KISIM C.8
İŞ ÇEVRİMİNİN NEDENİ PARANIN DEVLET KONTROLÜNDE OLMASI MIDIR?
 
 
C.8.1 Bu Keynezyenizmin İşlediği Anlamına mı Gelir?
C.8.2 1970'lerde Keynezyenizme Ne Oldu?
C.8.3 Kapitalizm Keynezyenizmdeki Krize Nasıl Uyum Gösterdi?
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler,
açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.

En son kısımda açıkladığımız üzere, kapitalizm, işçi sınıfından insanların otoriteye karşı sübjektif ayaklanmalarını gözardı etsek bile, kar üretimi üzerindeki objektif baskılar nedeniyle canlanma-ve-sönme döngüsünden muzdariptir. İş çevrimine ve "stagflasyon" [stagflation, enflasyon ve ekonomik durgunluğun birarada olması] gibi ekonomik sorunlara yol açan şey karlar üzerindeki bu iki yönlü, sübjektif ve objektif baskıdır. Ancak, kapitalizmin destekçilerine göre bu sonuç kabul edilemezdir ve bu nedenle onlar iş çevrimini, kapitalizmin işleyişinin ürettiği yollarla değil de genellikle dışsal etkilerle açıklamaya çalışırlar. Çoğu "serbest piyasa"-yandaşı kapitalist, iş çevriminin sebebi olarak, piyasaya yaptığı müdehalelerden ötürü devleti, özellikle de devletin para üzerindeki kontrolünü suçlarlar. Aşağıda gösterileceği üzere bu analiz hatalıdır.

Kapitalizmin çoğu destekçisinin, bizim Kısım C.7.3'de tartıştığımız "sübjektif" baskıları gözardı ettiği vurgulanmalıdır. Ayrıca, sermaye yatırımlarını artırmayla ilgili olan sorunlar (Kısım C.7.3'de açıklandığı üzere) genellikle gözardı edilir, çünkü onlar sermayeyi çoğunlukla "üretken" olarak düşünürler ve böylece de onun kullanımının nasıl krizlere yol açacağını göremezler. Bu onları, Kısım C.7.2'de tartışılan, fiyat mekanizmasıyla ilgili sorunlarla başbaşa bırakır.

"Devlet-kontrolündeki-para"[ya dayanan] kriz kuramının ardındaki fikir, faiz oranlarının şirketlere ve bireylere, fiyat değişimlerinin gelecekteki üretim eğilimlerini nasıl etkileyeceği hakkında bilgi sunduğu fikridir. Özellikle iddia edilen şey, faiz oranlarındaki değişikliklerin (yani kredinin arz ve talebindeki değişikliklerin) dolaylı olarak şirketleri rakiplerinin tepkileri hakkında bilgilendirdiğidir. Örneğin, alüminyumun fiyatı artarsa, bu alüminyum endüstrisindeki yatırımda bir artışa, böylece de (daha fazla kredi talep edildiği için) faiz oranlarında bir yükselişe yol açacaktır. Yükselen faiz oranları umulan karları düşürecek ve genişlemeyi yavaşlatacaktır. Paranın devlet kontrolünde olması (faiz oranlarını çarpıtarak) bu süreci durdurur ve böylece kredi sisteminin ekonomik işlevini yerine getirememesine neden olur. Bu ise aşırı üretime neden olur ve faiz oranları reel tasarrufları yansıtmaz, ve böylece de kapitalistler, yalnızca faiz oranları suni bir şekilde düşük olduğu için karlı gözüken sermayeye, [yani] yeni sermayeye aşırı yatırım yaparlar. Oran kaçınılmaz olarak "reel" değerine doğru, yukarı şekilde uyum gösterdiği için, yatırılmış olan sermaye karsız hale gelir ve böylece aşırı yatırım ortaya çıkar. Bu nedenle, bu argümana göre, kapitalizm üzerindeki bu olumsuz etkiler, devletin para üzerindeki kontrolü ortadan kaldırılarak yok edilecektir.

Paranın devlet kontrolünde olmasının iş çevriminin sebebi olup olmadığını tartışmadan önce, faiz oranlarının rolüne ilişkin argümanın aşırı yatırımın gerçekleşmesini (ve böylece de iş çevrimini) aslında açıklayamadığını belirtmeliyiz. Diğer bir deyişle, iş çevriminin kredi sisteminin özelliklerinde yattığı şeklindeki açıklama hatalıdır. Bunun sebebi, ilgili bilginin faiz oaranlarındaki değişikliklerle iletildiğinin açık olmamasıdır. Faiz oranları, ekonomideki genel kredi talebini yansıtır. Ancak, belirli bir şirketin gereksinim duyduğu bilgi, bir bütün olarak ekonomi genelindeki genel kredi talebine [ilişkin bilgi] değil, ürettiği belirli bir malın üretimindeki aşırı genişlemeye ve böylece de rakipleri arasındaki kredi talebinin düzeyine ilişkin bilgidir. Bir grup rakibin belirli bir mala ilişkin planlanan üretimindeki artış --ancak o endüstrideki kredi talebi değişikliklerinin, bir bütün olarak ekonomideki [kredi talebi değişiklikleri] ile özdeş olduğu varsayılırsa-- faiz oranlarına oransal bir değişim olarak yansıyacaktır.

Farklı sanayilerin farklı üretim döngüleri ve (hem miktar hem de yoğunluk anlamında) farklılaşan kredi gereksinimleri biliniyorken, bu varsayımın doğru olduğunu kabul etmek için hiçbir neden yoktur. Bu nedenle, endüstriler arasındaki kredi taleplerindeki eşitsiz değişikliklerin onların eşitsiz gereksinimlerini yansıttığı varsayılırsa, ve kredi sistemi kuramdaki gibi çalışsa (yani faiz oranı gerçekte reel tasarrufları doğru bir şekilde yansıtsa) dahi, bu halde aşırı yatırım (ve böylece de aşırı üretim) oldukça mümkündür. Kredi sistemi, bu nedenle ilgili bilgiyi iletmez, ve bundan ötürü de iş çevriminin "ideal sistem"den (yani bırakınız-yapsınlar [laissez-faire] kapitalizminden) hareketle açıklanması söz konusu olamaz.

Bu nedenle, paranın devlet kontrolünden çıkarılmasının da iş çevrimini ortadan kaldıracağı iddia edilemez. Ancak, paranın devlet kontrolünde olması argümanlarında gerçeklik unsuru vardır. Kredilerin, kredileri tasarruflara eşitleyen "doğal" düzeyin üzerinde genişlemesi, (bu olmaksızın olacağı duruma göre) sermayenin daha da genişlemesine izin verebilir ve verir, ve böylece de aşırı yatırımı cesaretlendirir (yani, eğilimleri yaratmaktan ziyade, mevcut olan [eğilimleri] daha da geliştirir). Kredilerin iş çevrimi açısından asli olmadığını göstermek amacıyla yukarıda kredi genişlemesinin rolünü gözardı ederken, bunun reel kapitalist ekonomilerde esas etken olduğunu tartışmak faydalıdır. Aslında, bu olmaksızın kapitalist ekonomiler bu kadar hızlı büyümeyeceklerdi. Diğer bir deyişle, kredi kapitalizm için hayatidir.

"Serbest piyasa" kapitalist ekonomisinde, paranın devlet kontrolünde olmasının kaldırılması meselesine ilişkin iki ana yaklaşım bulunmaktadır --Parasalcılık [monetarism] ve genellikle "serbest bankacılık" [free banking] olarak adlandırılan. Her birini sırayla ele alacağız (üçüncü olası bir çözüm bankalar için % 100 altın rezervi sınırı koymaktır, ancak fazlasıyla müdehaleci ve dolayısıyla da bırakınız-yapsınlar [tipi] olmayan bu [yol], ortalıkta herkese yetecek altın olmadığı ve aşağıda aydınlatacağımız esnek olmayan para rejimleriyle ilgili olan sorunları içinde barındırdığı için basitçe olası değildir).

Parasalcılık 1970'lerde oldukça popülerdi ve Milton Friedman'ın çalışmaları ile ilgilidir. "Serbest bankacılık" okulu daha az radikaldir, ve tartışılan konu devlet parasının ortadan kaldırılmasından ziyade kontrol edilmesidir. Friedman, çoğu kapitalist ekonomist gibi, iş çevrimi, enflasyon vb. gibi kapitalizmin sorunlarını açıklamakta parasal etkenlerin önemli olduğunu vurguluyordu. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü bunun kapitalizmi, onun içsel-işleyişlerinin bu sorunlarla herhangi bir ilgisinin olmadığı konusunda temize çıkarma yönünde faydalı bir ideolojik etkisi vardır. Örneğin çöküşler gerçekleşebilir, ancak bunlar ekonomiye müdehale eden devletin hatasıdır. Friedman'ın, ABD'deki 1930'ların Büyük Buhranını açıklama şekli böyledir; örneğin (bakınız "The Role of Monetary Policy", American Economic Review, Mart 1968). Yine enflasyonu, devletin ekonomik faaliyetin büyümesinin gerektirdiğinden daha fazla para basmasının sonucu olarak, tamamen parasal bir olgu olarak görür (örneğin, eğer ekonomi % 2 büyürse, ancak para arzı % 5 artarsa, enflasyon % 3 yükselecektir). Enflasyonun bu şekildeki analizi, göreceğimiz üzere oldukça hatalıdır.

