SONUÇ KABİLİNDEN

Daniel Guérin


İspanyol Devrimi'nin yenilgisi, anarşizmi dünyada sahip olduğu tek sağlam zeminden mahrum bıraktı. Bu muhakemeden ezilmiş, dağılmış ve bir ölçüde de itibarını kaybetmiş olarak çıktı. Tarih onu sert bir şekilde ve bazı açılardan insafsızca mahkûm etti. Aslında, Franco kuvvetlerinin zafer kazanmasının sorumlusu anarşizm değildi (hele tek sorumlusu hiç değildi). Son derece olumsuz koşullarda oluşturulan kır ve sanayi kolektifleri tamamen onların artısıydı. Ancak bu deneyim hafife alındı, karalandı ve inkâr edildi. Otoriter sosyalizm en sonunda hoşlanmadığı liberter rekabetten kurtulmuştu ve uzun yıllar boyunca sahanın tek hâkimi oldu. Devlet sosyalizmi, SSCB'nin 1945'de Nazizm'e karşı askeri zaferiyle ve teknik alandaki reddedilmesi imkânsız, hatta görkemli başarılarıyla bir süreliğine haklı çıkmış gibi gözüktü.

Ancak, bizzat sistemin kendi aşırılıkları çok geçmeden kendi yadsımasını yaratmaya başladı. Felç edici devlet merkeziyetçiliğinin gevşetilmesi gerektiği, üretim birimlerinin daha özerk olması gerektiği, işletmelerin yönetiminde söz sahibi olmaları durumunda işçilerin daha çok ve daha iyi çalışacakları fikri ortaya atıldı. Tıpta "antibiyotikler" denilen şey, Stalin'in köleleştirdiği ülkelerden birisinde gerçekleşti. Tito Yugoslavya'sı, ülkeyi bir tür sömürge hâline getiren ağır boyunduruktan kendisini kurtardı. Ardından, bugün anti-iktisadi oldukları çok açıkça görülebilen doğmaların yeniden değerlendirilmesine başlandı. Geçmişin ustalarının kılavuzluğunda yeniden öğrenme süreci başladı, Proudhon keşfedildi ve dikkatlice okundu. Bu, beklentileri canlandırdı. Marx ile Lenin'in eserlerinde yer alan ama çok az bilinen liberter düşünce alanları araştırıldı. Diğer birçok şeyin yanı sıra, her ne kadar siyaset sözlüğünden tamamen kaybolmadığı doğru olsa da, içeriği boşaltılmış ayinsel bir formüle indirgenmiş olan Devlet'in sönümlendirilmesi kavramı da gömüldüğü yerden çıkarıldı. Yugoslavya, Bolşevizmin kendisini aşağıdan proleter demokrasiyle tanımladığı o kısa döneme geri dönerek, Ekim Devrimi liderlerinin başlarda telaffuz edip daha sonra çabucak unuttukları bir kelimeyi ortaya çıkardı: Özyönetim. Keza, devrimci yayılma sayesinde eş zamanlı olarak Almanya ile İtalya'da ve çok daha sonra ise Macaristan'da ortaya çıkan gelişme aşamasındaki fabrika konseylerine yoğun bir ilgi gösterildi. İtalyan Roberto Guiducci'nin Fransız edebiyat ve düşünce dergisi Arguments'da belirttiği üzere, "Stalin'in bilinen nedenlerle sindirdiği konseyler fikrinin modern terimlerle yeniden ele alınıp alınamayacağı" sorusu ortaya atıldı.

Cezayir sömürgelikten kurtulup bağımsızlığını kazandığında, ülkenin yeni liderleri Avrupalıların terk ettikleri mülklerin köylüler ve işçiler tarafından kendiliğinden işgal edilmesini kurumsallaştırmayı düşündüler. Yugoslavya örneği onlara esin kaynağı oldu ve bu konudaki Yugoslavya kanunları bir model olarak benimsendi.

