KISIM C.1
KAPİTALİZMDE FİYATLARI NE BELİRLER?
C.1.1 Bu Kuramda Yanlış Olan Ne?
C.1.2   Öyleyse Fiyatı Ne Belirler?
C.1.3   Fiyatları Başka Neler Etkiler?

 
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler, açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.

Kapitalizm taraftarları, çoğu ana görüş [mainstream, bir konuda yaygın ve hakim görüş] ekonomi ders kitabınca açıklandığı üzere, Sübjektif Değer Kuramı (SDK) [Subjective Theory of Value, STV, öznel, normatif] denilen şey üzerinde görüş birliği içindedir. Bu ekonomi sistemi, nedenleri aşağıda belirgin hale gelecek olan, "marjinalist" ekonomi olarak adlandırılır genellikle.

SDK, özünde, bir metanın fiyatının, [metanın] tüketici ve üretici için olan marjinal faydası tarafından belirlendiğini ifade eder. Marjinal fayda, bireyin tatmin skalası [scale, bireyin çeşitli tüketim kombinasyonlarından elde ettiği tatmini gösteren tablo] üzerinde, mala duyduğu arzunun tatmin edildiği noktadır. Bu nedenle fiyat pazar yerindeki bireysel, sübjektif [öznel] değerlendirmelerin bir sonucudur. Bu kuramın bireysel özgürlükle ilgilenenlere için neden çekici olduğunu görmek kolaydır.

Ancak, SDK bir efsanedir. Pek çok efsane gibi, içinde bir nebze de olsa gerçeklik vardır. Ancak bir metanın fiyatının nasıl belirlendiği açıklaması bağlamında, ciddi kusurları vardır.

Bu bir nebzelik gerçeklik bireylerin, grupların, şirketlerin vb. mallara gerçekten de değer biçtikleri ve onları tükettiği/ürettiğidir. Örneğin tüketim oranı, malların kullanıcılar için olan kullanım-değerine bağlıdır (bir kimsenin satın aldığı ürünün miktarının fiyatlar ve gelire ilişkin değerlendirmelerden etkilenip etkilenmediğini daha sonra göreceğiz). Benzer şekilde, üretim, üreticilerin daha fazla mal arz etmekten [elde edecekleri] fayda tarafından belirlenir. Bir malın kullanım-değeri oldukça sübjektif bir değerlendirmedir, ve bu nedenle bireyin zevk ve gereksinimlerine bağlı olarak durumdan duruma değişir. Böyleyken, bunun fiyatlar üzerinde bir etkisi olacaktır; ancak --ileride gösterileceği üzere-- bu, bir ürünün fiyatını belirlemenin aracı olarak kapitalist ekonominin dinamiklerini ve piyasanın altında yatan üretim ilişkilerini gözardı eder. Sonuçta, SDK tüm metalara birer sanat ürünüymüşçesine davranır, ve bu gibi insani çaba ürünleri (eşsiz olmaları nedeniyle) kelimenin sıradan anlamında kapitalistik metalar değildirler (yani, yeniden üretilemezler ve böylece de emek onların miktarını artıramaz). Bu nedenle, SDK üretimin kapitalizmdeki doğasını gözardı eder. Daha sonraki kısımlarda bu tartışılacaktır.

Tabii ki, modern ekonomistler, ekonomiyi "değerden arınmış bir bilim" olarak resmederler. Doğaldır ki, mevcut toplumsal yapıları ve onlar etrafında örülmüş ekonomik dogmaları verili aldıkları, böylece onları meşrulaştırdıkları nadiren kafalarına dank eder. Kropotkin'in belirttiği üzere:

"Politik iktisadın yasaları ve kuramları denilen şeylerin tümü aslında şu mizaca sahip beyanatlardan başka bir şey değildir:
'Bir ülkede, Devlet tarafından onlara dayatılan veya Devlet'in toprak, fabrika, demiryolu vb. sahipleri olarak kabul ettiği kimseler tarafından kendilerine teklif edilen çalışma koşullarını kabul etmeksizin bir ay, hatta onbeş gün bile yaşamını sürdüremeyecek dikkate değer sayıda insanın daima olduğu veriliyken, bu durumda sonuçları ıvır, zıvır olacaktır.'
Orta-sınıfın [burjuvazinin] politik iktisadı, bu sayılan koşullar altında --koşulların kendisini ayrıca belirtmeksizin-- olup bitenlerin sayılıp dökülmesinden ibaret olmuştur. Ve toplumumuz içinde bu koşullar altında ortaya çıkan olguları tanımlamalarının ardından, bize bu olguları katı, kaçınılmaz ekonomik yasalar olarak gösterirler." (Kropotkin's Revolutionary Papers, s. 179)
Diğer bir deyişle, ekonomistler kapitalist toplumun (mülkiyet hakları, eşitsizlik vb. gibi) politik ve ekonomik yönlerini genellikle verili kabul eder, ve kuramlarını bunların etrafında oluştururlar. Marjinalizm sonuçta, sınıf çizgileri, hiyerarşileri ve eşitsizlikleriyle kapitalist toplumu verili kabul ederek "politik olanı" "politik iktisat"ın dışına çıkarır. Bireysel tercihler üzerine yoğunlaşarak, onları bu tercihlerin yapıldığı ve [bu tercihleri] etkileyen toplumsal sistemden soyutlarlar. Gerçekte, SDK, bireyleri yaşadıkları toplumsal çevreden soyutlama üzerine; ve tüm bireyler için, tüm toplumlarda her zaman uygulanabilir olan ekonomik "yasalar" üretilmesi üzerine inşa edilir. Bu, tüm somut durumların --tarihsel olarak ne kadar farklı olurlarsa olsunlar-- aynı evrensel kavramın ifadeleri olarak değerlendirilmesine yol açar. Böylece, neo-klasik ekonomide, ücretli-emek emek haline gelir, sermaye üretim araçları haline gelir, emek süreci üretim fonksiyonu haline gelir, sahiplenmeye yönelik davranış insan doğası haline gelir. Bu yolla, günümüz toplumunun eşsizliği, yani ismiyle onun ücretli emek üzerinde temellenmesi gözardı edilir ("İçinden geçtiğimiz dönem ... özel bir nitelikle ayırd edilmektedir --ÜCRETLER." (Proudhon, System of Economical Contradictions, s. 199)); ve kapitalizme özgü olan evrenselleştirilir, her zaman uygulanabilir hale getirilir. Böylesi bir perspektif bilimsel olmaktan ziyade ideolojik olmaktan kaçınamaz. Her zaman geçerli (ve böylece görünürde değerden arınmış) olan bir kuram yaratmaya çalışarak, onlar ancak kuramlarının kapitalizmin eşitsizliklerini meşrulaştırdığı gerçeğini gizlerler. Edward Herman'ın vurguladığı gibi:
"1849'da, Britanyalı ekonomist Nassau Senior, 'yoksulluğun ekonomisi'ni açıklamak üzere sendikaları ve asgari ücret düzenlemelerini savunanları kusurlu buluyordu. O ve meslekdaşlarına göre, 'zenginliğin ekonomisi' [düşüncesi] hiç akıllara getirilmiyordu; kendisini bilim adamı ve gerçek ilkelerin sözcüsü olarak görüyordu. Bu kendi kendini aldatma, 1930'ların Keynesyen devrimine gelene kadar ana akım ekonomiyi istila etti. Keynesyen ekonomi --kısa zamanda kapitalist devletin hizmetindeki bir araç olarak ehlileştirilse de, kapitalizmin içsel istikrarsızlığına, kronik işsizlik eğilimine, ve ayakta kalmasını sağlamak için önemli hükümet müdehalesinin gerekliliğine vurgusuyla-- rahatsız ediciydi. Kapitalizmin son 50 yıldaki yeniden yükselişiyle, Keynesyen düşünceler ve onların örtülü müdehale çağrıları devamlı saldırılara maruz kaldı; ve Chicago Okulu'nun önderliğindeki entelektüel karşı-devrimle, zenginlerin geleneksel laissez-faire ('bırakınız yapsınlar') ekonomisi yeniden ana akım ekonominin merkezi olarak yerleştirildi." (The Economics of Rich)
Herman şunu sorarak devam ediyor, "(n)eden ekonomistler zenginlere hizmet ederler?", ve "(y)anlızca tek bir nedenle; önde gelen ekonomistler zengindirler ve diğerleri de aynı mertebeye erişmeyi amaçlamaktadır. Chicago Okulu ekonomisti Gary Becker, ekonomik güdünün sıklıkla başka kuvvetlere atfedilen birçok eylemi açıkladığını öne sürerken başka bir şeyin peşindeydi. O tabii ki, bu düşünceyi işi olan ekonomiye asla uygulamadı..." (a.y.) diye cevaplıyor. "Uygun miktarda bir arz kaynağı sağlayacak 'efektif [gerçek] talebi' " (a.y.) yaratacak iyi para kazanan çok sayıda think-tank [belli bir konuda tartışma yürüten uzmanlar grubu], araştırma pozisyonları, müşavirlikler vb. vardır.

Marjinalizmin ortaya çıkışı ve "ortodoksi" olarak kabul edilmesi, --geçmişte ve bugün hala-- çalışan insanların yüz yüze kaldığı en önemli sorulardan ilginin uzaklaştırılmasına hizmet etmektedir (örneğin, üretimde nelerin olduğunu, otorite ilişkilerinin toplum üzerindeki ve işyerindeki etkilerinin neler olduğu). Marjinalizm, nesnelerin nasıl üretildiğine, üretim sürecinde ortaya çıkan çatışmalara ve artığın yaratılmasına/bölüşülmesine bakmak yerine; kapitalist işyerini, işbölümünü ve otorite ilişkilerini vb., keza üretileni verili olarak kabul eder.

Kuramlar gerçeğin izinden gidebilir veyahut özel çıkarlara hizmet edebilir. Bu ikincisi bağlamında, [kuramlar] yanlızca arzulanan sonuçlara ulaşılması için uygun olan kavramları kabul eder. Bir ekonomi kuramı örneğin, karlara, çıktı miktarlarına, yatırım miktarına ve fiyatlara dikkati çekebilir, ve sınıf mücadelesini, yabancılaşmayı, hiyerarşiyi ve pazarlık gücünü dışarda bırakabilir. O zaman kuram kapitalistlere hizmet edecektir; ve ekonomistlerin ücretlerini ödeyen ve üniversitelerinde onları işe alanlar kapitalistler olduğu için, ekonomistler ve itaatkar öğrencileri de [bundan] faydalanacaklardır.