Parasalcılar, para arzının denetlenmesi; merkez bankasının yasayla para arzını yıllık olarak % 3-5'lik sabit bir oranda arttırmasını, devletin "parasal bir anayasa"ya tabi kılınmasını savunurlar. Bu enflasyonun defedilmesini güvence altına alacaktır, ekonomi doğal dengesine doğru uyarlanacaktır, iş çevrimi (ki ortadan kalkmazsa) ılımlı hale gelecektir ve kapitalizm nihayetinde ekonomi ders kitaplarındaki gibi işleyecektir. "Parasal anayasa" ile para "de-politize" edilecektir, devletin para üzerindeki etkisi ve kontrolü ortadan kaldırılacaktır. Para, neo-klasik kuramda olduğu üzere, esasen tarafsız [nötr], üretim ile tüketim arasında bir bağ haline, kendi başına hiçbir kötülük yapma yetisinden yoksun bir hale gelecektir.

Ne yazık ki, Parasalcılık açısından, bu analiz son derece yanlıştır. Belki de hem kuram hem de muazzam sayıdaki insan açısından daha da talihsiz olarak, sadece kuramsal olarak değil aynı zamanda deneysel olarak da yanlışlığı ispatlanmıştır. Parasalcılık 1980'lerin başında hem ABD'de hem de İngiltere'de, felaketvari sonuçlarıyla birlikte dayatılmıştır. Parasalcı dogmayı en kalpten uygulayan 1979'daki Thatcher hükümeti olduğu için, bu rejim üzerine yoğunlaşacağız (aynı temel şeyler Reagan [yönetimi] altında da gerçekleşmiştir).

Birincisi, para arzını kontrol etme girişimi, radikal bir Keynezyen olan Nicholas Kaldor'un 1970'de tahmin ettiği üzere, başarısız olmuştur (örneğin bakınız, Further Essays on Applied Economics içerisindeki "The New Monetarism" yazısı). Bunun sebebi, para arzının, (Friedman'ın iddia ettiği üzere) merkez bankası veya devletçe belirlenmekten ziyade, (kendisi ekonomik faaliyetin bir fonksiyonu olan) kredi talebinin bir fonksiyonu olmasıdır. Ekonomik terminolojiyi kullanırsak, Friedman para arzının (aslında "içsel" bir doğaya sahipken) "dışsal" olduğunu ve bu nedenle de ekonomi dışında devlet tarafından belirlendiğini varsaymıştır. Bunun anlamı para arzını kontrol etmeye yönelik herhangi bir teşebbüsün başarısız olacağıdır. Charles P. Kindleburger şöyle yorumluyor:

"Tarihsel bir genelleme olarak, yetkililerin belirli bir para miktarını istikrarlı kıldığı veya kontrol ettiği her defasında, ... öfori [çoşku] anlarında daha fazlası üretilecektir. Veya eğer paranın tanımı belirli bir varlık cinsinden sabitlenirse, öfori, kredileri bu tanımın  dışında kalan yeni şekillerde "parasallaştıracaktır", eski şekilde tanımlanan para miktarı büyümeyecektir, ancak hızı artacaktır [velocity, paranın el değiştirme hızı];. . .herhangi {bir para tanımını} sabitleştirin, ve piyasa, kısıtı aşmak amacıyla canlanma dönemlerinde yeni para biçimleri yaratacaktır." (Manias, Panics and Crashes, s. 48)
Thatcher ve Reagan rejimleri deneyimi bunu iyi bir şekilde gösterir. Thatcher hükümeti belirlediği para kontrollerini karşılayamamıştır --büyüme, 1980'de belirlenen en üst sınırın % 74, % 37 ve % 23 üzerinde olmuştur (Ian Gilmore, Dancing With Dogma, s. 22). Hiç şüphesiz ki hedefin tutturulamaması nedeniyle, Tory [muhafazakar parti] hükümetinin parasal hedefleri açıklamayı bırakması 1986'yı buldu. Ayrıca, para arzındaki değişkenlik Milton Friedman'ın enflasyona neyin sebep olduğuna ilişkin argümanının da yanlış olduğunu gösterdi. Bu kurama göre, enflasyon para arzının ekonomiden daha hızlı bir şekilde büyümesinden kaynaklanıyordu, ancak [gerçekte] para arzı yükselirken enflasyon düşmüştü. Ilımlı bir muhafazakar olan Ian Gilmore'ın belirttiği üzere, "Friedmancı parasalcılık ... doğru olsaydı, enflasyonun 1982-3'de yüzde 16, 1983-4'de yüzde 11, ve 1984-5'de yüzde 8 civarında olması gerekirdi. Gerçekte ... bu yıllarda enflasyon parasalcı doktrinin hata payı olmaksızın tahmin ettiği düzeylere asla yaklaşmadı." (Op. Cit., s. 52) Ancak, anarşist perspektife göre enflasyondaki düşüş, emeği zayıflatan, ve böylece de dolaşımdan değil de üretimden kar edinilmesine olanak tanıyan yüksek işsizliğin bir sonucuydu (bakınız Kısım C.7.1). Kapitalistler açısından kar oranlarının muhafaza edilmesi için fiyat artışlarına gerek yokken, ve emeğin pazarlık gücü kitlesel işsizlik tarafından zayıflatılmışken enflasyon doğal olarak düşecektir. [Enflasyon] Friedman'ın iddia ettiği üzere tamamen parasal bir olgu olmak yerine, sermayenin kar gereksiniminin ve sınıf mücadelesinin durumunun bir ürünüdür.

Friedman'ın kendi iddiasını sınamasında bile, 1929-33 Büyük Depresyonu için yanlış sonuçlar elde etmesi ilginçtir. Kaldor, "Friedman'ın kendi sayılarına göre, Büyük Daralma sırasında ABD'deki 'para bazı' büyüklüğü ... azalmamış, artmıştır: Temmuz 1932'de, Temmuz 1929'daki [seviyesinden] yüzde 10 daha yüksekti. ... Para tabanındaki bu artışa rağmen para arzında Büyük Daralma gerçekleşti." (Op. Cit., s. 11-12) Diğer ekonomistler de benzeri sonuçlara ulaşarak Friedman'ın iddialarını incelediler --"Peter Temin {Did Monetary Forces Cause the Great Depression? kitabında} Friedman ve Schwartz'ın meselesini Keynezyen bir bakış açısından ele aldı. Harcamalardaki azalmanın para arzındaki düşüşten mi kaynaklandığını, yoksa bunun tam tersinin mi olduğunu sorguladı. ... Para arzının Ağustos 1929 ile Ağustos 1931 arasında azalmadığını, aksine yüzde 5 arttığını {buldu}. ... Temin, hisse senedi piyasasının çökmesi ile Eylül 1931 arasındaki depresyona paranın sebep olduğuna dair hiçbir delil olmadığı sonucuna vardı." (Charles Kindleburger, Op. Cit., s. 60)

Diğer bir deyişle, nedensellik reel ekonomiden paraya doğrudur, tersine değildir; ve para arzındaki dalgalanmalar ekonomideki dalgalanmalardan kaynaklanır. Eğer para arzı içsel ise --ki böyledir, bunun böyle olması beklenir. Para arzını kontrol etmeye yönelik girişimler zorunlu olarak başarısız olacaktır, ve eldeki tek alet faiz oranlarını yükseltmek şeklindedir. Bu enflasyonu düşürecektir --örneğin yatırımları azaltarak, işsizlik yaratarak, ve böylece de (nihayetinde) ücretlerdeki artışı yavaşlatarak. 1980'lerde yaşanan buydu. Para arzını "kontrol etmeye" çalışmak aslında faiz oranlarını fazlasıyla yüksek düzeylere yükseltmek demektir; bu ise savaşın sonundan bu yana yaşanan en kötü depresyonun ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur (Friedman'ın dikkat çekici bir şekilde tahmin etmeyi başaramadığı bir depresyon).

