KAPİTALİST SİSTEM
Michael Bakunin
1871
Bu broşür
Kamçılı Alman İmparatorluğu ve Toplumsal Devrim'den alınmış pasajlardan oluşmaktadır.
Hiçbir burjuva iktisatçısının aksini ispat etmeyi
henüz başaramadığı Sosyalizmin çürütülemez
argümanlarını burada bir kere daha tekrar etmeye gerek var mı?
Bugünkü biçimiyle mülkiyet nedir, sermaye nedir?
Kapitalist ve mülk sahibi açısından bunlar, Devletçe
güvence altına alınmış çalışmadan yaşama gücü ve
hakkı demektir. Ne mülkiyet ne de sermaye emekle
gübrelenmedikçe bir şey üretmeyeceği için bir
başkasının çalışmasını sömürerek yaşamını
sürdürme gücü ve hakkı; ne mülkü ne de
sermayesi olan, dolayısıyla da üretici güçlerini bu
ikisinin de sahibi olan şanslılara satmaya zorlananların
çalışmasını sömürme hakkı anlamına gelir.
Şu soruyu bütünüyle dışarıda bıraktığıma dikkat ediniz:
Mülkiyet ve sermaye bugünkü sahiplerinin eline nasıl
geçmiştir? Tarih, mantık ve adalet açılarından
düşünüldüğünde bu soruya cevap verirken ister
istemez bugünkü sahiplerine karşı bir ithamda bulunmuş
oluruz. Bu nedenle burada kendimi, kendi üretken emekleriyle değil
de toprak kirasıyla, ev kirasıyla ya da sermayelerinin faiziyle ya da
arazi, bina ve sermaye spekülasyonlarıyla ya da proletaryanın kol
emeğini ticarette ve sanayide sömürerek yaşamaları
ölçüsünde mülk sahiplerinin ve
kapitalistlerin tamamen proletarya zararına yaşadıkları ifadesiyle
sınırlandıracağım. (Spekülasyon ve sömürü de
şüphesiz bir çeşit emek olma özelliği taşır, ancak bu
kesinlikle üretici olmayan bir emektir.)
Bu yaşam tarzının tüm uygar ülkelerde fazlasıyla itibar
gördüğünü, tüm Devletlerce
açıkça ve hassasiyetle korunduğunu; Devletlerin,
dinlerin, (gerek ceza hukukunda gerekse medeni hukukta) yasaların ve
(monarşist olsun, cumhuriyetçi olsun) siyasi
hükümetlerin, muazzam yargısal ve polisiye aygıtlarıyla ve
düzenli ordularıyla böylesi uygulamaları kutsamaktan ve
korumaktan başka bir misyonları olmadığını gayet iyi biliyorum. Bu
güçlü ve saygıdeğer otoritelerin huzurunda, beşeri
adalet, hürriyet, beşeri eşitlik ve kardeşlik açılarından
bu yaşam tarzının meşru olup olmadığı sorusunu sormak için
kendime bile izin veremem. Kendime şu basit soruyu soruyorum:
Böylesi koşullar altında, sömüren ile
sömürülen arasında kardeşlik ve eşitlik olması
mümkün müdür, sömürülen için
adalet ve özgürlük mümkün müdür?
Hatta gelin, burjuva iktisatçılarıyla birlikte tüm
avukatların, yargısal hakların tüm müminleriyle
taraftarlarının, medeni kanunla ceza kanununun tüm rahiplerinin
varsaydıkları gibi sömüren ile sömürülen
arasındaki bu iktisadi ilişkinin tamamen meşru olduğunu, yani bunun
ebedi ve yıkılmaz toplumsal yasanın kaçınılmaz bir sonucu, bir
ürünü olduğunu varsayalım; yine de
sömürünün kardeşliği ve eşitliği imkânsız
hâle getirdiği daima doğru olacaktır.
Bunun iktisadi eşitliği imkânsızlaştırdığını söylemeye bile
gerek yok. Farz edelim ki ben yanınızda çalışan bir
işçiyim ve siz de benim işverenimsiniz. Eğer emeğimi size en
düşük fiyattan sunuyorsam, eğer sizin benim emeğimden
yaşamanıza rıza gösteriyorsam, bunun size duyduğum bağlılıktan ya
da kardeşçe sevgiden dolayı olmadığı açıktır.
Hiçbir burjuva iktisatçısı, işçilerle işverenler
arasında olması gereken karşılıklı sevgiden ve ilişkilerden bahsetmeye
başladığında yürüttüğü mantık ne kadar saf ve naif
bir hâle gelirse gelsin, aksini söylemeye cesaret
etmeyecektir. Hayır, bir işveren için çalışmazsam,
ailemle birlikte açlıktan öleceğim için böyle
davranırım. Dolayısıyla, emeğimi olası en düşük fiyattan
satmaya ve bunu açlık tehdidiyle yapmaya mecbur kalırım.