Genel denge analizi ve marjinalizm, yönetici sınıfın istekleri doğrultusunda geliştirilmiştir. Marjinalizm, üretim meselesini gözardı eder ve değişime odaklanır. Çalışan insanların toplum içindeki konumlarını iyileştirmeye yönelik (örneğin sendikalar yoluyla) herhangi bir girişiminin amaca zarar [counter-productive] verdiğini savunur; "uzun dönemde" herkesin daha iyi olacağını ve bu nedenle bugünkü sorunların konuyla ilgisi olmadığını (ve bunları halletmeye yönelik herhangi bir girişimin amaca zarar verdiğini), ve tabii ki kapitalistlerin karlarını, faiz ödentilerini ve kirayı hak ettiklerini telkin eder. Böyle bir kuramın faydası açıktır. Eşitsizliği meşrulaştıran, karların, kiranın ve faizin sömürücü olmadığını "kanıtlayan" ve ekonomik olarak güçlü olanların serbestçe hükümranlık [yapmasını] savunan bir ekonomik kuramın, yönetici sınıflar açısından --bunları yapmayan [bir kurama göre]-- kullanım-değeri ("faydası") daha fazla olacaktır. Düşünceler piyasasında, talebi karşılayacak ve entelektüel olarak "saygın"lık kazanacak olanlar işte bunlardır.

Tabii ki, kapitalist ekonominin tüm taraftarları (çoğu zengin olmayı arzulasa da) zengin değildir. Kapitalizmin özgürlüğe dayandığına; kar, faiz ve kiranın hiyerarşik işyerleri ve toplumsal eşitsizlik yüzünden ortaya çıkmadığına, sağlanan hizmetlerin "ödülleri"ni temsil ettiğine pek çok kimse inanmaktadır. Ancak, kar, faiz ve kira meselesiyle uğraşmadan önce, ilk olarak SDK'nın neden yanlış olduğunu tartışmalıyız.
 

C.1.1 BU KURAMDA YANLIŞ OLAN NE?

Fiyatı belirlemek için marjinal faydayı kullanmaktaki ilk sorun, bunun döngüsel bir mantığa yol açmasıdır.Fiyatların metaların "marjinal faydalarını" ölçtüğü varsayılır, ancak tatminlerini en iyi nasıl azamileştireceklerine [maksimumlaştıracaklarına] karar verebilmeleri için tüketicilerin ilk önce fiyatları bilmesi gerekir. Böylece sübjektif değer kuramı, "açıkça döngüsel bir mantığa dayanır. Fiyatları açıklamaya çalışsa da, marjinal faydayı açıklamak için fiyatlar gereklidir." (Paul Mattick, Economics, Politics and the Age of Inflation, s. 58) Sonunda, (marjinalizmin kurucularından birisi olan) Jevons'un kabul ettiği üzere, metanın fiyatı metanın üretici için faydasını test etmenin yegane yoludur. Marjinal faydanın bu fiyatları açıklamak için gerekli olduğu biliniyorken, kuramın başarısızlığı bundan daha çarpıcı olamazdı.

İkincisi, denge fiyatı tanımını ele alalım. Denge fiyatı, talep edilen miktarın tam olarak arz miktarına eşit olduğu fiyattır. Böyle bir fiyatta, ne talep edenlerin ne de arz edenlerin davranışlarını değiştirmelerine yönelik hiçbir dürtü olmayacaktır.

Neden böyle oluyor? Sübjektif kuram, herhangi başka bir fiyata göre neden bu fiyatın denge fiyatı olduğunu açıklayamaz. Bunun sebebi SDK'nın, piyasadaki "sübjektif" değerlendirmelerin dayanacağı objektif bir ölçüte [measurement] sahip olmamasıdır. Tüketicinin --alışveriş yaparken-- "fayda"sını en iyi şekilde azami kılmak amacıyla parasını [metalar arasında] paylaştırması için fiyatlara gereksinimi vardır (ve tabii ki tüketici, marjinal fayda kuramının açıkladığını varsaydığı fiyatlarla piyasada karşılaşır!). Ve şirket piyasa fiyatlarını ürettiği metanın üretim maliyetiyle karşılaştırmadığı sürece, kar yapıp yapmadığını nasıl bilecektir. Proudhon'un ifade ettiği gibi, "(e)ğer arz ve talep tek başına değeri belirliyorsa, o halde neyin [arz veya talep] fazlası, neyin [arz ve talep] yeterliliği olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Eğer ne maliyet, ne piyasa fiyatı ve ne de ücretlerin hiçbirisi matemetiksel olarak belirlenemiyorsa, o halde artığı, karı anlamak nasıl mümkün olabilir?" (System of Economical Contradictions, s. 114). Bu objektif ölçüt, ancak kapitalizmdeki fiili üretim süreci, kar için olan üretim olabilir. Bunun sonuçları, bir sonraki kısımda tartışacağı gibi, kapitalizmde fiyatı neyin belirlediğini bulunması için önemlidir (Kısım C.1.2 - Peki fiyatı ne belirler?)

İlk marjinalistler bu sorunun farkındaydılar ve fiyatın "marjin"deki [sınırdaki] faydayı yansıttığını öne sürdüler (marjinalist okulun kurucularından birisi olan Jevons, "nihai fayda seviyesinin değeri belirlediği"ni öne sürmüştü), ancak marjinin konumunu ne belirliyordu? Bu mevcut arz tarafından sabitleniyordu ("Arz, nihai fayda seviyesini belirler" --Jevons); ancak arz seviyesini ne belirliyordu? ("Üretim maliyeti arzı belirler" --Jevons). Diğer bir deyişle, fiyatlar, üretim maliyetlerine dayanan arza dayanan marjinal faydaya dayanmaktadır. Bir başka deyişle, nihayetinde sübjektif değerlendirmelere değil, objektif bir ölçüte (üretim arzı veya maliyetine) dayanmaktadır! Bu şaşırtıcı değildir, çünkü piyasada bir şeyi tüketmeden ("sübjektif olarak değer biçmeden") önce, onun üretilmiş olması gereklidir. Maddeyi ve enerjiyi (bizim için) daha az faydalı olandan daha çok faydalı olan biçimlere yönelik olarak yeniden düzenleyen şey, üretim sürecidir. Bu ise, bizi üretime ve belli bir toplumdaki mevcut toplumsal ilişkilere --ve (değişim) değerini emek cinsinden tanımlamanın politik tehlikelerine-- geri götürür (Bir Sonraki Kısım'a bakınız). Nihayetinde, bireyler piyasada sadece verili arzla değil, aynı zamanda --üretimle ve kar edinimiyle ilgili olan maliyetler dahil olmak üzere-- fiyatlarla da yüz yüze kalır.

Marjinalizmin tüm amacı (güç ilişkilerinin belirgin olduğu) üretimden uzaklaşmak ve (gücün dolaylı olarak işlediği) değişimin üzerine yoğunlaşmak olduğu için, eski marjinal fayda-değer kuramının çabucak terk edilmesine şaşmamak gerekir. Ekonomi ders kitaplarında süren "fayda" tartışması esasen anlamaya yöneliktir. İlk olarak, neo-klasik ekonomistler ölçülebilir (kardinal, [sayısal olarak ölçülebilir]) "fayda"yı kullandılar (yani fayda herkes için aynıydı), ancak bu politik meselelere yol açtı (çünkü kardinal fayda, yoksul bir kimse için ek bir doların "fayda"sının zengin bir kişinin bir dolar kaybetmesindeki [faydadan] daha fazla olduğu anlamına geliyor ve yeniden bölüşüm politikalarını açıkça meşru kılıyordu). (Kardinal faydanın pratikte imkansız olmasıyla birlikte) bunun farkına varıldığında, fayda "ordinal" [ölçülemez, ancak birbirine göre belli bir tercih sıralaması içinde ifade edilebilir, karşılaştırılabilir olan] (yani, faydanın bireysel bir şey olduğu ve bu nedenle ölçülemeyeceği) hale geldi. Ardından, kişiler arası faydaların ve bu nedenle bundan elde edilebilecek objektif fiyatların karşılaştırılabilir olmaması nedeniyle, ordinal fayda bile terk edildi (bu, Adam Smith'in argümanıydı ve onun faydaya veya kullanım-değerine dayanan [bir kuramı] değil, emek değer kuramını gelştirmesine yol açmıştı). "Ordinal" faydanın terk edilmesiyle, ana akım ekonomisi bireysel tercihleri bile bu şekilde düşünmekten artık vazgeçti. Bu, modern ekonominin hiçbir değer kuramına sahip olmadığı anlamına gelir --ve değer kuramı olmaksızın, kapitalizmin işleyişinin herkes için faydalı olacağı veya sonuçlarının bireysel tercihleri gerçekleştireceği iddiasının hiçbir rasyonel temeli yoktur.

Böylece fayda kuramı bütün keskinliğini kaybetti ve kardinalden ordinal faydaya ve ordinalden de 'gösterilmiş tercihler'e [revealed preferences, yani dolaylı olarak açıklanmış, ifade edilmiş tercihlere] indirgendi. (Açıkça harikalar diyarı olan) kardinal faydadan, (bir fark olmaksızın ayırd etmeye [imkan tanıyan]) ordinal faydaya ve (kuru bir totoloji olan --tüketiciler, harcamalar yapısında "gösterilmiş" olarak toplam faydayı maksimize ederler veya, tüketiciler maksimize ettikleri şeyi maksimize ederler) "gösterilmiş tercihler"e [doğru olan] bu gerileme, kurmaca varsayımları basit ancak içine işleyen sorulara maruz kaldığında, marjinalistlerin yaptığı birçok geriye çekilişlerinden sadece birisidir.

