KISIM D.09
REFAHIN KUTUPLAŞMASI İLE OTORİTER HÜKÜMET ARASINDAKİ İLİŞKİ NEDİR?

D.09.01 Kapitalizmde Siyasal İktidar Neden Yoğunlaşır?
D.09.02 "Görünmez Hükümet" Nedir?
D.09.03 Hapsetme Oranları Neden Yükseliyor?
D.09.04 Hükümet Gizliliği ve Vatandaşların Gizlice İzlenmesi Neden Artıyor?
D.09.05 Ancak Otoriter Hükümetler Daima Sansüre Bulaşmazlar mı?
D.09.06 Sağ Ne İstiyor?

İşçi sınıfının yaşam standartlarının aşınmasıyla beraber refahın kutuplaşma oranındaki artıştan daha önce bahsetmiştik. Bu süreç Noam Chomsky tarafından "Üçüncü Dünyalaşma" olarak adlandırılmaktadır. ABD'de özellikle akut bir biçimde ortaya çıkmaktadır --[zenginliğin] en kutuplaştığı yer olması nedeniyle en yüksek yoksulluk oranına sahip, "en zengin" sanayileşmiş ulus--, ancak süreç diğer "ileri" endüstriyelleşmiş ülkelerde de, özellikle de Birleşik Krallık'ta, gözlenebilir.

Üçüncü Dünya hükümetleri genellikle otoriterdir, çünkü yoksullaştırılmış ve memnuniyetsiz kitleler arasındaki isyanları bastırmak sert tedbirleri gerektirir. Bu nedenle "Üçüncü Dünyalaşma" yalnızca ekonomik bir kutuplaşmayı değil, aynı zamanda giderek otoriterleşen hükümetleri de ima etmektedir. Philip Slater'ın ifade ettiği üzere, geniş, eğitimli ve uyanık bir "orta sınıf" (yani ortalama geliri olanlar) demokrasinin her zaman bel kemiğini oluşturur, ve refahı yoğunlaştıran herhangi bir şey demokratik kurumları zayıflatmaya eğilimlidir (A Dream of Deferred, s. 68).

Eğer bu doğruysa, ABD'deki refahın kutuplaşmasıyla birlikte artan otoriterliğin işaretlerini de görmeyi umarız. Bu hipotez, aralarında şunların da bulunduğu sayısız olgu tarafından doğrulanmaktadır: "imparatorluğa özgü başkanlık"ın giderek büyümesi (siyasi gücün yoğunlaşması); yürütme dallarının yasal olmayan operasyonları (örn. İran-Kontra skandalı, Grenada ve Panama işgalleri); tavana vuran hapsetme oranları; daha fazla resmi gizlilik ve sansür; Aşırı Sağ'ın yükselişi; daha fazla polis ve hapishane; FBI'ın yaygın gizli telefon takip talepleri; vs. Suçla başa çıkmak için [kullanılan] aşırı sert tedbirlere [yönelik] kamuoyu desteği; kontrolden çıkmış olan yönetici sınıfın açgözlülüğünün --medya tarafından dikkatlice karartılan bir olgu-- sebep olduğu sürmekte olan toplumsal çözülüş karşısında panik olmaya başlayan yurttaşların giderek otoriterleşen ruh halini yansıtmaktadır.

Temsili demokrasi ile anayasal güvenceye sahip özgürlüklerin, Birleşik Devletler ve benzeri anayasal sivil hak "korumalarına" sahip diğer liberal demokratik uluslarda otoriter hükümetleri imkansız yapacağı düşünülebilir. Ancak, gerçekte, "ulusal olağanüstü durum" açıklaması merkezi hükümetin ceza görmeksizin anayasal güvenceleri göz ardı etmesine imkan tanımakta, ve Hannah Arendt'in "görünmeyen hükümet" --idarenin ismen dokunmaksızın anayasal yappılardan kaçınmasına imkan veren mekanizmalar (bakınız Kısım D.9.2)-- dediği şeyi meydana getirmektedir.

Bu bağlamda, Naziler'in "demokratik" Weimar anayasası teoride yürürlükte kalırken Almanya'da "gölge hükümet" yarattıklarını hatırlamak önemlidir. Hitler, ilk önceleri programlarını anayasa yoluyla, mevcut hükümet kurum ve bölümlerini kullanarak uygulamıştır. Ardından Weimar hükümetinin işlevlerini taklit eden Nazi büroları kurmuş; fiili gücü Nazi büroları (özellikle de SSler ve Hitler'in kendisinin) elinde tutarken, bu öncekilerin güçsüz bir şekilde varolmalarına müsade etmiştir. Rusya'da Komünist Parti de Bolşevik devrimin ardından benzeri bir görünmez hükümet yaratmış; Komünist Parti ve Genel Sekreter gerçek gücü elinde tutarken, devrimci anayasa ile hükümet bürokrasisini yerinde bırakmıştı (Bakınız Marilyn French, Beyond Power, s. 349)

Eğer "gelişmiş" endüstriyel ülkelerdeki bu toplumsal çöküş yönelimi sürerse, açıkça otoriter olan, "kanun-ve-nizam" zemininde kampanya yapan sağ-kanat yönetimleri seçen seçmenlerini tasavvur etmek güç değildir. Yaygın bir ayaklanma, yağmalama, ve kargaşa karşısında (özellikle de varoşları aşığ banliyöleri tehdit ederse) tepkisel histeri hükümetin hem icracı hem de yasa yapıcı dallarını otoriter tiplere doğru yönlendirebilir. Orta sınıf (yani profesyoneller, küçük iş adamları vb.) o zaman kanun ve nizamı yeniden tesis etme sözü veren savaşçı tipteki karizmatik liderleri destekleyeceklerdir --özellikle de bunlar etkileyici askeri ve polis referanslarına sahiplerlerse.

Otoriter yönetimler, bir kere seçildiklerinde, dünden hazır yasamanın ve mahkemelerin desteğiyle de, kolayca icra dalına neredeyse diktaröryal güçler vererek, bugün var olandan çok daha yaygın bir görünmez hükümet mekanizması yaratabilirler. Böyle bir yönetim hükümetin medya üzerindeki kontrolünü büyük ölçüde arttırabilir, sıkıyönetim ilan edebilir, dış militarizmi kızıştırılabilir, polisin, ulusal muhafızların, gizli polisin ve dış istihbarat birimlerinin finansmanını ve kapsamını daha da genişletebilir, ve yurttaşların daha yaygın gözetilmesinin yanısıra muhalif politik grupların içine sızmayı da yaygınlaştırabilirler. O zaman, rastgele aramalar ve el koymalar, sokağa çıkma yasakları, hükümetin tüm örgütlü toplantıları denetlemesi, hükümetin politikalarına muhalefet eden veya onları bloke etmeye çalışan grupların taciz edilmesi veya doğrudan yasaklanması, ve politik muhaliflerin ve "ulusal güvenlik" açısından tehlikeli olduğu yargısına varılan diğerlerinin hapsedilmesi rutinleşecektir.

Bu gelişmelerin hepsi birden gerçekleşmeyecektir, ancak çoğu insanın otoriter ele geçirmenin başlamış olduğunun bile farkında olmayacağı şekilde yavaş yavaş, farkedilmeksizin, ve --"kanun ve nizam"ın sağlanması gereği veriliyken-- mantıksal bir şekilde olacaktır. Aslında, bu ABD'de halihazırda başlamıştır (bakınız Bertham Gross'un Friendly Fascism, South End Press, 1989).

Aşağıdaki alt bölümlerde, yine esasen Birleşik Devletler örneğine gönderme yaparak, yukarıda bahsedilen artan otoriterliğin belirtilerinin bazılarını inceleyeceğiz. Bu kısımlara SSS'ın içinde yer veriyoruz, çünkü burada soruşturulan rahatsız edici eğilimler anarşist toplumsal yeniden inşa programına bir kat daha aciliyet kazandırmaktadır. Radikal ve muhalif grupların ağzı bağlanırsa --otoriter idare altında her zaman olduğu üzere-- bu programın başarılması daha da güçleşecektir.


D.09.01 KAPİTALİZMDE SİYASAL İKTİDAR NEDEN YOĞUNLAŞIR?

