Armenak Şahmuradyan'ı, Aleksandr Melik'i, aktör Harut'u,
rejisör Ruben Mamulyan'ı ve büyük ün kazanmış, ama ismini
hatırlayamadığım bir opera şarkıcısını gördüm. Henüz Ermeni zengin
yoktu; yalnız bir Ermeninin demir fabrikası vardı. "Fars Ayı" isimli
filmde oynamış bir aktör ailesi vardı. Ermeniler büyük çoğunlukla şehri
temizleyen işçilerdi; bunlar genelde pek de itibarı olmayan
Leninakanlılar ve Muşlulardı.
Bir gün kafelerden birinde Ayntaplı bir Ermeni genciyle tanıştım. O
beni bir turizm şirketinin ofisine götürdü ve turistik bir gemide bana
iş buldu. Göçebe hayatını çok sevdiğimden, bu işe çok sevindim. Sonunda
zengin bir turist gemisiyle Güney Amerika çevresinde tur yapmak üzere
yola çıktık. Şili'ye gittik; Magellan Boğazı'ndan geçtik. Buenos
Aires'te, Rio de Janeiro'da, Brezilya'da, Montevideo'da bulunduk. Burada
ben, şehrin tam merkezinde ayakkabıcı dükkânı olan yetimhaneden iki
hemşerim Suren Boyacıyan'ı ve Sargis Altunyan'ı buldum. Buenos Aires'te,
berberlik yapan bizim köyden Tonik Terteryan'ı gördüm. San Diego'da
(Şili), kendi hayatı ve Ermeni devrimci partilerinin maskaralıkları
hakkında çok ilginç şeyler anlatan İstanbullu bir ihtiyar gördüm. Gemi
Amazon Nehri'nden yukarı doğru ilerledi. Zehirli karıncalardan,
böceklerden, hatta yırtıcı hayvanlardan korunmak için gemi tamamen camla
kaplanmıştı. Amazon'un her iki kıyısını seyretmek için serbest gözlem
yerleri vardı. Ben sık sık büyük bir dürbünle etrafı seyrediyordum.
Sonunda Venezuela'nın başkenti Caracas'a vardık ve Panama Kanalı'ndan
geçerek Los Angeles'a geri döndük. Yolculuğum iki aydan fazla sürdü. Los
Angeles'ta Ermenistan'dan gelen ve Andranik'in kılıcını Ermenistan'a
götüren delegelere rastladım. Ben sürekli Ermenistan'a gelip,
üniversitede öğrenim görmeyi ve Ermenistanlı bir kızla evlenmeyi
düşünüyordum.
Sonra yine yolculuk ettim. New York'un pek çok yerini ziyaret ettim.
Amcamın evinde yaşıyordum. Göçebe hayatıma başladığım Boston,
Watertown'a gidip ablamı ziyaret ettim.
New York'ta Ermeni bir doktor bana Ermenistan Cumhuriyeti pasaportu
verdi; o pasaportla Fransa'ya gidip Ermenistan'a göç etmek için Sovyet
Büyükelçisi Lounacharski'ye başvurdum. Orda Poğos Makintsyan'a,
Drastamat Ter Simonyan'a ve Yeğya Çubar'a rastladım. Onlar Kirov
Cinayeti nedeniyle yabancıların Sovyetler Birliği'ne girişine belli bir
süre için izin verilmediğini belirttiler ve bir süre beklememi
söylediler. Fransa'nın Marsilya Kenti'nde, bizim köylülerin yanında
kaldım.
Marsilya'da yabancı olarak oturma iznim yoktu; dolayısıyla hiçbir
yerde çalışmaya hakkım de yoktu. Önde gelen otellerden birinde
İngilizce, Türkçe ve Arapça serbest tercüman olarak çalışıyordum. Her
gün limana gidiyor, yolcuları otele getiriyordum. İngilizcem için bana
iyi ücret ödüyorlardı.
Serbest kaldığım aylarda Paris'e gidiyordum. Kafelerde Ermeni
aydınlarına rastlıyor, onlarla siyasi konular üzerinde konuşuyordum.
Ramkavarların kafeleri ayrı, Daşnaklarınki ayrıydı. Ben orda Avetis
Aharonyan, Mikayel Varandyan, Simon Vratsyan, Arşak Camalyan ve
sağırlara özgü duyma cihazı kullanan Şavarş Misakyan gibi tanınmış
kişilere rastladım. Ramkavarların kafesinde ise, Levon Paşalyan'a, Ruben
Vorberyan'a, Ağaton Beyl'e, Arşak Çobanyan'a, Ermeni Hayırseverler Genel
Birliği sekreteri Vahan Malezyan'a, çok zengin insanlara, kuyumcu ve
kürkçü dükkânı olan kişilere filan rastladım.
Ermenistan'a Yardım Komitesi'nin kafesinde sık sık Gurgen
Tahmazyan'a, Doktor Minasyan'a, EYK başkanı Galcıyan'a, EYK sekreteri A.