Ancak, iktisatçılar bizlere derler ki mülk sahipleri,
kapitalistler, işverenler de aynı şekilde proletaryanın emeğini arayıp
satın almak zorundadırlar. Evet doğrudur, bunu yapmak zorundadırlar
ama aynı ölçüde değil. Emeklerini sunanlarla onu satın
alanlar arasında, bir kimsenin emeğini satması zorunluluğuyla onu satın
alma zorunluluğu arasında bir eşitlik olmuş olsaydı, ne kölelik ne
de proletaryanın sefaleti var olurdu. O zaman ne kapitalistler, ne
mülk sahipleri, ne proleterler, ne zengin, ne de yoksul olurdu:
Yalnızca işçiler olurdu. Tam da bu eşitliğin olmamasından
ötürü sömürücüler var ve buna
mecburuz.
Bu eşitlik yoktur, çünkü refahın, sermayenin emeğe
ücret ödeyerek müdahale etmesiyle üretildiği modern
toplumda, nüfusun artışı üretimdeki artışı geride
bırakmaktadır; bu ise emek arzının zorunlu olarak talebi aşmasına neden
olarak ücretler düzeyinin görece gerilemesine yol
açmaktadır. Böylece burjuva sermayesi tarafından
oluşturulan, tekelleştirilen ve sömürülen üretim,
bir yandan kapitalistler arasındaki rekabet nedeniyle giderek daha az
sayıda güçlü kapitalistin ellerinde (ya da
sermayelerini birleştirmeleri sayesinde en büyük
kapitalistlerin her birinden daha güçlü olan anonim
şirketlerin ellerinde) yoğunlaşmaya itilmektedir. (Büyük
kapitalistlerle aynı fiyattan üretim yapamayan
küçük ve orta ölçekli kapitalistler, bu
ölümcül mücadeleye doğal olarak
dayanamamaktadırlar.) Öte yandan, tüm işletmeler aynı
rekabetten ötürü ürünlerini olası en
düşük fiyattan satmaya zorlanmaktadır. {Kapitalist tekel} bu
iki parçalı sonuca ancak giderek artan sayıda
küçük ya da orta ölçekli kapitalisti,
spekülatörü, tüccarı ya da sanayiciyi
sömürücüler dünyasının dışına, yani
sömürülen proletaryanın dünyasına doğru iterek ve
aynı zamanda da bu proletaryanın ücretlerinden sürekli daha
fazla tasarruf sağlayarak ulaşabilir.
Öte yandan, hem (yoksulluğun bile fiilen durduramadığı) genel
nüfus artışı yüzünden, hem de küçük
burjuvazinin, eski sahiplerin, kapitalistlerin, tüccarların ve
sanayicilerin giderek proleterleşmesi yüzünden
büyüyen (belirtmiş olduğum üzere burjuva sermayesinin
sömürdüğü ekonominin üretken kapasitesinden
çok daha hızlı büyüyen) proletarya kitlesi; işte bu
büyüyen proletarya kitlesi, işçilerin birbirleriyle
korkunç bir rekabete girmeye zorlandıkları koşullara maruz kalır.
Proleterler, kendi kol emeklerinden başka bir geçim kaynakları
olmadığı için yerlerini başkalarının alacağı korkusuyla
emeklerini en düşük fiyattan satmaya mecbur olurlar.
İşçilerin bu eğilimi, daha doğrusu sahip oldukları tek şeyin
kendilerini mahkûm bıraktığı bu zorunluluk, işverenlerin
çalıştırdıkları işçilerin ürünlerini en
düşük fiyattan satmaları, dolayısıyla da onların emeğini en
düşük fiyattan satın almaları eğilimiyle birleştiğinde,
proletaryanın yoksulluğunu sürekli olarak yeniden üretir ve
pekiştirir. Yoksulluk çeken işçi emeğini neredeyse bir
hiç karşılığında satmaya mecbur bırakılır ve bu
ürünü neredeyse bir hiç karşılığında satması
nedeniyle giderek daha yoksullaşır.
Evet, artan bir sefalet, gerçekten de! Çünkü bu
kürek mahkûmunun emeği; hırpalanan, acımasızca
sömürülen, fazlasıyla harap edilen ve kötü
beslenen işçilerin üretici kuvveti çabucak
tüketilir. Bir kere tüketildiğinde emeğin piyasada değeri ne
olabilir; sahip olduğu tek şey olan ve rızkını günlük
satışından kazandığı bu yegâne metanın kıymeti ne olabilir?
