RUS DEVRİMİNDE ANARŞİZM
Daniel Guérin
Anarşizm ikinci dönemecini devrimci sendikalizmle yaşamıştı; Rus
Devrimi ise ona bir üçüncüsünü sundu.
Bu ifade, Ekim 1917 büyük devrimci hareketini sadece
Bolşevizmin eseri ve etkinlik alanı olarak düşünmeye alışkın
okurlar için ilk anda şaşırtıcı olabilir. Rus Devrimi
gerçekte bir kitle hareketiydi; ideolojik biçimlenmelerin
üzerinden atlayan ve onları gölgede bırakan, halktan
yükselen bir dalgaydı. Halktan başka hiç kimseye ait
değildi. İtkisini aşağıdan yukarıya doğru alan ve doğrudan demokrasi
organlarını kendiliğinden üreten hakiki bir devrim olduğu
ölçüde, liberter eğilimli bir toplumsal devrimin
tüm niteliklerini sergilemişti. Ancak, görece zayıf olmaları
Rus anarşistlerini, fikirlerinin zafer kazanması için son derece
uygun durumları kullanmaktan alıkoydu.
Devrim nihayetinde Lenin'in çevresinde toplaşan
profesyonel bir devrimci ekip tarafından bazılarına göre ustalıkla
(bazılarına göre ise şeytani bir kurnazlıkla) ele geçirildi
ve çarpıtıldı. Ancak, hem anarşizmin hem de hakiki halk
devriminin bu yenilgisi, liberter düşünce için
bütünüyle semeresiz olmadı. Öncelikle, üretim
araçlarına kolektif olarak el konulması tekrar tartışma konusu
yapılmamıştır; bu durum, belki günün birinde aşağıdan
sosyalizmin, devletin sistemli düzenlemesine galip gelmesini
sağlayacak zemini koruma altına almaktadır. Dahası, Rusya deneyimi
gerek bazı Rus anarşistlerin, gerekse bazı Rus olmayan anarşistlerin
geçici bir yenilgiden çıkarılacak karmaşık dersleri
(Lenin'in de ölümün eşiğindeyken farkına varmış gibi
gözüktüğü dersleri) öğrenmeleri için
fırsat yaratmıştır. Bu bağlamda, devrim ve anarşizm sorununu yeni
baştan düşünebilirlerdi. Voline'ın da tekrarladığı
üzere Kropotkin'e göre bu, anarşistlere bir devrimin
nasıl
yapılmaması gerektiğini
öğretmiştir. Sovyet deneyimi, liberter bir sosyalizmin uygulanamaz
olduğunu göstermek şöyle dursun, tam tersine anarşizmin
kurucularının görüşlerinin, özellikle de otoriter
sosyalizm eleştirilerinin kâhince doğruluğunu da genel hatlarıyla
onaylamıştır.
LİBERTER BİR DEVRİM
1917 Devriminin kalkış noktası, yeni tür bir devrimci organ olan
Sovyetlerin ortaya çıktığı 1905 idi. Sovyetler, kendiliğinden
patlak veren bir genel grev sırasında St. Petersburg fabrikalarında
doğmuştu. Sendika hareketi ile geleneğinin neredeyse hiç
olmadığı koşullarda sovyetler, greve giden fabrikalar arasında
eşgüdümü sağlayarak mücadelede boşluğu doldurdular.
Anarşist Voline, işçilerle işbirliği yaparak ve onların
önerisiyle, ilk sovyeti kurma fikrini savunan
küçük bir grubun içinde yer alıyordu.
Tanıklığı, birkaç ay sonra sovyet başkanı olan Trotsky'nin
tanıklığıyla örtüşür. Trotsky, 1905 ile ilgili
anlatımlarında, aşağılayıcı hiçbir niyet beslemeksizin şunları
yazıyordu: "Sovyet faaliyeti, anarşinin örgütlenmesini
temsil ediyordu. Varlığı ve daha sonraki gelişimi anarşinin
pekiştirilmesine işaret ediyordu".
Bu deneyim işçi sınıfı bilincinde kalıcı bir iz bıraktı ve Şubat
1917'de ikinci Rus Devrimi patlak verdiğinde, liderlerin yeni bir
şey keşfetmesine gerek yoktu. İşçiler kendi kendilerine
fabrikaların kontrolünü ele geçirdiler. Sovyetler
kendi inisiyatifleriyle yeniden canlandırıldı. Profesyonel devrimciler
bir kez daha hazırlıksız yakalanmışlardı. Lenin'in de kabul
ettiği üzere köylü ve işçi yığınları
Bolşeviklerden "yüz kat daha solda" idiler.
Sovyetlerin itibarı öylesine fazlaydı ki Ekim isyanı ancak
onların adına ve onların ısrarıyla başlatılabildi.
Gayretlerine karşın homojenlikten, devrimci deneyimden ve ideolojik
hazırlıktan yoksundular. Bu onları, belirsiz devrimci fikirlere sahip
siyasi partiler için kolay bir av hâline getirdi. Bir
azınlık örgütü olmasına karşın Bolşevik Parti nereye
gittiğini bilen, gerçek anlamda örgütlü olan
yegâne devrimci kuvvetti. Ne siyasi ne de sendikal alanda aşırı
soldan herhangi bir rakibi vardı. Elinde birinci sınıf kadrolar vardı
ve Voline'ın da kabul ettiği gibi "hummalı, baskın, sert
bir faaliyet"i harekete geçirdi.
Ancak, (o dönemde Stalin'in henüz dikkat
çekmeyen bir süsü olduğu) parti aygıtı, sovyetleri
rahatsız edici bir rakip olarak daima şüpheyle karşılamıştı.
İktidarın ele geçirilmesinin hemen ardından üretim
toplumsallaştırılmasına yönelik kendiliğinden gelişen ve karşı
konulamaz nitelikteki eğilim, ilk önce işçi denetimine
yönelmiştir. 14 Kasım 1917 tarihli kararname, işçilerin
işletmelerin yönetimine katılmasını ve fiyatların dondurulmasını
yasallaştırdı; ticari sırlar kaldırıldı ve işverenler, yazışmalarını ve
hesaplarını açıklamaya mecbur tutuldular. Victor Serge'ye
göre "Devrimin liderleri bunun ötesine gitmek
istemiyorlardı". Nisan 1918'de "hâlâ ...
Sovyet Devletinin yanı sıra Rus sermayesi ile yabancı sermayenin de
iştirak edeceği karma şirketler kurmaya niyetliydiler". "Kamulaştırma önlemlerine yönelik inisiyatif
kitlelerden geldi, otoriteden değil".
20 Ekim 1917 gibi erken bir tarihte, birinci Fabrika Konseyleri
Kongresi'nde anarşizmden esinlenen bir önerge sunuldu. "Üretimin kontrol altına alınması; teftiş organları olmakla
sınırlı kalmayıp, ... şu andan itibaren üretimi işçilerin
ellerine devretme hazırlığını üstlenerek geleceğin hücreleri
olacak denetim komisyonları" önerisi yapılıyordu. Ekim
Devrimi'nin ilk günlerinde Anna Pankratova'nın[
22]
aktardığına göre "anarşist eğilimler kendilerini en kolay
ve başarılı şekilde ortaya koyan eğilimlerdi, çünkü
kapitalistler işçi denetimi kararnamesinin uygulanmaması
için canla başla direniyor, işçilerin üretime
katılmasını fiilen kabul etmiyorlardı".
Çok geçmeden işçi denetiminin aksayan ve etkin
olmayan, yarım yamalak bir tedbir olduğunu ortaya çıktı. İşverenler
bunu sabote ettiler, stoklarını sakladılar, aletleri kaçırdılar,
işçilere meydan okudular ya da onları işten çıkardılar;
kimi zaman fabrika komitelerini kendi ajanları ya da yönetimin
işbirlikçileri olarak kullandılar; hatta kârlı olacağını
düşünerek firmalarının millileştirilmesi için
uğraştılar. İşçiler, fabrikaları ele geçirip kendileri
adına işleterek bu manevralara cevap verdiler. "Biz sahiplerini
kovacak değiliz" diyordu işçiler önergelerinde, "ancak fabrikaların işlemesini sağlayamazlarsa üretim işini
üstleneceğiz". Anna Pankratova, "kaotik" ve "ilkel" toplumsallaştırmanın tecrübe edildiği bu ilk
dönemde fabrika konseylerinin, "sahipleri kovulan ya da
kaçan fabrikaların yönetimini sık sık
üstlendikleri"ni ekliyor.
İşçi denetimi çok geçmeden yerini toplumsallaştırmaya
bırakacaktı. Lenin, "canlı halk yaratıcılığının çetin
sınavı"na soktuğu, hakiki liberter dili kullanmaya mecbur
bıraktığı daha ürkek yardımcılarını kelimenin tam anlamıyla
zorlamıştı. Devrimci yeniden inşanın temeli işçilerin
özyönetimi olacaktı. İmkânsızı mümkün kılacak
devrimci coşku kitlelerde ancak böyle ortaya
çıkarılabilirdi. En son kol işçisi, her işsiz, her
aşçı, fabrikaların, toprağın ve idarenin işçilerin,
çalışanların, memurların, köylülerin eline
geçtiğini; tayınlamanın (tümü de kendiliğinden halk
tarafından yaratılmış) demokratik komitelerin elinde olduğunu vb.
gördüğünde, "yoksullar bunu görüp
hissettiklerinde, toplumsal devrimi yenebilecek hiçbir
güç olamaz". Gelecek, 1871 Komünündekine
benzer bir cumhuriyete, bir sovyetler cumhuriyetine gebe gibi
gözüküyordu.