Kapitalizmde, siyasal iktidar, hükümetin icra dalında yoğunlaşma eğilimindedir --parlamenter kurumların etkinliğinde buna karşılık düşen bir azalmanın eşliğinde. Paul Sweezy'nin belirttiği gibi, parlamentolar modern çağın başlarında, kapitalistlerin merkezi monarşilerin gücüne karşı mücadelesinden ortaya çıkmıştır; ve bu nedenle de parlamentoların işlevi daima icra gücünün sınırlanması ve kontrol edilmesi olmuştur. Bu nedenle, "parlamentolar, devletin --özellikle ekonomik alandaki-- işlevlerinin en aza indirildiği rekabetçi kapitalizm döneminde prestijlerinin en üst noktasına ulaşmışlardır." (Theory of Capitalist Development, s. 310)

Ancak, kapitalizm geliştikçe, yönetici sınıf emperyalizme yol açacak şekilde sermayesini yaymak zorundadır, ki bu da daha önce gördüğümüz üzere (bakınız Kısım D.5.2) sınıf hatlarının belirginleşmesine ve giderek ağırlaşan bir toplumsal çatışmaya yol açar. Bu gerçekleşirken, yasama, ayrı sınıf ve grup çıkarlarına bölünmüş çekişen tarafların savaş alanı haline gelir; bu ise onların pozitif eylem yapma kapasitelerini azaltır. Ve aynı zamanda, yönetici sınıf, gerek yabancı ülkelerdeki çıkarlarını koruyabilecek gerekse zorlu ve karmaşık ekonomik problemlerini çözecek güçlü bir merkezi devlete giderek daha fazla gereksinim duyar. "[Bu] koşullarda, parlamento üzerine titrediği yetkilerden [haklardan] birer birer vazgeçmeye, ve gençliğinde kıyasıya ve başarıyla savaştığı türden bir merkezileşmiş ve kontrolsüz otoritenin gözleri önünde inşa edildiğini görmeye zorlanır." (a.y., s. 319)

Bu süreç Birleşik Devletler'in tarihinde açıkça görülebilir. II. Dünya Savaşı'ndan bu yana, güç başkanın ellerinde o derece yoğunlaşmıştır ki, araştırmacılar Arthur Schlesinger'in 1973 [tarihli] kitabının başlığından hareketle bundan "emperyal başkanlık" diye bahsetmektedirler.

Çağımız ABD başkanlarının kongre otoritesini, özellikle ulusal güvenlikle ilgili konularda, kendi üstüne alması, Birleşik Devletler'in dünyanın en güçlü ve en emperyalist askeri gücü olarak yükselişine paralel olmuştur. 20. yüzyılın giderek tehlikeli ve karşılıklı bağımlı olan dünyasında, Kongre'nin muhtamelen feci [olan] engellemesi olmaksızın, çabuk ve kararlı bir şekilde hareket edebilecek bir lider[e yönelik] sezgisel gereksinim, iktidarın daima daha fazla Beyaz Saray'da yoğunlaşması için gerekli itkiyi sağlamıştır.

Bu yoğunlaşma hem dış hem de iç politikada gerçekleşmiştir, ancak herşeyden öte modern ABD başkanlarının hükümetin sahip olduğı güçler arasında en hayati olanı ele geçirmeleriyle, bir dizi dış politika tarafından kolaylaştırılmıştır: savaş yapma gücü. Ve kongrenin yetkilendirmesi veya kamuoyuna açık bir tartışma olmaksızın askeri birlikleri göndermeye devam ettikleri sürece de, tek yanlı olarak politika-yapmaları keza iç politikaya da sirayet etmiştir.

Ellilerde ortaya çıkan, her yerde varolan [omnipresent] kriz atmosferinde, Birleşik Devletler kendisini Kızıl Tehdit'e karşı "hür dünya"nın bekçisi olarak atamıştır. Bu, daha önce eşi görülmemiş bir askeri gücü Başkan'ın denetimine vermiştir. Aynı zamanda da, Eisenhower Yönetimi, Kongre'nin sınırlamasını güçleştirecek şekilde, anlaşma yükümlülükleri ve ulusal güvenlik uyarınca Başkan'ın askeri birlikler tahsis etmesini sağlamak amacıyla yerkürenin her köşesindeki uluslarla yapılan bir paktlar ve anlaşmalar sistemi kurmuştur; bunların her ikisi de başkanın yargısına bırakılmıştır. Ancak bir olgu karşısında Kongre'ye karşı sorumlu olan CİA, ulusal güvenlik gerekçeleriyle ABD'nin diğer ulusların iç ilişkilerine müdahale etmesinin temel aracı yapılmıştır.

Başkan Johnson'un Vietnam'a muazzam askeri birlikler yığmasıyla birlikte, başkanın savaş-yapma gücünde devasa bir ileri adım atılmıştır. Truman'ın kongrenin ön onayı olmaksızın askeri birlikleri Kore'ye gönderme kararının aksine, BM, ABD'nin Vietnam'a dahil olmasını meşrulaştıracak herhangi bir karar almamıştı. Başkan'ın kararını haklı çıkarmak için, İçişleri Bakanlığı, yirminci yüzyılın karşılıklı bağımlılık dünyasında, yerkürenin herhangi bir yerindeki savaş halinin derhal cevap verilmesini gerektirebileceğini, Birleşik Devletler'e karşı bir saldırı oluşturabileceğini, bu nedenle Baş Kumandan'ın kongre onayı veya BM yetkilendirmesi olmaksızın "savunmaya yönelik" savaş tedbirlerini almaya yetkili olduğunu ima etmişti.

Vietnam'ın ardından, dışardaki bir savaşa karşı bir halk muhalefeti karşısında zorunlu askerlik kuvvetlerine göre daha az tepkiye maruz kalacak tamamen gönüllülerden oluşan bir ordunun yaratılmasıyla başkanlık daha da kuvvetlendirildi. Silahlı kuvvetler üzerindeki kontrolün daha güvenli bir hale gelmesiyle, Nixon'dan sonraki başkanlar daha geniş ölçekteki yabancı maceralar için serbestleşmiş oluyorlardı. İran Körfezi anlaşmazlığının açıkça gösterdiği gibi, Sovyet askeri tehditinin çökmesi, dış politika amaçlarını başarmak için askeri seçenekleri kullanmayı Başkan için her zamankinden daha kolay yapmıştır. Sovyetler'in Irak'ı desteklemesiyle, Birleşik Devletler'in oraya müdahele etmesi Soğuk Savaş sırasında çok daha zor olacaktı.

Zaman zaman Watergate'in ABD başkanlığının gücünü önemli ölçüde zayıflattığı öne sürülür, ancak gerçek durum hiç de böyle değildir. Michael Lind buna ilişkin pek çok nedeni sıralar ("The Case for Congressional Power: the Out-of-Control Presidency", The New Republic, 14 Ağustos 1995). Birincisi, Başkan hala, Kongre'ye danışmaksızın istediği takdirde savaş açabilir. İkincisi, Bush ve Clinton'un örnekleri sayesinde, önemli ekonomik anlaşmalar (GATT ve NAFTA gibi), tartışmalar için izin verilen zamanı kısıtlayan ve değişiklikler yapılmasını yasaklayan "hızlı" yasamayla Kongre susturulabilir. Üçüncüsü, Beyaz Saraya kariyer bürokratları üzerinde daha fazla kontrol sağlayan Üst İcra Servisini [Senior Executive Service] reforme eden Jimmy Carter, ve icra branşını daha önce görülmemiş bir düzeyde siyasallaştıran Ronald Reagan sayesinde, başkanlar artık hükümeti şakşakçı kişilerle [spoilsmen] doldurabilmekte, partizan bürokratları ödüllendirebilmektedirler. Dördüncüsü, George Bush sayesinde, başkanlık yetkilerini genişletecek ve Kongre'nin amacını daha da aşındıracak güçlü yeni tekniklere sahiptirler --uymayacaklarını ilan ederken yasaları imzalamak gibi. Beşincisi, yine Bush sayesinde, bir başka yeni bir keyfi başkanlık gücü aracı daha yaratılmıştır: "çar", [yani] bakanlarının güçleriyle çakışan veya onların yerine geçen belirsiz, çok geniş yetkileri olan başkanın atadığı kişi.

