Vahit Bıçak Web Sitesi

 

Türkiye'nin Güncel Sorunları: Demokrasi ve İnsan Hakları

(Atıf: Bıçak, Vahit (2001) "Demokrasi ve İnsan Hakları", Liberalizmin İncelenmesi: Friedrich Naumann Vakfı'nın Türkiye'de On Yıllık Siyasi Çalışması Uluslararası Konferansı, Editör: Vahit Bıçak, FNV&LDT, Ankara, s.89-103.)

 

Yrd. Doç. Dr. Vahit Bıçak

Ceza Hukuku Öğretim Üyesi

P.A. Güvenlik Bilimleri Fakültesi

 

Giriş

Demokrasi ve insan hakları konularında Türkiye'nin güncel sorunları ve bu sorunlara çözüm önerilerinin ele alınması bu tebliğin konusunu oluşturmaktadır. Türkiye'nin demokrasi ve insan hakları konularındaki bütün sorunlarının tüm boyutları ile ele alınması, tebliğ boyutlarını aşan bir çalışma gerektirmektedir. Bundan dolayı bu çalışmada, sorunlardan bir kısmı ve bu sorunların bazı boyutları, tarafımızdan önemli görülenler, seçilerek irdeleme konusu yapılmıştır.

Hayatımız boyunca aile, mahalle, kulüpler, sivil toplum örgütleri, işyerleri, devlet gibi çeşitli grup veya örgütlenmelerin üyeleri olarak yaşamaktayız. En küçüğünden en büyüğüne tüm bu yapılanmalarda örgütlenmenin hedefi, takip edilecek metotlar, üyeler arasında sorumluluk ve nimetlerin dağılımı gibi konularda ortak kararlar alınması gerekir. Örgütlenmeleri bütün olarak etkileyen kararların örgütlenmenin tüm üyeleri tarafından alınması ve karar alma mekanizmasında herkesin eşit haklara sahip olması idealini, demokrasi ifade etmektedir.

Demokrasi, temel insan hak ve özgürlüklerini güvence altına almak durumundadır. İnsan hakları, demokrasinin varlık sebebidir. İfade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, seyahat özgürlüğü ve kişi güvenliği gibi haklar ve özgürlükler tanınmadan açık tartışma söz konusu olamaz. İnsan hakları, bireylerin kendilerini geliştirmelerine olanak sağlamakta, birçok argümana ve karşı delile karşı test edilmiş daha iyi ortak kararların ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Demokrasi ve insan hakları konularında Türkiye'nin mevcut sorunlarının tespiti güçlük arz eden bir olgu değildir. Birçok resmi ve gayri resmi belgede bu sorunlar çeşitli boyutlarıyla yer almıştır. Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen 4 Aralık 2000 tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi, Avrupa Birliği tarafından hazırlanan Türkiye'nin Katılım Yönündeki İlerlemesi Üzerine 2000 Yılı Düzenli Raporu, Bakanlar Kurulu tarafından hazırlanan Ulusal Program, TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu tarafından yayınlanan inceleme raporları bu dokümanlardan sadece bazılarıdır.

İfade Özgürlüğü

Düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü, demokratik süreçte önemli bir yer tutmaktadır. İfade özgürlüğünün sınırlandırılması, diğer bir çok özgürlüğün dolaylı olarak sınırlandırması sonucu doğurmaktadır. Bundan dolayı, ifade özgürlüğünün demokratik bir sistemin ön şartı olduğu ifade edilebilir. Yeni ve daha iyi fikirlerin ortaya çıkmasının zeminini ifade özgürlüğü oluşturmaktadır. Yeni düşünce ve taleplerin dile getirilmesi, mevcut sistemin kusurlarını ortaya çıkarmakta, yanlış uygulamaların ortadan kaldırılmasını sağlayarak toplumsal gelişmeye katkıda bulunmaktadır. Birbirinden farklı çeşitli fikirlerin olması ve bunların özgürce tartışılması, bireylere farklı düşünceler arasında seçim yapma olanağı sunmaktadır. İfade özgürlüğünün tanınması halinde ancak kişiler kendi düşüncelerinin doğru veya yanlış olduğunu test edebilme imkanına sahip olmaktadır. Demokratik bir toplumda, ifade özgürlüğü, yöneticilerin veya kamu makamlarının hoşuna gidecek şeyleri söyleyebilmeyi değil, her türlü düşünceyi serbestçe açıklamayı ifade eder.