Parasalcılığın, hem kuramda hem de uygulamadaki mutlak başarısızlığı veriliyken, bugünlerde hakkında pek az konuşulmaktadır. Ancak, 1970'lerde ekonomik sağın en önde gelen dogmasıydı --sağ genellikle  kendisinin ekonomidee güçlü olduğunu resmetmekten hoşlanır. Durumun böyle olmadığına işaret etmek faydalı olacaktır. Ayrıca, Parasalcılığın başarısızlığını, devlet kontrolündeki paraya çözüm olarak [getirilen] "serbest bankacılık"ın sorunlarını ortaya çıkarmak için tartışacağız. Bu okul "Avusturya" ekonomi okulu ve sağ-kanat liberterler ile ilişkilendirilir genelde (bu kuramı da Kısım F.10.1'de tartışıyoruz). Bu [görüş], bankacılık sisteminin tamamen özelleştirilmesine, ve bankalar ile diğer şirketlerin genel nüfusça kabul edilen parayı elde etmek için piyasada rekabet ettikleri bir sistemin yaratılmasına dayanmaktadır. Bu konum, tefeciliği sıfırlamanın değil, faiz oranlarının kapitalist kuramda iddia edildiği gibi işlemesini sağlamanın bir aracı olarak görüldüğü için, anarşist karşılıklı bankacılık [fikriyle] aynı değildir.

"Serbest bankacılık" okulu, rekabetçi baskılar altında, bankaların sağladıkları krediler ile fiili olarak sahip oldukları rezervlerle [rezervler karşılığında] bastıkları para arasında % 100'lük bir oranı muhafaza edeceklerini savunurlar (yani piyasa kuvvetleri, kısmi yedek bankacılığını sona erdirecektir). Mevcut sistemde, bankalar sahip oldukları fonlar/rezervlerden daha fazla kredi yaratabilmektedirler. Bu, faiz oranını "doğal oranı"nın (yani tasarruflarla yatırımları eşitleyen oranın) altına itecektir. Yapay bir şekilde düşük olan faiz oranlarıyla yanlış bilgilendirilen kapitalistler sermaye-yoğun teçhizata daha fazla yatırım yapacak, ve bu da nihayetinde bir krize, aşırı yatırımın sebep olduğu bir krize yol açacaktır ("Avusturya" ekonomistleri buna "kötü yatırım" [malinvestment] derler). Eğer bankalar piyasa kuvvetlerine tabi olurlarsa, o zaman faiz oranları reel oranı yansıtacak, ve böylece de aşırı yatırım ve kriz tarihe karışacaktır denilmektedir.

Ancak, bu analiz hatalıdır. Bir hataya yukarıda değilmiştik; faiz oranlarının yatırım kararlarına yönelik olarak yeterli ve doğru bilgi sağlamaması sorunu. Bu nedenle göreceli bir aşırı yatırım hala gerçekleşebilir. Diğer bir sorun ise, Parasalcılık ile ilgili tartışmamızdan kaynaklanır; yani paranın içsel olan doğası ve bunun bankalar üzerine yarattığı baskılar. Tanınan post-keynezyen ekonomist Hyman Minsky, "serbest bankacılık" sisteminin bile kredi para yaratmanın (yani mevcut tasarruflardan daha fazla borç para verebilmenin) cazibesine direnebilmesinin neden şüpheli olduğuna dair bir anlayış sunan bir analiz geliştirmiştir. Bu model sıklıkla "Finansal İstikrarsızlık Hipotezi" olarak adlandırılır.

Ekonominin bir çöküşün ardından iyileşme sürecine girdiğini varsayalım. İlk başlarda, bankalar tasarrufları çerçevesinde ve düşük-riskli yatırımlara kredi verirlerken, firmalar yatırımlarında muhafazakar olacaklardır. Bu yolla, bankaların faiz oranı doğal oranı yansıtacaktır. Ancak, bu büyüyen ekonomi ve muhafazakarca finanse edilen yatırım kombinasyonu, çoğu projenin başarılı olması ve bunun yavaş yavaş yöneticiler/kapitalistler ve bankacılar için bilinir hale gelmesine yol açacaktır. Sonuçta, hem yöneticiler hem de bankacılar mevcut risk priminin fazla görmeye başlayacaklardır. Yeni yatırım projeleri, geleceğe yönelik nakit akışının daha az muhafazakar beklentilerine göre yapılacaktır. Bu, yeni bir canlanmanın ve nihayetindeki patlamanın temeli olacaktır. Minsky'nin kelimeleriyle, "istikrar istikrarsızlaştırıcıdır."

Ekonomi büyümeye başlayınca, şirketler giderek dışsal finansmana yönelirler, ve bankacılık sektörü de yatırımcıların bu artan iyimserliğini paylaştığı için bu fonlar da hazır durumdadır. Bankaların da özel şirketler olduğunu ve bu nedenle kar peşinde koştuklarını unutmayalım. Kredi vermek bunun asli yoludur, ve böylece bankalar müşterilerini[n taleplerini] karşılamaya başlarlar ve bunu kredi genişlemesiyle yaparlar. Eğer bunu yapmazlarsa, yatırımcılar kendileri için fon bulamadığı ve faiz oranları yükseleceği, böylece de firmaları daha fazla borç geri ödemesine zorlayacağı, çoğu firmanın ise bu artışı karşılayamayacağı veya karşılamakta zorlanacağı için canlanma çöküşe dönecektir. Bu da yatırımları ve dolayısıyla üretimi daraltacak, (şirketler yatırımlarını işçileri kovdukları kadar kolay "kovamayacakları" için) işsizliğe sebep olacak, böylece yatırım talebiyle birlikte tüketim talebi de düşecek, çöküşü derinleştirecektir.

Ancak, yükselmekte olan ekonomi nedeniyle, bankacılar müşterileri[nin taleplerini] karşılarlar, yüksek faiz oranları yerine kredi üretirler. Bu yolla, hem kendileri hem de müşterileri için "daha makul bir beklenti ortamında reddecekleri" yükümlülük yapılarını kabul ederler (Minsky, Inflation, Recession and Economic Policy, s. 123). Diğer bir deyişle, bankalar talebe uygun olarak finansal ürünlerini yenilerler. Firmalar borçluluklarını arttırırlar, ve ekonomide çok az finansal gerginlik olması nedeniyle bankalar buna fazlasıyla isteklidirler. Şirketler ve bankalar finansal yükümlülüklerini arttırır, ve böylece bütün bir ekonomide yükümlülük yapısı ağırlaşır.

Ancak, en sonunda (mevcut kredi genişlemesinin çok yüksek olduğu ortaya çıktıkça) faiz oranları yükselir, ve en muhafazakar olanlardan en spekülatif olanlara kadar tüm firmaları etkiler, ve onları daha da yüksek yükümlülük yapısına iteler (muhafazakar firmalar artık borçlarını kolayca geri ödeyememektedirler, daha az muhafazakar olan firmalar ise bunu ödeyemezler). Hata marjini daralır; ve firmalar ile bankalar, yeni rakipler, grevler, beklenen getiri oranlarını üretemeyen yatırımlar gibi beklenmeyen gelişmelere karşı daha fazla duyarlı hale gelirler; kredilerin elde edilmesi güçleşir, faiz oranları yükselir ve bu böyle devam eder. Sonunda, canlanma çöküşe döner, ve bankalar iflas eder.

"Serbest bankacılık" okulu bu iddiayı reddeder ve bunu yapmak piyasada kendilerini daha az rekabetçi kılacacağı ve böylece müşterileri diğer bankalara daha sıklıkla gidecekleri, için özel bankaların bunu yapmayacağını öne sürerler (bu, enflasyonun "serbest bankacılık"la çözüleceği bir süreçtir aynı zamanda). Ancak, bankaların yenilikler yapmasının nedeni bankaların [birbirleriyle] rekabet etmeleridir --eğer böyle yapmazlarsa, başka bir banka veya şirket daha fazla kar elde etmek için sırada bekliyor olacaktır. Bu, şu olgudan gözlenebilir: "kağıt paralar ve poliçeler ... başlangıçta metal paranın esnek olmayan arzı nedeniyle geliştirilmiştir" (Kindleburger, Op. Cit., s. 51) ve "{paranın} yaygn olarak kullanılan çeşitlerinden herhangi birisinin azlığı yeni çeşitlerin ortaya çıkmasını sağlar; aslında, tarihsel olarak ilk kağıt paraların ve çek hesaplarının ortaya çıkması böyle olmuştur" (Kaldor, Op. Cit., s. 10)

Bu sürecin işleyişi Adam Smith'in The Wealth of Nations kitabından izlenebilir. Smith'in zamanında İskoçya, rekabetçi bir bankacılık sistemine dayanmaktaydı, ve Smith'in belirttiği üzere bankaların kasalarındakinden daha fazla para basmışlardı:

"{Bankaların bastıkları} bu paralardan bir kısmı ödeme amaçlı olarak sürekli geri gelmesine rağmen, bunların birer kısmı ise aylarca ve yıllarca dolaşımda kalmaya devam ediyordu. Her ne kadar o {bankacı} genellikle dolaşıma sahipse de, yüzbinlerce pound, yirmibin poundluk altın ve gümüş arada sırada meydana gelen talepleri karşılamaya yeterli olabiliyordu." (The Wealth of Nations, s. 257-8)
Diğer bir deyişle, rekabetçi bankacılık sistemi, kısmi yedek bankacılığını aslında ortadan kaldırmamıştı. İronik bir şekilde, Smith, "İngiltere Bankası'nın, yalnızca kendi tedbirsizliğinin değil, ayrıca neredeyse tüm İskoç bankalarının da tedbirsizliklerinin bedelini oldukça ağır ödedi" (Op. Cit., s. 269) demektedir. Yani, merkez bankası kredi üretiminde rekabetçi baskılar altında olan bankalardan daha muhafazakardır! Aslında, Smith, bankacılık şirketlerinin gerçekte "serbest bankacılık" okulunun varsaydığı çıkarlar doğrultusunda hareket etmediğini söylemektedir:
"her bankacılık şirketi kendi özel çıkarını her zaman anlasa ve bununla ilgilenseydi, dolaşımda kağıt paraların fazla birikmesi asla yaşanmazdı. Ancak her bankacılık şirketi her zaman kendi özel çıkarını anlamaz ve bununla ilgilenmez, ve dolaşım sıklıkla aşırı kağıt birikimine maruz kalır." (Op. Cit., s. 267)
Yani, rekabetçi bankacılık sisteminde, rezerv bankacılığı artı "özel çıkarları"na aykırı hareket eden bankacılar bulunmaktadır (yani bankacıların fiilen kendi çıkarları olduğunu düşündükleri şey değil, ekonominin onların fiili çıkarı olduğunu düşündüğü şey!). Peki neden böyle olmaktadır? Smith, laf arasında olası bir nedene değinmektedir. Şuna belirtir: "ticaretteki yüksek karlar, aşırı ticarete yönelik büyük bir cazibe yaratmıştır"; ve "bankacılık şirketlerinin hızla çoğalması" onları "davranışlarında daha dikkatli" olmaya zorlayarak "kamunun güvenliğini arttırırken", aynı zamanda "müşterilerine yaklaşımlarında, rakipleri müşterilerini kapmasın diye tüm bankacıların daha liberal olmalarını zorunlu kılar." (Op. Cit., s. 274, s. 294)

Yani, "serbest bankacılık" aynı anda iki yöne birden çekilir; faaliyetlerinde dikkatli olurken müşterilerinin taleplerini karşılamak. Hangi etmenin üstün çıkacağı ekonominin durumuna bağlıdır; yukarıya doğru salınım (Minsky'nin betimlediği üzere) liberal yönelimi kışkırtacaktır. Dahası, "serbest bankacılık" okulunun kredi üretiminin iş çevrimi ortaya çıkaracağını belirttiği veriliyken, İskoçya vakasından anlaşılacağı üzere rekabetçi bankacılık aslında kredi üretimini (ve böylece --"Avusturya" kuramına göre-- iş çevrimini)) durduramamaktadır. Dönemin büyük bir kısmında merkez bankasına sahip olmayan 19. yüzyıl Amerikasındaki durum da böyledir --"gevşek krediler ve (özel [kesimce] tedavüle sürülmüş kağıt paralar gibi) garip paralarla güç kazanmış olan yukarıya [doğru] çevrimler, {patlamalar [bust] gibi) olağandışıdır." (Doug Henwoodi Wall Street, s. 94)

Çoğu "serbest bankacılık" yanlısı, düzenlenen [regulated, regüle edilen] serbest bankacılık sistemlerinin düzenlenmeyenlerden daha fazla istikrarsız olduğunu iddia eder. Belki durum böyledir, ancak bu düzenlenen sistemlerinin kredi üretmek yoluyla müşterilerinin isteklerini serbestçe yerine getiremedikleri, ve sonuçta ortaya çıkan para rejiminin --er ya da geç düşüşe [slump] yol açmak üzere-- faiz oranlarını düşürerek ve mevcut para miktarını azaltarak problemler yaratacakları anlamına gelir. Yani, kredilerin aşırı arzı krizin nedeni değil, bunun bir belirtisidir. Rekabetçi yatırım aynı zamanda kredi arzı konusunda bankalar arasındaki rekabet sayesinde mümkün hale gelen ve teşvik edilen iş çevrimi genişlemesine de yol açar. Böylesi bir genişleme, aşırı-yatırım ve oransızlıklar gibi krize yol açan diğer objektif eğilimleri tamamlar --ve böylece kuvvetlendirir.

Diğer bir deyişle, saf bir "serbest piyasa" kapitalizmi hala iş çevrimine sahip olacaktır, çünkü bu devlet müdehalesi yüzünden değil, kapitalizmin doğasından kaynaklanmaktadır. Gerçekte (yani "fiilen varolan" kapitalizmde), (faiz oranları yoluyla) devletin parayı manipüle etmesi kapitalist sınıf için hayatidir, çünkü bu --karları yüksek tutmak üzere "doğal" işsizlik oranının, karların artmasını sağlamak üzere kabul edilebilir bir enflasyon düzeyinin tutturulması vb. gibi-- dolaylı kar-üretici faaliyetlerle; ve keza panikler sırasında, iş çevriminin hafifletilmesinin sağlanmasıyla, iflastan kurtarma [operasyonlarının] düzenlenmesiyle ve ekonomiye para sürülmesiyle çok daha ilişkilidir. Eğer devletin parayı manipüle etmesi kapitalizmin sorunlarına yol açmış olsaydı, o halde savaş sonrası Keynezyen deneyiminin başarısını; ve, Keynezyen dönem öncesinde ve daha serbest bankacılık sistemlerine sahip ülkelerde iş çevrimleri görmeyecektik (örneğin, ABD'de, II. Dünya Savaşı sonrasındaki dönemdeki beşte birle karşılaştırıldığında, 19. yüzyılın neredeyse yarısı durgunluk ve depresyon dönemleriyle geçmiştir).

Tüm krizlerin öncesinde üretimin ve kredilerin spekülatif bir şekilde genişlemesinin olduğu doğrudur. Ancak, bu krizlerin spekülasyondan ve kredi genişlemesinden kaynaklandığı anlamına gelmez. Bağlantı serbest piyasa kapitalizminde nedensel değildir. Karlılıktaki artışın krediyi genişletmesi gibi, düşüşün de bunu daraltması nedeniyle, kredi genişlemesi ve daralması iş çevrimindeki dönemsel değişimlerin yalnızca bir belirtisidirler.

Paul Mattick doğru bir analiz sunmaktadır:

"Para ve kredi politkaları, karlılık veya yetersiz karlarla ilgili olarak kendiliklerinden değişmezler. Karlar yalnızca üretimden, işçilerce üretilen artı değerden kaynaklanır. ... Kredi genişlemesi, tek tek sermaye varlıklarının keskinleşen rekabete rağmen genişleme ve krizi atlatma çabası içinde olduklarını gösterdiği için, gelmekte olan bir krizin işareti olarak kabul edilir. ... Her ne kadar kredi genişlemesi krizi kısa bir süreliğine durdursa da, asla önleyemez, çünkü nihayetinde belirleyici olan ve kredi tarafından değiştirilemeyecek olan etmen, toplam karlar ile toplumsal sermayenin değer olarak genişleme gereksinimleri arasındaki ilişkidir." (Economics, Politics and the Age of Inflation, s. 17-18)
Kısacası, "serbest piyasa" kapitalizminin savunucuları hastalıkla belirtileri birbirine karıştırmaktadırlar.