Ve Lind keza, II. Dünya Savaşı'ndan beridir Beyaz Saray kadrosunun balon gibi şiştiğini, hükümetin anayasa-dışı "dördüncü bir kolu" olmaya çok yaklaştığınına da işaret eder. Güçleri, söz konusu bakanların yetkileriyle çakışan veya onların yerine geçen güçlere sahip başkanın "çarları"nın yaratılması, Hitler ve Stalin tarafından yaratılan gölge hükümetler yaratılması anımsatmaktadır (keza bakınız kısım D.9.2 -- "Görünmez Hükümet" Nedir?)

Yukarıda belirtilen sebeplerin yanısıra, kapitalizmde artan siyasi merkezileşmenin bir başka sebebi de endüstriyelleşmenin insan yığınlarını yabancılaşmış ücretli köleliğe zorlaması, onların diğer insanlarla, toprakla, ve gelenekle olan bağlarını koparmasıdır; bu, güçlü merkezi hükümeti vekil ebeveynler rolünü üstlenmeye, yurttaşları için siyasi, entelektüel, ahlaki, ve hatta ruhani konularda emir vermeye cesaretlendirir (bakınız Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism, 1968). Marilyn French'in (Beyond Power'da) vurguladığı gibi, kapitalist devlette siyasi erkin artan yoğunlaşması otoriter devletin mikrokozmu [microcosm] olan anonim şirketin [corporation, anonim yapı, korporasyon, şirket] biçimine de atfedilebilir, çünkü bu merkezileşmiş otoriteye, bürokratik hiyerarşiye, antidemokratik kontrollere, ve bireysel inisiyatif ve özerkliğin yokluğuna dayanır. Bu nedenle, büyük anonim şirketler için çalışan milyonlarca kişi, otoriter yönetimde hayatta kalmak ve "başarılı olmak" için gerekli psikolojik özellikleri geliştirmeye otomatikman eğilimlidir. Siyasi sistem, doğaldır ki, çoğu insanın zamanının yarısını geçirdiği işyerinde yaratılan psikolojik koşulları yansıtma eğilimindedir.

Bu gibi eğilimleri gözden geçiren Ralph Miliband [şu] sonuca varır: "demokrasi ve halk egemenliği retoriği ne kadar yüksek sesli ifade ediliyor olursa olsun, ve siyasetin bugün içermek zorunda olduğu 'popülist' imalara rağmen, trend gücün daima daha fazla tepede toplanmasına doğrudur." (Divided Socities, Oxford, 1989).


D.09.02. "GÖRÜNMEZ HÜKÜMET" NEDİR?

Yönetimin, resmi olarak izin verilmeyen politikaları uygulamak amacıyla resmi hükümet birimlerini veya kurumlarını bypas edebildiği veya zayıflatabildiği zaman ortaya çıkan "görünmez hükümet" veya "gölge hükümet" fenomeninden zaten kısaca bahsettik (bakınız Kısım D.9). ABD'de, Reagan Yönetimi'nin İran-Kontra ilişkisi bunun bir örneğidir. Bu olayda, icranın bir kolu olan Ulusal Güvenlik Konseyi [National Security Council], Kongre'nin kabul ettiği Boland Değişikliği'ni doğrudan ihlal ederek, Orta Amerika'daki paralı karşı-ayaklanma kuvveti olan Kontraları gizlice finanse etmişti. Müfettişlerin Başkan'ın yetkilendirmesi ve hatta operasyon hakkında bilgisi olduğunu ispatlayamamaları olgusu, planlayıcılarının oluşturmak için özen gösterdikleri başkanlığın "inkar etmesi"ne [yönelik olarak] takdir edilecek [bir unsurdur].

Birleşik Devletler'deki görünmez hükümetin diğer daha yeni vakaları, hükümet birimlerinin artık görevlerini etkin bir şekilde yerine getiremeyecek şekilde zayıflatılmasını içerir. Reagan'ın Beyaz Saray'daki görev süresi bunun birkaç örneğini verir. Örneğin, Çevresel Koruma Birimi [Environmental Protection Agency] gerçek bir çevresel korumaya inanan çalışanların uzaklaştırılması ve yerlerine şirket kirleticilerine sadık olan insanların getirilmesiyle pratik anlamda etkisizleştirilmişti. Kanıtlar, Reagan'ın atadığı James Watt'ın İçişleri Bakanlığını da benzer şekilde [co-opt] kümeslediğine işaret ediyor. Bu gibi yasanın etrafından dolaşan yollar [detour], başkanların kağıt üzerinde sahip olduklarından çok daha fazla fiili güç uygulayabilmesine imkan tanıyan bariz politika araçlarıdırlar.

ABD'deki görünmez hükümetin en güçlü yöntemlerinden birisi de, Kongre ve Amerikan halkından gizli tutulan, Başkan'ın Ulusal Güvenlik Yönergesi  [National Security Directives, UGY] aracılığıyla iç ve dış politikayı belirleme otoritesidir.  Bu gibi UGY'ler, Beyaz Saray'dan resmen ilan edilenden oldukça farklı olabilecek politikaları biçimlendirerek, Birincil Düzenleme haklarına müdehale kabilinden konuları kapsayarak, savaşa, askeri çatışmaların artmasına ve hatta milyarlarca dolarlık kredi güvencelerine yol açabilecek faaliyet girişimlerini kapsayarak, neredeyse sınırsız bir eylem alanını kapsar --bunların tümü de kongrenin onayı ve hatta bilgisi dahi olmaksızın [gerçekleşir].

Kongre araştırmalarına göre, geçmiş yönetimler Vietnam'daki savaşı şiddetlendirmek, Afrika'ya ABD komandolarını göndermek, ve yabancı hükümetlere rüşvet vermek için ulusal güvenlik yönergelerini kullanmışlardır. Reagan Yönetimi, Mikronezya'nın geleceğinden tutun da bir nükleer soykırımın ardından hükümetin nasıl faal tutulacağına kadar çeşitli konularda 320'den fazla gizli yönerge hazırlamıştır. ABD istihrabatı hakkındaki önde gelen yazarlardan birisi olan Jeffrey Richelson'a göre, Bush Yönetimi, 1992 gibi erken bir tarihte, uyuşturucu savaşlarından nükleer silahlanmaya, Afganistan'daki gerilların desteklenmesinden Panama'daki siyasetçilere kadar çeşitli konularda 100'den fazla UGY hazırlamıştır. Bu gibi yönergelerin konuları azimli araştırmacılar tarafından ortaya çıkarılmış olsa da, bu metinlerin hiçbirisi ne açıklanmış [declassify] ne de kongreye sunulmuştur. Aslında, Bush Yönetimi gizli olmayan UGY'lerinin bile açıklanmasını mütemadiyen engellemektedir.

31 Ekim 1989'da, Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesinden dokuz ay önce, Bush, ABD birimlerinin Irak ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini genişletmesini, Irak'ın milyarlarca dolar kredi güvencesi yanı sıra daha sonra nakit para karşılığı satılacak olan askeri teknoloji ve besin maddelerini de kapsayan ABD mali yardımına erişebilmesini emreden UGY-26'yı imzaladı. Milyar dolarlık fonların tahsis edilmesini içeren kararların yasamayla birlikte alınması gerektiğini düşünen Kongre üyeleri gizli yönergelerin bir listesini elde etmek amacıyla 1991'de müfettişler görevlendirdiler. Beyaz Saray, yönergelerin "ulusal güvenlikle ilgili oldukları için" gizli tutulması gerektiğini bildirerek işbirliği yapmayı reddetti. Irak'ın NSD-26 ile elde ettiği kredileri ödeyememesi, Amerikan vergi yükümlülülerin milyarlarca dolarlık faturayı ödeyecekleri [footing] anlamına gelmektedir.

Siyasetçilerin altta yatan otoriterliği genellikle sözleriyle ortaya dökülür. Örneğin, Reagan merkezileşmenin azalması taraftarı olduğunu söylerken bile bütçe üzerindeki kontrolünü fazlasıyla artırmak ve ülke içindeki CİA faaliyetlerini --daha az Kongre denetimiyle birlikte-- genişletmek istiyordu; ki bunların her ikisi de erkin merkezileşmesini artırmaya hizmet etmiştir (Tom Farrer, "The Making of Reaganism". New York Review of Books, 21 Ocak 1982, Marily French'in Beyond Power içindeki alıntısı, s. 346). Kongre'nin onaylamamasının ardından Clinton'un Meksika'yı borç krizinden kurtarmak için Yürütme Emri'ni [Executive Order] kullanması, ülkeyi emirle yönetme geleneğine tamamen uygun düşer.