Eğer kanatları kırpılmazsa, özyönetim hiç şüphesiz ki demokratik, hatta liberter eğilimlere sahip bir kurumdur. Özyönetim, 1936-37 İspanyol kolektifleri örneğini takip ederek, ekonomiyi üreticilerin idaresi altına almayı amaçlar. Bu amaçla, her işletmede seçime dayalı üç kademeli bir işçi temsiliyeti oluşturulur: Egemen genel meclis; daha küçük ölçekli bir danışma organı olan işçi konseyi; son olarak, yürütme organı olan yönetim komitesi. Mevzuat, bürokratikleşme tehdidine karşı bazı korumalar sağlar: Temsilciler çok sık bir şekilde yeniden seçilmek için aday olamazlar, temsilcilerin üretimle doğrudan ilgili olması zorunludur vb. Yugoslavya'da, çok büyük işletmelerde çalışma seksiyonları oluşturulurken, genel meclislerin alternatifi olarak referandumlar aracılığıyla işçilere danışmak mümkündür.

Hem Yugoslavya'da hem de Cezayir'de, en azından teorik olarak ya da geleceğe yönelik bir umut olarak, komüne büyük önem verilmektedir ve özyönetim altındaki işçilerin burada temsil edilmesi için bayağı bir şey yapılmıştır. Yine teoride, kamu meselelerinin idaresi âdemi merkezileşmelidir ve giderek daha fazla yerel ölçekte yürütülmelidir.

Uygulamada, bu iyi niyetli amaçların oldukça gerisinde kalınmıştır. Bu ülkelerde özyönetim, iskeletini tek partinin oluşturduğu diktatörce bir asker-polis devleti çerçevesinde şekillenmektedir. Denetim ve eleştiriden muaf olan otoriter ve himayeci bir otorite dümeni elinde tutmaktadır. Dolayısıyla, otoriter siyasi yönetim ilkeleri ile liberter ekonomi yönetimi ilkeleri kesinlikle uzlaşmamaktadır.

Üstelik yasama organlarının aldıkları önlemlere karşın, işletmeler içerisinde bile bürokratikleşme eğilimi belli ölçüde kendisini göstermektedir. İşçilerin büyük bir kısmı özyönetime etkin şekilde katılacak olgunluğa sahip değildir. Eğitimden ve teknik bilgiden yoksunlar, eski ücretli işçi olma zihniyetinden kurtulamamışlar ve tüm gücü seve seve delegelerin ellerine veriyorlar. Bu durum, küçük bir azınlığın işletmenin gerçek yöneticileri olmasına, kendilerine her türlü ayrıcalığı tanımalarına ve istedikleri gibi davranmalarına imkân vermektedir. Aşağıdan denetim olmadan yönetimi yürüten, gerçeklikle bağlarını kaybeden, sıklıkla küstahça ve aşağılayarak davrandıkları sıradan işçilerle bağlarını koparan bu kesim kendisini idari mevkilerde kalıcılaştırıyor. Tüm bunlar işçilerin moralini bozmakta, onları kendinden yönetimin aleyhine döndürmektedir. Son olarak, devlet denetimi çoğunlukla öylesine düşüncesizce ve baskıcı bir şekilde uygulanmaktadır ki "özyönetim idarecileri" genellikle hiçbir şekilde yönetim işlevi üstlenmiyorlar. Kanuna göre aksi olması gerekirken, özyönetim organlarının aynı görüşte olup olmadığına pek aldırmaksızın, bu organlarının müdürlerini devlet atamaktadır. Bu bürokratlar yönetime aşırı müdahale etmekte ve kimi zaman eski işverenler gibi keyfi davranmaktadırlar. Çok büyük Yugoslav işletmelerinde müdürlerin hepsi Devlet tarafından aday gösterilir; Mareşal Tito, bu makamları eski muhafızları arasında paylaştırır.

Dahası, Yugoslav özyönetimi mali açıdan tamamen Devlete bağımlıdır. Devletin sağladığı kredilerle ayakta durmakta, kârlarının ancak küçük bir kısmını harcamasına müsaade edilmekte, gerisi ise vergi olarak bütçeye ödenmektedir. Özyönetim sektöründen sağlanan kazanç Devlet tarafından sadece ekonominin geri sektörlerini geliştirmek amacıyla kullanılmamakta (ki bu gayet adil olur), aynı zamanda fazlasıyla bürokratikleşmiş hükümet aygıtının, ordunun, polis kuvvetlerinin ve zaman zaman oldukça abartılı olan prestij harcamalarının finansmanı için kullanılmaktadır. Özyönetim kapsamındaki işletmelerin üyeleri yetersiz ücretler aldığında, bu durum özyönetime duyulan ilgiyi köreltmekte ve kendi ilkeleriyle çatışmaktadır.