Hiçbir şey! Öyleyse? O zaman işçiye ölmek
dışında bir şey kalmaz.
Belirli bir ülkedeki olası en düşük ücret nedir? O
ülkenin proleterlerinin, insanın hayatta kalabilmesi için
mutlaka gerekli gördüğü fiyat. Bu konuda tüm
burjuva iktisatçıları hemfikirdir. Kendisini XIV. Louis'in "erdemli bakanı" olarak adlandırmayı uygun gören
Turgot (ki gerçekten de dürüst birisiydi) şöyle
demişti:
"Ellerinden başka bir şeyi
olmayan basit bir işçinin tek satabileceği şey emeğidir. Emeğini
öyle ya da böyle pahalıya satar; ancak, ister yüksek
isterse düşük olsun emeğinin fiyatı yalnızca kendisine bağlı
bir şey değildir: Emeğinin parasını kim ödeyecekse onunla yapılan
anlaşmaya bağlıdır. İşveren mümkün olduğunca az öder;
çok sayıda işçi arasından seçim yapma
seçeneği verildiğinde işveren ucuza çalışanı tercih eder.
O nedenle işçiler, birbirleriyle girdikleri rekabette
fiyatlarını düşürmek zorunda kalırlar. Her türlü
emek için işçinin maaşı ister istemez yaşaması
için gereken tutarla sınırlı olur." (Reflexions sur la formation et la distribution des richesses)
Fransa'da burjuva iktisatçıların gerçek babası olan J.B. Say de şöyle diyordu:
"Ücretler, emeğin daha fazla
sunulduğu ve daha az talep edildiği durumla karşılaştırıldığında,
emeğin daha çok talep edildiği ve daha az sunulduğu durumda
çok daha yüksektir. Diğer tüm kamu hizmetlerinde
olduğu gibi işçinin emeği denilen bu ticari malın fiyatını da
arzla talep arasındaki ilişki düzenler. Ücretler,
işçilerin ailelerini geçindirmek için
ihtiyaçları olan fiyatın biraz üstüne
çıktığında çocukları çoğalır ve çok
geçmeden büyük talebe oranla daha da büyük
bir arz ortaya çıkar. Bunun tersine, işçilere olan talep
çalışmaya hazır insan miktarından az olduğunda ise
işçilerin kazandığı para, sınıfın kendisini mevcut sayısıyla
geçindirmesi için gereken fiyata geriler. Fazla
çocuğu olan aileler ortadan kaybolur; o noktadan itibaren emek
arzı azalır ve daha az emek sunulduğu için fiyat
yükselir... Dolayısıyla, emeğin ücretinin, sınıfın gerek
duyulan sayıda olmasını sağlamak için gereken fiyatın
üstüne çıkması ya da altına düşmesi
güçtür." (Cours complet d'economie politique)
Turgot ile J.B. Say'den alıntı yaptıktan sonra Proudhon şöyle
haykırır: "Gerçek toplumsal ekonomideki değerle
karşılaştırıldığında fiyat esasen hareketli, bundan dolayı da esasen
değişken olan bir şeydir; bu değişimlerinde, bir eşzamanlılık [
concurrence]
tarafından düzenlenir; unutmayalım ki bu, Turgot ile Say'in kabul
ettiği gibi işçiye, açlıktan ölmesini
güç bela önleyecek ve sınıfı ihtiyaç duyulan
sayıda tutacak bir miktardan daha fazla ücret verilmemesi zorunlu
etkisine sahip bir eşzamanlılıktır."(
01)
Asli ihtiyaçların mevcut fiyatı, işçi ücretlerinin
asla uzun süreliğine üstüne çıkamayacağı, ancak
gıdasızlık, hastalık ve ölümlere neden olarak emek arzıyla
talebini eşitleyecek şekilde yeterli sayıda işçinin ortadan
kalkmasını sağlayana kadar sıklıkla altına düştüğü
geçerli sabit düzeyi meydana getirir. İktisatçıların
arzla talebin eşitlenmesi dedikleri şey, emeğini satışa sunanlar ile
onu satın alanlar arasında gerçek bir eşitlik meydana getirmez.