Ortada elde edilebilecek bir kar yoksa, kredi aranmayacaktır. Kredi sisteminin genişlemesi "krizi erteleyebilecek bir etmenken, fiili krizin patlaması, ortada daha büyük bir müktarda değersizleşmesi gereken sermaye olduğu için [krizi] daha da ağırlaştırır." (Paul Mattick, Economic Crises and Crisis Theory, s. 138) Ancak bu aynı zamanda, ("serbest piyasa" kapitalizmini ve bankacılığını savunan) sağ-kanat Liberallerin taraftarlığını yaptığı altın standardını kullanan özel şirketlerin de karşılaştığı bir sorundur. Para arzı bir ülkedeki ekonomik faaliyeti yansıtır ve eğer bu arz uyum göstermezse, faiz oranları yükselir ve krizi tetikler. Bu nedenle (örneğin, ABD'li Bireyci Anarşistlerin arzuladığı gibi) esnek bir para arzı gereklidir. Adam Smith'in belirttiği üzere, "bir ülkedeki metal para miktarı, bu [metal para] tarafından dolaşıma sokulacak olan metaların değerlerince düzenlenir: bunların [metaların] değeri artarsa, ... bunların dolaşımı için gerekli bir ek metal para miktarı gereksinimi {ortaya çıkacaktır}" (Op. Cit., s. 385)

Meta paranın bunun gerçekleşmesi için fazlasıyla esneklikten yoksun olduğu ispatlandığı için itibari para, [token money, düşük değerli madeni para veya kağıt para] ortaya çıktı, çünkü "para miktarının eşlik etmediği bir üretim veya ticaret genişlemesi fiyat seviyesinde düşüşe yol açmak zorundadır. ... İş hacmi şişkinleştiği zaman, ... ticareti deflasyondan korumak üzere madeni para kullanımına eşlik eden itibari para geliştirilmişti. ... Madeni para yetersiz bir paraydı, çünkü bir metaydı ve miktarı istendiği zaman arttırılamazdı. Mevcut altın miktarı yılda yüzde bir iki arttırılabilirdi, ancak işlemlerin aniden artışını destekleyecek şekilde birkaç hafta içinde yüzde on yirmi arttırılamazdı. İtibari paranın yokluğunda, işlerin ya azaltılması veya çok daha düşük fiyatlarla sürdürülmesi gerekecekti, bu ise [ekonomik] düşüşü tetikleyecek ve işsizlik yaratacaktı." (Karl Polanyi, The Great Transformation, s. 193)

Özetlemek gerekirse, "(a)rtı değeri arttıran şey kredilerdeki değil, üretimdeki artıştır. O halde kredi genişlemesini belirleyen şey sömürü oranıdır." (Paul Mattick, Economics, Politics and the Age of Inflation, s. 18). Bu nedenle, kapitalist ekonomi kuramının tahmin ettiği üzere, itibari para kapitalist karlılığa paralel olarak artacak ve azalacaktır. Ancak bu, kökleri --kredi arzının açıkça bağlantılı olduğu (ancak bunun tersi geçerli değildir)-- sermaye için üretimde (yani kar) ve kapitalist otorite ilişkelerinde yatan iş çevrimlerini etkileyemez.
 

C.8.1 BU KEYNEZYENİZMİN İŞLEDİĞİ ANLAMINA MI GELİR?

Eğer devletin kredi kontrolü iş çevrimine yol açmıyorsa, bu Keynezyen kapitalizmin işleyeceği anlamına mı gelir? Keynezyen ekonomi, serbest piyasa kapitalizminin aksine, ekonomik krizlerin ortaya çıkmasını engellemek amacıyla devletin ekonomiye müdehale edebileceğini ve etmesi gerektiğini savunur. Savaş sonrası [ekonomik] canlanma, iş çevriminin tam bir depresyona dönüşmesini engelleyerek bunun olumlu yönde etkili olabileceğine ilişkin ikna edici deliller sunmuştur.

Savaş sonrasının sosyal Keynezyenizm dönemi, azalan eşitsizlikler, çalışan insanların haklarının artması, daha az işsizlik, gerçekten de kullabileceğiniz bir refah devleti vb. ile damgalanmıştı. Bugünkü kapitalizmle karşılaştırıldığında tercih edilecek birçok [yönü vardı]. Ancak, Keynezyen kapitalizm hala kapitalizmdir, ve bu nedenle hala baskı ve sömürüye dayanmaktadır. Bu aslında [kapitalizme] karşı yönelmiş olan işçi sınıfı mücadelesinin --üretkenlik anlaşmaları yoluyla-- sistemin sürmesine yöneltilmesinin sağlandığı, devlet müdehalesinin kapitalizmi kendisinden korumak için kullanıldığı, daha rafine edilmiş bir kapitalizm biçimidir. Nüfusun büyük bir kesimi açısından, genel düşünce, refah devletinin (özellikle Avrupa'da) toplumun içine bir miktar insanlık katarak kapitalizme yapıştırılmasının yolu olduğu şeklindeydi. Kafa karıştırıcı bir şekilde, refah devleti insanların ekonomi için değil, ekonominin insanlar için varolduğu bir toplum yaratma girişimi olarak desteklendi.

Devlet her zaman işçi sınıfınca üretilen toplam artıkta pay sahibi olurken, yalnızca Keynezyenizm'de bu pay artmış, ve aktif bir şekilde ekonomiyi idare etmek amacıyla kullanılmıştır. Geleneksel olarak devletin artık değere el koymasının sınırlandırılması klasik kapitalist düşüncenin amaçlarından birisi olagelmiştir (basitçe ifade edilirse, ucuz hükümet kapitalistlerin üzerinde rekabet edebilecekleri daha fazla artı değer demektir). Ancak sermaye biriktikçe, devlet büyümüş ve toplumsal artık içerisindeki payı da artmıştır (iç düşmanlara karşı denetim sağlamaktan çıkmış ve toplum serbest piyasa kapitalizminin sebep olduğu tahribattan korunmuştur).

Aslında,  devlet müdehalesi hiç de yeni bir şey değildir; "(b)aşından itibaren, Birleşik Devletler, endüstri ve sanayinin geliştirilmesi --ondokuzuncu yüzyılın başlarındaki tekstil endüstrisinden, yüzyılın sonunda çelik endüstrisine, bugünün bilgisayar, elektronik ve biyoteknolojisine gelinceye kadar-- amacıyla yoğun bir şekilde devlet müdehalesine ve korumasına dayanmıştır. Dahası, aynı şey başarılı her endüstriyel toplum için geçerlidir." (World Orders, Old and New, s. 101)

Bu yeni, daha fazla ve değişik biçimlerdeki devlet müdehalesi politikasının kökleri 1930'ların Büyük Buhranında, ve parasal ücretlerde ve maliyetlerde (depresyonun üstesinden gelmenin geleneksel araçları) yaygın bir düşürmenin dayatılmasının toplumsal ve ekonomik maliyetleri çok yüksek olacağı için olanaksız olduğunun farkına varılmasında yatmaktadır. 1934'de, fabrika işgallerinin ve diğer militan eylem biçimlerinin oldukça yaygın olduğu, yarım milyon işçiyi kapsayan bir grev dalgası yaşanmıştı.

Bilindik sınıf savaşına girişmek yerine (ki devrimci sonuçları olabilirdi bunun), kapitalist sınıfın kesimleri yeni bir yaklaşımın gerektiğini düşünmüştü. Bu, sermayenin emrinde olan fonların artmasını sağlamak üzere kredileri manipüle etmekte devletin kullanılmasını ve devlet ihaleleriyle talebin yükseltilmesini içeriyordu.

"Açık finansmanla mümkün kılınan ek üretim bir ek talep olarak gözükür, ancak bu toplam karlarda bir artışın eşlik etmediği bir taleptir. ... {bu}, bir bütün olarak ekonomiyi canlandıran bir talep artışı olarak anında işlev görür ve" eğer objektif koşullar el verirse "yeni bir zenginliğin başlangıç noktası haline gelebilir". (Economic Crisis and Crisis Theory, s. 143)
Kısacası, devlet müdehalesi üretimi canlandırarak krizi erteleyebilir. Bu, bırakınız yapsınlar yanlısı Cumhuriyetçi Başkan Herbert Hoover [yönetimi altında] her yıl küçülen [ekonomiyle] karşılaştırıldığında, yedi yılın beşinde büyüyen bir ekonominin olduğu Roosevelt [idaresindeki] 1930'ların Yeni Anlaşma [New Deal] döneminde görülebilir (Hoover döneminde GSMH yılda ortalama yüzde 8.4 küçülürken, Roosevelt idaresinde 6.4 büyüdü). Roosevelt idaresinde, 3 yıllık büyümenin ardından 1938'de yaşanan ekonomik düşüş devlet müdehalesindeki azalma nedeniyleydi:
"Depresyondayken işleyen [ekonomik] düzelme [recovery] kuvvetleri, ve keza kamu harcamaları yoluyla işsizlikteki azalış, üretimi 1929'daki çıktı seviyesine yükseltti. Bu, iş aleminin taleplerine cevaben bütçeyi dengelemeye yönelik yeni bir çaba doğrultusunda, Roosevelt yönetiminin kamu işlerini keskin bir şekilde azaltması için yeterli oldu. ... Toparlanmanın kısa ömürlü olduğu ortaya çıkmıştı. 1937'nin sonunda İş Endeksi 110'dan 85'e düşmüş, ekonomi 1935'deki seviyesinde bulmuştu kendisini ... Bir kere daha milyonlarca işçi işini kaybetti." (Paul Mattick, Economics, Politics and the Age of Inflation, s. 138)
Keyzesyenizm, ikinci dünya savaşı sırasında devlet müdehalesinin başarısıyla kapitalizmin yaşamasını sağlamanın bir yolu olarak görülüyordu. Devlet müdehalesinin toplumun tüm kesimlerinin zenginliğini sağlamanın bir yolu olarak görülmesiyle, ortaya çıkan ekonomik canlanma iyi bilinmektedir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, (örneğin) ABD sekiz depresyon yaşamıştı; (ekonomik gerileme dönemleri olmakla beraber) savaştan beri ise hiç olmamıştır. Kapitalizmin dikkate değer bir süre boyunca, savaş öncesi dünyayı bir veba gibi saran depresyonların ortaya çıkmasını engelleyebildiği ve buna hükümet müdehalelerinin eşlik ettiği reddedilemez.

