|
HARPUT
BU KENTTTE YAŞAYAN BİR YABANCININ GÖNDERDİĞİ MEMORANDİUM
AMERİKALILARIN ERMENİ VE SÜRYANİLERE YARDIM KOMİTESİ TARAFINDAN BİZE
İLETİLMİŞTİR.
1 Haziran günü 3000 kişi (çoğu kadın,kız ve çocuk olmak üzere)ayrıldı.
Onlara eşlik eden yetmiş beş Polis ve yüksek mevki sahibi bir Türk
olan Faik Bey vardı ertesi gün sağ salim Hanköy'e vardılar. Burada
Faik Bey "Malatya'ya kadar selametle gidebilmenin" bedeli olarak her
birinden 400'er lira topladı .Tehlikelerden korunmaları için Urfa'ya
kadar onlara refakat etmeye söz verdi ;ama aynı gün paralarla
birlikte kaçıp gitti.
Üçüncü gün techir konvoyu (Dutluköy'e) vardı Burada Araplar ve
Kürtler ,kadın ve kızları kaçırdılar Bağdat Demiryolu üzerinde,
Ras-Ul-Ayn tren İstasyonuna varıncaya kadar bu böyle sürüp
gitti.Onları korumak için yanlarına verilen Polisler, yarı vahşi
dağlı kabilelerini üzerine saldırttı,konvoydakiler soyuldu,
öldürüldü, kadınlara tecavüz edildi.Bazı kadınlar kaçırılıp
götürüldü, bazılarının ortalık yerde,herkesin gözü önünde ırzına
gecildi.
Dördüncü gün ( Kemerhan'a ) vardılar .Burada polisler çoğu erkekleri
öldürdü.Dokuzuncu gün,(izoli hacı) denilen yere geldiler, kiralanan
ve Malatya'ya kadar parası ödenen atlar ellerinden alındı ve geri
gönderildi.Kendilerini Malatya'ya götürmek üzere kağnılar kiralamak
zorunda kaldılar.Kimisnde hiç yük hayvanı kalmamıştı,yanlızca
birkaçı eşek ve katır satın alabildiler , bunlar'da yolda çalındı.
(Izoli Haci'da) bir polis ,Bayan Araksi Gölcükyan ve iki kızını da
yanında götürerek ortadan kayboldu.
Onücüncü gün Kervan Malatya 'ya varmıştı. Burada yanlızca bir saat
kalabildiler , sonra Malatya'dan iki saatlik uzaklıktaki (Cutluk'a)
geri döndüler .Burada bütün polisler onları bırakıp gitti, ama
gitmeden önce onlara bu kadar uzak yerlere kadar refakat ettikleri
için 200'er lira topladılar.Ermeniler, Ağrı dağı Kürtlerinin zalim
şefinin insafına terk edildiler.
On beşinci gün güçlükle hareket ederek ,sarp dağ yollarından
güçlükle ilerlediler .Kürtler birden saldırıp yaşı onbeş ile doksan
arasında 150 erkeğin etrafını çevirdi.Bunlar biraz uzağa götürülüp
öldürüldüler.Sonra Kürtler geri dönüp Ermenilerin varını yoğunu
ellerinden aldılar.
O gün, Sivas, Egin-Kemaliye ve Tokat'tan yola çıkan bir başka sürgün
kolu(İçlerinden yanlızca 300'u erkekti) Harput'tan sürgün gelenlerle
birleşti. 18.000 kişilik büyük konvoy oluştu.
On yedinci gün, bir başka Kürt beyinin sözde koruması altında yola
çıktılar .Bu bey, yolda adamlarını çağırttı, onlar da gelip konvoya
saldırdı, eşya namına ne varsa hepsini çalıp çırpıp yağmaladılar. En
güzel kızlardan beşini ve Sivas'tan gelen bir rahibeyi kaçırdılar.O
gece bazı kızlar daha kaçırıldı fakat tecavüz edildikten sonra
serbest bırakılıp geri döndüler.Böylece yolculuk yeniden başladı,
güzel kızlar birer birer dağa kaldırılıyor, geride kalanlar,
yavaşlayanlar ve kaçınılmaz biçimde öldürülüyordu.