Dahası, her işletmenin faaliyet özgürlüğü oldukça katı bir şekilde kısıtlanmıştır, çünkü merkezi otoritenin, halk kesimine danışmaksızın keyfi bir şekilde hazırladığı ekonomi planlarına tabidirler. Cezayir'de özyönetim kapsamındaki işletmeler, ürünlerinin önemli bir kısmının ticari işleyişini Devlet'e bırakmakla yükümlüdürler. Ayrıca bunlar, "tarafsız teknik himaye sağlayan organlar"ın gözetim ve denetimi altına bırakılırlar; bunların böyle olduğu varsayılır ve muhasebe yardımı sağladıkları düşünülür, ancak uygulamada özyönetim organlarının yerini alıp işlevlerini üstlenme eğilimindedirler.

Genel olarak, totaliter Devlet bürokrasisi özyönetimin özerklik iddialarına karşı soğuktur. Proudhon'un önceden gördüğü üzere kendi dışındaki herhangi bir otoriteye tolerans göstermesi zordur. Toplumsallaştırmadan hoşlanmaz ve millileştirmeyi, yani Devlet görevlilerinin doğrudan yönetimini arzular. Amacı özyönetimin alanına tecavüz etmek, gücünü azaltmak ve aslında onu kendi içinde eritmektir.

Keza tek parti de özyönetime karşı aynı ölçüde şüphecidir ve aynı şekilde rakibe hoşgörü göstermesi zordur. Eğer özyönetime kucak açarsa bunu, onun gelişimi daha etkin bir şekilde engellemek üzere yapar. İşletmelerin çoğunda hücrelere sahip olan parti, yönetimde yer almaya, işçilerin seçtikleri organları kopya etmeye ya da (seçimlerde tahrifat yaparak, aday listelerini önceden belirleyerek) onları uysal bir araç rolüne indirgemeye yönelik güçlü bir eğilim sergiler. Parti, işçi konseylerinin önceden alınmış kararları onaylamalarını sağlamaya, işçilerin ulusal kongrelerini manipüle etmeye ve şekillendirmeye çalışır.

Özyönetim kapsamındaki bazı işletmeler, kendilerini yalıtmak, küçük mülk sahiplerinin birlikleriymişçesine davranmak ve yalnızca ilgili işçilerin faydası doğrultusunda faaliyet göstermek suretiyle otoriter ve merkeziyetçi eğilimlere tepki gösterirler. Pastayı daha büyük dilimlere bölmek için insan gücünü azaltmaya çalışırlar. Uzmanlaşma yerine her şeyden az da olsa üretmeyi amaçlarlar. Zaman ve enerjilerini, bir bütün olarak topluluğun çıkarlarına hizmet etmek üzere tasarlanan plan ve düzenlemeleri bir şekilde atlatmaya harcarlar. Yugoslavya'da, hem bir teşvik unsuru olarak hem de tüketiciyi korumak amacıyla işletmeler arasında serbest rekabete izin verilmektedir, ancak uygulamada özerklik eğilimi göze batan eşitsizliklere ve ekonomik akıl dışılıklara yol açmaktadır.

Böylece özyönetim, iki aşırı uç arasında sürekli gidip gelen bir sarkaç hareketini içinde barındırır: Aşırı özerklik ya da aşırı merkezileşme; otorite ya da anarşi; aşağıdan denetim ya da yukarıdan denetim. Yugoslavya yıllardan beridir özellikle merkezileşmeyi düzeltmiş, ardından özerkliği merkezileşmeyle düzeltmiş, kurumlarını sürekli yeniden biçimlendirmiştir, ancak "mutlu ortalama"yı tutturmakta şimdiye kadar başarılı olamamıştır.