İran-Kontra ilişkilerinden ortaya çıkan en rahatsız edici şey belki de Reagan yönetiminin sıkıyönetim ilan etmeye yönelik olası planıdır. Miami Herald'ın muhabiri Alfonso Chardy, Temmuz 1987'de, Kıdemli Albay Oliver North'un Ulusal Güvenlik Konseyi görevlisi olarak çalışırken, "ABD'nin yurtdışı askeri işgaline ulusal bir muhalefet olması" durumunda sıkıyönetim ilan ederek Anayasal Haklar'ın askıya alınmasını sağlayacak bir Federal Acil Durum Yönetim Birimi [Federal Emergency Management Agency] üzerinde çalıştığını ortaya çıkarmıştır. Bu sıkıyönetim yönergesi 1988'de hala yürürlükteydi (Richard O. Curry (ed.), Freedom at Risk: Secrecy, Censorship, and Repression in the 1980s, Temple University Press, 1988).

Eski ABD Başsavcısı General Edwin Meese, sıkıyönetim uygulanmasındaki yegane en önemli etmenin "sivil rahatsızlıkların enterne edilmesini sağlamak amacıyla istihbarat toplanmasını ilerletmek" olduğunu ifade etmiştir (a.y., s. 28). Kısım  B.16.5'de tartışıldığı üzere, 1980'ler boyunca FBİ, potansiyel olarak "yıkıcı" [subversive] gördüğü birey ve gruplar hakkındaki gizli istihbaratını önemli ölçüde artırmış, böylece sivil rahatsızlıklarda derhal enterne edilecek insanların bir listesini Yönetim için hazırlamıştır. Halen Kongre'de tartışılmakta olan Omnibus Anti-Terör Yasası [Omnibus Anti-terror Bill], Başkan'ın [üye oldukları] örgütleri "terörist" ilan ederek muhaliflerini tutuklamasına ve mallarına el koymasına izin vererek, Başkan'a fiilen diktatörsel güçler vermektedir.


D.09.03 HAPSETME ORANLARI NEDEN YÜKSELİYOR?

Büyük bir hapishane nüfusu otoriter rejimlerin bir diğer karakteristiğidir. Bu nedenle, ABD hapsetme oranının son on yıl içerisindeki artışı, hapishane "endüstrisi"nin yakın zamandaki hızlı büyümesiyle birlikte, otoriter bir hükümete doğru yönelişin bir başka delili olarak değerlendirilmelidir --"Üçüncü Dünyalaşma" fenomeninden beklenebileceği üzere.

Hapishane sakinleri ağırlıklı olarak yoksuldur; toplumsal prestijden yoksun, kendilerini savunmak için kaynakları olmayan bu insanlara dağıtılan cezalar, aynı suçla yargılanan yüksek gelirli insanların aldıklarından çok daha ağırdır. Federal Adalet İstatistikleri Bürosu [Federal Bureau of Justice Statistics], erkek tutukluların hüküm giymeden önceki medyan gelir ölçülerinin genel nüfusunun üçte biri olduğunu göstermektedir. Hapishane sakinlerinin medyan gelir ölçüsü, görece az sayıdaki beyaz-yakalı (ve daha zengin) suçlu hesaplamalara dahil edilmezse, daha da düşük çıkacaktır.

Yoksullar orantısız bir şekilde azınlıklardan meydana geldiği için, hapishane nüfusu da keza orantısız bir şekilde azınlıklardan olşumaktadır. 1992 itibariyle, Amerikan yetkilileri siyah erkekleri, eski apatrheid rejiminin en kötü zamanında Güney Afrika'da yaptığından 5 kat daha fazla hapse göndermekteydi; ve Meksika kökenli tutuklarının sayısı tüm Meksika'dakinden daha çoktu (Phil Wilayto, "Prisons and Capital Restructuring", Workers' World, 15 Ocak, 1995).

Michael Specter, hapishane sakinleri tarafından işlenen suçların yüzde 90'ının mülkiyete karşı işlenen suçlar olduğunu bildiriyor ("Community Corrections", The Nation, 13 Mart, 1982). Nüfusun en zengin yüzde birlik kısmının, aşağıdaki yüzde 90'dan daha fazla mülkiye sahip olduğu bir dönemde, en altta yer alanların yasal olarak elde edemedikleri bozuk dağılmış refahın bir kısmını yasal olmayan şekillerde telafi etmeye çalışmasında pek de şaşılacak bir şey yoktur.

1980'lerde, ABD, bir dizi uyuşturucu madde suçları için zorunlu cezalar getirdi, idam cezasını genişletti, ve polisle savcıların güçlerini büyük ölçüde artırdı. Sonuç, ABD Adalet Bakanlığı'nın yakın zamanda yayınladığı bir rapora göre, 1985 ile 1994 arasında hapishane nüfusunun ikiye katlanması oldu. Aslında, 1980 ile 1984 arasında suç işleme oranı yüzde 14 azalırken, aynı dönem zarfında tutuklu sayısı yüzde 43 arttı. 1985 ile 1989 arasında suç oranı yüzde 14 artarken, tutuklu sayısı ise yüzde 52 arttı.

ABD hapishane nüfusu, yeni uyuşturucu cezaları getiren yasalarla orantısal olarak kabarırken, uyuşturucu kullanımı azalma göstermedi. Görebileceğimiz üzere bastırıcı tedbirler açıkça işe yaramamaktadır, ancak giderek küçültülmekte olan toplumsal programlara hala tercih edilmektedir. Örneğin, ABD'de yakın zamanda geçirilen yeni bir yasa polis ve hapishaneler için ek milyarlarca dolar tahsis ederken, yeni Cumhuriyetçi Kongre aynı zamanda aile planlaması kliniklerini, okul yemekleri programlarını, gençlik yaz çalışma programlarını, vb. ortadan kaldırmaktadır. Hapishane inşaatı hızlı büyüyen bir endüstri, Wall Street akbabalarının yatırımlarının çoğunu cezbeden Amerikan ekonomisinin az sayıdaki "parlak" noktalarından birisi, haline gelmiştir.


D.09.04 HÜKÜMET GİZLİLİĞİ VE VATANDAŞLARIN GİZLİCE İZLENMESİ NEDEN ARTIYOR?

Otoriter hükümetler, tamamen gelişmiş gizli polis kuvvetleri, vatandaşların yaygın bir şekilde gizlice gözetlenmesi, yüksek düzeyde bir resmi gizlilik ve sansür, muhalifleri yıldırmak ve susturmak için ayrıntılı bir devlet baskısı sistemiyle karakterize edilirler. Tüm bu fenomenler ABD'de en azından seksen yıldan beri vardır, ancak bilhassa 1980'lerde olmak üzere II. Dünya Savaşı'ndan beri daha da aşırı biçimler almıştır. Bu kısımda gizli polisin operasyonlarını inceleyeceğiz.

Grift ABD "ulusal güvenlik" aygıtının yaratılması, 1945'den itibaren kongre yasaları, sayısız idari düzenleme ve ulusal güvenlik yönergesi, ve Birinci Düzenlemenin [First Amendment] sağladığı hakları aşındıran bir dizi Yargıtay kararı ile yavaş yavaş olmuştur. Ancak Reagan yönetiminin politikaları, sadece kapsadığı alan itibariyle değil, ortadan kaldırılmaları imkansız değilse bile zor olacak şekilde gizlilik, sansür ve baskının kurumsallaştırılmasıyla geçmişten radikal bir kopuşu temsil etmektedir. Richard Curty'nin belirttiği üzere, Reagan yönetiminin başarısı, "Amerikan toplumunda yirminci yüzyılda meydana gelen belli başlı yapısal ve teknolojik değişimlerden --özellikle de modern bürokratik Devlet ilee gizli gözetimi yeni ve sinsice şekillerde yapmayı mümkün kılan gelişmiş elektronik cihazların ortaya çıkmasıyla--" kaynaklanmaktadır (Curry, Op.Cit., s. 4).

