BİR GÜNÜN ARDINDAN
Hüseyin YILMAZ (akt.
M. Tornêğeyali)
BİR GÜNÜN ARDINDAN
Hüseyin YILMAZ
Nedense yolum hep Dersim'e düştüğünde müthiş bir sevinç kaplıyor
içimi. Mutluluk denen şey neyse yani, sevgiliye olan heyecan mı,
arzuladığına kavuşmak mı, ya da aşk mı?.. Bilemiyorum.
Hayır hayır, hiçbiri değil. Bu hasreti yaşamak başka birşey olsa
gerek. Herhalde bir coğrafyaya aşık olmaktır. Otobüse binerken bu
duygular içinde müthiş isyanların yaşandığı yıllarca barbarlığa
meydan okumuş, ihanetleri ve zaferleri yaşamış, yüzyıllarca o jaru
diyar ülkesine yabancıların ayak basmasına imkan tanımamış o güzelim
topraklarınaydı yolculuğumuz. Nicelerinin dağlarını mesken tuttuğu
yaşamaya dair umut edindiği iyiden, güzelden yana olan herşeye kucak
açmış, bağrında farklı çiçeklerin boy vermesine insanları gibi
doğası da tüm bonkörlüğünü sunmuş olan 'Güneşin Ülkesi'neydi
yolculuğumuz.
Bu duygularla Harput'a vardığımızda ilk aramadan geçiriliyoruz.
Yoldan geri çevrilecek miyiz endişesi içinde derken, bunca
kontrolden sonra Dersim merkeze varıyoruz. Otobüsten inerken
yaşadığım duygu kafamdan geçen onca devinim nelere tanıklık etmiş
acının ızdırabının en canlısını yaşayan yurdundan zorla sürgün
edilmiş bütün geçmişinden, yaşadıklarından, kültüründen, dilinden
uzaklaştırmanın ne demek olduğunu daha iyi kavrıyorum. Ve herhalde
bundan daha acı bir durum olamaz diyorum.
Kızılderililer geliyor aklıma: medeniyet adına topraklarına ilk
gelen beyazların yaptıklarını düşünüyorum. Zulmün uygulayclarna
bakyorum. Ne kadar da yabanclar toprağna, taşna, havasna, suyuna,
insanna... Yaşamaya değer ne varsa ne kadar da yabanclar. Ne işleri
var burada def olup gitmemeleri için hiç nedenleri de yok. Çünkü biz
onlarsz da yaşamay biliyor ve seviyoruz. Hangi hakla, hangi
gerekçeyle bize hükmediyorlar demeden kendimi alamıyorum.
Mazgirt dağlarına ve Düzgün Babaya bakıyorum doruklarında yaşanan,
nice katliamlara tanıklık etmiş, nice yiğitlerin meskeni olmuş,
görkemliliğine karşı secdeye durmadan edemiyorum. Bir dili olsa da
konuşsa diyorum. Yeryüzünde utanma duygularını taşıyanlara bir
seslenebilse, sessiz kalanların yüzlerinin kızarmasını sağlayabilse,
varsa insanlığından utanacakların hallerini bir görse diyorum.
Kimbilir ki eşi benzeri görülmemiş bir zulme tanıklık ettiğini?
Kimbilir ki her türlü silahların üstünde denendiğini? Kimbilir ki
her karış toprağına bir bombanın düştüğünü? Evet kim bilir?