Voline'ın anlatımına göre "Bolşevik Parti, kitlelerin
hayal gücünü yakalamak, onların güvenini ve
sempatisini kazanmak için ... o zamana değin anarşizmin belirgin
özelliğini oluşturan sloganları kullandı". Tüm iktidar
sovyetlere, kitlelerin sezgisel olarak liberter anlamda kavradıkları
bir slogandı. Peter Archinoff, "işçiler, sovyet iktidarı
fikrini, toplumsal ve ekonomik olarak işlerini kendi başlarına halletme
hakkı olarak yorumluyorlardı" diyor. 1918'in başlarında
yapılan Üçüncü Sovyetler Kongresi'nde Lenin
şunları söylüyordu: "Anarşist fikirler bugün canlı
bir biçim almıştır." Kısa bir süre sonra, 8
Mart'ta yapılan Yedinci Parti Kongresi'nde Lenin, başka
şeylerin yanı sıra işçi örgütlerince (sendikalar,
fabrika komiteleri vb.) idare edilen üretimin
toplumsallaştırılmasını; kol emeğine dayalı mesleklerden sorumlu olan
görevlilerin, polisin ve ordunun lağvedilmesini; maaşlarla
ücretlerin eşitlenmesi; sovyetlerin tüm üyelerinin
Devletin yönetimine ve idaresine katılımını; bahsi geçen
Devletin ve para kullanımının aşamalı olarak bütünüyle
ortadan kaldırılmasını ilgilendiren tezlerin kabul edilmesini
önerdi. Sendikalar Kongresi'nde (1918 ilkbaharı) Lenin,
fabrikaları "üreticilerle tüketicilerin kendi
yönettikleri komünler" olarak tasvir ediyordu.
Anarko-sendikalist Maximoff, "Bolşevikler Devlet'in yavaş
yavaş sönümlendirilmesi teorisini terk etmekle kalmadılar,
genel anlamında Marksist ideolojiyi de terk ettiler. Bir tür
anarşist olmuşlardı" diyecek kadar ileri gidiyor.
OTORİTER BİR DEVRİM
Kitlelerin içgüdüleri ile devrimci ruh
hâllerinin bu cüretkâr yakınlaşması, Bolşeviklerin
devrime hâkim olmalarını sağlamış olabilir, ancak onların
geleneksel ideolojileriyle ya da gerçek niyetleriyle uzaktan
yakından ilgisi yoktu. Uzun zamandır otoriter olan Bolşevikler, Devlet,
diktatörlük, "...", iktidar partisi, ekonominin
yukarıdan yönetilmesi gibi sovyet demokrasisinin gerçek
liberter anlayışıyla apaçık çelişen şeyleri derinden
benimsemişlerdi.
Ekim isyanının arifesinde yazılan
Devrim ve Devlet,
Lenin'in düşüncelerindeki karmaşıklığa ayna tutar. Bazı
sayfaları bir liberterin kaleminden çıkmış gibi
gözükür ve yukarıda gördüğümüz
üzere[
23], kısmen de olsa anarşistlerin
hakkını da teslim eder. Ancak, bu aşağıdan devrim çağrısı,
yukarıdan devrim beyanına paraleldir. Hiyerarşik, merkezi devlet
sistemi kısmen gizlenmiş, sonradan akla gelen düşünceler
değildir, tam tersine samimiyetle ifade edilmiştir: Devlet,
proletaryanın iktidarı almasını sağlayacak ve ancak bir geçiş
döneminin ardından sönümlenecektir. Bu geçici
ıstırap dönemi ne kadar sürecektir? Bu gizlenmemiştir;
üzüntüden ziyade rahatlatıcı bir tonla bize sürecin "yavaş" olacağı ve "uzun süre" alacağı
söylenir. Devrim, sovyet iktidarı kisvesi altında, "proleter
Devleti" ya da "proletarya
diktatörlüğünü" doğuracaktır; hatta yazar, en
derinlerde yatan düşüncelerini açığa vurduğu bir anda, "burjuvazisiz bir burjuva Devleti" ifadesini ağzından
kaçırır.
Lenin, çağdaş Alman devlet kapitalizminden,
Kriegswirtschaft'tan
(savaş ekonomisi) ders çıkarmıştı. Lenin'in modellerinden
bir diğeri, "çelikten disiplini" ile kapitalizmin
modern büyük ölçekli sanayi
örgütlenmesiydi. Posta ve telgraf gibi devlet tekellerinden
özellikle etkilenmiş, yüksek sesle şunları
söylüyordu: "Ne kadar da takdire şayan, mükemmel
bir mekanizma! Aynen posta hizmetleri gibi örgütlenen bir
ekonomik yaşam, ... işte ihtiyacımız olan Devlet ve ekonomik
temel". Bunu "otorite" ve "boyunduruk altına
alma" olmaksızın yapmaya çalışmak "anarşist bir
hayal"dir sonuca varıyordu. Bir zamanlar üretimle
mübadelenin işçi birliklerine ve özyönetime
bırakılması fikrinden heyecanla bahsetmişti. Ancak, bu kâğıtların
yanlış dağıtılmasıydı. Artık sihirli reçetesini saklamıyordu:
Tüm yurttaşların "tek bir genel devlet
tröstünün çalışanları ve işçileri"
hâline gelmesi, tüm toplumun "tek bir büyük
büro ve tek bir büyük fabrikaya"
dönüştürülmesi. Şüphesiz sovyetler olacaktır,
ancak işçi partisinin, yani tarihsel görevi proletaryayı "yönlendirmek" olan partinin denetimi altında. Salim
kafayla düşünen Rus anarşistlerin çoğu bu
görüşlere kapılmamıştı. Lenin'in liberter
döneminin doruğunda, işçileri hazırlıklı olmaları konusunda
uyarıyorlardı: Dergileri Golos Truda'da (Emeğin Sesi),
1917'nin son ve 1918'in ilk aylarında, Voline kâhince
şu uyarıyı yapıyordu:
"İktidarlarını sağlamlaştırdıktan ve meşrulaştırdıktan sonra,
(sosyalist, siyasetçi ve Devletin varlığına inanan kişiler, yani
merkeziyetçi ve otoriter eylem adamları olan) Bolşevikler
ülkenin ve halkın yaşamını, merkezlerden dayatılan idari ve
diktatörce araçlarla düzenlemeye başlayacaklar. ...
Sovyetleriniz ... yavaş yavaş merkezi hükümetin iradesinin
yürütme organları hâline gelecekler. ... Otoriter bir
siyasi devlet aygıtı kurulacak ve yukarıdan hareket ederek demir
yumruğuyla her şeyi ezmeyi amaçlayacak. ... Merkezi otoriteyle
aynı fikirde olmayanların başına taş yağacak. ... Tüm iktidar
sovyetlere ifadesi, gerçekte parti liderlerinin otoritesi hâline
gelecek".
Voline'a göre Lenin'i bir süreliğine kendi asıl
yolundan uzaklaşmak zorunda bırakan şey, kitlelerin giderek artan
anarşist eğilimleriydi. Devletin, otoritenin,
diktatörlüğün sadece bir saat, kısa bir anlığına ayakta
kalmasına müsaade edecekti. Ardından "anarşizm"
gelecekti. "Ancak, yüce Tanrım, ... gerçek iktidarını
sağlamlaştırıp artık kitlelerin sesine kulak asmaması mümkün
olduğunda, yurttaş Lenin'in ne diyeceğini göremiyor
musunuz?" Ardından o bilindik yola geri dönecek. En eksiksiz
biçimiyle "bir Marksist Devlet" yaratacak.
Lenin ile ekibinin kitlelere bile bile tuzak kurduğunu iddia etmek
elbette riskli olacaktır. Burada açık bir düzenbazlıktan
ziyade doktrinsel bir ikilik vardır. Düşüncelerinin iki
kutbunun çeliştiği o kadar açıktı ki, o kadar göze
batıyordu ki, bunun çok geçmeden olayları etkileyeceği
önceden görülebiliyordu. Ya anarşist eğilim ve
kitlelerin baskısı Bolşevikleri kendi otoriter yönlerini unutmaya
zorlayacaktı ya da tam tersine, halkın devrimci yükselişinin
durulmasıyla çakışan iktidarlarını sağlamlaştırmaları, onları
geçici anarşist düşüncelerini bir kenara bırakmaya
yöneltecekti.
Mevzubahis konularda dengeyi bozan yeni bir etken ortaya çıktı:
İç savaşın ve dış müdahalenin feci sonuçları,
ulaşımın dağınıklığı, teknisyenlerin azlığı. Bu gelişmeler, Bolşevik
liderleri acil önlemlere, diktatörlüğe, merkezileşmeye
ve "demir yumruk"a başvurmaya sevk etti. Ancak anarşistler,
bunların Devrime dışsal nesnel nedenlerin bir sonucu olduğunu kabul
etmiyorlardı. Onlara göre bunlar kısmen Bolşevizmin otoriter
fikirlerinin iç mantığından, aşırı merkezileşmiş ve fazlasıyla
bürokratik otoritenin zayıflığından kaynaklanıyordu.
Voline'a göre başka şeylerin yanı sıra Devlet'in
yetersizliği, her şeyi yönetme ve denetleme arzusu, onu
ülkenin ekonomik yaşantısını düzenleyemez hâle getirmiş
ve gerçek bir "çöküş"e, yani
sanayinin felce uğramasına, tarımın iflas etmesine ve ekonominin
çeşitli kolları arasındaki tüm bağlantıların tahrip
olmasına yol açmıştı.