FBİ,  1920'lerin Kızıl Korku [Red Scare] günlerinden beridir "karşı-yıkıcı" [counter-subversive] gizlice gözetleme tekniklerini kullanmakta ve ulusal güvenlik açısından potansiyel tehdit olduğunu düşündüğü kişi ve grupların listesini tutmaktadır. Bu tür faaliyetler, Franklin Roosevelt'in FBİ'ya ABD'deki Faşist ve Komünist faaliyetler hakkında bilgi toplama, olası casusluk ve sabotajlar hakkında soruşturmalar düzenlemesi emrini verdiği 1930'larda yaygınlaşmıştır. FBİ başkanı J. Edgar Hoover, bu yönergeleri, oldukça geniş bir kategori olan potansiyel "yıkıcılar"ın soruşturmaya yönelik açık uçlu bir yetkilendirme olarak; ve, Roosevelt'in yönergelerinin tam boyutu hakkında dikkatsiz veya umarsamaz başkanları ve başsavcıları tekrar tekrar yanlış bilgilendirme [hakkı] olarak değerlendirdi. Hoover, durmaksızın genişleyen bir siyasi muhalifler sınıfına karşı sürdürülen FBİ soruşturmaları için örtülü onayı kullanmaya 30 yıldan fazla bir süre devam etti. (Geoffrey R. Stone, "The Reagan Administration, the First Amendment, and FBI Domestic Security Investigations", Curry'de, a.y.).

Soğuk Savaş'ın devam etmesi, Sovyetler Birliği ile süren anlaşmazlıklar, ve "uluslararası Komünist komplo" korkusu, sadece kürenin dört bir yanında CİA'nın gizli operasyonları ve Amerikan askeri müdehaleleri için bir meşrulaştırma aracı olmakla kalmadı, aynı zamanda da FBİ'nın yurtiçi gizli gözetim faaliyetlerinin genişletilmesi için gerekçe oldu.

Böylece, 1957'de, Kongre veya başkanın herhangi bir onayı olmaksızın, Hoover COINTELPRO adı verilen son derece gizli bir operasyonu başlattı:

"1957 ile 1974 arasında, büro yarım milyondan fazla "yıkıcı" Amerikalı hakkında soruşturma dosyaları açtı. Bu soruşturmalar sırasında, büro, "ulusal güvenlik adına, yaygın telefon dinleme, mikrofonla gizlice dinleme, mektupların okunması, ve haneye tecavüz eylemleriyle meşgul oldu. Bundan daha da sinsicesi ise, büronun, Sosyalist İşçi Partisi'nden tutun da NAACP'ye, İnsan Hakları için Tıbbi Komite'ye, Milwaukee İzci Erkekler oymağına kadar çeşitli "yıkıcı"  siyasi birliklerin faaliyetleri ve üyeleri hakkında içlerine sızarak raporlar hazırlamak amacıyla yaygın şekilde muhbirler ve gizli ajanlar kullanması olmuştur." (Stone, a.y., s. 274).

Ancak, COINTELPRO yalnızca soruşturma ve gizli gözetimden çok daha fazlasıdır. Altmışların ve yetmişlerin başlarının Yeni Sol ve Siyah radikal hareketlerinin gözden düşürülmesi, zayıflatılması ve en sonunda da tahrip edilmesi için kullanılmıştır --yani, siyasi muhalefetin ana kaynaklarının sessizleştirilmesi.

FBİ, ajan provakatörler kullanarak şiddet için zemin hazırlamış, onlara suçlar yıkarak, haklarında sahte suçlamalar yaparak, adlarına saldırgan dökümanlar, sahte dedikodular yayarak, malzemelerini sabote ederek, paralarını çalarak, ve başka kirli dolaplar çevirerek, hareket liderlerinin güvenilirliğini tahrip etmiştir. FBİ, bu gibi yollarla, hareketler içindeki sürtüşmeleri şiddetlendirmiş, üyeleri ve grupları birbirine cephe almaya yönlendirmiştir.

Hükümet belgeleri, FBİ ve polisin, Demokratik Toplum İçin Öğrenciler [Students for Democratic Society], Kara Panter Partisi [Black Panter Party], ve Kurtuluş Haber Servisi [Liberation News Service] gibi gruplar içerinde, sonunda kopmalara yol açacak şiddetli tartışmaların yaratılmasına karıştığını gösteriyor. Büro keza bu gibi grupların ırk, sınıf ve dini çizgiler ötesinde ortaklıklar oluşturmakta başarısız olmalarında da rol oynamıştır.  FBİ, İslam Milleti [Nation of Islam] içerisinde "geliştirmekten" övünç duyduğu bir "hizipler arası anlaşmazlık" sonucu öldürülen Malcolm X, ve bir keskin nişancı tarafından rahatça öldürülmeden önce kendisini intihara sürükleyen incelikli FBİ komplosunun hedefi olan Martin Luther King, Jr. suikastlarını hazırladı. Öteki radikaller suçlular, zinacılar, veya hükümet ajanları olarak resmedildiler, diğer bazıları ise tek ateş edenin polis olduğu düzmece silahlı çatışmalarda katledildiler.

Bu faaliyetler en sonunda Watergate soruşturmaları, kongre tanıklıkları, ve Bilgi Edinme Hakkı Yasası [Freedom of Information Act, FOIA] sayesinde kamuoyunun önüne çıktılar. FBİ suistimalleri karşısında, 1976'da başsavcı Edward Levi, büronun siyasi muhalifleri soruşturma yetkisini ciddi bir şekilde kısıtlayarak, yutiçi güvenlik soruşturmaları başlatması ve bunların kapsamı hakkında kamu kuralları rehberi hazırladı.

Ancak, Levi kurallarının, genel eğilimin sadece geçici bir süreliğine tersine çevirilmesi olduğu zamanla ispatlandı. Ronald Reagan, başkanlığı sırasında yurtiçi politika söz konusu olduğunda devlet gücünün artmasına karşı olacağını açıkça söylemesine karşın, "ulusal güvenlik" amacıyla ulusal bürokrasinin gücünü sistemli ve görülmemiş bir şekilde çoğalttı. Bunların en önemlilerinden birisi, Levi kurallarının önlemek üzere tasarladığı FBİ suistimallerine karşı koruyucu tedbirlerinin ortadan kaldırılması oldu. Bu, birbirleriyle ilgili iki icra bölüm girişimiyle gerçekleştirildi: 1981'de çıkarılan İcra Emri [Executive Order] 12333, ve 1983'de başsavcı William French Smith'in Levi'ninkilerin yerini alan kuralları.

Smith kuralları, eğer olgular, grup veya bireylerin suç teşkil eden faaliyetlere katıldığına "makul derece işaret ediyor"sa, FBİ'nın yurtiçi güvenlik soruşturması açmasına izin veriyordu. Daha da önemlisi, yeni kurallar "suçun gerçekleşmesini tahmin etmek ve önlemek" konusunda FBİ'ı yetkili kılıyordu. Sonuçta, FBİ artık, ifadeleri, suç teşkil eden faaliyetleri "savunan" veya suça --bilhassa da şiddet içeren suçlara-- yönelik belirgin bir niyete işaret eden grup ve bireyleri soruşturabilecekti.

Curry'nin belirttiği üzere, Smith kurallarının dili, FBİ'nın hedef olarak seçtiği, yönetimin dış politikasına karşı çıkan siyasi eylemciler dahil olmak üzere, herhangi bir grup veya bireyi soruşturmasına yetecek kadar yoruma dayalı bir serbestlik sağlıyordu FBİ görevlilerine. Yeni kurallar çerçevesinde Büro'nun derhal geniş yelpazedeki siyasi muhalifleri soruçturmaya başlaması, 1976'dan beri kaybettiği zamanı hızla telafi etmesinde şaşıracak bir şey yok. Kongre kaynakları, yalnızca 1985 yılında FBİ'ın Reagan yönetiminin Orta Amerika politikalarına karşı çıkan, Orta Amerikalı göçmenlerle dayanışma gösteren dini örgütler dahil omak üzere, 96 grup veya bireyi soruşturduğunu gösteriyor.