Pek çok ana akım ekonomistleri değerin "fayda" kuramını gözardı ederken, onun esas kısımları olan "tam rekabet" ve Walrasçı "genel denge" kavramlarını kabul ederler. Marjinalizm, Paul Ormerod'un sözleriyle, "bazı belirli varsayımlar altında serbest piyasanın, verili kaynaklar kümesinin ekonomideki her bireyin ve her firmanın bakış açısından --oldukça özel ve sınırlı bir manada-- optimal dağıtımına yol açacağını" göstermeye çalışmıştır (The Death of Economics, s. 45). Walrasçı genel denge kuramının kanıtladığı şey budur. Ancak, bunu ispatlamak için gerekli olan varsayımlar (durumu anlamak açısından) biraz gerçekçi değildir. Ormerod'un belirttiği üzere:

"Rekabetçi modelin pratikteki Batı ekonomilerinin kabul edilebilir bir temsilinden uzak olduğu ... çok kuvvetli bir şekilde vurgulanamaz ... (Bu) gerçekliğin alaya alınmasıdır. Örneğin, dünya hiçbirinin pazar üzerinde hiçbir şekilde herhangi bir kontrole sahip olmadığı, sayısız küçük firmadan oluşmamaktadır. ... Marjinal devrim tarafından açıklanan kuram, insan davranışları ve ekonominin işleyişi hakkında bir dizi önermeye dayanır. Bu, varsayımların pek az ampirik [gözlemsel] rasyonalleştirmesinin olduğu, neredeyse tamamen saf düşünsel bir deneydir."
Aslında, "kanıtların çoğu, gerçekliğin akla yakın bir temsili olarak rekabetçi genel denge modelinin geçerliliğininin karşısında"dır (Op. Cit., s. 48, s. 62). Örneğin, kuram (ister büyüklük veya örgütlenme, isterse toplumsal yaralanmalar veya başka bir şey nedeniyle olsun) enformasyonda veya ekonomik [karar] birimlerinin pazarlık gücündeki asimetrilerle [eşitsizliklerle] ilgili ilginç soruları cevaplayamadığı için, oligapol [az sayıda firmanın piyasa fiyatını belirlediği piyasa yapısı] ve eksik rekabet dışarda bırakılır. Gerçek dünyada oligapol sıradan bir şeydir; enformasyon ve pazarlık gücündeki eşitsizlikler birer normdur. İnsanların karşı karşıya bulunduğu gerçekliği sergilemek için bu araçları dışarda bırakmak çelişkilidir, ve bu nedenle daha az pazarlık gücüne ve enformasyona sahip olanların zararına olacak çözümler ortaya koyulabilir. Ayrıca, model, insanların ve şirketlerin piyasa hakkında tam bir bilgi ve enformasyona sahip oldukları bir dünyada yaşadıkları, zamanın olmadığı bir ortama göre tasarlanmıştır. Geleceğin ve böylece de belirsizliğin olmadığı bir dünya (zamanı ve dolayısıyla da belirsizliği dahil etmeye yönelik her teşebbüs, modelin değersizleşmesini sağlar). Böylece model, gelecekteki fiyatlar, malların gelecekteki mevcudiyetleri, gelecekte üretim tekniklerinde veya pazarda olacak değişiklikler vb. gibi ekonomik [karar] birimlerinin aslen bilmedikleri şeylere dair gerçekliği kolay ve kullanışlı bir şekilde ele alamaz. Bunun yerine, sonuçlara --denge koşullarına ilişkin ispatlara-- ulaşmak için model; [karar] birimlerinin tam bilgiye, veya en azından ekonomideki tüm olası sonuçlarla ilgili olasılık [bilgilerine] sahip olduklarını varsayar. Gerçeklik ise bunun aksidir.

Zamansız, mükemmel bir dünyada, "serbest pazar" kapitalizmi kendisinin kaynakların dağıtımında en etkin yöntem olduğunu ve tüm piyasaların temizleneceğini [arz-talep dengesizliklerinin giderileceğini] ispat edecektir. Genel Denge Kuramı, soyut ve önemli bir soruya, kısmen de olsa, verilmiş soyut bir cevaptır: Piyasa enformasyonu olarak fiyat sinyallerine dayanan bir ekonomi düzenli olabilir mi? Genel dengenin cevabı açık ve kesindir --bir kimse böyle bir ekonomiyi bu özelliklerle betimleyebilir. Ancak, hiçbir gerçek ekonomi böyle betimlenmemiştir; söz konusu varsayımlar veriliyken, böyle bir ekonomi bugüne kadar asla var olmamıştır. Kuramsal bir soru, bir miktar entelektüel gelişimi de içererek cevaplanmıştır; ancak bu gerçeklikle hiç alakası olmayan bir cevaptır. Ve bu sıklıkla dengenin "yüce kuramı" olarak adlandırılır. Açıktır ki birçok ekonomist gerçek dünyayı özel bir durumu [genel kuramın özel bir uygulaması] olarak ele alıyor olmalı.

Böylece, Genel Denge kuramı, varolacağına veya varolduğuna, ortaya çıkacağına ilişkin hiçbir nedenin olmadığı bir ekonomik durumu incelemektedir. Bu nedenle, [bu kuram], varolduğu şekliyle dünyaya ilişkin hiçbir anlaşılır uygulanabilirliği veya ilintisi olmayan bir soyutlamadır. Bunun gerçek dünyaya ilişkin anlayışlar [insights] sunabileceğini iddia etmek gülünçtür. Aksiyomlar ve varsayımlarla başladığı, ve sonuçlara ulaşmak için tümdengelimci metodolojiyi kullandığı için ana akım ekonomi kuramının dünyanın nasıl işlediğine ilişkin kullanışlılığı sınırlıdır. Birincisi, Kısım F.1.3'de belirttiğimiz üzere, tümdengelimci yöntem doğası itibariyle bilim-öncesi bir yöntemdir. İkincisi, aksiyomlar ve varsayımlar hayali [uydurma] olarak nitelendirilebilir (çünkü ampirik olarak [gerçeklikle] önemsenmeyecek derecede ilgileri vardır); ve tümdengelimci modellerin sonuçları --bu modellerin ekonomik gerçeklikle hiçbir ilişkileri yokken-- ancak bu modellerin yapıları ile ilgili olabilir. Genel denge modelinin bir takım hayali entelektüel meselelere kesin cevaplar sağlamak üzere tasarlanmış (ki böyle bir şey gerçekten de olabilirse) olduğu doğru olmakla beraber, uygulamada bu şunu söylemeye denk düşer: eğer bir kimse gerçek dünyada hiçbir benzeri veya çözümü olmayan bir meseleyi incelemekte ısrar ederse, o zaman gerçek dünyada hiçbir uygulanırlığı olmayan bir modeli kullanması uygundur. Hayali sorunlara cevap vermek üzere tasarlanmış modeller pratik, gerçek-dünyaki ekonomik sorunları çözmek için, ve hatta kapitalizmin nasıl işlediği veya geliştiğine ilişkin faydalı bir sezgi [sunmak için] uygun olmayacaktır. Tanınmış bir sol-kanat ekonomisti Nicholas Kaldor'un sözleriyle, "denge kuramı, saf kuramcının [sadece kuram çalışan bir kimsenin] bu kuramın etkilerinin gerçekte muhtamelen tutmayacağını başarılı bir şekilde (her ne kadar istemeden olsa da) gösterdiği bir aşamaya erişti, ancak mesajını henüz ders kitabı yazarlarına veya dersliklere ulaştıramadı." Böyleyken, "genel denge kuramına karşı temel itiraz onun soyut olmasına [yönelik] değildir --tüm kuramlar soyuttur ve böyle olması gerekir, çünkü soyutlama olmaksızın analiz olamaz--; [temel itiraz] yanlış bir soyutlama ile işe başlamasına, ve bu nedenle de olduğu haliyle dünyanın aldatıcı bir "paradigma"sını sunmasına [yöneliktir]; ekonomik kuvvetlerin işleyişlerinin doğası ve tarzı hakkında alatıcı olması"nda şaşacak bir şey yoktur (The Essential Kaldor, s. 377 ve s. 399).

(Alfred Marshall tarafından geliştirilen) "kısmi" denge kuramı olarak adlandırılan daha gerçekçi bir neo-klasik denge kavramı da vardır. Alfred Marshall'ın çeşitli dönemler için varolan denge kavramları sayesinde, "zaman" da işin içine katılır. Marhall'ın kavramlarından en önemlileri "kısa dönem" ve "uzun dönem"dir. Ancak bu, bir durağan [statik] (ideal) durumun bir başka [durağan durum] ile karşılaştırılmasından ibarettir. Marshall, "diğer tüm herşey aynıyken" --yani ekonominin geri kalanının değişmeden kaldığı varsayımı ile!--, piyasalardan "belli bir anda" sadece "birisini" ("kısmı denge" ifadesi bu nedenledir) ele alır. Bu kuram, olası alternatif denge konumlarının incelenmesi ile zaman içinde gerçekleşen sürecin incelenmesini birbirine karıştırır. Diğer bir deyişle, gerçek dünyanın bildiği anlamda bir zaman yoktur ortada. Gerçek dünyada, her uyarlamanın [adjustment] tamamlanması belli bir zaman alır, ve dengeyi değiştirebilecek olaylar gerçekleşebilir. Hareket etme sürecinin kendisinin ulaşılacak yer üstünde etkisi vardır; bu nedenle, ekonominin izlediği istikametten bağımsız olan bir uzun dönem dengesi konumu gibi bir şey yoktur. Marshall'ın "belli bir anda bir piyasa" ve "tüm herşey aynıyken" varsayımları, zamanın "genel" dengeye olduğu gibi "kısmi" dengeye de aykırı olmasını sağlar.

Ana akım ekonominin büyük bir kısmı, gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan veya çok az ilişkisi olan kuramlara dayanır. Marjinal fayda kuramının amacı kapitalizmin etkin olduğunu ve herkesin bundan faydalandığını göstermekti (faydayı maksimize eder --piyasada mevcut olan dayatılmış kısıtlı anlamında tabii ki). Tam rekabetin ispatladığı varsayılan şey budur. Ancak, tam rekabet mümkün değildir. Ve tam rekabet marjinal faydanın [gereksindiği] bir varsayım olduğu için, bu noktada kuramın terk edilmesi gerektiğini bekleyebiliriz. Bunun yerine, çelişki halının altına süpürülmüştür.