Voline örnek olarak, Petrograd'daki eski Nobel petrol
rafinerisi hikâyesini anlatıyordu. Mevcut 4.000 işçi, eski
sahiplerinin terk ettiği rafineriyi kolektif olarak çalıştırmaya
karar vermişti. Bolşevik hükümetle boşu boşuna yazışıp
durmuşlardı. Ardından, kendi girişimleriyle fabrikayı çalışır
duruma getirmeye çalıştılar. Seyyar gruplara ayrılarak yakıt,
hammadde, satış kanalları ve nakliye araçları bulmaya
çalıştılar. Nakliye konusunda, demiryolu işçileri
arasındaki yoldaşlarıyla görüşmelere başlamışlardı. Her
fabrikanın bağımsız hareket etmesini engellemenin ülkeye karşı
sorumluluğu olduğunu düşünen hükümet buna kızdı.
İşçi konseyi ısrar etti ve işçiler genel meclisini
toplantıya çağırdı. Halk Emek Komiseri, işçileri "ciddi asilik fiili"ne karşı kişisel olarak uyarma
zahmetine girdi. "Anarşistçe ve bencilce" olarak
nitelendirdiği tavırlarını ağır bir dille kınadı. İşçileri,
tazminat ödenmeden işten atmakla tehdit etti. İşçiler,
herhangi bir ayrıcalık istemediklerini söyleyerek karşılık
verdiler: Hükümet ülkenin dört bir yanındaki
işçi ve köylülerin aynı şekilde hareket etmesine izin
vermeliydi. Her şey boşunaydı, görüşünde ısrar eden
hükümet sonunda fabrikayı kapattı.
Komünist Alexandra Kollantay, Voline'ın analizini teyit
eder. 1921'de, çok sayıda işçi inisiyatifinin sonu
gelmeyen kırtasiyecilik ve yararsız idari tartışmalar arasında heba
edildiğinden şikâyet ediyordu: "Kendilerine hareket etme
hakkı ve özgürlüğü tanınmış olsaydı neler
yapabileceklerini gördüklerinde ... işçilerin
hissettikleri acı o kadar keskin ki. ... İnisiyatif zayıflıyor ve
harekete geçme arzusu sönmeye yüz tutuyor".
Aslında, Sovyetlerin iktidarı sadece birkaç ay sürdü:
Ekim 1917'den 1918 ilkbaharına kadar. Özyönetimin
ekonominin "akılcı" ihtiyaçlarını hesaba katmadığı;
kıt kaynakları eline geçiren, diğer fabrikalar "Devlet
için" daha önemli ve daha iyi donanıma sahip olsalar
bile, ne pahasına olursa olsun ayakta kalmak isteyen, birbirleriyle
rekabet eden işletmelerin bencilliği söz konusu olduğu bahanesiyle
fabrika konseyleri çok geçmeden güçlerinden
yoksun bırakıldılar. Kısacası, Anna Pankratova'ya göre
durum, anarşistlerin hayalini kurdukları türden bir "özerk üreticiler federasyonları" oluşturacak
şekilde ekonominin parçalanmasına doğru gidiyordu. Hiç
şüphesiz ki henüz gelişme aşamasında olan işçilerin
özyönetimi kusursuz olmaktan uzaktı. Meşakkatle ve deneme
yanılma yoluyla, dünya tarihinde örneği olmayan yeni
üretim biçimleri yaratılmaya çalışılıyordu.
Şüphesiz birçok hata yapılmış, yanlış yönlere
sapılmıştı. Bu çıraklık döneminin bedeliydi. Alexandra
Kollantay'ın savunduğu üzere komünizm, "işçi sınıfının yaratıcı güçlerinden hareket
eden, uygulamalı bir araştırma süreci (belki de hatalarıyla)
olmadan ortaya çıkamaz".
Parti liderleri bu görüşü benimsemediler. Kalplerinin
derinliklerinde devretmekten hiç de memnun olmadıkları iktidarı
fabrika komitelerinden geri almaya dünden razıydılar. Lenin, 1918
gibi erken bir tarihte işletmelerin yönetiminde "tek
irade"yi tercih ettiğini belirtmişti. İşçiler,
çalışma sürecini yöneten müdürlerinin tek
iradesine "kayıtsız şartsız" itaat etmeliydiler. Tüm
Bolşevik liderler, diyor Kollantay, "işçi kolektiflerinin
yaratıcı becerilerinden şüphe duyuyorlardı". Dahası, eski
Rus kapitalizminden artakalan, sovyet tipi kurumlara hızla uyum
gösteren ve kendilerinin çeşitli komiserliklerde sorumlu
mevkilere getirilmelerini sağlayan, ekonominin yönetiminin
işçi örgütlerine değil de kendilerine bırakılmasında
ısrar eden çok sayıda küçük burjuva
yönetimi işgal etmişti.
Devlet bürokrasinin ekonomideki rolü giderek önem
kazandı. Sanayi, 5 Aralık 1917'den itibaren tüm üretim
organlarının faaliyetlerinin otoriter eşgüdümünden
sorumlu olan Yüksek Ekonomi Konseyi'nin emrine verildi. 26
Mayıs ile 4 Haziran 1918 arasında düzenlenen Ekonomi Konseyleri
Kongresi'nde, her işletmenin yönetim kurulu üyelerinin
üçte ikisinin bölge konseyleri ya da Yüksek
Ekonomi Konseyi tarafından aday gösterileceği ve yalnızca
üçte birinin oradaki işçiler tarafından
seçilebileceği karara bağlandı. 28 Mayıs 1918 kararnamesi
kolektifleştirmeyi sanayinin bütününe yayarken, aynı
şekilde devrimin ilk aylarında kendiliğinden yapılan
toplumsallaştırmaları millileştirmelere dönüştürdü.
Yüksek Ekonomi Konseyi, millileştirilen sanayilerin
yönetiminden sorumlu kılındı. Müdürler ve teknik
personel, Devlet tarafından atanan kimseler olarak görevlerine
devam ettiler. 1918'in sonlarında yapılan İkinci Yüksek
Ekonomi Konseyi Kongresi'nde komite raportörü sert bir
dille fabrika konseylerini, yönetim kurulunun yerini alarak
fabrikaları yönetmeye çalışmakla suçladı.
Fabrika komiteleri seçimleri dostlar alışverişte
görsün diye yapılmaya devam etti, ancak
Komünist hücrenin bir üyesi önceden hazırlanan
adaylar listesini yüksek sesle okuyor ve oylama, işletmenin
silahlı "Komünist muhafızlar"ının huzurunda el
kaldırmak suretiyle yapılıyordu. Önerilen adaylara karşı
çıkan herkes (ücret kesintisi gibi) ekonomik yaptırımlara
maruz kalıyordu. Peter Archinoff'un belirttiği gibi, artık her
yerde hazır ve nazır olan tek bir efendi vardı: Devlet.
İşçilerle bu yeni efendi arasındaki ilişkiler, emekle sermaye
arasındaki eski ilişkilere benzer bir hâl almıştı.
İşlevleri tamamen lafta kalan sovyetler, hükümet iktidarının
kurumlarına dönüştürülmüştü. "Devlet'in temel hücreleri olmalısınız" diyordu
Lenin, 27 Haziran 1918'de yapılan Fabrika Konseyleri
Kongresi'nde. Voline'ın ifade ettiği üzere fabrika
konseyleri, "küçük, önemsiz yerel
konulardan sorumlu olan, merkezi otoritelerin (hükümetin ve
Parti'nin önde gelen organlarının) 'talimatlar'ına tamamen tabi olan, idari organlar ile
yürütme organları"na indirgenmişlerdi. Artık "ufacık bir güçleri" kalmamıştı.
Üçüncü Sendikalar Kongresi'nde (Nisan
1920), komite raportörü Lozovosky şunu kabul ediyordu: "Eski işçi denetimi yöntemlerini terk ettik ve
yalnızca devlet denetimi ilkesini muhafaza ettik". Artık bu "denetim" belli bir Devlet organı tarafından icra
edilecekti: İşçi ve Köylü Müfettişliği Dairesi.
Yapı olarak merkeziyetçi olan sanayi federasyonları, federalist
ve liberter mizaca sahip fabrika konseylerinin özümsenmesi ve
tabi kılınmasında Bolşeviklere yardımcı oldular. 1 Nisan 1918'de,
bu iki örgütlenme biçimi arasındaki birleşme artık
tamamlanmıştı. Bu tarihten sonra sendikalar, Parti gözetimi
altında disiplini sağlama rolü üstlendiler. Petrograd ağır
metal sanayilerindeki işçi sendikaları, fabrika konseylerinden
kaynaklı "işleri aksatan inisiyatifler"i yasaklamış,
onların şu ya da bu işletmeyi işçilerin ellerine vermeye
yönelik "son derece tehlikeli" eğilimlerine karşı
çıkmıştı. Bunun, "uzun zaman önce iflas etmiş bir
düşünce" olan üretim kooperatiflerini taklit
etmenin en kötü yolu olduğu ve "işletmeleri kapitalist
girişimlere dönüştüreceği" söylenmişti.
Sanayiciler tarafından terk edilen ya da sabote edilen,
ürünü ulusal ekonomi için gerekli olan her
işletme Devlet'in denetimi altına bırakılacaktı. Sendika
örgütünün onayı olmaksızın işçilerin bu
işletmelerin yönetimini üstlenmesine "izin
verilemez"di.