Smith kuralları Büro'nun sadece muhalifleri soruşturmasına izin veriyordu. Ancak bugün, ABD Haklar Bildirgesine karşı çok daha büyük tehlikeler bizi beklemekte: ünlü Kapsamlı Anti-Terör Tasarısı [Omnibus Counter-Terrorism Act]. Eğer geçerse, bu tasarı Başkan'ın, kendi inisiyatifi ve kendi tanımlamasıyla, herhangi bir kişi veya örgütü "terörist" ilan etmesine imkan verecek.

Madde 301(c)6, başkana özgü bu hükümlerin nihai olarak kabul edileceğini ve mahkemeye itiraz edilemeyeceğini belirtiyor. Başsavcı da yine yaptırıma yönelik yeni güçlere sahip olacak; örn., suçsuz oldukları ispatlanana kadar şüpheliler suçlu olarak değerlendirilebilecek, ve şüphelilere karşı öne sürülen kanıtların kaynağı veya içeriği, eğer Adalet Bakanlığı bu gerçeklerin açıklanmamasının "ulusal güvenlik" gereği olduğunu iddia ederse, kamuoyuna açıklanmayacak. Şüpheliler yine kefalet hakkı olmaksızın tutulabilecek, ve ülkeyi ziyaret eden yabancılar ise gerekçesiz sınırdışı edilebilecekler. Yerli yabancılar duruşma hakkına sahip olacaklar, ancak hiçbir suçun varlığı ispatlanmasa da sınırdışı edilebilecekler! ABD yurttaşları 10 yıla kadar hapsedilebilecekler ve suçlu bulunurlarsa 250.000 $ ceza ödeyecekler.

Anti-Terör Tasarısı'nın aynı derecede korkunç bir diğer hükmü de, tüm "terörist" suçları, ceza olarak kişisel mülke el koyma hükümleri içeren RICO'ya [Mafya-Etkisindeki Suç Örgütlenmeleri, Racketeer-Influenced Criminal Organisation] dahil eden Madde 603'tür. Böylece, bir kişinin, faal veya eski bir federal çalışana "müdahale etmek" veya onu "engellemek" veya "tehdit etmek" ile suçlanması, "terörizme yönelik komplo teşebbüsü" ithamıyla o kişinin tüm özel mülküne el konulmasına yol açabilecektir. Bazı Kongre üyeleri tüm yerel silahla-ilgili suçlamaların federal terörist suçlar olarak sayılmasını istiyorlar. Hiç şüphe yok ki, Anti-Terör Tasarısı, müsadere etme [seizure] ve ceza olarak el koyma [forfeiture] yasalarıyla halihazırda uyuşturucu olaylarında yaygın olan suistimalleri daha da çoğaltacaktır. Bu hiç de şaşırtıcı olmaz, çünkü Federal ve eyalet birimleri ve yerel polis müsadere etmek ve kendi kullanımlarına yönelik olarak el koymaya teşvik ediliyorlar, çünkü müsadereye yol açacak suçlamaları yapan, bilgi veren şahıslar haczedilen mülkün bir kısmını almaya hak kazanıyorlar.

Eğer bu tasarı geçerse, aynen geçmişte COINTELPRO gibi Sol'a karşı kullanılacağı kesindir. Çünkü FBİ'nın büyüklüğünü ve fonlarını fazlasıyla artıracak, ve adli gözetim olmaksızın tüm ülke çapında "anti-terörist" faaliyetlere girişmek için ona yetki verecektir. Aklımız, bu tasarının, hükümete, FBİ suistimallerinin favori hedefi olan kapitalizm karşıtlarını ve eleştirmenlerini bastırma yetisi vereceğini bize hatırlatıyor. Örneğin, bir ajan provakatör, felsefi anarşistlerin barışçıl bir toplantısına yasadışı bir dinamit fitiliyle gelip, ardından da toplantıya katılan herkesi terörist bir eylem yapma hazırlığı içinde olmakla hükümete ihbar edebilir. Bu ajan hatta bir yeri havaya uçurup, diğer üyelerin plandan haberi olduğunu bile iddia edebilir. Böylece, gruptaki herkes mülklerinin haczedilmesi ve on yıla kadar hapsedilme cezasıyla karşı karşıya kalabilir.

Anti-Terör yasası bugünkü haliyle kabul edilmese bile, bu gibi ölçüsüz [aşırı] tedbirler, düşünce halinde olsalar dahi, ABD'nin --ve dolayısıyla diğer "gelişmiş" kapitalist devletlerin-- seçtiği yönelim hakkında ciltler dolusu şeyi ifade etmektedir.


D.09.05 ANCAK OTORİTER HÜKÜMETLER DAİMA SANSÜRE BULAŞMAZLAR MI?

Evet. Ve merkezi hükümetler medya üzerindeki güçlerini geçtiğimiz birkaç on yıl içerisinde durmaksızın arttırmaktadırlar. Kitle iletişiminin tekelci kontrolü, birçok farklı bilgi kaynağının ortada gözüktüğü nominal olarak demokratik toplumlarda hemen göze çarpmayabilir. Ancak daha yakından bakınca, --insanların büyük bir kısmına ulaşan-- bütün ana medyanının esasen aynı neo-kapitalist dünya görüşünü yaymakta olduğu görülmektedir. Bunun sebebi sözde "özgür" medyanın bir elin parmakları kadar kapitalistik medya holdinginin elinde olmasıdır. Böylesi bir birbirine benzeme [aynılık], bu dünya görüşüyle çatışan veya onun temel ilkelerine karşı güveni sarsan herhangi bir olgunun, kavramın veya görüşün geniş bir kitleye erişmesini neredeyse imkansız hale getirir (bakınız Kısım D.3).

Hükümet ile haber dergileri ve gazeteler arasında sayısız bağlantı bulunmaktadır. Büyük şirketlerin çıkarları televizyon ve radyoya hakim olur; ve daha önce anlatılan nedenlerden ötürü, belli başlı büyük şirketlerin çıkarları hükümetlerinki ile büyük ölçüde örtüşür. Son yıllardaki eğilim, kârlarının büyük bir kısmını çelik, petrol ve telefon teçhizatı gibi sanayilerden elde eden büyük şirketlerin küçük, bağımsız basılı medyayı, özellikle de gazeteleri, ele geçirmesidir. Marilyn French'in belirttiği üzere, büyük şirketlerin bu denetiminin etkisi "iletişim medyasını rahatsız edici olabilecek her şeyden uzaklaştırarak, yumuşak, mümkün olanın en iyisi türünden bir bakış açısına yönlendirmektir. Her ne kadar insanların önünde seçmek için okuyacak ve bakacak geniş bir çeşitlilik olsa da, bunların büyük bir kısmı aynı türden dikkat dağıtıcı --geçici hevesler ve modalar, yüzeysel bir gösteriş-- veya sakinleştici şeyler sunarlar; tüm sorunların çözümü vardır, hiçbir ciddi adaletsizliğin veya kötülüğün sürmesine izin verilmez" (French, Op. Cit., s. 350).  Diğer bir deyişle, insanların, giderek azalan sayıdaki "kabul edilebilir" fikirlere giderek daha çok erişebilmeleri sağlanmaktadır.

Bu eğilimler, gayri-resmi ve sistemli olmayan bir sansür biçimini temsil etmektedir. Ancak, Birleşik Devletler'de, federal hükümet resmi ve sistemli sansür biçimlerini de genişletmektedir. Bu konuda en ileri gideni yine Reagan yönetimidir. Sadece 1983'de, hükümet çalışanları tarafından yazılan 28.000'den fazla konuşma, makale, ve kitap onaylanmak üzere hükümet sansürüne sunulmuştur. Reagan hükümeti ayrıca sınıflandırılmamış bilginin kısıtlanması için örnek teşkil etmiştir. Bu, tüm hükümet çalışanlarının güvenlik izni almak için, yalnızca sınıflandırılmış olanı değil "sınıflandırılmamış ancak sınıflandırılabilir" bilgiyi de ifşa etmekten yargılanmalarına olanak tanıyan Standard Form 189'u imzalamaları zorunluluğunu getiren yasaların geçirilmesiyle sağlanmıştır. Bu ifade ["sınıflandırılmamış ancak sınıflandırılabilir" bilgi] kasıtlı olarak belirsiz bırakılmıştır; Bölüm-22 [Catch-22] en fazlasından ıslık çalanların [whistle-blowers, resmi işlerde yapılan bir yolsuzluğu yetkili mercilere bildiren kişiler] taciz edilmeleri için yeterince yoruma açık bir serbestliğe sahiptir (Curry, Op. Cit.].