Varsayalım ki bir imalatçı olarak benim yüz işçiye
ihtiyacım olsun ve piyasada kendisini sunmaya hazır tam da yüz
işçi olsun (sadece yüz tane, çünkü daha
fazla olursa arzın talebi aşması ücretleri
düşürecektir). Sadece yüz işçi ortada
gözüktüğü ve imalatçı olarak benim tam da
yüz tane (ne daha fazla ne de daha eksik) işçiye ihtiyacım
olduğu için ilk bakışta tam bir eşitlik sağlanmış gibi
gözükür; yani arzla talep eşit sayıda olduğuna göre
başka açılardan da benzer şekilde eşit olmalıdırlar. Buna
bakarak, işçilerin benden gerçekten de özgür,
onurlu ve insani bir yaşamı güvence altına alacak bir ücret
ve çalışma koşulları talep edebileceklerini söyleyebilir
miyiz? Hiç de değil! Eğer onlara bu ücret ve koşulları
verirsem, bir kapitalist olarak onların kazanacaklarından daha
fazlasını kazanmam gerekir. Peki, ama onlara sermayemin kârını
sunarak neden kendi kendime eziyet edip perişan olayım ki? Eğer
işçilerin yaptığı gibi kendi başıma çalışmak istiyorsam,
sermayemi başka bir yere, en yüksek faiz alabileceğim yere yatırır
ve aynen işçilerimin yaptığı gibi kendi emeğimi bazı
kapitalistlere satarım.
Eğer sermayemin bana sağladığı güçlü inisiyatiften
faydalanarak bu yüz işçiden sermayemi emekleriyle
gübrelemelerini istersem, bu ne çektikleri sıkıntılar
yüzünden onlara duyduğum sempatiden, ne adalet duygusundan,
ne de insanlığa olan aşkımdan dolayıdır. Kapitalistler asla hayırsever
değildirler; hayırseverlik yaparlarsa perişan olurlar. Davranışımın
nedeni, işçilerin emeklerinden rahatça (hatta refah
içinde) yaşamama yetecek kadar kâr elde ederken, aynı
zamanda sermayemi artırabileceğimi ümit etmemdir
–üstelik bunları çalışmam gerekmeden yapabilirim.
Tabii ki benim de çalışmam gereklidir, ancak bu tamamen başka
türlü bir çalışma olacaktır ve alacağım ücret
işçilerinkinden çok daha yüksek olacaktır. Bu
üretimle değil, idareyle ve sömürüyle ilgili bir
çalışma olacaktır.
İyi ama idari çalışma da üretken bir çalışma değil
midir? Hiç şüphesiz öyle, çünkü iyi
ve zeki bir idareden yoksun olan kol emeği hiçbir şey
üretmeyecektir ya da çok az ve çok kötü
üretim yapacaktır. Ancak, adalet ve üretimin gerekleri
açısından bakıldığında, ne bu çalışmanın benim ellerimde
tekelleşmesi, ne de her şeyin ötesinde bana kol emeğinden
çok daha yüksek bir ücret ödenmesi hiç de
gerekli değildir. Kooperatif birlikleri, işçilerin
endüstriyel işletmeleri idare etmekte oldukça becerikli
olduklarını, bunun işçilerin kendi arasından seçilen ve
aynı ücreti alan işçiler tarafından yapılabileceğini
kanıtlamıştır. Dolayısıyla, eğer idari gücü kendi ellerimde
topluyorsam, sebep üretimin çıkarlarının bunu gerektiriyor
olması değil, bunun amaçlarıma, yani sömürü
amacına hizmet etmesini sağlamaktır. Sahibi olduğum işletmenin mutlak
patronu olarak emeğim karşılığında işçilerimin aldığının on ya
da yirmi katını alırım –emeğimin onlarınkinden çok daha az
zahmetli olmasına rağmen doğrudur bu.
Ancak kapitalistler, işletme sahipleri diyorlar ki işçiler
hiçbir riske girmezken, bizler riski göze alıyoruz. Bu
doğru değildir, çünkü onun tarafından bakıldığında,
tüm dezavantajlar işçilerin payına düşmektedir.
İşletme sahibi işlerini kötü idare edebilir, yaptığı
kötü bir ticari anlaşma yüzünden batabilir, ticari
bir krizin ya da öngörülemeyen bir felaketin kurbanı
olabilir; kısacası kendi kendini perişan edebilir. Bu doğru. Ancak,
burjuva bakış açısıyla bu perişan olma, açlıktan
ölenlerin maruz kaldıkları sefalet düzeyine indirilmekle ya
da sıradan emekçilerin saflarına katılmaya zorlanmakla aynı şey
midir? Bu o kadar nadiren olur ki hiç olmadığını söyleyebiliriz.
Sonra, görünüşte mahvolmuş olmasına karşın kapitalistin
elinde bir şeyler tutmamasıyla nadiren karşılaşırız.
Günümüzde tüm iflaslar az ya da çok
hilelidir. Ancak, kesinlikle hiçbir şey kurtarılamasa bile,
öğrendikleri ve çocuklarına aktardıkları iş becerilerinin
de yardımıyla, kendileriyle çocuklarının emeğin daha üst
kademelerinde, yönetimde mevki sahibi olmasına (bağımlı olmakla
beraber eski işçilerine ödediklerinden daha yüksek bir
gelir elde etmek üzere devlet memuru, ticari ya da
endüstriyel bir işletmede yönetici olmasına) izin verecek
aile bağları ve toplumsal ilişkileri daima bulunur.