Bu ilk kontrolü ele geçirme operasyonunun ardından
sendikalar da uysallaştırılıp, özerklikten yoksun bırakıldılar ve
tasfiye edildiler; kongreleri ertelendi, üyeleri tutuklandı,
örgütleri yasaklandı ya da daha geniş birimlerle
birleştirildi. Bu sürecin sonucunda, anarko-sendikalist
eğilimlerin hepsi temizlendi; sendika hareketi bütünüyle
Devlete ve tek partiye tabi kılındı.
Aynı şey tüketici kooperatiflerinin başına da geldi.
Devrim'in ilk aşamalarında her yerde ortaya çıkan ve
sayıları giderek artan bu kooperatifler, birbirleriyle federe
hâle gelmişlerdi. Ancak, onların kabahati de Parti kontrolü
dışında olmaları ve belli sayıda sosyal demokratın (Menşeviklerin)
içlerine sızmış olmasıydı. İlk önce yerel dükkanlar, "özel ticaret" ve "spekülasyon"
bahanesiyle, hatta hiçbir bahane olmaksızın malzeme ve nakliye
araçlarından mahrum bırakıldılar. Ardından, özgür
kooperatiflerin hepsi tek bir hamleyle kapatıldı ve yerlerine
bürokratik bir şekilde devlet kooperatifleri kuruldu. 20 Mart 1919
kararnamesi ile tüketici kooperatifleri Gıda Tedariki
Komiserliği'ne, sınaî üretici kooperatifleri de
Yüksek Ekonomi Konseyi'ne bağlandı. Kooperatiflerin
çoğu üyesi hapse atıldı.
Yeterince çabuk ve kuvvetli bir şekilde tepki göstermeyen
işçi sınıfı, yokluğun ve devrimci mücadelenin mecalsiz
bıraktığı geniş bir alana yayılmış, geri kalmış ve esasen kırsal olan
bir ülkede dağınık, tecrit edilmiş bir hâldeydi; daha da
kötüsü cesareti kırılmıştı. Son olarak, en iyi
üyeleri, iç savaşta çarpışmak üzere cephelere
dağılmış ya da parti ve hükümet aygıtına dahil olmuşlardı.
Yine de, azımsanamayacak sayıdaki işçi, devrimci zaferlerin
meyvelerinden az ya da çok dışlandıklarını, yeni kazandıkları haklardan
yoksun bırakıldıklarını, vesayet altına alındıklarını, yeni efendilerin
kibirleri ve keyfi iktidarlarınca aşağılandıklarını
düşünüyordu; bu işçiler, sözde "proleter Devlet"in gerçek mizacının farkına
varmışlardı. Böylece 1918 yazında, Moskova ve Petrograd
fabrikalarında çalışan hoşnutsuz işçiler kendi
aralarından delegeler seçerek, kendi otantik "delege
konseyleri" ile otoritenin ele geçirmiş olduğu işletme
sovyetlerine karşı çıkmaya çalıştılar. Kollantay,
işçinin küskün olduğuna ve kendisini bir kenara
itilmiş hissettiğine şahitlik eder. İşçi, (en azından teoride "proleterya diktatörlüğü"nün dayandığı)
kendi yaşam tarzı ile sovyet görevlilerininkini
karşılaştırabiliyordu.
İşçiler gerçeği fark ettikleri zaman iş işten
geçmişti. İktidar kendisini sağlam bir şekilde
örgütleyecek yeterli zamana sahip olmuştu ve elinin altında,
kitlelerin herhangi bir otonom eylemini tamamen parçalayabilecek
baskıcı kuvvetler bulunuyordu. Voline'a göre şiddetli ama
eşitsiz bir mücadele yaklaşık üç yıl kadar
sürdü ve Rusya dışında hiç bilinmiyordu. Bu
mücadelede işçi sınıfı öncüleri, kendisi ile
kitleler arasında ortaya çıkan bölünmeyi inkâr etmeye
kararlı bir devlet aygıtına karşı çıktılar. 1919 ila 1921
arasında, büyük şehirlerde, özellikle de
Petrograd'da ve hatta Moskova'da grevler arttı.
Göreceğimiz üzere bunlar sert bir şekilde bastırıldılar.
Yönetimdeki Parti içerisinde, sovyetler demokrasisine ve
özyönetime geri dönülmesini talep eden "İşçi Muhalefeti" ortaya çıktı. Mart
1921'deki Onuncu Parti Kongresi'nde, grubun
sözcülerinden olan Alexandra Kollantay, sendikalar
için inisiyatif ve örgütlenme
özgürlüğü talep eden, ulusal ekonomi için
merkezi bir idari organ seçilmesi amacıyla bir "üreticiler kongresi" yapılması çağrısında
bulunan bir broşür dağıttı. Broşüre el koyuldu ve yasaklandı.
Lenin, İşçi Muhalefeti'nin bu tezlerini "küçük-burjuva ve anarşist sapmalar"
olarak tanımlayan bir önergenin kabul edilmesi için hemen
hemen tüm kongreyi ikna etti: Ona göre muhaliflerinin "sendikalizmi", "yarı-anarşizmi",
Parti'nin proletarya adına uyguladığı iktidar tekeline "doğrudan tehdit" oluşturuyordu. Bundan sonra Parti
içinde her türlü muhalefet yasaklandı ve
Trosky'nin yıllar sonra kabul edeceği üzere "totaliterlik" yolu açılmış oldu.
Mücadele, sendikaların merkezi liderliği içerisinde devam
etti. Tomsky ve Riazanov Presidyum'dan ihraç edilip
sürgüne gönderildiler, çünkü
sendikaların Parti'den bağımsız olmasını savunuyorlardı.
İşçi muhalefetinin lideri Shlypaikov da aynı kaderi paylaştı;
çok geçmeden başka bir muhalefet grubunun temel hareket
ettiricisi, 1917'de Büyük Dük Michael'i
öldüren samimi bir işçi olan G.I. Miasnikov da onu
izledi. On beş yıldan beridir parti üyesiydi ve devrimden
önce yedi yıldan fazla hapis yatmış, yetmiş beş günlük
açlık grevine katılmıştı. Kasım 1921'de, bir broşürde
işçilerin Komünistlere olan güvenlerini
kaybettiklerini, çünkü Parti'nin artık sıradan
üyelerle aynı dili konuşmadığını ve 1918 ila 1920 arasında
burjuvaziye karşı uygulanan baskıcı tedbirlerin şimdi işçilere
karşı kullanıldığını dile getirmeye cesaret etmişti.
ANARŞİSTLERİN ROLÜ
Liberter tarzdaki bir devrimin tam zıddına
dönüştürüldüğü bu dramda anarşistlerin
rolü neydi? Rusya liberter bir geleneğe sahip değildi ve Bakunin
ile Kropotkin yabancı topraklarda anarşist olmuşlardı. Her ikisi de
hiçbir zaman Rusya içerisinde militan anarşist bir rol
oynamadılar. 1917 Ekim Devrimine kadar, yazılarından bazı kısa
parçaların sadece birkaç kopyası, gizlice ve
büyük güçlüklerle Rusya'da ortalıkta
görülebilmişti. Rusların toplumsal, sosyalist ve devrimci
eğitiminde anarşist olan hiçbir şey yoktu. Tam tersine,
Voline'ın bize söylediği gibi "ileri Rus
gençliği, sosyalizmi daima devletçi biçimiyle
sunan yazılar okuyordu." İnsanların zihinleri, Alman sosyal
demokrasinin bulaştırdığı hükümet fikirleriyle doluydu.
Anarşistler "etkili olmayan bir avuç insandan
ibaretti", [sayıları] en fazla bin kadardı. Voline, hareketin "olaylar üzerinde herhangi bir ivedi, somut etki
yaratamayacak kadar küçük" olduğunu
belirtiyordu. Üstelik çoğu, işçi sınıfı hareketiyle
fazla ilgisi olmayan bireyci aydınlardan oluşuyordu.
Memleketi Ukrayna'da kitlelerin kalbini harekete geçiren
Nestor Makhno gibi Voline da bir istisnaydı. Makhno, hatıralarında şu
katı yargıda bulunuyordu: "Rus anarşizmi olayların gerisinde
kaldı, hatta tamamen onların dışında faaliyet gösterdi."
Ancak, bu yargı biraz hakkaniyetten uzak gibi gözükür.
Anarşistler, Şubat ile Ekim devrimleri arasında cereyan eden olaylarda
hiç de göz ardı edilemeyecek bir rol oynadılar. Trosky,
Rus Devrimi Tarihi'nde
bunu birden fazla yerde teyit eder. Sayıca az olmalarına karşın "cesur" ve "faal" olan [anarşistler],
Bolşeviklerin henüz parlamento karşıtı olmadıkları dönemde
Kurucu Meclise karşı asli muhalefeti oluşturuyorlardı. Lenin'in
partisinden çok daha önce "tüm iktidar
sovyetlere" talebini ortaya atmışlardı. Çoğu kez
Bolşeviklerin arzularına rağmen, barınmanın kendiliğinden
toplumsallaştırılmasına yönelik hareketin esin kaynağı olmuşlardı.
Anarko-sendikalist aktivistler, Ekim öncesinde bile
işçilerin, fabrikaların kontrolünü ele
geçirmeye teşvik edilmesinde rol oynamışlardı.