Eğitim ve kültürel karşılıklı değişim programı AMPARTS'ın bir parçası olarak yurtdışına bursiyerler gönderen Birleşik Devletler Enformasyon Ajansı [United States Information Agency, USIA], yabancı dilde konuşma yapacak bursiyerlerin seçiminde onların siyasi görüşlerini yoklamaya teşebbüs etmiştir. 1983'de, Dış İşleri Bakanlığı Uluslararası Operasyonlar Alt Komitesi [House Foreign Affairs Subcommittee on International Operations], AMPARTS konuşmacılarının "partizan siyasi ideoloji" temelinde seçilmesi nedeniyle USIA görevlilerinin "kuruluş beratının ilke ve ruhunu ihlal etmek"le suçlamıştır.

1984'ün başlarında, USIA'nin 1981'den beridir sadece önde gelen akademisyenleri değil, aynı zamanda Coretta Scott King, Kongre üyesi Jack Brooks, ve eski Senatör Gary Hart gibi ulusal figürleri de içeren bir kara liste oluşturduğunun Washington Post tarafından ortaya çıkarılmasıyla, USIA politikası bir ulusal skandal haline gelmiştir. Göç, Uyumlandırma, ve Tabiyet Yasasına [Immigration, Naturalization and Nationality Act] ("McCarran Yasası" olarak bilinir) dayanarak, siyasi ve ideolojik inançlarından ötürü yabancıların Birleşik Devletler'e girmesi yasaklanmıştır. Reddedilen binlercesi arasında, Nobel ödüllü yazarlar Gabriel Garcia Marquez ve Czeslaw Milosz, yazar Carlos Fuentes, oyun yazarı Dario Fo, aktris Franca Rame, romancı Doris Lessing, NATO Başkomutan Yardımcısı Nino Pasti, ünlü Kanadalı yazar Farley Mowat, Amerika doğumlu feminist yazar Margaret Randall, ve Şili'nin eski sosyalist devlet başkanı Salvador Allende'nin dul karısı Hortensia Allende en dikkati çekenlerdir.

Son yıllardaki en rahatsız edici gelişme belki de Reagan yönetiminin Düşmanla Değişim Yasası'nın [Trading with Enemy Act] gücüne dayanarak, Küba, Kuzey Vietnam, ve Arnavutluk'tan (Çin veya eski Sovyetler Birliği'nden değil) gelen dergi ve gazetelere ambargo uygulaması, ve televizyon habercilerinin yurtdışında satın aldıkları bazı İran kitaplarına el koymasıdır. Bu dökümanlara Amerikan sırlarını içerdikleri için el konulmadı, sebebi bunların Amerikalıların bilmesinin istenmediği Yönetime ilişkin bazı bilgileri içerme ihtimalidir [French, Op. Cit., s. 433].

Resmi sansür, son İran Körfezi katliamında oldukça belirgindi. Bu tek taraflı mücadelede, hükümet basının savaş hakkındaki bilgiye erişmesini ciddi biçimde sınırlamak, haberleri eskortların eşliğindeki "basın havuzları"na indirgemekle kalmadı, aynı zamanda haber medyasının büyük bir kısmını Yönetimin uysal bir propaganda aracına dönüştürdü. Bu, havuzdaki sınırlı sayıdaki yer için TV kanalları ve haber servisleri arasında rekabet yaratarak, ve böylece de haber departmanlarını hükümetin iyi niyetine bağımlı kılarak ve habercileri ABD öncülüğündeki katliamın amigoluğuna dönüştürerek sağlandı.

Körfez Savaşına dair haber yapılması, ordu, haber ve fotoğraf ajansları, veya her ikisi tarafından doğrudan sansürlendi. Örneğin, uzun süredir NBC'de olan, ödüllü gazeteci Jon Alpert, "ABD bombardımanıyla harap olmuş Basra [Irak'ın 800.000 nüfuslu ikinci en büyük şehri] ve Irak'ın diğer bölgelerine ilişkin çarpıcı görüntülerle Irak'tan geri döndüğünde, NBC başkanı Michael Garner çekimin yayınlanmamasını emretmekle kalmadı, Alpert'in bir daha NBC'de çalışmasını da yasakladı" (Fairness and Accuracy in Reporting, Extra, Special Issue on the Gulf War, 1991, s. 15).

John R. Macarthur'un belgelerle ortaya koyduğu gibi, savaşa ilişkin kongre onayı, Saddam Hüseyin ve birliklerini şeytanlaştırmak için tasarlanan devasa propaganda ve dezenformasyon kampanyası olmaksızın elde edilemeyecekti. Bu kampanyanın baş yapıtı --prematüre Kuveytli bebekleri kuvözlerinden çıkaran ve onları soğuk hastane zemini üzerinde ölüme terk eden Iraklı askerler hikayesi-- sürgündeki Kuveyt hükümetince finanse edilen bir Amerikan halkla ilişkiler şirketinin tasarladığı, saf ve eleştiriden yoksun haber kurumlarının yardımıyla Yönetim tarafından hevesle yayılan, tamamen uydurma bir haberdi (John Macarthur, Second Front: Censorship and Propaganda in the Gulf War, Hill & Wang, 1992; keza bakınız John Stauber ve Sheldon Rampton, Toxic Sludge is Good for You! Lies, Damn Lies and the Public Relations Industry, Common Courage Press, 1995).

Resmi ve gayri-resmi bir sansür sistemine yönelik bu eğilimler, ifade ve basın özgürlüğünün geleceği hakkında pek de iyiye işaret etmemektedir. Çünkü, bunlar, kamusal enformasyonun ana kaynaklarını susturmak, sindirmek, ve belirlemek için örnekler oluşturmaktadırlar --yönetimin uygun bulduğu anda başvurabileceği örnekler. Bu, geç kapitalizmin kaçınılmaz bir şekilde otoriter hükümete doğru gitmekte olduğuna ilişkin bir kanıt parçası daha sunmaktadır sadece.


D.09.06 SAĞ NE İSTİYOR?

Muhafazakar ideologların en bilgili ve ciddilerinden birisi olan Kevin Phillips, Post-Conservative America kitabında, ABD hükümeti açısından arzulanılır olarak gördüğü kökten değişimlerin olasılığını tartışır. Önerileri Sağ'ın nereye yönelmeyi arzu ettiği hakkında şüpheye yer bırakmaz. Phillips, "hükümetsel erk, zorlu ve gerekli ekonomik ve teknik kararları alabilmek için fazlasıyla dağılmıştır [yayılmıştır]" demektedir. "Buna göre, bu iktidarın doğası yeniden düşünülmelidir. Federal düzeydeki iktidar artırılmalı, ve icra branşındaki [iktidarın] çoğu ona tahsis edilmelidir" (s. 218).

Kabine'de hizmet eden kongre liderleri ve iki-parti sisteminin tek parti koalisyonuna indirgenmesiyle betimlenen Phillips'in modelinde, Kongre, halihazırda olduğundan daha fazla "emperyal" olacak şekilde başkanlığın basit bir aracına indirgenecektir. Bu fikri uygulanamaz diye bir kenara atmadan önce, iki büyük parti arasındaki ayrımın --her ne kadar içlerinde farklı gruplar yer alsa da aynı şirket seçkinleri tarafından kontrol edilmeleri sebebiyle-- halihazırda fiilen silinmiş olduğunu hatırlayalım.

Birçok taktiksel anlaşmazlıklara karşın, bu seçkinlerin neredeyse tüm üyeleri temel bir ilkeler, tavırlar, fikirler ve değerler kümesini paylaşırlar. İster Demokrat isterse Cumhuriyetçi olsunlar, çoğu aynı Ivy League okullarından mezun olmuşlardır, aynı özel sosyal klüplere üyedirler, aynı belli başlı şirketlerin birbirine kenetlenmiş yönetim kurullarında hizmet ederler, ve çocuklarını aynı özel okullara gönderirler (Bakınız G. William Domhoff, Who Rules America Now? 1983; C. Wright Mills, The Power Elite, 1956).  Belki de en önemlisi, onlar aynı psikolojiyi, yani şirketler Amerikası'nın psikolojisini paylaşırlar; ki bu onların aynı önceliklere ve çıkarlara sahip oldukları anlamına gelir.