Eğer otoriteden ve tek partiden bağımsız, işçilerin kendi aralarından doğan, aynı zamanda onları örgütleyen ve İspanyol anarko-sendikalizminin ruhsal yapısıyla harekete geçen sahici bir sendika hareketi olsaydı, özyönetimin zaafların çoğundan sakınılabilir ya da bunlar düzeltilebilirdi. Ancak, Yugoslavya'da ve Cezayir'de, sendikacılık ya tali ya da gereksiz bir unsurdur veyahut Devlet'e, tek partiye tabidir. Bu nedenle, sendikanın üstlenmesi gereken özerklik ile merkezileşme arasındaki uzlaştırıcı olma görevini yeterince yapamaz ve totaliter siyasi organlardan çok daha iyi bir performans sergileyemez. Aslında, onda kendi yansımalarını gören işçilerden doğan bir sendikacılık, merkezkaç ve merkezcil kuvvetlerin uyumlandırılmasında, Proudhon'un ifade ettiği gibi özyönetimin çelişkileri arasında "bir denge yaratılması"nda en etkili organ olacaktır.

Ancak resim kapkara da görülmemelidir. Özyönetimin, onu başarısız kılma umutlarını kaybetmemiş güçlü ve kararlı düşmanları vardır. Ancak, bu deneyimin yaşandığı ülkelerde oldukça dinamik olduğunu ispatlamıştır. İşçilerin önünde yeni ufuklar açmış ve çalışmadan zevk almayı bir nebze de olsa yeniden sağlamıştır. İşçilerin zihinlerini, ücretlerin aşama aşama ortadan kaybolmasını, özgür ve kendi kaderini tayin eden varlıklar olacak üreticilerin yabancılaşmasının sona ermesini kapsayan, sahici bir sosyalizmin temellerine açar. Bu sayede özyönetim, ilk dönemin deneme-yanılma evresinde bile üretkenlik artışları sağlamış ve dikkate değer olumlu sonuçlar yaratmıştır.

Küçük anarşist çevreler, görece uzak bir mesafede durarak, Yugoslavya ve Cezayir'de özyönetimin gelişimini bir sempati ve kuşku karışımıyla takip ediyorlar. Kendi ideallerinin bazı parçalarının gerçekleştirildiğini, ancak deneyimin liberter komünizmin öngördüğü ideal çizgilerde ilerlemediğini hissediyorlar. Tam tersine bu, anarşizme aykırı olan otoriter bir çerçevede denenmektedir. Bu çerçevenin özyönetimi kırılganlaştırdığına hiç şüphe yoktur: Otoriterlik kanseri tarafından bir hamlede yok edilme tehlikesi daima mevcuttur. Ancak, özyönetime daha yakından ve daha önyargısız bakıldığında, ortada cesaret verici işaretler olduğu görülmektedir.

Yugoslavya'da özyönetim, rejimin demokratikleşmesini destekleyen bir etkendir. İşçi sınıfı çevrelerinde taraftar toplama konusunda daha sağlıklı bir temel yaratmıştır. Parti bir müdürden ziyade bir ilham kaynağı olarak davranmaya başlamıştır; parti kadroları, kitlelerin sözcülüğü görevini daha iyi yapmakta, onların sorun ve arzularına daha duyarlı hâle gelmektedir. Olguyu yerinde inceleme görevini üstlenen genç bir İsviçreli sosyolog Albert Meister'in yorumunda belirttiği gibi özyönetim, uzun vadede bizzat tek partinin yerini alacak bir "demokrasi virüsü" içermektedir. Meister, özyönetimi bir "kuvvet ilacı" olarak görür. Bu, partinin alt kademelerini çalışan kitlelerle kaynaştırır. Bu gelişme o kadar açıktır ki, Yugoslav teorisyenlerini bir liberteri utandırmayacak bir dil kullanmaya yönlendirmektedir. Örneğin, bunlardan biri olan Stane Kavcic şunları ifade ediyor: "Gelecekte Yugoslavya'da sosyalizmin vurucu kuvveti yukarıdan aşağıya hareket eden bir siyasi parti ya da Devlet olamaz; sahip oldukları anayasal haklar sayesinde tabandan yukarı doğru hareket edecek halk, yurttaşlar olacaktır. Sözlerine cesur bir şekilde devam ederek özyönetimin, "tüm siyasi partilerin özellikleri arasında yer alan katı disiplin ve tabi olmayı" giderek gevşettiğini söyler.