Kerensky'nin burjuva cumhuriyetini sona erdiren devrimci
günler sırasında anarşistler, özellikle Grachoff ve Fedatoff
gibi yaşlı liberterlerin komuta ettiği Dvinsky alayında askeri
mücadelenin ön cephesinde yer alıyorlardı. Bu kuvvet,
karşı-devrimci "kadetleri" [harp okulu öğrencileri
–çev.]
geri püskürtmüştü. Anarşist Gelezniakov,
müfrezesinin yardımıyla Kurucu Meclisi dağıtmıştı: Bolşeviklere
yalnızca olmuş bitmiş bir şeyi tasdik etmek kalmıştı. Anarşistlerin
(Mokrooussoff, Cherniak ve diğerleri) oluşturdukları ya da başını
çektikleri birçok partizan müfrezesi vardı ve
bunlar, 1918 ila 1920 yılları arasında Beyaz ordularla aralıksız
savaştılar.
Büyük şehirlerin hemen hepsinde, görece çok
sayıda basılı malzeme (gazeteler, dergiler, kitapçıklar,
broşürler ve kitaplar) yayınlayan Anarşist ya da
anarko-sendikalist gruplar vardı. Her biri 25.000 nüsha satan,
Petrograd'da iki haftalık gazete, Moskova'da ise bir
günlük gazete vardı. Anarşist sempatizanların sayısı,
Devrimin derinleşip daha sonra da kitlelerden uzaklaşmasıyla birlikte
çoğaldı. Rusya'da görevli olan Fransız kaptan Jacques
Sadoul, 6 Nisan 1918'de şunları yazıyordu: "Anarşist parti
muhalefet grupları içinde en faal, en militan ve muhtemelen de
en popüler olanı ... Bolşevikler endişeliler." 1918 sonunda,
Voline'a göre "bu etki o kadar güçlü
bir hâle gelmişti ki, bırakın muhalefeti eleştiriyi bile
kabullenemeyen Bolşevikler bir hayli rahatsız oluyorlardı."
Voline, Bolşevik yetkililer açısından "anarşist
propagandayı hoş görmek intihara ... denkti" diye anlatıyor. "Liberter fikirlerin ifade edilmesini önce engellemek, daha
sonra da yasaklamak için ellerinden geleni yaptılar ve en
nihayetinde de kaba kuvvetle bastırdılar."
Bolşevik hükümet, "liberter örgütlerin
bürolarını zorla kapatmaya başladı ve anarşistlerin herhangi bir
propaganda çalışmasına ya da faaliyete katılmasını
yasakladı." 12 Nisan 1918 tarihinde Moskova'da, tepeden
tırnağa silahlı Kızıl Muhafız birlikleri anarşistlerin kaldığı yirmi
beş eve ani bir baskın düzenlediler. Beyaz Muhafızların
saldırısına uğradıklarını düşünen anarşistler, saldırıya ateş
açarak karşılık verdiler. Voline'a göre çok
geçmeden yetkililer, "hapis, yasadışı ilan etme ve idam
gibi daha sert önlemlere" başvurmaya başladılar. "Bu
anlaşmazlık, dört yıl boyunca Bolşevikleri diken üzerinde
tutacaktı ... ta ki liberter eğilim en sonunda (1921'in sonunda)
askeri tedbirlerle ezilinceye kadar."
Anarşistlerin tasfiye edilmesi çok kolay oldu,
çünkü anarşistler, birisi uysallaştırılmayı reddeden,
diğeriyse evcilleştirilmesine izin veren iki gruptan oluşuyordu. Bu
ikinci grup, rejime bağlılık jestinde bulunmalarını ve rejimin
diktatörce hareketlerini (en azından geçici olarak)
onaylamalarını meşru göstermek için "tarihsel
zorunluluk"u öne sürüyorlardı. İç savaşın
zaferle sonlanmasını ve karşı-devrimin ezilmesini öncelikli
gereksinimler olarak görüyorlardı.
Daha uzlaşmaz bir tavır sergileyen anarşistler ise bunu ileriyi
göremeyen bir taktik olarak nitelendiriyorlardı.
Çünkü karşı-devrimci hareketler, hükümet
aygıtının bürokratik yetersizliği ile halkın hayal kırıklığı ve
hoşnutsuzluğundan besleniyordu. Üstelik otoriteler, denetim
yöntemlerini eleştiren liberter devrimin aktif kanadı ile onun sağ
kanattan karşıtlarının suç teşkil eden faaliyetleri arasında bir
ayrım yapmıyorlardı. Diktatörlüğün ve terörün
kabulü, bunun bizzat kurbanları hâline gelecek anarşistler
için intihar etmek demekti. Son olarak, sovyet anarşistleri
denilenlerin saf değiştirmeleri, daha uzlaşmaz görülenlerin
ezilmesini daha kolaylaştırdı, çünkü bunlar "sahte" anarşistler, sorumsuz ve gerçekçi
olmayan hayalperestler, aptal sersemler, deliler, ayrılık tohumları
eken kişiler ve en nihayetinde de karşı-devrimci haydutlar olarak
görüldüler.
Victor Serge, saf değiştiren anarşistlerin en zekilerinden, dolayısıyla
da en çok itibar görenlerinden birisiydi. Rejim için
çalıştı ve rejimi anarşist eleştirilere karşı savunmaya
kalkıştığı Fransızca bir kitapçık yayınladı. Daha sonra yazdığı
L'An I de la Revolution Russe,
Bolşeviklerin sovyetleri tasfiye etmesini büyük
ölçüde meşru gösterme çabasıydı. Parti
(daha doğrusu onun seçkin lider kadrosu), işçi sınıfının
beyni olarak sunuluyordu. Proletaryanın ne yapabileceğini ve ne yapması
gerektiğini keşfetmek, layıkıyla seçilmiş öncü lidere
düşmekteydi. Onlar olmaksızın sovyetlerde örgütlü
olan kitleler, "zekâ pırıltılarıyla bezenmiş karmaşık
arzulara sahip insan yığınlarından" başka bir şey olamazdı.
Victor Serge, merkezi Sovyet iktidarının gerçek mizacı hakkında
herhangi bir yanılsamaya kapılmayacak kadar zeki birisiydi. Ancak bu
iktidar hâlâ ilk proleter devrimin itibarından kaynaklanan
kutsallık halesini taşıyordu ve dünya karşı-devriminin nefretini
kazanmıştı; Serge ile başka birçok devrimcinin dillerine kilit
vurmayı tercih etmelerinin sebeplerinden biri (ve en onurlu olanı)
buydu. 1921 yazında anarşist Gaston Leval, Komünist
Enternasyonal'in Üçüncü Kongresi
için İspanyol delegasyonu üyesi olarak Moskova'ya
geldi. Şahsi görüşmelerinde Serge ona "Komünist
Parti artık bir proletarya diktatörlüğü değil,
proletarya üzerinde bir diktatörlük
uygulamaktadır" demişti. Leval, Fransa'ya
döndüğünde belgelenmiş gerçekleri ve
("bilinçli yalanlar" olarak tarif ettiği) Victor
Serge'nin şahsi görüşmelerinde ve kamuoyuna yaptığı
açıklamalarda söylediği şeyleri kullanarak
Le
Libertaire'de makaleler yazdı. Amerikalı anarşist Emma Goldman,
Living in My Life'da, Moskova'da iş başındayken gördüğü Victor Serge'ye karşı pek nazik değildir.
MAKHNOVÇİNA
Şehirlerdeki küçük, zayıf anarşist grupçukları
tasfiye etmek görece kolay olmuştu, ancak köylü Nestor
Makhno'nun ekonomik ve askeri açıdan
güçlü bir kırsal anarşist örgütlenme inşa
ettiği Ukrayna'da durum farklıydı. Yoksul bir Ukraynalı
köylü olarak dünyaya gelen Makhno, 1919'da yirmi
yaşındaydı. 1905 Devrimini bir çocuk olarak yaşamış ve daha
sonra anarşist olmuştu. Çarlık rejimi kendisini idama
mahkûm etmiş, daha sonra cezası hafifletilerek sekiz yıl hapse
çarptırılmıştı. Boutirki hapishanesinde zamanının çoğunu
zincire vurulmuş olarak geçirmiş, ilk defa orada okula gitme
şansı olmuştu. Eğitimindeki boşlukların en azından bir kısmını
hapishane arkadaşı Peter Archinoff'un yardımıyla gidermişti.
Makhno, Ekim Devrimi'nin hemen ardından yedi milyon nüfusu
olan, 772'ye 644 kilometrelik bir daire içinde otonom bir
bölge kurmak için köylü yığınlarını
örgütlemeye girişmişti. Güney ucu Berdiansk limanında
Azak denizine ulaşan ve merkezinde 20.000-30.000 nüfusuyla
büyük bir şehir olan Gulyai-Polye'nin bulunduğu bu
alan, 1905'de şiddetli olayların yaşandığı geleneksel olarak
isyankâr bir bölgeydi.
Hikâye, Alman ve Avusturya işgal ordularının, devrimci
köylülerin el koydukları toprakları eski sahiplerine geri
veren sağ kanat bir rejim kurmalarıyla başlamıştı. Toprak
işçileri, yeni ele geçirdikleri toprakları savunmak
için silaha sarıldılar. Gericiliğe olduğu gibi Bolşevik
komiserlerin yerli yersiz her işe karışmalarına ve aşırı vergilere
karşı da direndiler. Bu büyük
jacquerie'nin[
24] [köylü ayaklanması
–çev.]
kıvılcımını bir "adalet aşığı", köylülerin "Baba" Makhno diye çağırdıkları bir tür
anarşist Robin Hood çakmıştı. İlk askeri başarısı, 1918
Eylül'ünün ortasında Gulyai-Polye'nin ele
geçirilmesi oldu. 11 Kasım ateşkesi Avusturya-Almanya işgal
ordusunun geri çekilmesine yol açtı, Makhno'nun
silah ve malzeme stokları oluşturması için eşsiz bir imkân
sağladı.