Derken dostlarla biraraya geliyoruz. 1937-38'i bizzat yaşamış
olan olayın tanığıyla yüz yüze geliyoruz. Sorduklarımız karşısında
bizi ölçüp biçen, hasta yatağında olmasına karşın direngen görünmeye
çalışan ulu bir Çınar görüntüsü veren bu tarihi kişilik karşısında
içten içe gelişen bir saygı uyandırıyor insanda. "cigeram bizim için
Dersim her şeyden güçlüydü. Kendimizden başka güç tanımazdık. Hatta
37'de üstümüze geldiklerinde Laç deresinde müthiş bir karşılık
verdik bu saldırıda onlar yenildi. Günlerce süren çatışmalar sonunda
biz kazanmıştık. Hatta zaferimizi mağaralardan ateşler yakıp; İbisé
Seykhali'nin çalıp söylediği deyişlerle semah gitmiştik. İbıs
gencecikti ama yaratıcılığına hepimiz hayrandık. Geceleri asker
mevzilerine girip topları ellerinden alıp laç deresinin
uçurumlarından atmak ona mahsustu asker elbisesi giyerek içlerine
girerek onları darma dağın etmesi ona mahsustu. Ağıtlar yakıp
şiirler yazmak ona mahsustu. Laç deresinde savaşı kim yönetiyordu?
diye sorduğumuzda. Cıvler Ağanın oğlu Hemé cıve khej biz onum
talimatlarına göre hareket ediyorduk. Bizler bitirdik derken asker
geliyordu. Aşiretlerin çoğu ihanet içindeydi. Sayısız Milis
türemişti başlarımızı kesip götürmeleri devletin vaat ettiklerini
alabilmek için adeta bir biriyle yarışıyorlardı.
Kadın çoluk çocuk herkes mağaralarda kalıyorduk. Savunma
hatlarımız güçlüydü darbe üstüne darbe vuruyorduk, ancak milislerin
bölgedeki araziyi iyi bilmeleri işlerimizi zorlaştırıyordu.
Bu arada başka bölgelerden haberler alıyorduk. Kim direniyor kim
iş birliği yapıyor ancak gidişat iyi değildi. Güvendiklerimiz
bizimle beraber davrananların çoğu ihanetçiler tarafından tek tek
öldürüldüğünün haberlerini aldığımızda yıkılıyorduk, içimizdeki
ihanetler olmasaydı devlet bizimle başa çıkamazdı. Bakın Dersim'in
bütün önde gelenlerin çoğu ya milislerce öldürülmüş yada milislerin
komploları sonucu yakalanmıştır.
Savaş tüm şidetiyle devam ediyordu. Çatışmalar içinde Ahmedin
vurulduğunu duyduk kimse inanmıyordu. Hemen bir araya geldik eğer
vurulmuşsa bunu gizliyelim dedik, inanmak isitemiyorduk. Hatta eğer
vurulmuşsa benim vurulduğum sšylenecekti. Gece karanlık bastığında
kaldığımız mağaranın önüne geldiğimizde, neyse ki vurulan Ahmet
değilmiş.
Ölüsünü neden gizleyecektiniz?
Çünkü Ahmed'in başına ödül biçilmişti milisler leş bekleyen
akbabalar gibi başımıza üşüşecekti. Bunu onlara yaşatmak
istemiyorduk.
Çatışmalar devam ediyordu, içimizde tek ağır makinalı kulanan
Sıle pıt benim akrabamdı. Ağır makinalı oldukça işe yarıyordu. Bir
gün dost diye biri gelmişti. İçimize toplantı halindeydik. İçinizde
ermeni varmış dedi. Bende Sıle Pıti gösterdim. Bizim ermenimiz bu
diyerek güldük. Devlet her türlü oyuna baş vuruyordu. Bizi bir
birimize düşürmek için yapıyordu.
Seyit Rıza'yla ilişkiniz varmıydı?
Halvori toplantısında yemin etmiştik. Bir çok aşiretle birlikte
davranacaktık. Bazıları uymadı, sonradan işbirliğine girdiler oysa
biz munzur suyunun üzerinde yemin etmiştik.Kavlu karar kılmıştık.
Seyit Rıza yeminine sadık kalmıştı. Duyduk ki ailesi tümden yok
edilmiş onunda eski durumu yoktu yaşlanmıştı yanındakilerin çoğunun
ihanet ettiğini biliyorduk. Bundan dolayı Seyit Rıza'ya haber
gönderdik. içimize gelsin diye fakat o geçiş yapamadı. Güvenli yol
bulup yanımıza gelemedi.
Gelseydi, Ona nasıl davranırdınız?