Cezayir'de eğilim pek belirgin değil, çünkü deneyim çok daha yakın tarihli ve hâlâ sorgulanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 1964 sonunda, Ulusal Özgürlük Cephesi oryantasyon başkanı Hocine Zahouane'nin açıkça "rehberlik organları"nı, kendilerini özyönetim grubu üyelerinin üzerinde görmekle ve onlara karşı otoriter bir tavır takınmakla suçlamasında bir ipucu bulunabilir. Şöyle devam ediyordu: "Bu söz konusu olduğunda sosyalizmden bahsedilemez. Yalnızca işçilerin sömürü biçiminde bir değişiklik vardır." Bu görevli, üreticilerden "üretimin gerçek efendileri olmaya çalışmalarını" ve "sosyalizme yabancı amaçlar doğrultusunda manipüle edilmeye" son vermelerini isteyerek sözünü bağlıyor. Hocine Zahouane'in daha sonra askeri bir darbeyle görevinden uzaklaştırıldığı ve gizli sosyalist muhalefetin lider ruhu olduğu söylenmelidir. Şu anda Sahara'nın sıcaktan kavrulan bir bölgesinde zorunlu ikamete tabidir.[36]

Özetlemek gerekirse, özyönetim her türden zorluklar ve çelişkilerle karşı karşıya olmasına karşın uygulamada şu anda bile aşağıdan yukarıya hareket ederek doğrudan demokraside kitleleri çıraklık evresinden geçirme erdemine sahiptir; devlet komünizminde olduğu gibi sürekli hâle gelen köklü edilgenlik ve itaat etme alışkanlıkları, geçmiş baskıların miras bıraktığı aşağılık kompleksi yerine onların özgür inisiyatifini geliştiren, cesaretlendiren ve canlandıran, onlara sorumluluk duygusu aşılayan bir erdem. Bu çıraklık evresi zaman zaman oldukça zahmetli, ilerleme oldukça yavaş olabilir, topluma fazladan yükler getirebilir ve muhtemelen de biraz "kargaşaya" katlanmak gerekebilir. Ancak birçok gözlemci, bu güçlüklerin, gecikmelerin, fazladan yüklerin ve artan acıların, insanı önemsiz hâle getiren, halkın inisiyatifini öldüren, üretimi felç eden ve yüksek bedelle elde edilen maddi gelişmelere rağmen bizzat sosyalizm fikrini gözden düşüren devlet komünizminin sahte düzeninden, sahte parlaklığından, sahte "etkinliği"nden daha az zararlı olduğunu düşünmektedir.

SSCB bile ekonomik yönetim yöntemlerini yeniden değerlendirmekte ve bugünkü liberalleşme eğilimi otoriterlik tarafından geçersiz kılınmadığı sürece de bunu yapmayı sürdürecektir. Kruşçev, görevinden uzaklaştırılmadan önce 15 Ekim 1964'de, ne kadar ürkekçe ve geç kalmış olsa da sınaî ademi merkeziyetçiliğin gereğini kavramıştı. Aralık 1964'de, Pravda'da "Tüm Halkın Devleti" başlıklı, "tüm halka ait olduğu söylenen" bir Devlet biçimini "proleterya diktatörlüğü"nden ayırt eden yapısal değişikleri (demokratikleşmeye doğru ilerleme, kitlelerin özyönetim yoluyla toplumun yönelimine katılması ve sovyetlerin, sendikaların vb. yeniden diriltilmesi) tanımlamayı amaçlayan uzunca bir makale yayınlanmıştı.