Liberter komünizmin ilkeleri tarihte ilk kez kurtarılmış
Ukrayna'da uygulandı ve özyönetim sivil savaş
koşullarında mümkün olduğu ölçüde hayata
geçirildi. Köylüler "komünler"de ve "özgür çalışma sovyetleri"nde bir araya
gelerek, eski sahiplerine karşı savaşarak korudukları toprakları komünal
tarzda işlemeye başladılar. Bu gruplar, eşitlik ve kardeşlik ilkelerine
saygılıydılar. Her erkek, kadın ve çocuk gücünün
yettiği ölçüde çalışmak zorundaydı;
geçici idari görevlere seçilen yoldaşlar daha sonra
düzenli işlerine geri dönerek, komünlerin diğer
üyeleriyle birlikte çalışmaya devam ediyorlardı.
Her sovyet, seçilmiş olduğu yerellikteki köylülerin
iradesini icra etmekle yükümlüydü. Üretim
birimleri il ölçeğinde, iller de bölge
ölçeğinde federasyonlar oluşturuyorlardı. Sovyetler,
toplumsal eşitliğe dayanan genel ekonomik sistemle
bütünleşmişlerdi; siyasi partilerden bağımsızdılar.
Hiçbir siyasetçi, sovyet iktidarı örtüsü
altında kendi iradesini dayatamıyordu. Üyeler, emekçi
kitlelerin hizmetindeki gerçek işçilerdi.
Makhnocu partizanlar bir yeri ele geçirdiklerinde, üzerinde
şunların yazılı olduğu posterleri yapıştırıyorlardı: "İşçi
ve köylülerin özgürlüğü kendi
ellerindedir ve hiçbir kısıtlamaya tabi değildir. Uygun
gördükleri ve arzuladıkları şekilde eyleme geçmek,
örgütlenmek, yaşamlarını ilgilendiren konularda kendi
aralarında bir karara varmak, işçi ve köylülere kalmış
bir şeydir. ... Makhnocular yardım etmek ve tavsiyede bulunmaktan daha
fazlasını yapamaz. ... Hiçbir koşulda idareyi
üstlenemezler, ne de böyle bir arzuları vardır."
1920'de Makhno'nun adamları eşit taraf olarak
Bolşeviklerle müzakerelere başladılar ve ömrü çok
kısa bir anlaşma yaptılar; anlaşmaya şöyle bir ek kısım
konulmasında ısrar etmişlerdi: "Makhno ordusunun faaliyet
gösterdiği alanda işçi ve köylüle,r ekonomik ve
siyasi özyönetim için kendi özgür
kurumlarını kurarlar; bu kurumlar özerktirler ve anlaşmalar
çerçevesinde Sovyet Cumhuriyetlerinin yönetim
organlarıyla federal olarak bağlantılıdırlar." Bolşevik delegeler
şok olmuşlardı ve Moskova'ya danışmak üzere ek kısmı
anlaşmadan ayrı tuttular; Moskova tabii ki bunu "kesinlikle kabul
edilemez" buldu.
Makhnocu hareketin görece zayıflıklarından birisi liberter
aydınlardan yoksun olmasıydı, ancak zaman zaman dışarıdan yardım
alıyordu. Bu yardım, ilk olarak Voline'dan etkilenen
anarşistlerin 1918'de
Nabat
{Alarm} adlı birliği kurdukları Kharkov ve Kursk'dan geldi.
1919'da, "otoriter, merkeziyetçi, devletçi
bir temelde örgütlenmiş tamamen siyasi yapılar hâline
gelen sovyetlere herhangi bir biçimde katılmaya kategorik ve
kesin olarak karşı oldukları"nı açıkladıkları bir kongre
düzenlediler. Bolşevik hükümet bu açıklamayı bir
savaş ilanı olarak kabul etti ve Nabat tüm faaliyetlerini
sonlandırmaya zorlandı. Daha sonra Temmuz'da, Voline
Makhno'nun karargâhına ulaşarak, Peter Archinoff ile
birlikte hareketin kültür ve eğitim işlerinin sorumluluğunu
üstlendi. Ekim'de Alexandrovski'de, "özgür sovyetler" öğretisini
düzenleyen "Genel Tezler"in kabul edildiği kongreye başkanlık yaptı.
Köylü ve partizan delegeler bu kongrelerde yerlerini aldılar.
Aslında sivil örgütlenme, gerilla taktikleri uygulayan
isyancı köylü ordusunun bir uzantısıydı. Hem süvarileri
hem de yaylı hafif at arabalarıyla seyahat eden piyadeleri sayesinde
günde 250 km kadar ilerleyebilen, son derece hareketli olan bu
ordu bilhassa liberter, gönüllü bir temelde
örgütlenmişti. Seçim ilkesi her kademede uygulanıyordu
ve disiplin üzerinde özgürce görüş birliği
sağlanmıştı: Disiplin kuralları partizanlardan oluşan bir komisyon
tarafından belirleniyor, ardından genel meclislerin onayına sunuluyor
ve herkesçe katı bir biçimde yerine getiriliyordu.
Makhno'nun
franc-tireurs [akıncıları
–çev.],
müdahale eden Beyaz ordulara bayağı rahatsızlık verdi. Bolşevik
Kızıl Muhafız birlikleri ise pek etkili değildi. Bu birlikler yalnızca
demiryolları boyunca savaştılar ve zaman zaman kendi
savaşçılarını bile arkada bırakarak ilk olumsuz gelişmede geri
çekilecekleri zırhlı vagonlardan asla fazla uzaklaşmadılar. Bu
durum askeri teçhizatları yetersiz olan ve köylerinde
yalıtılmış bir hâlde bulunan, bu nedenle de karşı-devrimcilerin
insafına kalacak köylülere pek güven vermiyordu.
Makhnoşina tarihçisi Peter Archinoff, "1919 sonbaharında
Denikin'in karşı-devrimci hareketinin yok edilmesinin onuru esasen
anarşist isyancılara aittir" diye yazıyordu.
Ancak, Kızıl Muhafız birliklerinin Kızıl Ordu'ya dahil
edilmesinin ardından Makhno, kendi ordusunun Kızıl Ordu şefi
Trotsky'nin komutası altına alınmasına karşı çıktı. Bu
nedenle Tostsky, bu büyük devrimci-isyancı hareketi hedef almanın
zorunlu olduğuna karar verdi. 4 Haziran 1919'da, Makhnocuları
Ukrayna'daki Sovyet iktidarına karşı çıkmakla
suçlayarak düzenlenecek Makhnocu kongrenin yasaklanması
emrini verdi. Kongreye katılmanın "vatan hainliği"
olacağını söyleyerek, delegelerin tutuklanmasını talep etti.
Makhno'nun partizanlarına yardımcı olma görevini yerine
getirmeyerek, onlara silah vermeyi reddetti ve ardından da onları "ihanet etmek"le suçladı ve Beyaz ordu birliklerine
yenilmelerine izin verdi. On sekiz yıl sonra İspanyol Stalinistleri
aynı yöntemi anarşist tugaylara uygulayacaklardı.
Ancak dış müdahalenin neden olduğu son derece tehlikeli durumun
birlikte hareket etmeyi gerektirdiği iki olayda, iki ordu arasında
tekrar anlaşmaya varıldı. Birincisi Mart 1919'da Denikin'e
karşı, ikincisi ise 1920 yazı ve sonbaharında, en sonunda Makhno
tarafından yok edilecek olan Wrangel kuvvetlerinin ilerlemesi
öncesinde gerçekleşti. Ancak bu öncelikli tehlikeler
atlatıldıktan sonra Kızıl Ordu, Makhno partizanlarına karşı
yürüttüğü askeri operasyonlara yeniden hız verdi.
Kasım 1920'nin sonunda, iktidar sahipleri bir tuzak kuracak kadar
ileri gittiler. Bolşevikler, Kırım Makhno ordusu görevlilerini
askeri konseye katılmak üzere davet ettiler. Gelir gelmez siyasi
polis Çeka tarafından tutuklandılar ve partizanlar
silahsızlandırılırken, görevliler ise kurşuna dizildi. Aynı
zamanda, Gulyai-Polye'ye karşı düzenli bir saldırı
başlatıldı. Giderek eşitsiz bir hâl alan liberterlerle
otoriterler arasındaki mücadele dokuz ay daha sürdü.
Ancak sonunda Makhno, sayıca ve teçhizat açısından
üstün kuvvetlere yenilerek mücadeleyi bırakmak zorunda
kaldı. Ağustos 1921'de Romanya'ya sığınmayı başardı, ardından da hastalık ve yoksulluk içinde ömrünün
kalanını geçireceği Paris'e ulaştı. Bu,
Makhnovçina'nın destansı hikâyesinin sonuydu. Peter
Archinoff'a göre bu oluşum, çalışan kitlelerin
bağımsız hareketinin ilk örneği ve bu nedenle de gelecekte
tüm dünya işçileri için bir esin kaynağı idi.
KRONŞTADT
Şubat-Mart 1921'de, Petrograd işçileri ve Kronştadt kalesi
denizcileri ayaklanma başlattılar; onlara esin kaynağı olan
amaçlar, Makhnocu devrimci köylülerinkine
oldukça benzerdi.
Gıda malzemeleri, yakıt ve nakliye yokluğu nedeniyle kent
işçilerinin maddi koşulları katlanılmaz bir hâle
getirmişti; en ufak bir memnuniyetsizlik ifadesi bile giderek
diktatör ve totaliter bir mizaca bürünen rejim
tarafından zorla bastırılıyordu. Şubat sonunda Petrograd, Moskova ve
diğer birçok büyük şehirde grevler patlak verdi.