İfade özgürlüğü, Avrupa insan hakları koruma sisteminin en önemli unsurlarında birisini oluşturmaktadır. 1998 yılında yeniden yapılanan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ifade özgürlüğüne verdiği önemi sembolik olarak göstermek amacıyla ilk kararını ifade özgürlüğü konusunda vermiştir.

İfade özgürlüğü, bireylerin tek tek düşüncelerini açıklayabilme özgürlüğünü kapsadığı gibi, toplantı ve gösteri yürüyüşleri, dernek veya siyasi parti faaliyetleri yoluyla düşüncelerin toplu olarak ifade edilmesini de kapsar.

İfade özgürlüğü, sadece yazılı basınla değil, aynı zamanda görsel basınla da ilgilidir. Her türlü beyan (ticari reklam içerenler de dahil) ifade özgürlüğünün güvencesi altındadır. İfadeyi iletmek için kullanılan vasıtalar, radyo, televizyon gibi, güvence sistemi içindedir. İletilen bilginin muhtevası siyasi, kültürel, ekonomik, ticari, artistik vs. olabilir. İfade özgürlüğü, bilgi ve fikir alma ve sahip olunan bilgi ve fikirleri yayma özgürlüğü olmak üzere iki boyuttan oluşmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (bundan sonra kısaca AİHM) kararları ifade özgürlüğünün temel prensiplerini ortaya koymuştur. Buna göre; ifade özgürlüğü demokratik toplumun temel taşlarından birisidir. İfade özgürlüğü, sadece onaylanan veya incitici olmayan görüş ve bilgilerin açıklanmasını değil aynı zamanda inciten, şok eden, rahatsızlık veren düşüncelerin açıklanmasını da içerir. Çünkü, çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik olmadan demokratik toplum olamaz.

Türkiye'nin güncel demokrasi ve insan hakları sorunlarının başında, ifade özgürlüğü sorunları yer almaktadır. AİHM kararlarının incelenmesi bu sorunun boyutunu açıklıkla ortaya koymaktadır. İlk oluşturulduğu 1953 yılından günümüze kadar AİHM ifade özgürlüğünün ihlal edildiği tespitini yapan atmış adet karar vermiştir. 1987 yılından beri, sadece 14 yıldır, bu mekanizmaya taraf olan Türkiye açısından verilen ifade özgürlüğü ihlal kararların sayısı ise on yedidir. Bir başka ifade ile, ifade özgürlüğünün ihlal edildiği tespiti yapılan atmış davadan on yedisinde Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından mağdur ettiği vatandaşlarına tazminat ödemeye mahkum edilmiştir. Bu durum hem Türkiye'nin uluslar arası toplumda itibar kaybetmesine yol açmakta hem de Türkiye'ye mali külfet getirmektedir.

Bir önceki paragrafta belirtilen olguya rağmen ifade özgürlüğü konusunda somut bir iyileştirme yapılmamıştır. İfade özgürlüğünü sınırlayan çok sayıda norm hala yürürlükte bulunmaktadır. İfade özgürlüğünün kullanımına engel oluşturan normların kaldırılması, ifade özgürlüğünü geliştirilmesine yönelik anayasal, yasal ve idari güvencelerin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi gerekmektedir. Anayasanın temel hak ve hürriyetlerle ilgili bölümlerinin, başta düşünceyi açıklama ve yayma, bilim ve sanat ile basın özgürlükleriyle ilgili hükümler olmak üzere gözden geçirilmesi, Türk Ceza Kanununun 145, 155, 159, 162, 312. maddeleri başta olmak üzere birçok hükmünün, Terörle Mücadele Kanununun 7. ve 8. maddelerinin, RTÜK Kanununun, basın suçlarının kapsamı ve öngörülen cezalarla ilgili olarak Basın Kanununun, Siyasî Partiler Kanununun, Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu ve Tüzüğü ile Jandarma Teşkilât, Görev ve Yetkileri Kanunu ve Yönetmeliği, Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanunu ve Tüzüğünün, 3257 sayılı Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu ile ilgili diğer mevzuatın gözden geçirilmesi gerekmektedir.