İşçinin karşılaştığı riskler çok daha fazladır. Her
şeyden önce, çalıştığı kurum iflas ederse günlerce,
hatta kimi zaman haftalarca işsiz kalacaktır ve bu onun için
mahvolmaktan da öte bir şeydir; ölüm demektir,
çünkü her gün kazandığını tüketir.
İşçilerin tasarruf yaptığı, burjuva iktisatçılarının
zayıf adalet duygularını yatıştırmak için uydurdukları bir peri
masalıdır, kendi sınıflarının bağrında hasbelkader uyanmış bir vicdan
azabıdır. Bu gülünç ve menfur efsane işçilerin
acılarını asla hafifletmez. Ailesinin günlük gereksinimlerini
karşılamak için ne kadar harcama yapması gerektiğini bilir. Eğer
tasarrufu olsaydı, altı yaşından itibaren zavallı çocuklarını,
sararıp soldukları, giderek güçten düştükleri,
fiziksel ve ahlaki olarak katledildikleri, gece gündüz, on
iki saatlik, on dört saatlik çalışma günü boyunca
çalışmaya zorlandıkları fabrikalara göndermezdi.
İşçi küçük miktarda bir tasarruf yapmış olsa
bile, bu çalışmasını insafsızca kesintiye uğratan
kaçınılmaz işsizlik dönemlerinin yanı sıra ailesinin başına
gelen beklenmedik kazalarla hastalıklar yüzünden
çabucak tükenip biter. Birden karşısına çıkabilecek
kazalar ve hastalıklar, karşılaştırıldığında işverenin risklerinin
devede kulak kaldığı bir risk teşkil eder onun açısından:
Çünkü işçiyi güçten
düşüren bir hastalık onun üretim kabiliyetini, emek
gücünü yok eder. Uzun süren hastalık en feci
iflastır; kendisi ve çocukları açısından açlık ve
ölüm anlamına gelen bir iflas.
Bu koşullar altında, eğer ben sermayemi gübrelemek için
yüz işçiye ihtiyacı olan bir kapitalistsem, bu
işçileri istihdam ettiğimde tüm avantajların benim lehime,
tüm dezavantajların ise onların aleyhine olduğunu gayet iyi
bilirim. Onları sömürmekten başka bir şey teklif etmem
onlara; bu konuda daha samimi olmamı ister ve beni koruyacağınıza
söz verirseniz, onlara şunu söylerim:
"Bakın evlatlarım, kendi başına
hiçbir şey üretemeyecek bir miktar sermayem var,
çünkü ölü bir şey hiçbir şey
üretemez. Emek olmadan üretken olacak hiçbir şeyim
yok. Açıktır ki sermayemi üretken olmayan şekilde
tüketmenin bana faydası olmaz, çünkü
tüketirsem hiçbir şeyim kalmaz. Ancak, bizi yöneten ve
tamamen benim faydama olan toplumsal ve siyasi kurumlarımız sağolsun,
mevcut ekonomide benim sermayemin de üretici olduğu varsayılır:
Bana faiz getirir. Bu faizin kimden alınması gerektiği (bu birisinden
alınmalıdır, çünkü kendi başına kesinlikle
hiçbir şey üretmez) sizi ilgilendirmez. Sermayemin faiz
kazandırdığını bilmek sizin için yeterlidir. Bu faiz tek başına
harcamalarımı karşılamaya yeterli değildir. Ben, sizler gibi sıradan
bir insan değilim. Azla yetinemem, yetinmeyi de istemem. Yaşamak,
güzel bir evde oturmak, iyi beslenmek, faytonla gezmek, iyi bir
dış görünüme sahip olmak, kısacası yaşamdaki tüm
iyi şeylere sahip olmak istiyorum. Çocuklarıma iyi bir eğitim
vermek, onları birer centilmen yapmak, eğitimleri için
yurtdışına göndermek istiyorum; daha sonra, senden çok daha
fazla eğitimli oldukları için günü geldiğinde aynen
benim gibi sana hâkim olabilecekler. Eğitim tek başına yeterli
olmadığı için aralarında bölüştüklerinde bile
neredeyse benim kadar zengin olmalarını sağlayacak büyük bir
miras bırakmak istiyorum onlara. Sonuçta, yaşamda ulaşmak
istediğim tüm iyi şeylerin yanı sıra sermayemi de artırmak
istiyorum. Bu amaca nasıl ulaşabilirim? Bu sermayeyle sizi
sömürmeyi ve sizin de kendinizi sömürmeme izin
vermenizi öneriyorum. Siz çalışacaksınız, ben de sizlerin
emeklerinin ürününü kendi adıma toplayacak, el
koyacak ve satacağım; bu ürünün (ertesi günün
sonunda aynı koşullarda benim için çalışmanızı sağlayacak
şekilde) bugün açlıktan ölmemeniz için mutlaka
gerekli olan kadarından daha fazlasını size vermeyeceğim ve
gücünüz tükendiğinde sizi işten atıp yerinize
başkalarını alacağım. Şunu kafanıza iyice sokun: Size mümkün
olduğunca az maaş ödeyeceğim ve mümkün olduğunca uzun
günlük çalışma süresi, mümkün olduğunca
katı, despotça, haşin çalışma koşulları sunacağım;
böyle davranmamın nedeni kötülük peşinde olmamdan,
sizden nefret etmemden ya da size zarar verme niyetinde olmamdan
ötürü değil; sebep zenginlik aşkım ve çabucak
zenginleşme isteğim; çünkü size ne kadar az
ödersem ve sizi ne kadar çok çalıştırırsam, o kadar
çok kazanırım."