Ermeniler, yermi beşinci gün, Gölcük Kasabası'na vardılar.Köylüler
uzun bir yol boyunca konvoyun peşine takıldı,sürgünleri taciz edip ,
soymaya çalıştılar.
Otuz ikinci gün, kendilerini Kahta Kasabasın'da buldular Burada iki
gün kaldılar ,yeni birçok kadın kız kaçırılıp götürüldü.
Kırkıncı gün, Fırat'ın bir kolu olan Murat Nehri görünmüştü.Burada
suyun üzerinde yüzen 200'den fazla erkek cesedi gördüler.Kıyıda kan
izleri ,kan lekeli fesler, elbiseler, çoraplar yığılıydı.Komşu köyün
ağası , nehre atma tehdidiyle her birinden birer lira fidye topladı.
Elli ikinci gün, bir başka köye vardılar.Burada Kürtler neleri var,
neleri yoksa üstlerindeki gömleklere varıncaya kadar her şeylerini
aldı. Beş gün boyunca konvoy , yakıcı güneş altında tümüyle çıplak
olarak yürüdü.Sonraki beş gün boyunca,yiyecek bir ekmek parçası bile
bulamadılar.susuzluktan ölecek hale gelmişlerdi.Yüzlercesi yolda
düşüp öldü;dilleri simsiyahtı.
Beşinci günün sonunda, konvoy bir çeşmeye rastlayınca hep birlikte
su içmek için atıldılar.Burada Polisler yollarını kesip bir yudum su
içmelerini bile engelledi, amaçlari bu suyu bardağı üç liradan
satmakti;fakat parayı aldıktan sonra , suyu yine de vermiyorlardı .Başka
bir yerde, kuyular vardı, bazı kadınlar kendilerini bu kuyuların
içine atti, çünkü su içecek ip ve kova yoktu.
Burada kadınlar boğulup gitti ve buna ragmen geri kalanlar suyu
içtiler, Cesetler orada kaldı ve suyun içinde çürüdü.Kuyular sığ
olduğunda ve kadınlar kuyuya inip tekrar yukarı çıktığında,
dışarıdakiler susuzluklarını gidermek için, kadınların kirli
elbiselerinden damlayan suları içiyorlardı.
Böylece çıplak hallerıyle bir Arap köyünden geçerlerken , Araplar
acıyıp onlara üstlerını örtmek için eski elbiseler verdi.Hala
üzerinde para bulundurabilen bazi sürgünler, giyecekler satın
aldılar; bazıları da ta Halepe'e kadar çıplak olarak yola devam
etti.Zavallı kadınlar utanç içindeydi, iki büklüm yürüyorlardı.
Cıplak halleriyle bile biraz para saklamayı başarmışlardı.Kimisi
saçlarının arasında, kimisi ağzında,kimisi de rahminde madeni para
gizliyordu. Soyguncuların bazıları bu gizli yerlerde para aramayı
beceriyordu ve tabi ki bunu çok zalimce, hunharca yapıyorlardı.
Altımışıncı gün , Viranşehir'e vardıklarında , 18.000 Sürgünden
yanlızca 300'u sağ kalmıştı. Altmış dördüncü gün , bütün erkekleri
ve hasta kadın ve çocukları toplayıp hepsini yakıp öldürdüler.Geri
kalanlara yürümeye devam etmeleri emri verildi.Bir günlük
yolculuktan sonra , Ras-ul-Ayn denilen yere vardilar.Burada yola
çıkalı beri ilk kez hükümet onlara ekmek verdi.Yenmeyecek kadar kötü
bir ekmekti bu, ama daha sonraki üç gün bunu da bulamadılar.
Burada , bir Çerkez , Sivas Papazının karısını ve bazi başka
kadınları, çocuklarını da yanlarına alıp kendisiyle birlikte
istasyona gelmeye ikna etti.Onları , trenle Halep'e göndermeyi vaat
etmişti.Arkadaşlarının bütün uyarılarına karşın , kadınlar bu adamı
izlemişlerdi; çünkü artık yolculuğa yaya devam edecek güçleri
kalmamıştı.Adam bir arkadaşından tren biletleri satın almak için
borç para isteyeceği bahanesiyle, onları tren İstasyonunun tam tersi
yönüne götürmüştü.Kısa bir süre sonra , adam sürgünlerin
bekletildiği yere dönmüştü; kadınlar ve çocuklar artık yanında yoktu.