Bunun yanısıra, pekçok din gibi, neo-klasik ekononomi de bilimsel olarak sınanamaz. Bunun sebebi tam rekabet modelinin hiçbir şekilde yanlışlanamayan tahminler üretmesidir. Martin Hollis ve Edward Nell'in öne sürdüğü üzere:

"Aslında marjinal analizi sınama fikri tamamen bir saçmalıktır. Böyle bir sınama neyi ortaya çıkaracaktır? Olumsuz sonuçlar sadece piyasanın kusurlu [eksik] olduğunu gösterecektir. Çeşitli yorumlar yapılabilir ... Ancak şu yorumu yapmak imkansızdır --yani marjinal analizin reddedilmesi gerektiği. ... Bu nokta genelleştirilirse, bu anlamda marjinalist ifadeler [yargılar] ([yani] Pozitif mikro-ekonominin varsayımları geçerliyse, şöyle şöyle olur [şeklindeki ifadeler]) birer totolojidir, ve sonuçları basitçe önsel tezlerinin [prothesis] mantıksal çıkarımlarıdır; ... model sınanabilir değildir." (Rational Economic Man, s. 34)
*
Diğer bir deyişle, marjinalist ekonominin bir tahmini tutmazsa, bundan çıkarabileceğimiz yegane sonuç tam rekabetin var olmadığıdır. Kuramın aksi [yani geçersiz olduğu], ne kadar aksi yönde kanıt toplanırsa toplansın kanıtlanamaz. Ayrıca, neo-klasik ideolojiyi ampirik kanıtlara karşı savunmakta kullanılan başka kullanışlı teknikler de vardır. Örneğin, neo-klasik ekonomi üretimin ölçeğe göre azalan getirilere tabi olduğunu savunur. Aksi yöndeki her ampirik kanıt dışarda bırakılabilir, çünkü basitçe ölçek yeterince büyük değildir --getiriler artan ölçekle beraber en sonunda düşmelidir. Benzer şekilde, "uzun dönem" terimi ideolojik olarak harikalar yaratabilir. Belirli bir politikanın iddia edilen iyi sonuçları --yönetici sınıflar hariç-- herhangi birisi için gerçekleşmezse, o zaman ideolojiyi suçlamaktansa zaman ölçeği suçlanır (uzun dönemde herşey en iyi olacaktır --ne yazık ki çoğunluk için uzun dönem henüz gelmemiştir, ancak o zamana kadar gelecekteki kazançlarınızdan fedakarlık etmeniz gerekecektir...). Açıktır ki, böylesi bir analizle herşey kanıtlanabilir.

Nicolas Kaldor'un şunları öne sürmesinde şaşılacak bir şey yoktur:

"Walrasçı (yani genel) denge kuramı, II. Dünya Savaşı'ndan sonra matematiksel ekonomistler tarafından fazlasıyla geliştirilen ve inceden inceye işlenen, oldukça gelişkin bir entelektüel sistemdir --entelektüel bir deneydir ... Ancak bu, Einstein'ın izafiyet kuramı veya Newton'un yerçekimi yasaları gibi bir bilimsel hipotez ortaya çıkarmaz; temel varsayımları ampirik değil, aksiyomatiktir, ve sonuçlarının geçerliliğini veya uygunluğunu sınamaya yönelik hiçbir bilimsel yöntem öne sürülmemiştir. Varsayımlar etkileri itibariyle gerçekliğe ilişkin savlar öne sürerler, ancak bunlar doğrudan gözlemlerle bulunmuş değildirler; ve kuramın uygulayıcılarının görüşüne göre, hiçbir şekilde gözlem veya deney yoluyla çelişkiye düşürülemezler." (Op. Cit., s. 416)
Ancak marjinalizm, bu ufak tefek sorunlarına rağmen, değerli bir ideolojik işlev yerine getirmiştir. Sistemden sömürünün görüntüsünü uzaklaştırmış, iş alemi liderlerinin istedikleri gibi faaliyet gösterme "özgürlük"lerini meşrulaştırmış ve faktör sahipleri arasında varolan bir uyum dünyasını resmetmiştir. Ekonomideki genel kabulü bu nedenledir. Diğer bir deyişle, "karlı olan doğrudur" mentalitesini meşrulaştırmış, ve politika ile etiği ekonomi alanının dışına çıkarmıştır. Dahası, (olabilirliğine bakmaksızın) "tam rekabet" kuramı ekonomistlerin kapitalizmi optimal, etkin ve bireysel arzuların tatmin edicisi olarak resmetlerine imkan vermiştir. Ve bu önemlidir, çünkü denge varsayımı olmaksızın, piyasa işlemlerinin herkesin faydasına olması gerekmez. Aslında bu, büyük bir çoğunluğun daha az şeytani olanlardan [meydana gelen] sefil bir seçenekler kümesiyle yüz yüze kaldığı, talihlinin talihsiz üzerindeki tiranlığına yol açabilir. Tabii ki, --denge varsayımı ile-- gerçeklik gözardı edilmelidir. Bu nedenle kapitalist ekonomi iki ucu boklu bir değnek üzerindedir.

Bütün bunlar düşülürse, neo-klasik ekonominin varsaydığı dünya bizim gerçekte yaşadığımız dünya değildir; bu yüzden, bu kuramı uygulamak hem yanıltıcıdır ve hem de (genellikle) yıkıcıdır (en azından "sahip olmayanlar" için).

Bazı "serbest piyasa" yandaşı kapitalist ekonomistler (sağ-kanat "Avusturya okulu" gibileri) denge kavramını tamamiyle redderler ve dinamik bir kapitalizm modelini kucaklarlar. Bu yöntem, ana akım neo-klasik kuramdan çok daha gerçekçi olmakla birlikte, piyasadaki sonucunun, herhangi bir şekilde [piyasada] etkileşim [içinde olan bireylerin] bireysel tercihlerinin gerçekleşmesinin bir ifadesi olduğunu gösterme olasılığını terk eder. Girişimciye özgü faaliyetin sözde istikrar sağlayıcı niteliğini veya onun sözde toplumsal olarak faydalı olan niteliğini göstermenin bir yolu yoktur. Aslında, girişimciye özgü faaliyet, dengeye götürme yerine (özellikle de emek piyasalarında) dengeden uzaklaştırarak piyasayı karışıklığa iter. Diğer bir ifadeyle, dinamik süreç yakınsama [convergence, dengeye yaklaşma] yerine ıraksama [divergence, dengeden uzaklaşma] davranışına, ve böylece işsizliği artmasına, "fayda"nızı maksimize etmenizi [sağlayan] mevcut olası seçeneklerin niteliğinde bir azalmaya vb. yol açabilir. Dinamik bir sistemin ne kendiliğinden düzeltici (özellikle emek piyasasında) olması, ne de kendiliğinden dengeyi sağlayıcı (örneğin iş çevrimlerine maruz kalması) olması zorunludur. Yeterince gülüçtür ki, bu okulun ekonomistleri denge koşuluna henüz ulaşılmamışken, "serbest piyasa"da veya "saf" kapitalizmde emek piyasanın tam istihdamda olacağını savunurlar sıklıkla. Anlaşılan dengenin koşullarından birisi olan [bu piyasa] onları pek kaygılandırmamakta. Bu nedenle von Hayek'in şunu öne sürdüğünü görürüz; "işsizliğin sebebi, ... fiyat ve ücretlerin, serbest piyasa ve istikrarlı parayla kendiliğinden sağlayacağı dengeden sapmış olmasıdır" ve "mevcut fiyatların denge koşulundan sapması, ... emek arzının bir kısmının satılmasının imkansız olmasının sebebidir." (New Studies, s. 201) Böylece, kapitalizmin kendi yarattığı şeytanlık karşısında savunulması için, --daha iyi bildiklerini söyleyenler tarafından bile-- bildik denge kuramının kucaklandığını görürüz. Belki de bu, serbest piyasa kapitalizminin ideolojik destekçilerinin gerçeklikle açıkça çatıştığında denge kavramına saldırmasına, ancak örneğin sendikalar, refah programları ve kapitalist piyasanın tahribatlarına karşısında emekçi sınıftan insanlara yardım etmeyi amaçlayan diğer programlara saldırmak için tekrar [denge kavramına] başvurmalarına imkan tanıyan politik bir manevradır?

Kapitalizmin bu destekçileri "özgürlüğe" --bireylerin kendi kararlarını almaları özgürlüğüne-- vurgu yaparlar. Ve seçim yapmakta özgür olduklarında, bireylerin en iyi olduğunu düşündükleri seçeneği seçeceğini kim reddebilir ki? Ancak, özgürlük için yapılan bu methiyelerin gözardı ettiği şey, yarattığı eşitsizlikler nedeniyle kapitalizmin seçeneği genellikle iki (veya daha fazla) şeytanlık arasındaki bir seçime indirgemesidir (bizim açımızdan mevcut olan kararların niteliğine göndermede [bulunmamız] bu nedenleydi). Kötü koşulların olduğu bir işyerinde [sweatshop] çalışmayı kabul eden bir işçi "fayda"sını "maksimize eder" --herşeyden öte bu açlıktan ölmekten daha iyi bir seçimdir--, ancak yanlızca kapitalist ekonomi tarafından körleştirilmiş bir ideolog onun özgür olduğunu veya kararını ekonomik mecburiyetler altında almadığını düşünecektir. Diğer bir deyişle, özgürlüğün piyasa yoluyla idealleştirilmesi, bu özgürlüğün çok sayıdaki insan için oldukça kısıtlı bir anlamı olabileceği gerçeğini tamamen gözardı eder. Dahası, kapitalizmle ilintili olan özgürlük --emek piyasası düşünüldüğünde--, efendiinizi seçmekten öteye gitmez. Bütün bunların ışığı altında, kapitalizmin bu savunusu, diğerlerinin özgürlüğüne ve fırsatlarına tecavüz eden ekonomik eşitsizliklerin (ve dolayısıyla güç[teki eşitsizliklerin]) varlığını gözardı eder (bunun tam bir tartışması için Kısım F.3.1'e bakınız). Toplumsal eşitsizlikler insanların "istediklerini elde etmeleri" yerine "elde ettiklerini istemeleri"yle sonuçlanabilir, çünkü beklenti ve davranışlarını ekonomik gücün yoğunlaşması yoluyla belirlenen kalıplara uyarlamaları gerekebilir. Bu durum, emek gücü satıcılarının, işsizlik nedeniyle alıcılara göre genellikle dezavantajlı olduğu emek piyasasında özellikle geçerli olan bir durumdur (bakınız Kısım B.4.3, Kısım C.7 ve Kısım F.10.2)

Bu bizi marjinalizmle ilgili başka bir soruna, kaynakların toplumdaki dağıtımı [bölüşümü] sorununa getirir. Piyasa talebi genellikle, zevkleri tatmin etmek için gerekli olan alım gücünün dağılışına dayanarak değil, zevklere dayanarak tartışılır. Böylece, fiyatları belirlemenin bir yöntemi olarak marjinal fayda bireyler arasındaki satın alma gücü farklılıklarını gözardı eder; ve işine geldiği için şirketlerin bireysel kişiler olduğu varsayar (gelir bölüşümü verili olarak kabul edilir). Çok parası olanlar, az olanlara göre tatminlerini çok daha kolay maksimize edeceklerdir. Yine doğaldır ki, [çok parası olanlar, bir malı satın almak söz konusu olduğunda] az parası olanların önüne geçebileceklerdir. Pek çok sağ-"Liberter"in dediği gibi, eğer kapitalizm "bir dolar, bir oy" demekse, kimin değerlerinin piyasada daha güçlü yansıtılacağı gayet açıktır. Kaynakların en iyi bölüşümünün piyasaya dayanan [bölüşüm] olduğunu göstermeye çalışırken, ortodoks iktisatçıların kullanışlı "gelir dağılımı veriliyken" varsayımını yapmasının sebebi budur.