İşe aldığı işçilerin emek gücünü talep eden her
kapitalistin, her sanayicinin, her iş sahibinin, her işverenin dolaylı
olarak söylediği şey budur.
Ancak, arz ve talep birbirine eşit olduğuna göre işçiler
neden işverenlerin öne sürdükleri koşulları kabul
ederler? Eğer yüz işçinin iş bulmaya gereksimi olduğu kadar
kapitalistin de işçileri işe almaya gereksinimi varsa, buradan
her iki tarafın eşit konumda olduğu sonucu çıkar mı? En azından
hukuki bakış açısına göre bu iki taraf, bir tarafın
günde şu kadar saat temelinde işçinin günlük
emeğiyle değiştirmek üzere günlük ücret denilen
metayı, diğer tarafın ise kapitalistin önerdiği ücret
karşılığında kendi emeğini meta olarak ortaya sürdüğü,
pazarda karşılaşan iki eşit tüccar değiller mi? Faraziyemize
göre, talep yüz işçi ve arz da aynı şekilde yüz
kişi olduğundan ötürü her iki taraf eşit konumdaymış
gibi görülebilir.
Tabii ki bu doğru değildir. Kapitalisti pazara getiren şey nedir?
Zengin olma, sermayesini artırma, tutkularını ve toplumsal kibrini
tatmin etme, hayal edilebilecek tüm şeylerin keyfini sürmeye
yönelik şiddetli arzusu. Peki, işçiyi pazara getiren şey
nedir? Açlık; bugün ve yarın karnını doyurma zorunluluğu.
Dolayısıyla, hukuki bakış açısından eşit olsalar da,
gerçek durum olan iktisadi bakış açısına göre
kapitalistle işçi eşit olmanın çok uzağındadır.
Kapitalist pazara gelirken açlık tehdidi altında değildir;
bugün aradığı işçileri bulamazsa, sahibi olmaktan mutluluk
duyduğu sermayesi sayesinde uzunca bir süre için karnını
doyurmaya yetecek şeyi olduğunu gayet iyi bilir. Eğer pazarda
karşılaştığı işçi kendisine aşırı gelen taleplerde bulunursa,
yani bu önerilerle koşullar kendi refahını artırmak ve iktisadi
konumunu daha da iyileştirmek bir yana, işçilerin iktisadi
konumunu onunkine (eşitlerse demiyorum) yakınlaştırırsa, bu durumda ne
yapar? Bu önerileri reddeder ve bekler. Herhangi bir acil
zorunluluktan dolayı değil, işçilerin konumuyla
karşılaştırıldığında zaten oldukça rahat olan konumunu
iyileştirme arzusuyla hareket ettiği için bekleyebilir.
Bekleyecektir de, çünkü iş deneyimleri sayesinde
öğrenmiştir ki ne sermayesi, ne konforu, ne de bahsetmeye değecek
tasarrufu olmayan işçilerin direnci amansız bir gereksinimin,
açlığın baskısı altındadır; bu direniş uzunca bir süre
devam edemez ve sonunda aradığı yüz işçiyi bulabilecektir
–çünkü işçiler, onlara dayatmayı
kârlı bulduğu koşulları kabullenmeye zorlanacaklardır. Eğer kabul
etmezlerse, bu koşulları memnuniyetle kabul edecek başkaları
gelecektir. Herkesin bildiği ve gördüğü şeyler işte her
gün böyle yapılır.