O yerin valisi , Sürgünlerin her birinden kendisi için üçer lira ve
tren bileti için birer lira istedi, Bu paraları toplamadan onların
gitmesine izin vermedi.
Yetmişinci gün, Halep'e vardıklarında, Harput'tan çıkan 3000
Sürgünden , geriye 35 kadın ve çocuk kalmıştı; 18 bin kişilik bütün
konvoydan sağ kalan kadın ve çocuk sayısı yanlızca 150 idi.
HAMBARDZUM KARAPET SAHAKYAN'IN ANLATTIKLARI
(1898, SEBASTİA [SIVAS])
Ben Paskalya'dan kırk gün sonra, Yükseliş Günü'nde Sıvas'ta doğdum.
Papaz beni vaftiz ederken doğum günümü sormuş ve Yükseliş Yortusu
gününde doğduğumu öğrenince : "İsmini beraberinde getirmiş" deyip
adımı Hambardzum [Yükseliş] koymuş.
Babam Karapet, tenekeciydi. Annem Voski ev kadınıydı. Ağabeyimin adı
Haykaz'dı; erkek kardeşiminki ise Suren. Kız kardeşimin ismi ise
Vardanuş'tu. Orta halli bir aileydik. Bizim Sıvas'ta 7-8 yaşından
itibaren okula giderdik. Ben alfabeyi zar zor öğrenmiştim.
Çok iyi kalpli ve kibar bir kadın olan annem erken vefat etti. Yemem
için bana kuru üzümle ekmek verdiklerini hatırlıyorum. Ben bunları
sevinerek yedim; ama onun cenaze töreni hakkında başka bir şey
hatırlamıyorum. Babam ikinci bir evlilik yaptı.
Ağabeyim Haykaz mühendislik okumuştu; yol inşa ediyordu. Türk
Hükümeti onu uzman olarak Berlin-Bağdat Demiryolu'nu inşa etmeye
götürdü; ama bir daha geri gelmedi; öldürüldüğünü duyduk.
Tellal Ermenilerin göçe hazırlanması gerektiğini duyurduğunda, Türk
zaptiyeler "Erkekler bir yana! Avratlar bir yana!" diye emirler
yağdırmaya başladılar. Gücü kuvveti yerinde erkekleri Rus-Türk
Cephesi'ne savaşmaya gönderiyorlardı.
BIzi koyunlar gibi sürdüler; kendi evlerimizden, meyve
bahçelerimizden çıkardılar. Issız çöllere düştük. Yüz on gün, hemen
hemen hiç istirahat etmeden açık havada yürüdük. Açık havada da
uyuyorduk. Yaşlılar ve hastalar yürüyemiyor, ya da yolda
kalıyorlardı; veya zaptiye onlara vurup öldürüyordu. Bizi aç
yürütüyorlardı; su içmemize bile izin vermiyorlardı. Kürtler ve
Çeçenler üstümüze saldırıyorlar, varımızı yoğumuzu çalıyorlar,
kızları ve gelinleri kaçırıyorlardı. Pek çok kız ve kadın kendini
suya atıyordu. Dicle ve Fırat nehirleri cesetlerle dolmuştu. İkinci
annemin hamile olduğunu hatırlıyorum. Onu öldürdüler; kılıcı karnına
sokup bebeğini dışarı çıkardılar ve erkek olduğu için gülmeye
başladılar; onu yere fırlattılar. Ben o manzarayı asla unutamam. Biz
birbirimizi kaybettik. Yalnız kaldım. Bir gün kumun üzerinde aç ve
çıplak yatıyordum; bir Arap adam gelip zaptiyeye yaklaştı ve ona
para verip : "Ben şunu götüreyim; benim yanımda çalışsın" dedi. Beni
yanına hizmetkâr olarak aldı. Ben o adamın yanında çobanlık
yapıyordum. O Arap benim hayatımı kurtardı. Ben hep onun ruhu için
dua ediyorum. Doğrudur, ahırda yaşıyor, hayvanların yanında
uyuyordum; ama hayatım kurtulmuştu.