İşçiler, ekmek ve özgürlük talep ettiler; bir
fabrikadan diğerine ilerleyerek ve şalterleri indirerek,
gösterilerine yeni işçileri çekiyorlardı. Yetkililer
buna makineli tüfek ateşiyle karşılık verdiler ve Petrograd
işçileri bunu takiben 10.000 işçinin katıldığı bir
protesto gösterisi düzenlediler. Kronştadt donanma
üssü, kışın donan Finlandiya Körfezinde,
Petrograd'dan yetmiş yedi kilometre uzaklıkta bulunan bir ada
idi. Nüfusu, denizcilerle donanma cephaneliğinde çalışan
birkaç bin işçiden oluşmaktaydı. Kronştadt denizcileri,
1905 ve 1917 devrimci olaylarına ön saflarda katılmışlardı.
Trotsky'nin ifadesiyle onlar, "Rus Devrimi'nin "iftihar ve şeref kaynağı" olmuşlardı. Kronştadt'ın
sivil sakinleri, yetkililerden görece bağımsız bir özgür
komün kurmuşlardı. Kalenin tam merkezindeki meydan, 30.000 kadar
insanın toplandığı bir halk forumu olarak hizmet ediyordu.
1921'deki denizciler, hiç şüphesiz ki 1917'deki
ile aynı devrimci yapıya sahip değildi ve aynı personel görev
almıyordu; öncekilere göre köylü kökenli
olanlar çok daha fazlaydı; ancak militan ruhlarını muhafaza
etmiş ve önceki performanslarının bir sonucu olarak
Petrograd'da yapılan işçi toplantılarına aktif olarak
katılma haklarını korumuşlardı. Eski başkent greve gidince şehre bir
temsilciler heyeti gönderdiler, ancak heyet şehre giremeden
düzen kuvvetlerince geri dönmeye zorlandı. Meydanda yapılan
iki kitlesel toplantıda, grevcilerin taleplerini adeta kendi
talepleriymişçesine sahiplendiler. 1 Mart'ta
düzenlenen ikinci toplantıya, merkezi yürütmenin başkanı
Kalinin ile birlikte on altı bin denizci, işçi ve asker katıldı.
Kalinin'in varlığına rağmen Petrograd, Kronştadt ve Petrograd ili
işçileri, Kızıl askerleri ve denizcilerinin on gün
içerisinde bir araya gelerek, siyasi partilerden bağımsız bir
konferans düzenlemeleri çağrısını içeren bir
önergeyi kabul ettiler. Bunun yanı sıra "siyasi
görevlilerin" lağvedilmesini, hiçbir siyasi partiye
ayrıcalık tanınmamasını, ordudaki Komünist hücum kıtalarının
ve fabrikalardaki "Komünist muhafızlar"ın
dağıtılmasını talep ettiler.
Aslında onların saldırdıkları şey yönetimdeki partinin iktidar
tekeliydi. Kronştadt ayaklanmacıları bu tekeli bir "gasp
etme" durumu olarak adlandırmaya cesaret ettiler. Gelin bu yeni
komünün resmi dergisi Kronştadt
Izvestia'sı
sayfalarında gezinerek, kızgın denizcilerin ne söylediklerini
kendi ağızlarından dinleyelim. Onlara göre iktidarı ele
geçirdikten sonra Komünist Parti'nin ilgilendiği tek
bir şey olmuştu: Ne yapıp edip iktidarı elinde tutmak. Kitlelerle
bağını yitirmiş ve ülkeyi içinde bulunduğu genel
çöküş hâlinden çekip
çıkaramayacağını kanıtlamıştı. Bürokratikleşmiş ve
işçilerin güvenini kaybetmişti. Gerçek
güçlerini kaybeden sovyetlere müdahale edilmiş, ele
geçirilmiş ve manipüle edilmişti; sendikalar
Devlet'in araçları hâline getirilmişti. Her şeye
kadir polis aygıtı halkın üzerine çullanmış, silah zoruyla
ve teröre başvurarak kendi yasalarını zorla dayatmıştı. Ekonomik
yaşam, özgür emeğe dayanan, vaat edilmiş sosyalizm değil,
katı bir devlet kapitalizmi olmuştu. İşçiler bu ulusal
tröstün, aynen eskiden olduğu sömürülen
ücretli çalışanlarıydılar. Kronştadt'ın saygısız
halkı, devrimin yüce liderlerinin yanılmazlıklarına yönelik
kuşkularını ifade edecek kadar ileri gitmişlerdi. Trostky'i,
hatta Lenin'i bile saygısızca alaya almışlardı. Öncelikli
talepleri, tüm özgürlüklerin yeniden tesis edilmesi
ve sovyet demokrasisinin tüm organlarını serbest seçimlerle
belirlenmesiydi, ancak bunun ötesinde açıkça
anarşist bir öze sahip, daha uzak bir amacı da hedefliyorlardı:
Bir "üçüncü devrimi."
Ancak ayaklanmacılar, Devrim çerçevesi içerisinde
kalmaya ve toplumsal devrimin kazanımlarını kollamaya da kararlıydılar. "Çarlığın kamçısına geri dönmeyi"
arzulayanlarla hiçbir ortak yanlarını olmadığını; "Komünistler"i iktidardan uzaklaştırma niyetlerini
gizlememekle beraber, bunun "işçi ve köylüleri
köleliğe geri döndürmek" amacıyla olmadığını
açıkça beyan ettiler. Üstelik "ortak bir dil
bulabilme" umutlarını sürdürerek, rejimle işbirliği
olasılığını bütünüyle dışlamadılar. Son olarak, talep
ettikleri ifade özgürlüğü hakkı öyle herkes
için değildi, sadece Devrime içten inananlar
içindi: Anarşistler ve "sol sosyalistler" (sosyal
demokratları ya da Menşevikleri dışarıda bırakacak bir formül).
Kronştadt'ın cüreti, Lenin ve Trotsky'nin
katlanabileceğinden çok fazlaydı. Bolşevik liderler Devrimi
kesinlikle Komünist Parti ile özdeş görüyor ve bu
efsaneye karşı olan her şey onların gözünde "karşı-devrimci" olmalıydı. Marksist-Leninist ortodoksluğun
tehlike altında olduğunu görüyorlardı. Kronştadt onları daha
da fazla korkuttu, çünkü onlar proletarya adına
yönetimi üstlenmişlerdi ve gerçekten de proleter
olduğu bilinen bir hareket otoritelerini birdenbire sorgulanır
hâle getirmişti. Ayrıca Lenin, partisinin
diktatörlüğünün tek alternatifinin Çarlık
rejiminin yeniden tesis edilmesi olduğu gibi basit bir fikri
benimsemişti. 1921'de Kremlin devlet adamları, çok daha
sonra 1956 sonbaharında aynı şeyleri söyleyeceklerdi: Kronştadt,
Budapeşte'nin habercisiydi.
"Demir yumruk"lu adam Trotsky bastırma işini bizzat
üstlendi. "Direnirseniz keklik gibi avlanacaksınız"
diye sesleniyordu "asiler"e. Denizciler, "Beyaz
Muhafızlar"ın, müdahaleci Batılı güçlerin ve "Paris Borsası"nın suç ortakları olarak
görülüyorlardı. Silah gücüyle boyun
eğdirilmeliydiler. Birleşik Devletler'den sınır dışı edilince
işçilerin anavatanında sığınak bulan anarşist Emma Goldman ve
Alexander Berkman'ın Zinoviev'e dokunaklı bir mektup
yazarak, kuvvet kullanımın "toplumsal devrime çok
büyük bir zarar" vereceğinde ısrar etmeleri ve "Bolşevik yoldaşlar"dan anlaşmazlığın kardeşçe
müzakereler yoluyla halledilmesini rica etmeleri boşunaydı.
Petrograd işçileri Kronştadt'ın yardımına gelemediler,
çünkü zaten baskılardan yılmış ve sıkıyönetimle
yönetiliyorlardı.
Kızıl Ordu askerlerinin çoğu sınıf kardeşlerine ateş
açmaya istekli olmadığı için özenle seçilmiş
birliklerden oluşan bir keşif kuvveti hazırlandı. Bu kuvvet eski bir
Çarlık subayı olan, geleceğin Mareşali Tukachevsky'nin
komutasına verildi. Kalenin bombardımanı 7 Mart'ta başladı.
Kuşatma altındakiler, "Dünya bilsin!" başlığıyla son
bir haykırışta bulundular: "İktidar delisi, sarhoşu ve
öfkeyle dolu Komünistlerin ellerinde masumların kanı olacak.
Yaşasın sovyetler!" Taarruz kuvveti 18 Mart'ta donmuş
Finlandiya Körfezi'ni geçer ve "isyan",
bir katliam çılgınlığıyla bastırır.
Anarşistlerin bu olayda rolü yoktu. Ancak, devrimci Kronştadt
komitesi iki liberteri kendilerine katılmaya davet etmiştir: Yarchouk
(1917 Kronştadt sovyetinin kurucusu) ve Voline; ancak bu girişim
sonuç vermez, çünkü ikisi de o esnada
Bolşeviklerce hapse atılmışlardı. Kronştadt ayaklanmasının
tarihçisi Ida Mett (
La Commune de Cronstadt'da), "anarşist etki, anarşizmin işçi demokrasisi fikrinin
propagandasını yapması ölçüsünde söz konusu
olmuştur" yorumunu yapıyor. Anarşistler olaylarda herhangi bir
doğrudan rol oynamadılar, ancak yakından ilgilendiler. Voline daha
sonra şunları yazıyordu: "Kronştadt, halkın kendisini her
türlü denetimden kurtarmaya ve toplumsal devrimi
gerçekleştirmeye yönelik ilk bağımsız girişimidir: Bu
girişim, ... 'siyasi çobanlar' olmaksızın, 'liderler' ya da 'vasiler' olmaksızın, doğrudan
doğruya çalışan kitlelerce yapılmıştı." Alexander Berkman
ekliyor: "Kronştadt, proleter Devlet efsanesini yerle bir etti;
Komünist Parti diktatörlüğü ile Devrimin aslında
birbine zıt olduğunu kanıtladı."