Eğer sermayesi, onu ilk başta kullanmayı planladığı piyasayı,
endüstri kolunu sürekli etkileyen tikel koşulların sonucunda
umut ettiği tüm avantajları sunmazsa, o zaman sermayesini başka
bir yere kaydıracaktır; dolayısıyla burjuva kapitalist, mizacı
itibariyle herhangi bir belirli endüstriye bağlı değildir, aksine
ayrım yapmaksızın olası tüm endüstrilere (burjuva
iktisatçılarının deyişiyle) yatırım yapma (ama bize göre
tüm endüstrileri sömürme) eğilimindedir. Son olarak
varsayalım ki bir takım endüstriyel yetersizlikler ya da
talihsizliklerden ötürü hiçbir endüstriye
yatırım yapmamaya karar versin; bu durumda, hisse senetleri ve yıllık
gelir sağlayan menkul değerler satın alacaktır; faiz ve temettü
gelirleri yeterli olmazsa, bir işe girip çalışacaktır (daha
doğrusu kendi işçilerine önerdiği koşullardan çok
daha kazançlı koşullarda bir süreliğine emeğini satacaktır
demeliyiz).
Yani kapitalist pazara mutlak olarak özgür bir eyleyici [
free agent,
başkalarına hesap vermek mecburiyetinde olmayan kimse] sıfatıyla olmasa
bile işçiden çok daha özgür olan bir eyleyici
sıfatıyla gelir. Pazarda olan şey ise servet güdüsü ile
açlık çekmenin, efendi ile kölenin karşılaşmasıdır.
Hukuken her ikisi de eşittir; ancak iktisaden işçi, bedenini ve
hürriyetini belirli bir süreliğine sattığı piyasa işlemini
sonuçlandırmadan önce bile kapitalistin serfidir.
İşçi bir serf konumundadır, çünkü kendisi ile
ailesinin her gün başına bela olan açlık tehdidi onu
kapitalistin, sanayicinin, işverenin kazanç hesaplamalarının
dayattığı her tür koşulu kabule zorlayacaktır.
Sözleşme resmiyet kazandığında işçilerin serfliği ikiye
katlanır; daha iyi ifade edersek, sözleşme resmiyet kazanmadan
önce açlığın kışkırttığı işçi yalnızca potansiyel
bir serftir; ama sonrasında gerçekten serf hâline gelir.
Çünkü işverene sattığı ticari mal nasıl bir şeydir?
Sattığı şey, onda bulunan ve bedeninden ayrılamaz olan emeğidir,
kişisel hizmetidir; bedeninin, aklının ve ruhunun üretici
güçleridir; dolayısıyla kendisidir. O andan itibaren,
işveren ya doğrudan kendisi ya da dolaylı olarak ustabaşılar
vasıtasıyla onu izleyecektir; işveren, her gün çalışma
saatleri boyunca ve kontrollü koşullarda, onun eylemleriyle
hareketlerinin sahibi olacaktır. "Şunu yap" dendiğinde yapmak
zorundadır; "Şuraya git" dendiğinde gitmek zorundadır. Serf denilen şey
bu değil midir?
Alman Komünizminin şöhretli lideri Karl Marx, muhteşem eseri
Kapital'de(
02)
şöyle bir yerinde tespiti yapmıştı: (Ücretler
biçiminde) para satıcıları ile kendi emeğinin satıcıları
arasında (yani işverenle işçiler arasında) serbestçe
akdedilen bir sözleşme eğer belli ve sınırlı bir süreyi değil
de insanın tüm yaşamını kapsıyorsa, bu gerçek bir
kölelik olacaktır. Belli bir süreliğine ve işçinin
işten ayrılma hakkı saklı tutularak yapılırsa, bu sözleşme bir
tür gönüllü ve geçici serfliğe yol
açar. Evet, hukuki bakış açısına göre
gönüllü ve geçici, ancak iktisadi olasılığın
bakış açısından asla öyle değil. İşçi her zaman
işverenini terk etme hakkına sahiptir, ancak bunu yapacak imkânı
var mıdır? Ayrıca eğer onu bırakırsa, bunu kendinden başka
hiçbir efendisinin olmayacağı özgür bir varoluşa yol
açmak için mi yapar? Hayır, bunu kendini başka bir
işverene satmak için yapar. Dolayısıyla, iktisatçılar,
hukukçular ve burjuva cumhuriyetçiler tarafından bu kadar
yüceltilen işçinin hürriyeti, herhangi bir yolla
gerçekleştirilmesi mümkün olmayan, sadece teorik bir
özgürlüktür; sonuçta hayali bir
hürriyettir, düpedüz yalandır. Gerçekte
işçinin bütün yaşamı, açlığın eşlik ettiği
anlık özgürlük dönemleriyle kesintiye
uğrayan, sürekli ve korkutucu (hukuki bakış açısına
göre gönüllü ancak iktisadi anlamda zorunlu)
serflik dönemlerinin birbirini takip etmesinden ibarettir; diğer
bir deyişle bu gerçek bir köleliktir.