Seyit Rıza bizim için bir değerdi, altındı "ma kerdenı qutiya
semını pihstiné xode dardene wé"
Biz onu gümüş bir kutuyu koyar koynumuzda saklardik ve onu öyle
korurduk. Çaresiz kaldığı için Erzinca'na gitti. Başka çıkar yol
bulamadı. Sonrasını zaten biliyorsunuz. (Qemer Ağa'yla yapılan bu
konuşma dergimizde yayınlanacaktır)
.
Evet o gün ve bu gün ne değişti derseniz, değişen tek şey araç
gereçlerin bir de teknoloji değişti. Zulüm eksilmeden şekildeki
değişikliğiyle devam ediyor.
Güneşli bir gündü Mart'ın başİ, gökyüzü pırıl pırıl olan güzelim
maviliğiyle doruklardaki karın beyazlığı yanında helikopterlerin
patırtısı inip inip kalkması morel bozuyorsa da, doğanın güzelliği
bir an olsun kentlerde beton duvarlar arasında çıkmanın verdiği
özlemle kutu deresine pikniğe gidiyoruz. Yaklaşİk kadınlı erkekli
yirmi arkadaşla Herçik çayının kenarina vardığımızda arkadaşla biraz
görüntü almak istiyoruz. Ancak kamerayı ne tarafa çeviriyorsak
mübalasız karakol ya da burçlarına Türk bayrağı asılı bulunan
nöbetçi kulübeleri ben kameraman arkadaşı ikaz ediyorum görüntü alma
diye. Muhtemelen onlar da bizi dürbünle seyrediyorlar. Gelirler
efendim siz devletin mekanlarını çekip bir yerlere mi verecesiniz
diye kameramıza el koyabilirler. Devlete karşı suç işlemiş olmayalım
kameraman arkadaş da haklı olarak ben dağlarımı çekmek istiyorum
diyor ama her taraf karakol ben ne yapayım. Bu hengame içinde her
türlübaskıya rağmen bizim gibi pikniğe gelen başka masalara
yöneliyoruz. Çekim yapmamıza engel olmak istiyorlar sonra kendimizi
tanıtıyoruz. İstanbul Tunceli'ler derneği yöneticilerinden
olduğumuzu söylediğimizde "Ha öylemi o zaman çekin" deyip bir
biriyle yarışıyorlar, "Bizim böyle eğlendiğimize bakmayın" deyip
sorunlarını anlatmaya başlıyorlar. Herkes bir şeyler ikram etmeye
başlıyor özellikle alabalık İzgarası yanında yakılan ateş ortaklaşa
söylenen türküler ve tartışmalar kırmancki anlatılan espiriler
yaşamaya değer ne varsa bu olsa gerek diyorsun ve kendini Harçik
suyunun kayalarına vuran sesinin akışına bırakarak al beni, al da
nehirlere götür, denizlere, sonra okyanuslara kulaç atmaya götür
beni. Çünkü sen asiliğin boyun eymezliğin kaynağısın asilliğinle
götür beni" demeden alamıyorum kendimi.
Derken ayrılma vakti geliyor. Yeniden düşünmek bile istemediğim o
beton duvarlar, kalabalıklar trafik tıkanıklığı, balık istifi
otobüsler, sinir bozucu gürültüler, her türlü iğrençliğin yaşandığı
kente dönmek zamanı gelmişti.
Otobüse bindiğimde, el sallayan dostlara, doğup büyüdüğüm bu toprağa
hoşçakalın demek o kadar zor geliyordu ki anlatamam. Bir an düşündüm,
acaba benim gibi kaç bin insan ayrılırken nemli gözlerle arkasına
bakıp bu diyarı terketmek zorunda kaldı. Evet kaç bin insan üstelik
isteyerek değil, baskıyla geçmişinden, toprağından koparılıp, dilini
kültürünü bilmediği yerlerde istemeyerek yaşamak zorunda bırakılan
ne kadar insan göz yaşları içinde terki diyar eyledi. Bu güzelim
memleketi.