Yani, aslında ortada tek bir parti vardır --İşalemi Partisi, gerçek yüzünü kamuoyundan saklamak için iki farklı maske giymektedir. İleri kapitalist ülkelerin geri kalanları için de aynı sözler geçerlidir. Otoriter rejimlerin ana özelliği olan gerçek bir muhalefet partisinin yokluğu bu nedenle zaten tamamlanmış bir olgudur, ve bu yıllardan beridir böyledir.

Belli başlı siyasi partileri birleşiminin yanı sıra, diğer kuvvetler de kaçınılmaz bir şekilde Philips tarafından betimlenen senaryoya doğru ilerlemektedirler. Örneğin, icra kolunun gücü giderek büyümektedir, çünkü Kongre'nin otoritesi, skandallar, partizanca çekişmeler, kitlenmeler, yasamada ortaya çıkan yozlaşmalarla giderek zayıflamaktadır. Aslında, rüşvet alma, lobicilik [influence-peddling], karşılıksız çekler, çıkar çatışmaları, karanlık anlaşmalar, ve genel bir yetersizlik artık Capitol Hill'de rutinleşmiştir. Kongre'nin saygınlığını yeniden sağlamaya yönelik bir şeyler yapılmadıkça, ortam erkin başkanlığın elinde toplanması için uygun olmaya devam edecektir.

Phillips, tasavvur ettiği değişikliklerin Anayasa'yı değiştirmeksizin yapılabileceği konusunda bizleri temin eder. Bu gibi mucizeler aslında mümkündür. İmparator Augustus, Roma Senatosu veya Roma Cumhuriyeti'ni dağıtmaksızın tüm gerçek gücü elinde toplamıştı; Hitler, Weimar anayasasına dokunmaksızın Nazi programlarını gerçekleştirmişti; Stalin, teorik olarak demokratik olan devrimci anayasaya bağlı kalarak yönetimi üstlenmişti.

Birleşik Devletler'in yavaş yavaş otoriterleşmesine yönelik burada bahsedilen olgular, daha önce başkaları tarafından da dile getirilmiştir; bazen de buna gelmekte olan bir diktatörlüğe ilişkin uyarılar eşlik etmiştir. Şu ana kadar böylesi uyarıların prematüre olduğu ispatlandı. Ancak, bugün özellikle endişe verici olan şey, büyüyen otoriterliğin yukarıda incelenen çoğu emaresine bir toplumsal çöküşün belirtilerinin eşlik etmesidir --geçmişte tiranlığın yaklaşmakta olduğunun habercisi olan bir "eşlik etme".

ABD ve diğer Birinci Dünya ülkelerindeki tamamen otoriter olan rejimler, yurttaşların sivil haklarına, onların daha iyi bir toplum umutlarına yönelik basit bir tehditten daha fazlası demektir. Çünkü otoriter rejimler, otokratik devlet başkanlarının başını çektikleri gözü dönmüş bir askeri maceracılıkla ilintili olma eğilimindedir. Bu nedenle, Avrupa ve Japonya'nın otoriter hükümetlere doğru yönelimde ABD'yi takip ettikleri nükleer bir dünyada, sorumsuz siyasetçilerin sebep olacağı nükleer saldırganlık ihtimali artmaya devam edecektir. Böyle bir durumda, bir karşılaştırma yaparsak, Soğuk Savaş'ın eski endişeleri gayet hafif kalacaktır. Bu nedenle anarşist anti-otoriterlik, siyasi merkezsizleşme, ve taban [grassroot, otkökü] demokrasisi programının aciliyeti [de giderek artmaktadır] --yukarıda betimlenen rahatsız edici eğilimlerin tek gerçek panzehiri.

Ayrıca, birçok hayırcının [naysayer] ve yönetici sınıf müdafisinin artmakta olan otoriterliği sıklıkla "paranoya" veya "komplo teorisi" olarak reddettiklerine dikkat etmeliyiz. "Eğer durum sizin dediğiniz kadar kötüyse, nasıl oluyor da hükümet sizin bu kışkırtıcı SSS'ı [Sıkça Sorulan Sorular] yazmanıza izin veriyor?" öne sürülen yaygın bir cevaptır.

Rahatsız edilmeksizin bu eseri yazabilmemizin nedeni, mevcut siyasi kültür içerisinde kamunun [halkın] büyük ölçüdeki güç yoksunluğuna tanıklık etmektedir --yani, karşı-kültürel hareketler, daha geniş tabanlı ve mevcut ekonomik düzeni sarsabilecek bir boyuta ulaşana değin hükümet için endişelendirici olmazlar; ancak aksi bir durumda hareketi zayıflatmak için uğraşılması, baskıcı, otoriter kuvvetler için bir "gereklilik" haline gelir.

Etkin bir örgütlenme ve yönetici seçkinlerin çıkarlarına karşı bir tehdit olmadığı müddetçe, insanların istediklerini söylemelerine müsade edilir. Bu, gerçekte hiç de öyle değilken, toplumun tüm fikirlere açık olduğu yanılsamasını yaratır. Ancak, Birinci Dünya Savaşı'nın ertesinde Wobblies [ABD'deki anarko-sendikalist eğilimli sendika IWW üyesi ve taraftarları] ve anarşist hareketin büyük bir kısmının yok edilmesinin gösterdiği gibi, hükümet ciddi bir tehlike arz eden herhangi bir hareketi tamamen yok etmeyi amaçlayacaktır.

Muhalif bir ideolojiye karşı uydurmacanın [spin] layıkı ile uygulanması, bugünkü sisteme karşı herhangi bir alternatifin "işlemeyeceği" veya "ütopyacı" olarak görülmesini sağlayabilir --böylesi alternatifler büyük ölçüde nüfusuun kendi çıkarına olsa bile. Bu ideolojik budama, insanların zihinlerinde bu radikal teorilerin içsel olarak hatalı olduklarından ötürü başarıyla uygulanamadıkları şeklinde yanlış bir algının oluşmasına neden olur --doğaldır ki, mevcut otoriter ideoloji insanların takip edebilecekleri yegane "mantıklı" yol olarak resmedilir.

Örneğin, çoğu Amerikalı, sosyalizmin gerçekten ne hakkında olduğu bilmeksizin veya anlamaya yönelik herhangi bir çaba göstermeksizin sosyalizmi kesin bir dille reddeder. Bu, (liberter) sosyalizmin yanlış olması nedeniyle değildir; son 70 yıldaki kapitalist propagandanın (ve "sosyalizm" eşittir Stalinizm iddiasının) doğrudan bir sonucudur.

Otoriterler, bu tutumu bizzat insanlara doğru da genişleterek, muhalifleri (şirketler medyasının da cömert yardımıyla) "çatlaklar" ve "aşırılar" [extremist, ifrata kaçan] olarak lekelerken, kendilerini ise --savundukları göreceli konumları ne olursa olsun-- makul "ılımlılar" olarak takdim ederler. Bu yolla, bölgelerinde atık yakma tesisine karşı çıkan bir topluluk, gerçekte olan şey bir yerel topluluğun şirket/hükümet otoriterliğine meydan okumaya cesaret ederek demokrasiyi uygulamasıyken, basında kötü adamlar olarak feci şekilde azarlanabilirler!

Üçüncü Dünya'da, muhalifler tipik olarak katledilirler ve bilinmeyen toplu mezarlara atılırlar; burada, Birinci Dünya'da, daha ince bir çökertme gerçekleştirilmelidir. İleri kapitalist otoriter toplumların "görünmez eli" gayet etkilidir; yöntem değişse bile sonuç aynıdır --bugünkü sosyo-ekonomik düzenin alternatiflerinin ortadan kaldırılması.

Çeviri: Anarşist Bakış


Kaynak: "D.9 What is the relationship between wealth polarisation and authoritarian government?", Anarchist FAQs.

Anarşist Yazın Ana Sayfa --->
1