Diğer bir deyişle, kapitalizmde maksimize edilen "fayda" değildir, "fiili" [effective, gerçek] faydadır (genellikle "fiili talep" olarak adlandırılır) --yani para ile desteklenen fayda. Kapitalist piyasa (veya daha doğrusu, böylesi bir sistemde [mülk] sahibi sınıflar) fiili talebe göre nesnelere değer (yani fiyat) biçerler. "Fiili talep", insanların alım güçleriyle ağırlıklandırılmış olan arzularıdır. Böylece, piyasa zenginlerin arzularını mahrumiyet içindekilerden daha önemli görür. Ve bu sayede kapitalizm tüketimi en fazla gereksinimi olanların "fayda"larını tatmin etmekten uzaklaştırır, ve zengin bir azınlığın gereksinimlerini öncelikle [karşılamaya] yönlendirir. Bu, çoğunluğun ihtiyaçlarının karşılanmayacağı anlamına gelmez (sıklıkla ama her zaman değil, o da belli bir ölçüde), herhangi belirli bir kaynak için daha çok parası olanların her zaman daha az [parası olanların] önüne geçeceği anlamına gelir --[bunun] insani maliyeti ne olursa olsun. Serbest piyasa kapitalizmi yanlısı von Hayek'in öne sürdüğü gibi, "piyasa tarafından kendiliğinden oluşturulan düzen, genel kanaatın daha önemli gördüğü gereksinimlerin, her zaman daha az önemlilerden öncelikli olarak karşılanacağını garanti etmez." (The Essential Hayek, s. 258) Bu, binler evsizken veya gecekondularda yaşarken milyonerlerin yeni malikaneler kurması, insanlar açken [milyonerlerin] ev hayvanlarını lüks mamalarla beslemesi, topraksızlar açlıktan ölürken tarım-işletmelerinin yabancı piyasalar için para getiren mahsuller üretmesi sürecini ifade etmenin nazik bir biçimidir (Kısım I.4.5'e de bakınız). Söylemek gereksiz, ancak marjinalist ekonomistler piyasa gücünü ve bunun sonuçlarını meşrulaştırmaktadırlar.

Özetle, neo-klasik ekonomi gerçek olmayan bir sistemin sürdürebilirliğini gösterir; ve bu, insanların çoğu gerçekliğin modeli yansıttığına inana kadar (tam bunun tersi olması gerekirken, neo-klasik iktisatta böyle olmaz), içinde yaşadığımız dünyaya ilişkin savlara dönüştürüşülür. Dahası ve daha da kötüsü, politika kararları gerçekte hiçbir karşılığı olmayan bu modele dayanarak şekillendirilir --yıkıcı sonuçlarıyla birlikte (örneğin Parasalcılığın yükselişi ve düşüşü --bakınız Kısım C.8). Dahası, bireysel özgürlükle dalga geçilerek, toplumdaki hiyerarşik yapılar ile gelir ve pazarlık gücündeki devasa eşitsizlikler (gözardı edilmediği zaman) meşrulaştırır (ayrıntılar için bakınız Kısım F.3.1). Estetiği, insani ve aslında ekonomik karar almadaki insani faktörleri değersizleştirerek, ruhu-körelten [soul-destroying], dünyayı-kirleten ticari sistemin amaçlarına olduğu kadar, modern toplumdaki iktidar ve zenginlik sahiplerinin çıkarlarına da hizmet eder. Aslında, insanların (bırakın yerine geçmesini) karlardan önce gelmesini önermek bile yeterli olacaktır. Marjinalizm, yanlış bir önermeyle başlayarak, sonunda kendi ifade ettiği idealleri olumsuzlar --bireysel özgürlüğün ekonomisi olmaktannsa, bu özgürlüğün kısıtlanmasını ve olumsuzlanmasını meşrulaştırmanın bir aracı haline gelir.

O halde SDK sakatsa, fiyatları ne belirlemektedir? Açıktır ki, fiyatlar kısa dönemde ağırlıklı olarak arz ve talep tarafından etkilenirler. Eğer talep arzı aşarsa fiyatlar artar; ve aksi durumda da bunun tam tersi geçerlidir. Ancak bu herkesçe bilinen gerçek [truism], soruyu yanıtlamaz. Cevap üretimde ve [üretimde] ortaya çıkan toplumsal ilişkilerde yatmaktadır. Bu bir sonraki kısımda tartışılacaktır.
 

C.1.2 ÖYLEYSE FİYATI NE BELİRLER?

Fiyatları anlamanın anahtarı, kapitalizmde üretimin "tek amacının ... kapitalistlerin karlarını artırmak" olduğunu anlamaktan geçer (Peter Kropotkin, Kropotkin's Revolutionary Pamplets, s. 55). Diğer bir deyişle, kapitalizmin itici kuvveti kardır. Bu ve bunun etkileri bir kez anlaşıldımı, fiyatların belirlenmesi kolaylaşır ve kapitalist sistemin dinamikleri açıklık kazanır. Kapitalist bir metanın fiyatı serbest piyasada onun üretim fiyatına doğru yaklaşacaktır --üretim fiyatı, üretim maliyetlerinin toplamı artı ortalama kar oranına eşittir (ortalama kar oranının piyasaya giriş kolaylığına bağlı olduğunu belirtmeliyiz; aşağı bakınız).

Tüketiciler, alışveriş yaparken, verili fiyatlar ve verili bir arz ile karşı karşıyadırlar. Fiyat, ürünün tüketici için olan kullanım-değerine ve [tüketicinin] mali durumuna bağlı olan talebi belirler. Eğer arz talebi aşarsa, ortalama kar oranına ulaşıncaya değin (ya üretimini düşüren firmalar tarafından veya kapanan ve sermayesini diğer daha karlı piyasalara kaydıran firmalar tarafından) arz azaltılır (yatırım kararlarının tersine çevrilmesinin zor olduğunu, ve bunun ekonomide --işsizlik gibi-- uyum sorunlarına yol açacak [şekilde] hareketliliği azaltabileceğini belirtmemiz gerekse de). Kar oranı, kar miktarının yatırılan toplam sermayeye (yani sabit --üretim araçları-- ve değişken sermayeye --ücretler ve kölelik) bölünmesine eşittir. Eğer verili fiyatlar ortalamadan yüksek karlar (ve böylece kar oranı) yaratırsa, o zaman sermaye karı kıt alanlardan karı bol alanlara hareket etmeye uğraşacak, arzı ve rekabeti artıracak, ve böylece de yeniden ortalama kar haddine ulaşılana kadar fiyatı düşürecektir (pek çok piyasada sermayenin hareketliliğini sınırlayacak şekilde [piyasaya] girilmesi önünde yaygın engeller olması ve bunun da büyük işletmelerin daha yüksek kar oranları elde etmesine olanak tanıması yüzünden uğraşacaktır'ı vurguluyoruz --bakınız Kısım C.4). Böylece, eğer fiyat arzı aşan bir talebe yol açıyorsa, bu kısa dönemli fiyat artışına yol açacak ve bu ekstra karlar diğer kapitalistlere piyasaya girmeleri işareti verecektir. Metanın arzı, ortalama kar oranını sağlayan fiyattan talep edilen meta [miktarı] düzeyinde istikrar kazanma eğilim gösterecektir (bu düzey piyasadaki "tekel derecesi"ne dayanır --bakınız Kısım C.5). Bu kar seviyesi, kapitalistlerin sermayeyi piyasaya sokmak veya piyasadan çıkarmak için hiçbir saiklerinin olmadığı anlamına gelir. Uzun dönemde bu düzeydeki herhangi bir değişiklik, malın üretim fiyatındaki değişiklere bağlıdır (daha düşük üretim fiyatları daha yüksek karlar demektir, öteki kapitalistlere piyasanın yeni yatırımlar yapmak için karlı olabileceğini gösterir).

Görülebileceği üzere, (sıklıkla Emek-Değer Kuramı [ing. Labour Theory of Value, LTV]--veya kısaca EDK-- olarak adlandırılan) bu kuram, tüketicilerin malları sübjektif bir şekilde değerlendireceklerini, ve bu değerlendirmenin (arz ve talebi belirleyen) fiyatlar üzerinde kısa dönemli etkisinin olacağını reddetmez. Birçok sağ-"liberter" ve ana akım iktisatçısı emek değer kuramının talebi tamamen fiyatın belirlenmesinin dışına çıkardığını iddia eder. Revaçta olan bir örnek "çamur çöreği"dir [mud pie, çocukların oyuncak olarak yaptıkları çamur çöreği] --eğer bunu yapmak elmalı çörek yapmakla aynı emeği gerektiriyorsa derler, o zaman kesinlikle aynı değere (fiyata) sahip olacaktır? Bu savlar doğru değildir; çünkü EDK kendisini arz ve talebe dayandırır, fiyatların dinamiğini açıklamayı amaçlar ve böylece bireylerin kararlarını kendi sübjektif gereksinimlerine göre aldıklarını kabul eder (aslında kendisini bu gerçeğe dayandırır) --Proudhon sözleriyle, "fayda değişim için gerekli koşuldur" (Systems of Economical Contradictions, s. 77). EDK'nın açıklamaya çalıştığı şey fiyattır (yani değişim değeri) --ve bir mal ancak başkaları tarafından arzulanıyorsa (yani onlar için bir kullanım değeri varsa ve karşılığında para veya mallar değiştirmek isteniyorsa) bir değişim değerine sahip olur. Bu nedenle "çamur çöreği" örneği klasik bir çöpten adam [straw man, mevki olarak yüksek bir konumda olan ancak güçsüz olan, bu nedenle de başkalarının etkisi altında olan, onların dediklerini papağan gibi tekrarlayan kişi] argümanıdır ("çamur çöreği", kullanım değerine sahip olmadığı için değişim değerine de sahip değildir ve değişimin ilgi alanı içinde değildir). Diğer bir deyişle, eğer bir meta değiştirilemiyorsa, onun bir değişim değeri (ve böylece fiyatı) olamaz. Proudhon'un söylediği gibi, "faydalı olmadıkça değiştirilebilir olamaz" (Op. Cit., s. 85)