Bunun sebebi Keynezyenizmin yeni bir zenginliği harekete geçirebilmesi, ve kredilerin genişlemesiyle krizi erteleyebilmesiydi. Bu kriz koşullarını hafifletebiliyordu, çünkü bunun kısa vadeli etkilerinden birisi özel sermayeye daha geniş bir hareket alanı ve birikim amaçlı karların kıtlaşmasından kaçınmaya yönelik kendi çabaları için daha iyi bir temel sunmasıdır. Ayrıca, Keynezyenizm (otomasyon gibi) yeni teknolojileri ve çalışma yöntemlerindeki Araştırma ve Geliştirme [çalışmalarını] finanse eder; mallar için piyasalar, keza vergilendirme veya enflasyon yoluyla refahın işçi sınıfından sermayeye aktarılmasını temin eder.

Ancak, uzun vadede "para ve kredi politikaları aracılığıyla ve devlet-güdümlü üretim aracılığıyla [gerçekleştiriln Keynezyen] ekonomi yönetimi, en nihayetinde birikim sürecinin daralmasıyla sonlanır." (Paul Mattick, Op. Cit., s. 18)

Yani, bu müdehaleler ekonomik ve toplumsal krizin sebeplerini aslında halletmez. Kapitalist sistemdeki değişiklikler, ücretli köleliğe ve toplumsal hiyerarşiye dayanan bir sistemin sübjektif ve objektif sınırlamalarını geçersiz kılamaz. Bu, savaş sonrası zenginliğin pembe resminin, yüksek enflasyonla birlikte gerçekleşen yüksek işsizlikle birlikte ekonomik krizin büyük bir şiddetle geri döndüğü 1970'lerde tamamen değişmesinden görülebilir. Bu, Chomsky'nin ifadesiyle "zenginler için devlet koruması ve kamu desteği, yoksullar için piyasa disiplini"yle birlikte, kısa zaman içerisinde daha çok "serbest piyasa" kapitalizmine yol açtı. Bu süreç ve etkileri sonraki iki kısımda tartışılmaktadır.
 

C.8.2 1970'LERDE KEYNEZYENİZME NE OLDU?

Temel olarak, bir önceki kısımda açıkladığımız sübjektif ve objektif kısıtlamalar en nihayetinde 1970'lerin başlarında ortaya çıktı. Uzunca bir süredir kapitalizmi sağlıklı tutan devlet müdehalelerinin krizi kötüleştirmesiyle, enflasyonun eşlik ettiği kitlesel işsizlik geri döndü. Diğer bir deyişle, toplumsal mücadele ve sermaye için artı değer yokluğu kombinasyonu, başarılı olan savaş sonrası sözleşmenin yıkılmasıyla sonuçlandı.

Keynezyenizmdeki bu bozulmanın kökenleri ve mirası, aydınlatıcıdır ve incelenmeye değerdir. Savaş sonrası dönem, yeni ve daha yüksek düzeydeki devlet müdehalesiyle, kapitalizm açısından belirgin bir değişikliğin damgasını taşımıştı. Peki değişiklik neden oldu? Basitçe ifade etmek gerekirse, kapitalizmin yaşayabilir bir sistem olmaması nedeniyle. [Kapitalizm], Büyük Bunalım'dan bir türlü kurtulamamıştı, ve savaş sırasındaki ekonomik canlanma ekonomisi 1930'ların durgunluğu ile açıkça çelişmekteydi. Artı, tabii ki, faşist-kapitalizme karşı mücadelede yıllarca inkar edilen militan işçi sınıfı, kitlesel işsizlik ve yoksulluğa dönüşü kolyaca kabul etmeyecekti. Yani, politik ve ekonomik bir değişiklik gerekliydi. Bu değişiklik, işçi sınıfının baskısı altında ancak yönetici sınıfların çıkarları doğrultusunda olan bu değişiklik, Keynez'in fikirleriyle sağlandı.

Açıktır ki, müdehalenin bileşimi yönetici partilerin ve toplumsal seçkinlerin ihtiyaçları ve ideolojilerine bağlı olarak ülkeden ülkeye farklılık göstermekteydi. Avrupa'da, etkin olmayan sermayeye devlet tarafından el konulup, ve --Sosyal Demokrat partiler reformları uygulamaya giriştikleri için-- toplumsal finansman ve toplumsal harcamalarla yeniden canlandırıldıkları için millileştirme yaygındı. ABD'deki bu süreci Chomsky şöyle anlatıyor:

"İş alemi önderleri, toplumsal harcamaların ekonomiyi canlandırabildiğini fark ettiler, ancak askeri Keynezyen alternatifi daha fazla tercih ediyorlardı --bunun 'ekonomik rasyonalite' ile değil, ayrıcalık ve iktidar ile ilgisi vardı. Soğuk Savaş'ın meşrulaştırıcılığa hizmet etmesiyle, bu yaklaşım derhal uygulamaya kondu ... Pentagon sistemi bu amaçlar için ideal olarak değerlendirildi. Bu askeri bir kuruluşun ötesine geçmekte, .. Kennedy yönetimi sırasında gelişmiş endüstriye devletçe kamusal destek sağlanmasının önemli bir bileşeni haline getirilen Enerji Bakanlığını ve uzay ajansı NASA'yı da içine almaktaydı. Bu düzenlemeler, endüstrinin maliyetlerinin (araştırma ve geliştirme, AR-GE) ağır yükünü kamuya yükledi, ve yönetim kararları için faydalı bir tampon olarak fazla üretim için güvenceli piyasalar sağladı. Hoş karşılanmayan yeniden dağıtıcı etkilerinin yanısıra, bu sonraki politikalar idari ayrıcalıklara müdehale etme eğilimindeydi; devlet-destekli israf üretimi, ... herhangi pazarlanabilir bir yan ürünü anında temin etmeye hazır [şirket] sahipleri ve idarecileri için bir hediye iken, faydalı üretim özel kazancı baltalayabilirdi. Toplumsal harcamalar kamusal çıkarları ve katılımı canlandırabilir, böylece de demokrasi korkusunu büyütebilirdi. ... Toplumsal harcamaların kusurları Keynezyen alternatifi lekelemedi. Bu nedenlerden ötürü, Business Week şöyle bir açıklama yapıyordu, 'refah teşviki [pump-priming, istihdam sağlamak üzere icat edilen işler] ile askeri teşvik arasında büyük bir toplumsal ve ekonomik fark vardır'; bu ikincisi çok daha tercih ediliyordu." (World Orders, Old and New, s. 100-101)
Zamanla, kısmen işçi sınıfı mücadelesine bir yanıt olarak, kısmen seçimlerde halk desteği ihtiyacı nedeniyle ve kısmen de "Washington'un, yurtiçi ekonomiye zarar vermeksizin fethi tamamlayı mümkün kılabilecek ... milli hareketlenmeyi sağlamasını engelleyen Vietnam savaşına halkın karşıtlığı" nedeniyle, sosyal Keynezyenizm ABD'de bile giderek tutundu. "Washington, dikkate değer bir ekonomik maliyetle, halkı yatıştırmak için "silah-ve-tereyağı" savaşı yürütmeye zorlanmıştı." (Noam Chomsky, Op. Cit., s. 157-8)

Askeri keynezyenizm artı değeri genel nüfustan sermayeye ve sermayeden sermayeye aktarırken, sosyal Keynezyenizm toplam artı değerin bir kısmını işçi sınıfı ve işsizlere yönlendirdi. Bu, AR-GE'nin ve sermayenin kamusal olarak desteklenmesini, ve keza üretken olmayan ancak hayati [nitelikteki] sermayenin varolmasını mümkün kıldı. Gerçek ücretler üretkenlikteki artışları aşmadığı müddetçe Keynezyenizm sürecekti. Ancak, her iki işlevin de objektif kısıtları vardı; başarılı sermayeden hayati, ancak daha az başarılı olana olan kar aktarımı, veya uzun dönemli yatırımın --bir bütün olarak sistem için yeterince kar bulunmuyorsa-- krize neden olabilmesi gibi. Bu durumda, artı değer üreten sermaye aktarımlar nedeniyle sakat kalacak, ve ekonomik sorunlara önceki gibi rahatça tepki veremeyecekti.