Fransız gazetesi Le Monde, 16 Şubat 1965'de Michel Tatu'nun, "Sovyet bürokrasi aygıtını, bilhassa da ekonomiyi etkileyen" en ciddi kötülükleri gözler önüne seren "Temel Sorun: Ekonominin Liberalleşmesi" başlıklı bir makale yayınlamıştı. Bu ekonominin eriştiği yüksek teknik seviye, bürokrasinin yönetim üzerindeki iktidarını daha da kabul edilemez kılmaktadır. Bugünkü hâliyle işletmelerin müdürleri, en azından bir büroya ve sıklıkla da yarım düzineden fazla büroya başvurmaksızın hiçbir konuda karar alamamaktadır. "Otuz yıllık Stalinist planlama sürecinde sağlanan olağanüstü teknik, bilimsel ve ekonomik ilerlemeyi kimse tartışmamaktadır. Ancak, bu ekonominin artık gelişmiş ekonomiler grubuna dahil olduğu, bu seviyeye ulaşmasını sağlayan eski yapıların artık bütünüyle ve giderek daha tehlikeli bir şekilde uygun düşmediği sonucu göz ardı edilemez." "Kapsamlı reformlardan çok daha fazlasına ihtiyaç vardır; her seviyede aygıta nüfuz etmiş olan muazzam atalete son vermek için düşüncede ve yöntemde gereken büyük bir değişiklik, bir tür yeni bir de-Stalinleştirme." Ernest Mandel'in Fransız edebiyat ve düşün dergisi Les Temps Modernes'de işaret ettiği üzere ademi merkeziyetçilik işletmelerin müdürlerine özerklik vermekle yetinemez, işçilerin gerçek özyönetimine yönelmelidir.

Sol görüşlü bir sosyolog olan merhum Georges Gurvitch de benzer bir sonuca ulaşmıştı. Ademi merkeziyetçilik ve işçilerin özyönetimi eğilimlerinin SSCB'de henüz başladığını ve onların başarısının, "Proudhon'un sanıldığından daha haklı olduğu"nu göstereceğini düşünmektedir.

Küba'da, merhum devletçi sosyalist Che Guevara, aşırı merkezileşme nedeniyle başarısız olduğu sanayiyi yönetme görevini bırakmak zorunda kalmıştı. Castro ekonomisi uzmanı olan Fransız Rene Dumont, Küba: Sosyalizm ve Kalkınma kitabında, [Küba ekonomisinin] "hiper-merkeziyetçiliği"nden ve bürokratikleşmesinden hayıflanır. Özellikle de fabrikaları kendi başına yönetmeye çalışan ve tam tersi sonuçlarla karşılaşan bakanlık biriminin "otoriter" hatalarını vurgular: "Güçlü bir merkezi örgütlenme yaratmayı denemek, uygulamada ... her türlü şeyin yapılmasına izin vermekle sonuçlanır, çünkü hayati olan üzerinde kontrol sağlanamaz." Devletin dağıtım tekeli hakkında da aynı eleştiriyi yapar: Yol açtığı felç durumundan, "eğer her üretim birimi kendi başına doğrudan arz etme işlevini muhafaza etmiş olsaydı" sakınılabilirdi. Küba'yı yakından tanıyan Polonyalı bir meslektaşı, "Küba, sosyalist ülkelerin yararsız ekonomik hatalar döngüsünü yeni baştan tekrarlıyor" diyordu Rene Dumont'a. Yazar, Küba rejiminin özerk üretim birimlerine ve tarımda ise küçük çiftçi üretim kooperatifleri federasyonlarına yönelmesi gerektiği sonucuna varıyordu. Planlamayla gayet iyi uyumlandırılabilecek olan bu çözümün ismini söylemekten çekinmiyordu: Özyönetim. Ne yazık ki Rene Dumont'un sesi henüz Havana tarafından duyulmuş değil.

Yakın zamanda liberter düşünce, kendisine çamur atanların onu ittiği karanlıktan çıkmış bulunuyor. Dünyanın büyük bir kısmında, günümüz insanı devlet komünizminin kobayı olagelmiştir ve bu deneyimin ardından yeni yeni kendisine gelmekte, silkelenmektedir. Birdenbire, canlı bir merakla ve genellikle kazançla, anarşizmin öncülerinin geçen yüzyılda öne sürdükleri yeni bir özyönetimli toplum taslaklarına yöneliyor. Doğaldır ki her şeyi birden kavrayamamakta, ancak bunlardan dersler çıkarmakta, bu yüzyılın ikinci yarısının önüne koyduğu görevi yerine getirirken onlardan esinlenmektedir: Basitçe "Stalinizm" olarak adlandırılan şeyin hem ekonomik hem de siyasi zincirlerini parçalamak ve bunu sosyalizmin temel ilkelerinden vazgeçmeden yapmak; tam tersine bunu yaparken, gerçek, sahici sosyalizm, yani özgürlükle bütünleşmiş sosyalizm biçimlerini keşfetmek (ya da yeniden keşfetmek).