EDK, emek olmaksızın hiçbir şey üretilemeyeceği ve bir şeyi değişmeden önce onu üretmeniz gerektiği (ya da toprak olayında olduğu gibi çalabilirsiniz de) anlayışına dayanır. Metanın faydası (yani kullanım değeri) ölçülemediği için, emek onun (değişim) değerinin temelidir. EDK, objektif üretim gerekliliği üzerinden temellenir ve emeğin (doğrudan veya dolaylı olarak) metaların üretimindeki anahtar rolünü kabul eder. Ancak, bu değerin talepten bağımsız var olduğu anlamına gelmez. Hiç de değil --vurgulandığı üzere, bir malın değişim değerinin olabilmesi için, [o malın] yapıcısı (veya bu yapıcıyı istihdam eden kapitalist) haricinde başka birisi tarafından da arzulanıyor olması gerekir, onlar için bir kullanım değerinin olması gerekir (diğer bir ifadeyle, [mala] onlar tarafından sübjektif olarak değer biçilmelidir). Bu nedenle, işçiler talep tarafından belirlenen bir (kullanım) değerini üretirler; ve kar oranlarıyla birlikte bu kullanım-değerlerinin oluşturulmasında payı olan üretim maliyetleri [metanın] fiyatın (yani değişim değerinin) belirlenmesine yardımcı olurlar.

Böylece, EDK "sübjektif" kuramın efsanelerini yıkarken, onun doğruluk unsurlarını ise içine alır. Çünkü, SDK nihayetinde yanlızca "fiyatlar marjinal fayda tarafından belirlenir; marjinal fayda ise fiyatlarla ölçülür [demektedir]. Fiyatlar ... fiyatlardan başka bir şey değildir. Araştırmalarına sübjektiflik alanında başlayan Marjinalistler, bir daire içinde yürüdüler." (Allan Engler, Apostles of Greed, s. 27) Öte yandan EDK ise kendisini objektif üretim olgusuna ve bunu sağlayan (son tahlilde emek zamanı cinsinden ifade edilen) üretim maliyetlerine dayandırır ("Bir şeyin mutlak değeri o halde onun zaman ve harcama maliyetidir." (Proudhon, What is Property?, s. 145)). Arz ve talepteki (yani piyasa fiyatlarındaki) değişimler, bu "mutlak değer" (yani üretim fiyatı) etrafında dalgalanır; ve böylece son tahlilde onun fiyatını düzenleyen [şey] arz ve talep değil (ki bu onun piyasa fiyatını geçici olarak etkiler), metanın üretim maliyetidir.

SDK sanatla ilgili çalışmaların fiyatlarını betimlemek için kullanışlı olurken (EDK'nın da bu konuda bir açıklama sunabileceğini belirtmeliyiz), toplumdaki ekonomik faaliyetlerin büyük çoğunluğunun mizacını gözardı eden bir ekonomik kurama sahip olmanın da pek bir anlamı yoktur. Emek değer kuramının açıkladığı şey, arz ve talebin altında yatan şeydir: kapitalizmde fiyatı asıl belirleyen nedir? [EDK], verili fiyatın ve tüketicin karşı karşıya kaldığı [verili] arzın nesnelliğini kabul eder; tüketimin ("sübjektif değerlendirmelerin") bunların hareketlerini nasıl etkilediğini gösterir. Belli bir malın neden belli bir fiyattan satıldığını açıklar --bu sübjektif kuramın gerçekte yapamayacağı bir şeydir. Eğer bu tamamen "sübjektif değerlendirmeler"e dayanıyorsa, o halde arz edici piyasada neden "davranışını değiştirmek" zorunda olsun ki? Onların davranışlarına rehberlik edecek nesnel bir gösterge olmalıdır ve bu kapitalist üretimin gerçekliğinde yatar. Yeniden Proudhon'u alıntılarsak, "(e)ğer arz ve talep tek başına değeri belirliyorsa, o halde neyin [arz veya talep] fazlası, neyin [arz ve talep] yeterliliği olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Eğer ne maliyet, ne piyasa fiyatı ve ne de ücretlerin hiçbirisi matemetiksel olarak belirlenemiyorsa, o halde artığı, karı anlamak nasıl mümkün olabilir?" (System of Economical Contradictions, s. 114) Bu nedenle, "arz ve talebin değişimin yasası olduğunu söylemek, arz ve talebin arz ve talep yasası olduğunu söylemektir; bu genel pratiğin bir açıklaması değildir, bir saçmalık ifadesidir." (Op.Cit., s. 91) Bu nedenle gerçekliği emek değer kuramı daha iyi yansıtır: yani normal bir meta için arz ve fiyatların, sübjektif değerlendirmelerin gerçekleşemesinden daha önce varolduğu, ve kapitalizmin soyut bir şekilde tüketicilerin ihtiyaçlarını karşılamak yerine kar [amaçlı] üretime dayandığı.

Bu "üretim fiyatları" kuramının neo-klasik "kısmi denge" kuramına oldukça yakın olduğu öne sürülebilir. Bazı yönlerden bu doğrudur. Marshall bu kuramı esasen, marjinal fayda kuramı ile J. S. Mill'in EDK'ndan türettiği "üretim maliyeti" kuramının sentezlemesiyle [geliştirmiştir]. Ancak, [bu ikisi arasındaki fark] önemlidir. Birincisi, EDK, yukarıda gösterdiğimiz [gibi] faydayı fiyatlardan türetmek girişimiyle ilintili olan döngüsel mantığa saplanmaz. İkincisi, kira, kar ve faizin, sahiplerinin sahip olmaktan ötürü [edindikleri] ödüller olmadığını, işçilerin ödenmemiş emekleri olduğunu ifade eder. Üçüncüsü, bu, ekonomik kararlar alındıkça üretim fiyatlarının değişebildiği ve değiştiği bir dinamik sistemdir. Dördüncüsü, "tam rekabet" düşüncesini rahatlıkla reddedebilir, giriş engelleri ve yatırımların geriye çevrilmesinin zorluğu ile nitelenen bir ekonomiyi ayrıntılarıyla inceleyebilir. Ve, son olarak da, emek piyasalarının uzun dönemde temizlenmesi gerekmez. Modern ekonominin faydayı ölçme uğraşısından vazgeçtiği veriliyken, bu uygulamada (retorikte olmasa da) neo-klasik kuramın, sentezin değer kısmının marjinal fayda kuramını reddettiği ve esasen klasik (EDK) yaklaşımına geri döndüğü anlamına gelmektedir --ancak eski versiyonunun eleştirel yanını ve dinamik doğasını tamamen tahrip eden önemli farklılıklarla beraber.

Söylemek gereksiz olsa da, EDK mücevherler, yabani gıdalar ve su gibi doğal olarak ortaya çıkan nesneleri gözardı etmez. Doğa, insanlığın başka, farklı kullanım değerleri üretmek için faydalanması gereken engin bir kullanım-değerleri kaynağıdır. Hoşunuza giderse, yerküre zenginliklerin anası ve emek ise babasıdır. Zaman zaman emek değer kuramının --bunların üretimi emek gerektirmediği iiçin-- doğal olarak ortaya çıkan nesnelerin fiyatının olmayacağını ima etttiği öne sürülür. Ancak bu yanlıştır. Örneğin mücevherler değerlidir, çünkü bunları bulmak büyük miktarda insan emeği gerektirir. Eğer bulunmaları kum gibi kolay olsaydı, ucuz olurlardı. Benzer şekilde, yabani gıdalar ve su; bunları bulmak, toplamak ve belli bir alan dahilinde işleme tabi tutmak (örneğin kurak yerlerdeki su, göl kenarındaki sudan daha "değerli"dir) için gerekli olan emek kadar bir değere sahiptirler.

Aynı mantık diğer doğal olarak ortaya çıkan nesneler için de geçerlidir. Elde edilmeleri --hava gibi-- neredeyse hiçbir çaba gerektirmiyorsa, o halde çok küçük bir değerleri olacaktır veya hiç değerleri olmayacaktır. Ancak onları bulmak, temizlemek veya kullanım için işleme tabi tutmak ne kadar çok çaba gerektirirse, diğer mallara göre değişim değerleri de fazla olacaktır (yani yüksek üretim fiyatları yüksek piyasa fiyatına yol açacaktır).

SDK'nda ima edilen üretimi gözardı etme teşebbüsü, kapitalizmin sömürücü doğasını gizlemek arzusundan kaynaklanır. Bireylerin "sübjektif" değerlendirmeleri üzerine yoğunlaşarak, bu bireyler gerçek ekonomik faaliyetten (yani üretimden) soyutlanırlar, böylece de ekonomideki kar ve gücün kaynağı gözardı edilebilir. Kısım C.2 (Karlar nereden gelir?) neden piyasaki faaliyetin değil de, üretimde [kullanılan] emeğin sömürüsünün karların kaynağı olduğunu göstermektedir.

Doğaldır ki, kapitalist-yanlısı bir kimse emek değer kuramının ana akım ekonomide evrensel olarak kabul edilmemiş olduğunu söyleyecektir. Doğrudur; ancak bu hiç de kuramın yanlış olduğunu ifade etmez. Her şeyden öte, demokratik kuramın Nazi Almanya'sında "yanlış" olduğunu "ispatlamak" kolay olurdu, çünkü o zamanın akademisyenleri ve politik önderlerinin çoğu tarafından evrensel olarak kabul edilmiş değildi. Kapitalizmde, giderek daha çok şey metaya dönüştürülmektedir --ekonomi kuramları ve ekonomistler için olan işler de dahil olmak üzere. Karların, faizin ve kiranın ödenmemiş emek (yani sömürü) olduğunu söyleyen bir kuram ile bunların [sunulan] hizmetlerin "ödülleri" olduğunu söyleyen arasında tercih söz konusuysa, zenginlerin hangisini --[parasal] kaynak [sağlama] açısından-- destekleyeceğini düşünürsünüz?