Karlı sermayenin yokluğu, savaş sonrası anlaşmanın çökmesinin nedenlerinden birisiydi. Radikal ekonomistler Baran ve Sweezy, oldukça kusurlu olan 1966 tarihli Monopoly Capital kitaplarında şunu belirtiyordu: "(e)ğer askeri harcamalar bir kere daha İkinci Dünya Savaşı öncesi oranlarına düşürülürse, ülke ekonomisi derin depresyon durumuna geri dönecektir." (s.153)

Diğer bir deyişle, ABD ekonomisi hala devlet harcamalarıyla geçersiz kılınan bir depresyon durumundaydı (Bir derece ekonomik olmak üzere, Baran ve Sweezy'e ilişkin iyi bir eleştiri için, Paul Mattick'in Anti-Bolshevik Communism içerisindeki "Monopoly Capital" yazısına bakınız).

Ayrıca, yeniden canlanan Avrupa ile Japonya temelli Asya bölgesinin ana ekonomik kuvvetler olarak ortaya çıkmasıyla, dünya ekonomik açıdan "üç kutuplu" bir hale gelmekteydi. Bu, Vietnam Savaşı'nın yaptığı gibi ABD'yi giderek bir artan baskının altına soktu. Ancak, esas yıkılma sebebi çalışan insanların toplumsal mücadelesiydi. Keynezyenizmin işlemesi için gerekli olan büyüme oranının önümdeki tek kısıt, nihai çıktının yatırım yerine halihazırda istihdam edilen nüfus için tüketim mallarından oluşma derecesidir. Ve yatırım, çalışmanın, yani kapitalist tahakkümün dayatılmasının en temel aracıdır. Kapitalizm ve devlet, işçi sınıfı mücadelesinin sistem içerisinde tutulabileceğini artık garanti edememektedir.

ABD kapitalizmi üzerindeki bu baskının dünya ekonomisine etkileri vardı, ve buna keza dünya genelinde genel bir toplumsal mücadele eşlik etmekteydi. İşçilerin, öğrencilerin, etnik grupların, kadınların, etnik grupların, savaş karşıtı göstericilerin ve işsizlerin otoriteye karşı toptan başarılı bir şekilde örgütlendiği bu mücadele, genel olarak hiyerarşiye karşı yönelmişti. Bu mücadele, kapitalizmin hiyerarşik özüne saldırırken, ekonomik bir krize yol açacak kar sıkışmasına neden olacak [şekilde] emeğe giden gelir miktarını da yükseltiyordu (bakınız Kısım C.7).

Diğer bir deyişle, savaş sonrası Keynezyenizmi başarısız olmuştu, çünkü uzun vadede kapitalizmin daima karşı karşıya kaldığı sübjektif ve objektif baskıları durduramamıştı.
 

C.8.3 KAPİTALİZM KEYNEZYENİMDEKİ KRİZE NASIL UYUM GÖSTERDİ?

Temel olarak, 1970'lerin krizini daha fazla kar toplamak, yönetici sınıfların gücünü güvence altına almak ve genişletmek için işçi sınıfını disipline etmekte kullanarak, ve bunu becerebilmek suretiyle. Bunu, kriz, serbest piyasalar ve ayarlanmış [düzenlenmiş] Keynezyenizm bileşimini yönetici seçkinlerin emeğe karşı [yürüttükleri] sınıf savaşımında kullanarak yaptılar.

1970'lerin krizi karşısında, karın sermayelerle sınıflar arasında Keynezyen yeniden dağıtımı bir bütün olarak sermaye üzerinde bir yük haline geldi; ve çalışan insanların beklentileri ile militanlığını tehlikeli seviyelere çıkardı. Ancak, kriz işçi sınıfının gücünün kontrol altına alınmasına yardım etti, ve daha sonra da kapitalizmi kurtarmanın bir aracı olarak kullanıldı.

İlk başlarda, kriz serbest piyasa adına işçi sınıfından insanlara karşı saldırıları meşrulaştırmak için kullanıldı. Ve aslında kapitalizm gerçekten de daha piyasa temelli kılındı --zenginler için "güvenlik ağı" ve "refah devleti" olmakla beraber. "Ekonomistlerin sanayi ve ticaretin serbestliği dedikleri, ancak bu aslında sanayiyi Devlet'in rahatsız edici ve baskıcı denetiminden kurtarmak, onun hala özgürlüğüklerinden yoksun bir haldeki işçileri sömürmekte tamamen özgür olmasını sağlamak demek" [olan duruma] kısmi bir geri dönüş olduğunu gördük (Peter Kropotkin, The Great French Revolution, s. 28). "Demokrasinin krizi" halledilmiş, bunun yerini "böylesi bir sömürünün kurbanları için herhangi bir koruma olmaksızın, insan emeğini sömürme hürriyeti, ve orta-sınıflar için sömürme özgürlüğü sağlamak üzere örgütlenmiş bir siyasi iktidar" almıştı (Op. Cit., s. 30)

Keynezyenizm, "serbest piyasa" kapitalizmi retoriği altında, daha önce gönenci yönettiği gibi bu sefer de krizi yönetmek için kullanıldı. "Arz Yönlü" ekonomi (neo-klasik dogma ile birleşerek) işçi snıfının gücünün ve tüketiminin altını oymak, ve böylece de sermayenin çalışan insanlardan daha fazla kar elde etmesini mümkün kılmak için kullanıldı. İşsizlik militan işgücünü disipline etmenin, ve işçilerin ücretli emeğe karşı değil, bunun yerine iş için mücadele etmelerini sağlamanın bir aracı olarak kullanıldı. Başlarının üzerinde işlerini kaybetme korkusu asılıyken, işçiler hızlanmaya, daha uzun [çalışma] saatlerine, daha kötü koşullara, daha az güvenlik korumasına ve daha düşük ücretlere tahammül ettiler; ve bu işçilerden doğrudan elde edilebilecek karları yükseltirken, iş güvencesini, [çalışma] güvenliğini ve benzeri şeyleri azaltarak işverenlerin iş maliyetlerini azaltır. Sendikaların devlet destekli durgunluk karşısında kaybedilmiş bir savaşı sürdürdüğü [koşullarda], emek "piyasası" büyük ölçüde güçsüz, küçülmüş birimlere bölündü. Bu yolla, kapitalizm başarılı bir şekilde talebin kompozisyonu işçi sınıfından sermayeye olacak şekilde değiştirebildi.

İşçi sınıfının disipline edilmesi, sermayeye giden gelirin "emeğe" giden miktarın iki katına çıkmasına yol açtı. 1979 ile 1989 arasında, toplam emek geliri % 22.8 artarken, toplam sermaye geliri % 65.3 arttı ve gerçekleşen sermaye kazançları % 205.5 yükseldi. Standart refah yardım paketinin gerçek değeri de keza 1972'den beri yaklaşık yüzde 26 düştü (Edward S. Herman, "Immiserating Growth: The First World", Z Magazine); Standford Üniversitesi ekonomisti Victor Fuch ise ABD'li çocukların 1960 ile 1986 arasında ebeveynsel zamandan 10-12 saat kaybettiğini tahmin ediyordu; bu ise aile ilişkilerinin ve değerlerinin bozulmasına neden olmuştu. Çoğu yeni yaratılan iş part-time nitelikteyken, işsizlik ve eksik istihdam hala yaygındır.

Emeğe giden gelirdeki büyümenin tüm "emek" gelirlerini içerdiğini, bu nedenle CEO'ların [Chief Executive Officer, büyük şirketlerin baş yöneticisi] ve yüksek seviyeli yöneticilerin "ücretleri"ni de içerdiğini belirtmeliyiz. Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu "ücretler" işçilerden elde edilen artı değerin bir parçasıdır ve bu nedenle "emeğe" giden gelir olarak değerlendirilmemelidir. 1980'lerin Reagan döneminin sınıf savaşımının gerçekleri, yönetim gelirlerinin hızla arttığı, işçilerin ücretlerinin ise genellikle istikrarlı kaldığı veya mutlak olarak düştüğüdür. Örneğin, ABD üretim işçilerinin medyan [median, bir serinin en ortadaki değeri] saatlik ücretleri 1973'den beri yaklaşık % 13 azalmıştır (yalnızca üretim işçilerinin artı değer yarattığını veya "işçi sınıfı"nı oluşturduğunu söylemek istemiyoruz). Bunun aksine, ABD yönetimi bugün ortalama bir işçinin kazancından 150 kat fazla almaktadır. Hiç de şaşırtıcı olmamak üzere, kişi başına gelirdeki son kazanımların % 70'i gelir sahiplerinin en üstteki % 1'ine gitmektedir (en alttakiler mutlak olarak kaybettiler) (Chomsky, Op. Cit., s 141). ABD nüfusunun en alttaki diliminin [% 20'lik nüfus diliminin] geliri % 18 azalıp, en zengin diliminki ise % 8 artarken, gelir eşitsizliği artmıştır.