Bu kölelik her gün kendini bin bir şekilde gösterir.
Sözleşmenin işçiyi tabi, edilgen ve itaatkâr bir
hizmetçiye, işvereni ise neredeyse tam bir efendiye
dönüştüren baskıcı koşullarının ve sıkıntılarının
dışında, tüm bunların dışında; bir yandan bastırılamaz bir
kâr ve mutlak güç arzusunun iki misli itkisiyle,
öte yandan da işçinin iktisadi bağımlılığından kâr
etme güdüsüyle harekete geçen işletme sahibinin
sözleşmede öngörülen koşulları bir kenara bırakıp,
kendi yararına bazı ek imtiyazlar koparmadığı hiçbir
endüstri işletmesinin olmadığı gayet iyi bilinir. Kâh daha
fazla, yani sözleşmede öngörülenden daha uzun
süre çalışılmasını talep edecektir, kâh bir bahaneyle
ücretleri düşürecektir, kâh keyfi para cezaları
uygulayacak ya da işçilere sert, kaba ve küstah
davranacaktır.
Ancak, şu söylenebilir: Bu durumda işçi işten ayrılabilir.
Bekâra karı boşamak kolay. İşçi ücretinin bir kısmını
peşinen almış olabilir, eşi ya da çocukları hasta olabilir,
çalışmasının karşılığı bu endüstrinin her tarafında
düşük ödeniyor olabilir. Diğer işverenler kendi
işvereninden daha da az ödüyor olabilir ve bu işi bırakırsa
başka bir iş de bulamayabilir. İşsiz kalmak kendisi ve ailesi
için ölüm demektir. Ayrıca, bütün işverenler
arasında ortak bir anlayış vardır; birbirlerine benzerler. Hepsi de
neredeyse aynı ölçüde sinir bozucu, adaletsiz ve
zalimdir.
Bu bir iftira mı? Hayır, bu nesnelerin doğası gereğidir ve işverenlerle
işçileri arasındaki mevcut ilişkilerin mantıksal bir
zorunluluğudur.
NOTLAR:
1 Bahsedilen çalışmalar elimin altında olmadığı için bu alıntıları Louis Blanc'ın
la Histoire de la Revolution de 1848 kitabından yaptım. Bay Blanc şu sözlerle devam ediyor:
"İkaz edilmiştik. Şimdi hiç bir
şüpheye yer bırakmaksızın biliyoruz ki, eski siyasal iktisadın
tüm doktrinlerine göre, her ne kadar sonuç emeğin
karşılığının açlıktan ölmemek için kesinlikle
gerekli olana indirgenmesi olsa da, ücretlerin arzla talep
arasındaki düzenlemeden başka bir temeli olamaz. Peki, gelin bu
okulun başı olan Adam Smith'in samimiyetle elinde olmaksızın
söylediği sözcükleri tekrarlamakla yetinelim: Bu,
emeklerinden başka bir geçim kaynağı olmayanlar için ufak
bir tesellidir."
2 Karl Marx,
Das Kapital, Kritik der politischen Oekonomie;
Erster Band. Bu eserin Fransızcaya çevrilmesi gerekiyor,
çünkü burjuva sermayesinin oluşumunun, bu sermayenin
proletaryanın çalışması üzerindeki sistemli ve vahşi
sömürüsünün bu kadar derinlemesine, bu kadar
ışıltılı, bu kadar bilimsel, bu kadar kesin ve ifadem yerindeyse bu
kadar acımasız bir şekilde teşhir edildiği başka bir eser bilmiyorum.
Yönelim olarak pozitivist olan, olguların mantığından başka
hiçbir mantığı kabul etmeksizin iktisadi çalışmaların
derinlemesine incelenmesine dayanan bu eserin tek kusuru, kısmen de
olsa aşırı metafiziksel ve soyut bir stilde yazılmış olmasıdır. Bu,
esasen işçilerin okuması gerekirken, eserin işçilerin
çoğuna anlatılmasını güçleştirmekte ve eseri
işçiler için yanına dahi yaklaşılamaz hâle
getirmektedir. Burjuvazi onu asla okumayacaktır, okusa dahi anlamak
istemeyecektir, anlasa bile hakkında tek kelime bile
söylemeyecektir; bilimsel amaçlı ve değiştirilemez şekilde
kati olan bu çalışma birer birey olarak değil ama bir sınıf
olarak onların ölüm fermanından başka bir şey değildir.
Çeviri: AnarşistBakış
Kaynak: "The Capitalist System", Zabalaza Books.
Anarşist
Yazın Ana Sayfa --->