Emek değer kuramı için durum böyleydi. Adam Smith'in zamanından beri radikaller kapitalizmi eleştirmek için EDK'nı kullandılar. Klasik ekonomistler (Adam Smith ve David Ricardo, ve J. S. Mill gibi onların takipçileri) metaların uzun dönemde üretilmeleri için kullanılan emeğe orantılı olarak alınıp satılacaklarını öne sürdüler. Böylece, harcadıkları emeğe eş miktarda bir şey geri alındığı için, meta değişimi tüm taraflar için yararlı olacaktır. Ancak bu, kapitalistlerin karlarının doğası ve kaynağını tartışmaya açık bıraktı --bu tartışma kısa zaman içinde işçi sınıfına da yayıldı. (EDK ile en fazla ilişkilendirilen kişi olan) Karl Marks'ın ünlü/(ünsüz) kitabı Kapital'i yazmasından çok daha önce, Robert Owen ve William Thompson gibi Ricardocu Sosyalistler ve Proudhon gibi anarşistler kapitalizmi eleştirmek, onun sömürüye dayandığını teşhir etmek için EDK'nı kullanıyorlardı (işçiler ürettikleri değere eşdeğer ücretler almıyorlardı, ve bu nedenle kapitalizm eşitlerin değişimine dayanmıyordu). Birleşik Devletler'de, Henry George toprak üzerindeki özel mülkiyete saldırmak için bunu kullanıyordu. Marjinalist ekonomi ortaya çıktığında, radikal etkileri azaltmanın bir yolu olarak derhal kabullenildi. Aslında Henry George'un takipçileri neo-klasik ekonominin esasen onun görüş ve etkisini karşılamak için geliştirildiğini öne sürerler (Mason Gaffney ve Fred Harrison'un The Corruption of Economics'ine bakınız).

Böylece, yukarıda değinildiği üzere, neo-kasik ekonomi bir bilim olarak meziyetleriyle alakasız olarak, yanlızca politikayı politik ekonominin dışına çıkardığı için kabullenildi. Sosyalist hareketin yükselişi, Owen, Thompson, Proudhon ve birçok diğerlerinin eleştirileri nedeniyle, emek değer kuramı fazla politik ve tehlikeli olarak görülmüştü. Kapitalizm artık eşdeğer emek değişimine dayanmakla nitelendirilemiyordu. Aksine, eşdeğer fayda değişimine dayanıyor olarak görülmeliydi. Ancak, (bir önceki bölümde) işaret edildiği üzere, eşdeğer fayda kavramı kısa zaman içinde terk edilirken, bunun üstüne inşa edilen üstyapı kapitalist ekonominin temeli haline geldi. Ve kapitalist ekonomi değer kuramı olmaksızın, kapitalizmin uyuma, bireysel ihtiyaçların tatmin edilmesine, değişimde adalete ve kaynakların etkin dağılımına yol açacağını ispatlayamaz.

Son bir nokta. Bütün anarşistlerin EDK'nı desteklemediğini vurgulamalıyız. Örneğin Kropotkin bunu kabul etmemiştir. EDK'nın sosyalist kullanımını, [kapitalizmin] kendi kavramlarını kapitalizmi eleştirmek için [kullanan] "akademisyen ekonomistlerin metafiziksel tanımlamaları" olarak --ve böylece de kapitalist ekonomi gibi bilimsel olmayarak-- değerlendirir (Evolution and Environment, s. 92). Ancak, onun EDK'nı reddetmesi Kropotkin'in kapitalizmi sömürücü görmediği anlamına gelmez. Tam tersi. Her anarşist gibi, Kropotkin de "milyonlarca erkek [ve kadının] yaşamlarını sürdürmek için, kapitalistin net bir kar elde etmesini ve 'artı değeri' mümkün kılacak bir fiyattan emek güçlerini ve zekalarını satmak dışında başka bir şey yapamayacakları" olgusunda köklerini gördüğü "insan emeğinin ürününe sermaye sahiplerince el konulmasına" saldırır (Op. Cit., s. 106). Karı daha ayrıntılı olarak Kısım C.2'de (Karlar nereden gelir?) ele alacağız.

Kropotkin'in EDK'nı reddetmesi, kapitalizmde "değişimdeki değer ile gerekli emeğin birbirleriyle orantılı olmaması" ve böylece "Emeğin Değer'in bir ölçüsü olmaması" gerçeğine dayanır (Op. Cit., s. 91). Bu kapitalizmde tabii ki doğrudur. Proudhon'un (ve Marks'ın) öne sürdüğü üzere, kapitalizmde (kapitalist kar, kira ve faiz nedeniyle) fiyatlar metayı üretmek için gerekli olan ortalama emekle orantılı olamaz ("Emeğin toplumsallaştırılmadığı yerde --yani değerin suni [sentetik] olarak belirlenmediği yerde--, değişimde düzensizlik ve sahtekarlık vardır." (Poudhon, Op. Cit., s. 128)). Ancak karlar sıfır olduğu zaman, fiyatlar emek değerlerini yansıtır (Proudhon ve Tucker'ın arzuladıkları da buydu -- "Sosyalizm, ... onun (yani "emeğin fiyatın gerçek ölçüsü") işlevini olması gerektiği üzere toplumun tarifine, ve bunu yapacak araçların ne olması gerektiğinin keşfine [doğru] genişletir." (Tucker, The Individual Anarchists, s. 79)). Bu nedenle, Kropotkin "(k)apitalist sistemde, değiştirilen değer artık gerekli olan emekle ölçülmemektedir." derken haklıdır (Op. Cit., s. 91)

Ancak bu EDK'nın kapitalist ekonomiyi incelenmesiyle alakasız olduğu anlamına gelmez. Aksine, kapitalizmde emeğin esasen fiyatın bir ölçüsü değil, onun düzenleyicisi [regulator] olduğunu belirtir. "Değerin ölçütü olarak bugüne kadar kabul edilen düşünce" diyordu Proudhon, "aslında tam olarak doğru değildi; bizim sorgu nesnemiz --oldukça sıklıkla ve fazlasıyla aptalca bir şekilde söylendiği üzere-- değerin standardı değil, çeşitli ürünlerin toplumsal zenginliğe göre oranlarını düzenleyen yasadır; çünkü fiyatların artış ve düşüşü bu yasanın bilgisine dayanır." (Systems of Economical Contradictions, s. 94) Yani Kropotkin'in argümanı bu sıfatla EDK'nı zayıflatmaz. Birçoğu (özellikle Marksistler) tarafından EDK'na yüklenen metafiziksel yükten arındırılmış olarak (ve Kropotkin tarafından doğru bir şekilde bilimsel olmaması nedeniyle saldırılmışken), [EDK] esasen yöntemsel bir araçtır, kapitalizmin ana yönlerini --ismen, ücretli emeği ve bununla ilişkili olarak da üretim noktasındaki çatışmaları-- yüksek bir soyutlama seviyesinde incelemenin bir aracıdır. Yani bu bir açıklayıcı araçtır ve açıklayıcı bir kategoriyi değerlendirir --kapitalizmin dinamiklerini anlamanın bir aracıdır.

Bu nedenle, "değişim değeri"nin fiyatlara eşit olduğu kaba düşüncesinden ziyade, EDK esasen bir inceleme aracıdır. Bu, kuramın nasıl çalıştığını betimlerken (değişim) değeri yerine bizim "üretim fiyatları"nı kullanmamızdan görülebilir. EDK, incelemeyi üretim süreci üzerine odaklandırır; ve böylece de doğru bir şekilde incelememizi kapitalist işyerindeki otorite ilişkilerine, patronların gücü ile işçilerin hürriyeti arasındaki mücadeleye, üretim sürecini kimin kontrol edeceği ve işçiler tarafından üretilen artığın nasıl bölüşüleceği (yani ne kadarının [ürünü fiilen] üretenlerin elinde kalacağı ve ne kadarına kapitalistlerin el koyacağı) hakkındaki mücadeleye doğru çevirir. Bu nedenle, fiyatların değerlerinden saptığını ve bu nedenle de EDK'nın geçersiz olduğunu söylemek, EDK'nın açıklayıcı gücü ile gerçek fiyatlar ve karlar dünyasını birbirine karıştırmaya işaret eder. EDK bize üretimin daha önce geldiğini ve bu nedenle değişimin temelini oluşturduğunu; ve üretim noktasında olanın doğrudan doğruya değişimde olanları etkilediğini hatırlatır. Üretim için gerekli olan doğrudan ve dolaylı emek zamanını azaltmak metanın maliyet fiyatını düşürecek, böylece de onun üretim fiyatını azaltacaktır. Bu nedenle fiyatlar ile karlardaki artış ve azalış değer ilişkilerindeki (yani üretimin objektif emek maliyetindeki --emek-zamanı değerindeki) değişiklerin birer sonucudurlar ve böylece EDK'nın açıklayıcı bir araç olarak kullanımı halen geçerlidir.

Diğer bir deyişle, emek değer kuramı basitçe, fiyatların öylece oluştuğunun [kabulü] yerine fiyatların nasıl oluştuğuna dair bir anlayış sunan, anlamaya vesile olan [heuristic] iyi bir analitik aygıttır. Pratikte, üretim fiyatları ücretlere dayanırlar; ve emek-zamanı değerleri olmaktan ziyade emek-zamanı değerlerini yansıtırlar.

Yani Kropotkin haklıydı --bir noktaya kadar. Onun EDK eleştirisi, "denge" fiyatlarının malın (değişim) değerine eşit olduğunu belirten biçimleri [söz konusu olduğunda] doğrudur. Kapitalizmde bunun nadiren gerçekleştiğini belirtirken haklıydı. Bunun anlamı, bizim EDK'nı basitçe açıklayıcı bir araç, kapitalizmin asli yönlerini --ismen, başkaları için kullanım değeri olan ve [bu nedenle] alınıp-satılan nesneleri yaratan üretim sürecini-- incelemenin bir aracı olarak kullanmamız demektir. Üretim önce gelir ve bundan dolayı kapitalizmin dinamiklerini anlamak için oradan başlamamız gerekir. Böyle yapmamak --SDK'nın yaptığı gibi-- incelemenizi çıkmaz bir sokağa götürecek ve kapitalizmin asli yönlerini --ücretli emek, üretimdeki otoriter yapılar ve baskıların ortaya çıkardığı emek sömürüsü-- gözardı etmenize yol açacaktır.