Proudhon, 1848 Devrimi'nin tam ortasındayken, zanaatkârlardan "anarşi"ye giden yolu bir hamlede aşmalarını beklemenin çok fazla olacağını zekice düşünmüştü. Bu azami programın yerine bir asgari liberter program taslağı hazırlamıştı: Devlet iktidarında tedrici bir azalma, kulüpler dediği (yirminci yüzyıl insanının konseyler diyeceği) [kurumlar] aracılığıyla halkın aşağıdan iktidarında buna koşut bir gelişme. Günümüzün çoğu sosyalistinin az ya da çok bilinçli amacı da böyle bir programı arayıp bulmak olarak gözüküyor.

Her ne kadar böylece anarşizmin yeniden canlanma ihtimali belirmiş olsa da, uzun süredir takılıp kaldığı yanlış yorumları hem teoride hem de uygulamada çürütmediği müddetçe, anarşizm kendini bütünüyle onarmayı başaramaz. Gördüğümüz üzere 1924'de Joaquin Maurin, İspanya'da anarşizmin işini bitirmek konusunda fazlasıyla aceleciydi; anarşizmin, tamamen "sosyalist eğitim"den uzak kaldıkları ve "kendi doğal içgüdülerine terk edildikleri" için kitlelerin anarşizme "tutunacakları" az sayıdaki "geri kalmış ülke" haricinde varlığını asla sürdüremeyeceğini öne sürmüştü. Şu sonuca varıyordu: "Kendisini geliştirmeyi, öğrenmeyi ve olayları açık bir şekilde görmeyi başaran her anarşistin anarşistliği otomatik olarak sona erer."

Fransız anarşizm tarihçisi Jean Maitron, "anarşi" ile örgütsüzlüğü birbirine karıştırıyordu. Birkaç yıl önce, çağımız "planlama, örgütlenme ve disiplin" çağı olduğu için anarşizmin on dokuzuncu yüzyılda ölmüş olduğunu tasavvur etmişti. Daha yakınlarda ise İngiliz yazar George Woodcock, anarşistleri, ölmekte olan geçmişin en çekici özelliklerine tutunup pastoral bir gelecek görüşüne yaslanan, tarihin egemen akışına karşı kulaç atan idealistler olarak suçlamayı yerinde bulmuştu. Konunun uzmanı bir başka İngiliz James Joll, anarşistlerin modasının geçtiğinde ısrar ediyordu, çünkü fikirleri büyük ölçekli endüstrinin gelişimine, kitlesel üretim ve tüketime karşıydı; [çünkü] geriye dönük bir idealize edilmiş bir zanaatkârlar ve köylüler toplumu romantik görüşüne, yirminci yüzyılın gerçekliklerinin ve ekonomik örgütlenmesinin toptan reddine dayanıyordu.[37]

Bundan önceki sayfalarda, bunun anarşizmin doğru bir resmi olmadığını göstermeye çalıştım. Bakunin'in çalışmaları, örgütlenmeye, özdisipline, bütünleşmeye, federalist ve baskıcı olmayan bir merkezileşmeye dayanan yapıcı anarşizmin mizacını en iyi şekilde ifade ederler. [Yapıcı anarşizm], büyük ölçekli modern endüstriye, en son tekniklere, modern proletaryaya ve dünya ölçeğinde enternasyonalizm anlayışına dayanır. Bu anlamda günümüze, yirminci yüzyıla aittir. Günümüz dünyasının ihtiyaçlarıyla uyumsuz olan anarşizm değil, pekâlâ devlet komünizmi olabilir.

1924'de Joaquin Maurin, anarşizmin tarihi boyunca "gerileme belirtileri"ni "ani bir canlanma"nın takip ettiğini gönülsüzce kabul ediyordu. Gelecek, bu gönülsüz itirafın sahibi İspanyol Marksistin iyi bir kâhin olduğunu gösterebilir.


Dipnotlar:
36 Temmuz 1969 itibariyle.
37 James Joll, bu kitabı okuduktan sonra görüşlerini bir ölçüde gözden geçirdiğini yazara bildirmiştir.

Çeviri: AnarşistBakış
Anarşist Yazın Ana Sayfa --->