İsahakyan'a, Zabel Yesayan'a, Tigran Zaven'e, Zareh Vorbuni'ye ve başka
birçok kimseye rastlıyordum. Misak Manuşyan'la çok sıkı bir dostluğumuz
vardı. Felaket sırasında aynı Türk köyünde, daha sonra ise birçok
yetimhanede birlikte kalmıştık. Zareh Vorbuni'yi, Vazgen Şuşanyan'ı,
Şahan Şahnur'u dışarda sık sık görüyordum. Armen Garo ve Aleksandr
Khatisyan kafede hep yalnız otururlar, diğerlerine karışmazlardı. Sık
sık Şahkhatuni'yi metresiyle dolaşırken görüyordum. Onun hakkında :
"Aktörlük yapıyor" diyorlardı. Bir defasında çok yaşlanmış olan Minas
Çeraz'ı ve Boğos Nubar Paşa'yı gördüm. Ermenistan Cumhuriyeti'nin
yıldönümünde Dro Romanya'dan, Nıjdeh Bulgaristan'dan, Levon Şant ise
Beyrut'tan, Paris'e gelmişlerdi. Böylece ben onları tören sırasında
sahnede masanın etrafında otururlarken gördüm.
Ramkavarların kendilerine ait, Zatik Khanzatyan'ın yönetiminde, kendi
bayraklarının asılı olduğu bir elçilik ofisleri vardı. Daşnakların da
Avetis Aharonyan'ın önderliğinde, kendi üç renkli bayraklarını astıkları
ayrı bir elçilik ofisi bulunuyordu. Her biri sanki varolmayan bir
cumhuriyeti temsil ediyordu. Bu üç partinin üyeleri birbirinin yüzünü
görmek istemiyor, birbirine karşı düşmanca bir tavır takınıyordu. Ben
hem Amerika'da, hem Lübnan'da, hem Fransa'da, hem de yaşadıkları her
yerde Ermenilerin takındıkları bu tutuma çok şaşıyordum.
Paris Daşnakları Şavarş Misakyan'ın yazı işleri müdürü olduğu "Haratch"
gazetesini yayımlıyorlardı; Ramkavarlar Terzibaşyan'ın editörü olduğu "Apaga"
gazetesini, Hınçaklar "Nor Yerkir" gazetesini, EYK'lılar ise "Yerevan",
"Mer Uğin" (Yolumuz") gazetelerini çıkarıyorlardı. Sonra, Misak Manuşyan
"Zangu" gazetesini çıkarmaya başladı.
Ben sık sık Eyfel Kulesi'nin tepesine çıkıyor ve saatlerce Paris
panoramasını seyrediyordum. Onun meydanları, sokakları güzeldi;
insanları sıcakkanlı ve dinamikti. Fransa'nın geçmişini düşünüyordum;
özellikle de büyük Fransız Devrimi'ni.
Fransa'da ve genel olarak bütün Avrupa'da büyük bir ekonomik kriz
patlak verdi. İşsizliğin ilk kurbanları binlerce Ermeni işçiydi. Ermeni
işçilerini yardım alma hakkından bile mahrum ettiler. Karşılıklı ödeme
prensibi ortaya çıktı. Ermenilere : "Sizin vatanınız yok; Fransa'yla
ticari bağınız yok" dediler. Marsilya'da durum diğer şehirlerdekinden
daha da vahimdi. Komünist Partisi'nin talimatıyla Ermeniler için bir
İşsizler Derneği kuruldu; beni de derneğe başkan seçtiler. Misak
Manuşyan'la birlikte bir vatana dönüş hareketi organize etmelerini rica
ederek Ağasi Khancıyan'a ve Sovyet Ermenistanı Halk Komiserleri
Konseyi'nden Sahak Gabrielyan'a birer telgraf gönderdik. EYK sekreteri
Dr. Galcıyan Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı'na ve Sovyet Büyükelçisi
Lounacharski'ye telgraflar çekti. Bir süre sonra isteklerimizi yerine
getirdiler ve Şahverdyan Ermenistan'dan geldi. Malezyan'ın
önderliğindeki Ermeni Hayırseverler Genel Birliği vatana dönüş yapan
ailelerin masraflarını Batum'a kadar üstlendi. Bu şekilde 22 Mayıs 1936
günü yaklaşık beş - altı bin kişi Fransa'dan Vatan'a göç ettik. Sonunda
amacıma ulaşmıştım : Ermenistan'a gelmeyi arzuluyordum. Komitas'ın ve
Minas Çeraz'ın kemiklerini de yanımıza almıştık. Ailesiyle birlikte
Avetik İsahakyan, Arman Kotikyan, orkestra şefi Gevorg Yağubyan ve daha
başka pek çok insan da bizimle birlikteydi. Bu göçle birlikte Yerevan
yakınlarındaki Kharberd, Sebastia, Malatya, Arabkir ve Nor Geği (Yeni
Kıği) mahallelerinin kuruluşu ve gelişimi büyük hız kazandı.
Ermenistan'a geldikten sonra Moskova'ya gittim. İki yıl Moskova'da,
askeri istihbarat merkezinde kaldım; ondan sonra Yerevan'a gelip
öğretmenlik yapmaya başladım. 1941'd
|