Aslında, "değerler"den ziyade fiyatlara yoğunlaştığımızda, Kropotkin'in argümanı yukarıda ana hatlarıyla verilen "üretim fiyatları" görüş açısını yansıtır. Sıklıkla EDK ile ilişkilendirilen metafiziksel soyutlamayı reddediyoruz; ve fiyatlar, karlar, sınıf mücadelesi vb. gerçek fenomenler üzerine yoğunlaşıyoruz. Böyle bir görüş açısı, kapitalizme yönelik eleştirimizin bir soyutlamalar alemi yerine gerçek dünyada olagelenler üzerine yerleştirilmesine yardım eder. Kısım H.3.2'de öne sürdüğümüz üzere, Marks'ın değer (yani incelemenin soyut seviyesi) üzerine yoğunlaşması, onun sınıf mücadelesinin kapitalizmdeki rolünü ve karlar üzerindeki etkisini gözardı etmesine (kuramı ve esin kaynağı olduğu hareket için kötü sonuçlarıyla birlikte) yol açmıştır.
 

C.1.3 FİYATLARI BAŞKA NELER ETKİLER?

Bir önceki bölümde belirtildiği üzere, kapitalist bir metanın fiyatı uzun dönemde onun üretim maliyetine eşittir; ki bu da peşisıra arz ve talebi belirler. Eğer arz ve talep değişirse --tabii ki değişebilecektir; tüketicilerrin değerleri değiştikçe ve yeni üretim araçları yaratılıp eskileri sonlandıkça değişecektir--, bunun fiyatlar üzerinde kısa dönemli etkisi olacaktır, ancak ortalama üretim fiyatı kapitalist metanın satıldığı fiyatın etrafındaki bir fiyattır. Böylece metaların fiyatını son kertede düzenleyen şey üretim maliyetleridir. Diğer bir deyişle, "piyasa ilişkileri üretim ilişkileri tarafından yönetilir." (Paul Mattick, Economic Crisis and Crisis Theory, s. 51) Proudhon'un ortaya koyduğu üzere:

"Böylece değer değişir, ve değer yasası değiştirilemez bir şeydir; dahası, eğer değer değişime açıksa, bunun sebebi, onun ilkesi esasen sabit olmayan bir yasa --ismen zamanla ölçülen emek-- tarafından yönetilmesidir." (Op. Cit., s. 100)
Ancak, belirli bir metayı üretmek için harcanan zaman ve çaba miktarı, onun piyasadaki fiyatını belirleyen ana etmen değildir. Esas olan bu tip bir metayı üretmenin --iş, ortalama bir [çalışma] yoğunluğuyla, tipik olarak kullanılan aletlerle ve ortalama bir yeti seviyesiyle yapıldığındaki-- ortalama (çalışma zamanı da dahil olmak üzere) maliyetleridir. Bu standardın altında kalan --örn. eski teknolojiyle veya ortalamadan daha az bir çalışma yoğunluğuyla [gerçekleştirilen]-- meta üretimi, satıcının etkin olmayan üretimi telafi etmek üzere metanın fiyatını artırmasına izin vermeyecektir; çünkü [metanın] fiyatı üretimin ortalama koşulları (ve böylece ortalama maliyetleri) ile, artı yatırılan sermaye üzerinde ortalama kar oranını tutturmayı sağlayacak ortalama kar seviyesi ile belirlenmektedir. Diğer yandan, ortalamadan daha etkin olan --yani daha az emek ile daha fazla meta üretilmesine olanak tanıyan-- üretim yöntemlerinin kullanılması, satıcının daha fazla kar elde etmesine; ve/veya fiyatı ortalamanın altına düşürerek, nihayetinde diğer üreticilerin yaşamak için aynı teknolojiyi adapte etmeye ve bu tip metanın piyasa üretim fiyatını düşürmesine yol açacak [şekilde] daha fazla pazar payı elde etmesine neden olacaktır. Bu sayede, emek zamanını azaltan ilerlemeler, azalan değişim değerine (ve böylece fiyatına) tercüme edilir; bu emek zamanının düzenleyici işlevini ortaya koyar (ve yöntemsel bir alet olarak EDK'nın faydalılığını sergiler).

Benzer şekilde, EDK yine yaygın kaynakların bir alanda başka bir alana göre daha değerli olmasının açıklamasını da sunar (örneğin çöldeki bir insan için suyun fiyatı nehrin yanıbaşındaki birisine göre çok daha yüksek olacaktır). Kısa dönemde, çölde suyun sahibi [su isteyen] birisinden büyük bir para alabilir, çünkü [su] enderdir ve alternatif bir kaynak bulmak için gerekecek emek miktarı yüksek olacaktır (marjinalist ekonomi bu gibi durumları "adil değişim" olarak resmettiği --ki birçok insan sezgisel bir şekilde bbunu sömürü olarak sınıflandıracaktır-- için, gereksinimi olan insanlardan yüksek fiyatlar istemenin etiğini şu an için bir kenara bırakıyoruz). Ancak eğer böylesi aşırı karlar uzun dönemde sürdürülebiliyorsa, o zaman diğerlerini rekabeti artırmaya teşvik edecektir. Eğer bu bölgede su için sabit bir talep varsa, o zaman rekabet suyun fiyatını onu üretmek için gereken ortalama fiyat civarına düşürecektir (bu ise kapitalistlerin şirket büyüklüğünü, piyasa payını ve gücünü --bakınız Kısım C.4-- artırırken, yine telif hakkı kanunları, patentler vb. ile --bakınız Kısım B.3.2-- neden rekabeti azaltmayı arzuladıklarını açıklar.)

Özetlersek, bir metanın üretim maliyeti verili olduğu için, bu [fiyat] yanlızca tüketiciler tarafından belirli bir ürün için artan üretimi garantilemeye yetecek kadar "değer" biçilip biçilmediğine işaret edebilir. Bunun anlamı, "sermayenin görece durağan olanlardan hızla gelişen sanayilere doğru hareket etmesidir. ... Verili fiyat düzeyinde, ortalama karın üzerindeki fazla kar bir kere daha ortadan kaybolur, ancak [bu] sermayenin karı-kıt olan sanayilerden karı-bol olanlara doğru akışıyla [gerçekleşir]"; arzı artırır, fiyatları ve bunun sonucunda da karları düşürür. (Paul Mattick, Op. Cit., s. 49)

Sermaye yatırımının bu süreci --ve bunun sonucu olan rekabet--, belirli bir piyasada piyasa fiyatlarının üretim fiyatlarına yaklaşmasını sağlayan araçtır. Kar ve üretim sürecinin gerçeklikleri, fiyatların ve onların arz ile talebi nasıl etkilediğinin (ve onlardan nasıl etkilendiğinin) anlaşılmasında anahtardırlar.

Son olarak, piyasa fiyatlarının üretim fiyatlarına doğru yaklaşmasının kapitalizmin dengede olduğu anlamına gelmediğini vurgulamalıyız. Öyle değildir. Kapitalizm daima istikrarsızdır, çünkü "kapitalist rekabetten kaynaklanan üretim ilişkileri ... --sömürüyü artırmak amacıyla--, ... kendisini piyasadaki malların değişen göreceli fiyatlarıyla ifade eden bir sürekli dönüşüm koşulu içindedir. Bu nedenle piyasa --farklı şiddet derecelerinde olmakla beraber-- sürekli olarak dengesizlik halindedir; bu da, ara sıra denge durumuna yaklaşması nedeniyle, dengeye doğru yaklaşma yanılsamasını ortaya çıkarmaktadır." (Paul Mattick, Op. Cit., s. 51)

Bu yüzden, sınıf mücadelesi, rekabet veya yeni piyasaların yaratılması yüzünden [gerçekleştirilen] buluşun piyasa fiyatları üzerinde önemli bir etkisi vardır. Bunun sebebi buluşun bir metanın üretim maliyetlerini değiştirmesi, veya yeni, daha karı bol piyasalar yaratmasıdır. Pratikte dengeye erişilemese de, bu talebi fiyatların belirlediği olgusunu değiştirmez; çünkü tüketiciler alışveriş yaptıklarında (genellikle) halihazırda belli bir objektif değer olarak fiyatlarla karşılaşırlar ve kendi sübjektif gereksinimlerini tatmin etmek için bu fiyatlara dayanarak kararlar alırlar. Böylece EDK, kapitalizmin, belirsiz bir gelecekle (sınıf mücadelesi de dahil olmak üzere pek çok unsurun etkisinin olduğu bir gelecekle) zaman içinde varolan, ve doğası gereği dinamik olan bir sistem olduğunu görür. Bunun yanısıra, neo-klasik "uzun dönem denge" fiyatlarının aksine, EDK emek piyasanın temizleneceğini [dengede olacağını] veya bir piyasadaki bir değişimin diğerleri üzerinde hiçbir etkisinin olmayacağını iddia etmez. Aslında, işyerinde --işten atılma korkusu yoluyla-- disiplini sağlayarak kar seviyelerinin korunmasına yardım edeceği için, emek piyasasında yaygın bir işsizlik görülebilir (bakınız Kısım C.7). [EDK] ne de kapitalizmin istikrarlı olacağını savunur. "Gerçekte var olan" kapitalizmin tarihçesinin gösterdiği üzere, işsizlik her zaman bizimle birliktedir ve iş çevrimleri bulunmaktadır (kuram tüm piyasaların temizleneceğini ve [ekonomik] çöküşlerin imkansız olduğunu varsaydığı için, neo-klasik ekonomide böyle şeyler olamaz).

Dahası, EDK bu istikrarsızlığın kaynağını da gösterir --ismen "çelişkili olan değer fikri, kullanışlı değer ile değişimdeki değer arasındaki kaçınılmaz ayrımda çok açık bir şekilde ortaya konmuştur." (Proudhon, Op. Cit., s.84) Emek için durum özellikle böyledir, çünkü emeğin değişim değeri (maliyeti, yani ücreti) onun kullanım değerinden (yani işgünü boyunca aslında ürettiğinden) farklıdır. Bir sonraki Kısım'da iddia edeceğimiz üzere, emeğin kullanım değeri (ürünü) ile onun değişim değeri (ücreti) arasındaki bu fark kapitalist karın kaynağını oluşturmaktadır (bu ayrımın iş çevrimini --yani ekonomideki istikrarsızlığı-- nasıl etkilediğini Kısım C.7'de göstereceğiz).
 

Çeviri: Anarşist Bakış


Kaynak: "C.1 What Determines Price within Capitalism", Anarşist Sıkça Sorulan Sorular (versiyon 9.8).
Anarşist Yazın Ana Sayfa --->
1