Çevresel düzenlemelerin azaltılması (böylece kirlenme maliyetleri şimdiki ve gelecekteki kuşaklar üzerine yansıtıldı) gibi toplumsal gelir içinde sermayenin payını arttırmanın dolaylı araçları da kullanıldı. Britanya'da, devlet sahipliğindeki tekeller --özel sermayenin kaynaklarını gerçek maliyetinin küçük bir parçası karşılığında arttırmasına imkan tanıyarak-- haraç mezat bir fiyata satıldı. Aslında, tekeller, devlet bu piyasalarda rekabete izin vermeden önce yıllarca tüketicilerden tekel karları elde ederken, bazı millileştirilmiş sanayiler özelleştirildi. Pentagon-tipi Keynezyenizmin faturasının işçi sınıfının tüketimini azaltmak üzere kullanılmasıyla birlikte dolaylı vergilendirme de keza arttırıldı.

1982 ile 1990 arasında 418 milyar doların gelişmiş dünyaya aktarılmasıyla az gelişmiş ulusların sömürüsü arttı (Chomsky, Op. Cit., s. 130). Sermaye, devlet baskısının daha az militan bir işçi sınıfının varlığını sağladığı üçüncü dünya ülkelerine sermayeyi hareket ettirmek için teknolojideki gelişmeleri kullanırken, faaliyet alanını giderek uluslararasılaştırdı. Bu aktarım gelişmiş dünyada işsizliğin artması, böylece de işçi sınıfı direnişi üzerinde daha fazla baskı kurma avantajına sahipti.

Kapital-öncülüğündeki bu sınıf savaşı politikası, 1960'ların ve 1970'lerin başarılı işçi sınıfı mücadelesine karşı bir tepkiydi, açıkça sermayenin çıkarına kazanımlara el koyuyordu. Sermayeye giden gelir artmış, emeğe giden azalmış, ve "emek piyasası" büyük ölçüde disiplin altına alınmıştı (tamamen olmadığını eklemeliyiz). Çalışan insanlar, her hiyerarşik sistem için gerekli olduğu üzere, katılımcılardan birer izleyiciye dönüştürülmüştü büyük ölçüde. Bu politikaların insani etkileri hesap dahi edilemez. Bu halde, neo-klasik dogmanın seçkinler için faydasına hiç şaşmamak gerekir --bu, zengin, güçlü insanların yoksulluk yaratan ve çocukları ölüme zorlayan toplumsal politikalar izledikleri gerçeğini meşru kılmak için kullanılabilirdi.

Chomsky'nin belirttiği üzere, "ekonominin uluslararasılaşmasının bir yönü de iki-katmanlı Üçüncü Dünya tarzının merkez ülkelere de yayılması oldu. Piyasa doktrini böylece yurt içinde de temel ideolojik silah haline geldi, bunun fazlasıyla seçici uygulamaları güvenli bir şekilde doktrinel [öğretisel] sistem tarafından bulanıklaştırıldı. Refah ve güç giderek yoğunlaştı. Genel kamu için olan hizmetler --eğitim, sağlık, ulaşım, kütüphaneler, vb.-- hizmet ettikleri kişiler itibariyle lüzumsuz, ve böylece de kısıtlanabilir veya tamamen vazgeçilebilir hale geldiler." (Year 501, s. 109)

Devlet güdümlü durgunluk başarılı olmuştu. İş kaybı korkusu nedeniyle işçilerin "rekabetçi maliyeti" azaldıkça, şirket karları yükseldi. Wall Street Journal'ın 1995'in son çeyreğindeki ekonomik performansı değerlendiren yazısının başlığı "Şirketlerin Karları Yükselen Fiyatlar, Maliyet Azaltmaları Sonucunda % 61 yükseldi" şeklindeydi. 1993'de, vergi sonrası karlar üçüncü çeyrekteki % 34'lük seviyesinden % 62'ye yükseldi. Çalışan Amerika piyasa güçleriyle yüzleşirken, Şirketler Amerikası 1994'de rekor karlar elde ediyordu. 1994'de, Business Week, satışlardaki % 9'luk artışa rağmen karların "{1993}'den sonra % 41 artmasının muhteşem bir başarı" olduğunu, bunun büyük ölçüde "ekonomistlerin emeğin de --er ya da geç-- faydalanacağını söylemelerine" rağmen "emeğe giden pay"daki "keskin" düşüşten kaynaklandığını belirtiyordu (Noam Chomsky'nin alıntısı, "Rollback III, Z Magazine, Nisan 1995)

Dahası, sermaye açısından, (sıradan olduğu üzere) piyasa mucizelerinin yüceltilmesi ile birlikte Keynezyenizm hala sürmektedir. Örneğin, (şirketlerce finanse edilen bir ticaret ve teknoloji araştırma enstitüsü olan) Uluslararası Ekonomi Üzerine Berkeley Yuvarlak Masası'nın ortak müdürü Michael Borrus, 1988 Ticaret Bakanlığı çalışmasından bahsederek şunu söylüyordu, "1972 ile 1988 arasında en hızlı büyüyen altı ABD endüstrisinden beşi doğrudan veya dolaylı olarak federal yatırımlar aracılığıyla mali ve diğer açılardan desteklenmiştir." Şöyle devam ediyordu, "{ilk yılların} kazananları bilgisayarlar, biyoteknoloji, jet motorları ve hava taşıtları aksamlarıydı", ve tümü "kamusal harcamaların bir yan ürünüydü." (Chomsky'nin alıntısı, World Orders, Old and New, s. 109)

James Midgley, "kamu sektörünün genel hacmi 1980'ler boyunca azalmadı, aksine bütçe politikası mevcut dağılımın toplumsaldan askeri ve kanuni yaptırımlara gidecek şekilde önemli ölçüde kaymasıyla sonuçlandı" ("The radical right, politics and society", The Radical Right and the Welfare State, Howard Glennerster ve James Midgley (ed.), s. 11)

Aslında, ABD devleti tüm AR-GE projelerinin üçte birini finanse etmektedir, ve İngiltere de benzeri bir mali destek sağlamaktadır (Chomsky, Op. Cit., s. 107). Ve Savings and Loans Association'ın kısıtlamalardan arındırılmış ve spekülasyon içindeki büyük çöküşünün ardından, 1980'lerin "serbest piyasa" Cumhuriyetçi yönetimi sevinçle onları iflastan kurtardı, piyasa güçlerinin yalnızca bir sınıf için olduğunu gösterdiler.

Şirketler sahipliğindeki medya sosyal Keynezyenizme saldırken, iş alemi yanlısı devlet müdehalelerine karşı sessiz kalır veya bunu meşrulaştırır. (Yanlış türdeki) sosyal programların neden üretkenlik karşıtı olduğunu açıklayan sağ-kanat "think-tank"lerin yaygın bir şekilde şirketlerce finanse edilmesiyle birleşen şirketler devlet sistemi, seçkinler kendilerini kamunun aleyhine zenginleştirirken, piyasa tarafından yönetilmenin alternatifi olmadığına halkı inandırmaya çalışıyorlar.

Böylece, sosyal Keynezyenizmin yerini "serbest piyasa" dogması retoriğinin altına gizlenmiş Pentagon Keynezyenizmi aldı. (Çoğunluk için) serbest piyasalar ve (azınlık için) devlet müdehalesi karışımı birleşince, devlet giderek daha güçlü ve daha merkezi hale gelir, ve "hapishaneler de yine ekonomi için bir itki yaratır --hem inşaat işlerine hem de beyaz yakalı istihdama; en hızlı büyüyen mesleğin güvenlik personelliği olduğu bildirilmiştir." (Chomsky, Year 501, s. 110)

İşçi sınıfı direnişi sürerken, bu büyük ölçüde savunmaya yöneliktir; ancak geçmişte olduğu gibi bu değişebilir ve değişecektir. En karanlık gece bile şafakla sonlanır, ve işçi sınıfı direnişinin ışıkları yerkürenin her tarafında görülebilir. Örneğin, Britanya'da Thatcher Hükümetine karşı yürütülen Kelle Vergisi [Poll Tax] karşıtı mücadele, ABD ve Batı Avrupa genelindeki kesintilere karşı mücadeleler gibi başarılı olmuştu; Meksika'daki Zapatista ayaklanması esinlendiricidir, ve dünyanın dört bir yanında aralıksız grevler ve protestolar yaşanmaktadır. Hatta devlet baskısı ve kontrollü ekonomik durgunluk karşısında bile, işçi sınıfından insanlar hala savaşmaktadırlar. Anarşistlerin işi hürriyet kıvılcımlarını yüreklendirmek ve onların kazanmasına yardım etmektir.

Çeviri: Anarşist Bakış



Kaynak: "C.8. Is State Control of Money the Cause of the Business Cycle?", Anarşist Sıkça Sorulan Sorular.
Anarşist Yazın Ana Sayfa --->
1