Arabın iki oğlu, bir kızı vardı. Oğulları eve faydalı değildiler.
Benim çalışkan ve kendisine adanmış olduğumu görüp beni evlat edindi.
Sol elime mavi mürekkeple dövme yaptı. Adımı Şükrü koydu. Bana :
"Ben oğullarımdan hayır görmedim. Eğer benim biricik kızımla
evlenirsen, mal varlığımı sana bırakacağım; köyün sahibi olacaksın"
diyordu. Beni Halep'e götürdü; bana elbiseler satın aldı,
ayakkabılar aldı, giydirdi. Ayakkabıcı Sıvaslı bir Ermeniydi. O bana
yardımcı oldu. Bana sordu :
- Sen kimsin?
- Ben Ermeniyim.
O Ermeni ayakkabıcı, Arabın kızıyla evlenmemem için onun yanından
kaçmamı sağladı.
1928'de o Ermeni ayakkabıcıyla Fransa'ya kaçtım. Orda çiftçilik
yaptım. Bir gün şans eseri bir adama rastladım. O bana :
- Sen Suren'in ağabeyi Hambardzum değil misin? diye sordu.
- Evet, dedim.
- Suren hayatta biliyor musun?
- Deli misin? Dünyada Ermeni mi kaldı? Hepsini katlettiler!
- Ne diyorsun? Hala yaşayan Ermeniler var; erkek kardeşin Suren
Lyon'da yaşıyor.
Adı Sargis olan o adam beni Lyon'a, erkek kardeşimin yanına götürdü.
Erkek kardeşimin babam gibi tenekecilik yaptığını gördüm. Ben de
çiftçi oldum. Lyon'da çok sayıda Ermeni vardı. Bir araya gelir,
toplantılar yapardık. Ben Ermeni Yardım Kuruluşu şubesinde önce aza,
sonra başkan vekili, daha sonra da başkan oldum. Vatanseverlik
duygusuyla yanıp tutuşuyordum; yurtdışında kendimi yabancı gibi
hissediyordum. Ben hep şöyle diyordum : "Karanlıkta yaşamak, yarı
karanlıkta yaşamaktan iyidir."
Günün birinde vatana dönüş haberi Lyon'a ulaştı. Sevincim sonsuzdu.
Ermenistan bizi çağırıyordu.
1947'de Ermenistan'a geldik. Beylanlı Taguhi'yle evlendim; bir aile
kurdum. Mıkırtiç isimli bir oğlumuz, Vardanuş isimli bir kızımız
oldu. Vardanuş adını, duyduğum acı yüzünden koydum; zira bir gün,
Arapların yanında çobanlık yaparken Arapların kızın birini
saçlarından çeke çeke götürdüklerini gördüm. Onlara yaklaşıp neden
öldüğünü sordum. "Açtı; onu bulduk; acıyıp ona bir parça ekmek
verdik; yeyince midesi patladı, öldü" dediler. Kızın yüzünü görmek
için yaklaştım; baktım ki, ölen, Vardanuş kız kardeşim. Yanında diz
çöküp : "Bu benim bacımdır!' dedim.
Arap efendim onu iyi bir şekilde defnettirdi. O yüzden de kızımın
adını Vardanuş koydum; ama onun adını her telaffuz ettiklerinde
zavallı kız kardeşimi hatırlarım.
Yerevan'da inşaatçı oldum. Konyak fabrikası, şarap fabrikası,
Sundukyan Tiyatrosu, Dvin Oteli benim yonttuğum taşlarla inşa
edilmiştir. Ama Dvin Oteli inşa edilirken düştüm ve elim kırıldı;
ondan sonra bir daha taş yontucu olarak çalışamadım. Halbuki ben iyi
bir taş yontucuydum ve Vatanımın yeniden inşa edilişinde bana düşen
görevi yerine getirdiğim, bir "taş" da ben yerleştirdiğim için
kendimle gurur duyuyorum.
Şimdi artık hatıra eşyası fabrikasında sadece geceleri bekçilik
yapıyorum.
Avedis. BINBOGA FORUMU
|
|