YAŞAYAN VE ÖLÜ ANARŞİZM
Her ne kadar anarşistler Kronştad ayaklanmasında doğrudan bir rol
oynamamışlarsa da, rejim kendisini tedirgin eden bir ideolojinin sonunu
getirmek için bundan faydalandı. Birkaç hafta önce 8
Şubat'ta, ihtiyar Kropotkin Rus topraklarında hayata gözlerini yumdu ve
bedeni 100.000 kişilik büyük bir kortejin takip ettiği
görkemli bir cenaze töreniyle toprağa verildi. Kalabalıkta,
kızıl bayrakların yanı sıra üzerine ateşten harflerle şu
kelimelerin yazılı olduğu anarşistlerin kara bayrakları
görülebiliyordu: "Otoritenin olduğu yerde
özgürlük yoktur." Kropotkin'in
biyograficilerine göre bu "Bolşevik tiranlığa karşı son
büyük gösteriydi ve çoğu insan büyük
anarşiste saygılasından ziyade özgürlük talep etmek
için katılmıştı.
Kronştadt'ın ardından yüzlerce anarşist tutuklandı ve sadece
birkaç ay sonra, liberter Fanny Baron ve sekiz yoldaşı
Moskova'daki Çeka hapishanesinin hücrelerinde kurşuna
dizildiler. Militan anarşizm ölümcül bir darbe almıştı.
Ancak Rusya'nın dışında, Rus Devrimini yaşayan anarşistler
büyük bir eleştiri ve öğretisel yenilenme
çabasına giriştiler; bu girişim, liberter düşünceyi
yeniden canlandıracak ve daha somutlaştıracaktı. Eylül 1920 gibi
erken bir tarihte Ukrayna Anarşist Örgütler Konfederasyonu
Nabat, "proletarya diktatörlüğü"nün,
Parti'yi ele geçirmiş görevliler ile bir avuç
liderden oluşan proletaryanın küçük bir kesiminin
kitleler üzerindeki diktatörlüğüne yol
açmasının kaçınılmazlığını görerek, bu ifadeyi
kesinkes reddetmişti. Kropotkin, ölümünden çok
kısa bir süre önce "aşılması güç bir
bürokrasi"nin yükselişini hazin bir şekilde ifşa ettiği "Batı İşçilerine Mesaj"ı yayınladı: "Bana
göre tek parti diktatörlüğünün çelikten
yasası altında, güçlü merkezi bir devlet temelinde
komünist bir cumhuriyet kurma girişimi feci bir fiyaskoyla sona
ermiştir. Rusya bize komünizmin nasıl getirilemeyeceğini
öğretiyor."
Rus anarko-sendikalistlerin dünya proletaryasına yaptıkları dokunaklı çağrı, Fransız dergisi
Le Libertaire'nin
7-14 Ocak 1921 tarihli sayısında yayınlandı: "Yoldaşlar,
burjuvazinin üzerinizde kurduğu tahakkümünü aynen bizim
burada yaptığımız gibi sona erdirin. Ancak, bizim hatalarımızı tekrar
etmeyin; devlet komünizminin ülkelerinizde kurulmasına fırsat
vermeyin!" 1920'de, daha sonra Birleşik Devletler'de
yaşayıp orada ölen Rudolf Rocker,
Die Bankrotte des Russischen Stautkomminusmus
(Devlet Komünizminin İflası) adlı eserini yazdı. 1921'de
yayınlanan bu çalışma, Rus Devrimi'nin yozlaşmasına
ilişkin ilk tahlildi. Ona göre ünlü "proletarya
diktatörlüğü" tek bir sınıfın iradesinin değil,
bir sınıf adına konuşuyormuş gibi davranan ve iktidarı süngü
zoruyla elinde tutan bir parti diktatörlüğünün
ifadesiydi. "Rusya'da proletarya
diktatörlüğü adı altında yeni bir sınıf gelişmişti:
Geniş kitleleri eski rejim gibi baskı altında tutan bir "komiseroksi" [
commissarocracy]."
Toplumsal yaşamdaki tüm etkenleri, her türlü ayrıcalıklı
hakka sahip, her şeye muktedir bir hükümete sistemli şekilde
tabi kılarak, sonuçta ortaya "Rus Devrimi'nin
gelişimi açısından ölümcül olduğunu kanıtlayan
bir resmi görevliler hiyerarşisi ortaya çıktı." "Bolşevikler yalnızca eski toplumun devlet aygıtını
ödünç almakla kalmadılar, aynı zamanda ona başka
hiçbir hükümetin kendisine hak görmediği, her
şeyi kuşatan bir iktidar sundular."
Haziran 1922'de, Almanya'da sürgünde yaşayan bir
grup Rus anarşisti, A. Gorielik, A. Komoff ve Voline adlarıyla
oldukça aydınlatıcı küçük bir kitap
yayınladılar:
Repression de l'Anarchisme en Russie Sovietique
(Sovyet Rusya'da Anarşizmin Bastırılması). Fransızca
çevirisini Voline'in hazırladığı kitap, 1923'ün
başlarında yayınlandı. İçinde Rus anarşizminin verdiği
şehitlerin alfabetik bir listesi yer alıyordu. 1921-1922'de
Alexander Berkman ve 1923'de Emma Goldman, Rusya'da tanık
oldukları vahim olaylarla ilgili broşürler yayınladılar.
Ardından, kaçıp Batı'dan sığınma hakkı alan Makhnocular
Peter Archinoff ve Nestor Makhno kendi kanıtlarını yayınladılar.
Rus Devrimi ile ilgili iki liberter klasik, G. Maximoff'un
İşleyen Giyotin: Rusya'da Terörün Yirmi Yılı ve Voline'ın
Bilinmeyen Devrim'i
çok daha sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında basıldı;
bunlar, yılların akışıyla düşüncenin olgunlaşması sonucu
yazılmışlardı.
Yazdıkları Amerika'da ortaya çıkan Maximoff'a
göre geçmişin dersleri, kesin olarak daha iyi bir gelecek
beklentisini ortaya çıkarıyordu. SSCB'deki yeni
yönetici sınıf kalıcı olamaz ve olmayacaktı; yerini liberter
sosyalizm alacaktı. Nesnel koşullar bu gelişmeyi adım adım
yaklaştırıyordu: "İşçilerin kapitalistlerin işletmelere
geri dönmesini arzulayabilecekleri ....
düşünülebilir mi? Asla! Çünkü onlar
açıkça Devletin ve bürokratlarının
sömürüsüne karşı isyan ediyorlar."
İşçilerin istediği şey bu otoriter üretim yönetiminin
yerine kendi fabrika konseylerini geçirmek ve bu konseyleri
geniş bir ulusal federasyon içerisinde birleştirmekti. Onlar
işçilerin kendinden yönetimini istiyorlar. Aynı şekilde,
köylüler bireysel ekonomiye geri dönmenin imkânsız
olduğunu anlamışlardı. Kırsal kolektiflerin fabrika konseyleri ve
sendikalarla işbirliği içinde olduğu kolektif tarım yegâne
çözümdür: Kısacası, Ekim Devrimi programının tam
bir özgürlük içinde daha da geliştirilmesi.
Voline, Rus modeline dayanan herhangi bir denemenin, ancak "insanlığın sosyalist bir topluma doğru ilerlemesiyle uzaktan
yakından hiçbir ilgisi olmayan kapitalizmin en kötü
biçimine, kitlelerin iğrenç
sömürüsüne dayanan bir devlet kapitalizmi"ne
yol açacağını ısrarla savunur. Bu, "kaçınılmaz
olarak tüm ifade, basın, örgütlenme ve eylem
özgürlüklerinin, hatta yegâne istisnası
iktidardaki parti olmak üzere devrimci eğilimlerin bastırılmasına
ve "bizzat Devrim'in soluğunu" kesecek bir "toplumsal engizisyona" yol açacak tek parti
diktatörlüğü"nü geliştirecektir. Voline,
Stalin'in "gökten düşmediği"ni
söyleyerek devam eder. Ona göre Stalin ve Stalinizm, 1918 ila
1921 arasında kurulan ve yerleştirilen otoriter sistemin mantıksal
sonucudur. "Dünyanın muazzam ve kararlı Bolşevik deneyimden
çıkarması gereken ders şudur: Liberter tezlere
güçlü bir destek sağlayan; olayların kederli, acı
çeken, düşünen ve mücadele eden tüm herkesin
çok geçmeden anlamasını sağlayacağı bir ders."
Dipnotlar:
22 Daha sonra Stalinist olan Bolşevik bir tarihçi.
23 Bakınız [Anarşizmin Sosyal Demokratlarca Suçlanması].
24
Jacquerie 1358'deki Fransız köylü ayaklanmasına verilen
isimdir [Fransız köylülerinin lakabı olan
racques'den
gelir). (Fransızca'dan çevirenin notu).
Çeviri: AnarşistBakış
Anarşist
Yazın Ana Sayfa --->