İfade özgürlüğünü sınırlandıran ceza normlarının yürürlükten kaldırılarak sorunun temelden çözülmesi yerine, son zamanlarda yasama organı çıkardığı af veya erteleme kanunları ile anlık çözümler benimsemektedir. Geride bıraktığımız iki yıl içerisinde çeşitli beyanlarından dolayı mahkum edilenlerin durumlarını iyileştiren üç af/erteleme kanunu çıkarılmıştır. Bunlardan ilki, 1999 yılında çıkarılan basın ve Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanundur. Bu kanun medya (gazete, dergi, radyo, televizyon) aracılığı ile görüşlerini dile getirenlerin dava veya cezalarını üç yıl ertelemiş, ancak aynı sözleri bir seminer, sempozyum veya üç-beş kişilik toplantılarda ifade edenleri kapsamamıştır. Eşitlik ilkesine aykırı olan bu Kanun Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Bunlardan ikincisi, Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Disiplin Cezalarının Affı hakkında Kanundur. Bir takım söz, yazı ve eylemden dolayı disiplin cezası alamlar bu kanun kapsamı dışında tutulmuştur. Üçüncüsü ise, 2000 yılında çıkarılan Bazı Suç ve Cezaların Affı hakkında Kanundur.

Af/erteleme kanunları ile anlık çözümlere başvurmak yerine Parlamentonun yapması gereken, suç olmaktan çıkarma (dekriminazyon) hareketi başlatmaktır. 1991 yılında, yürürlükte olduğu dönemlerde ifade özgürlüğünü sınırlandırmak için sıkça yargı organları tarafından başvurulan, T.C.K. 141, 142 ve 143. maddelerini yürürlükten kaldırılarak bu yönde önemli bir adım atılmıştı. Ancak bu maddelerin Parlamento tarafından yürürlükten kaldırılması üzerine, benzer düşünce açıklamaları için T.M.K. 8 ve T.C.K. 312. maddeleri yargı organları tarafından yaygın olarak uygulanmaya başlanmıştır.

Yargının ifade özgürlüğünün geliştirilmesine katkı sağladığını, bu konuda duyarlı olduğunu gözlemlemek mümkün olmamaktadır. Kuruluşunun ilk yıllarında Anayasa Mahkemesi, ifade özgürlüğünü sınırlandıran T.C.K. 141 ve 142. maddelerinin Anayasaya aykırı olmadığı kararını vermiştir. 27 Mayıs Devrimini eleştirmeyi yasaklayan 5 Mart 1962 tarihli Tedbirler Kanunu da Anayasa Mahkemesi Anayasaya uygun bulmuştur.

 

Sivil Toplumun Geliştirilmesi

Sivil toplum, kendine özgü gelişme dinamiğine sahip, kurumsallaşmış karar alma ve uyuşmazlık çözme yapısı bulunan, devletten bağımsız bir toplumsal alanı ifade etmektedir. Sivil toplumun varlığından söz edebilmek için sivil toplum örgütlerinin devlet gücünün vesayeti altında olmaması, kendi yapılanmaları ve faaliyetleri hakkında kendilerinin karar verebilmesi, ve devlet politikasının gidişatını belirleyebilmesi veya etkileyebilmeleri gerekir. Sivil toplum örgütlerinin en önemli işlevleri ise, siyasi iktidara derinden nüfus etme, siyasi iktidarı parçalayarak adem-i merkezi hale getirme ve despotizme karşı güvence oluşturmaktır.

Sivil toplum örgütlerinin çeşitli yollarla saf dışı edilmesi veya devlete entegre edilmesi otoriter rejimlerin en belirgin özelliklerindendir. Sivil toplumun ve sivil toplum örgütlerinin güçlenmesi, Türk demokrasisinin gelişmesine katkı sağlayacaktır. Bireylerin toplumsal sorunların çözümüne aktif katkıda bulunmaları, örgütlenme özgürlüğü ve toplantı ve gösteri yürüyüşleri özgürlüğü gibi hürriyetlerin tam olarak sağlanmasıyla mümkün olabilmektedir.

Örgütlenme özgürlüğünü sınırlandıran çok sayıda mevzuat ve uygulama mevcuttur. Sivil toplum örgütlerinin kurulabilmesi güçleştirilmiş, kurucu olabilmenin şartları ağırlaştırılmıştır. Bazı ad, işaret ve dilleri kullanma yasağı ve uluslararası faaliyet yasağı gibi sınırlamalar getirilmiştir.

Türk vatandaşlarının Türkiye dışında faaliyet gösteren bir sivil toplum örgütüne üye olmaları cezai yaptırıma bağlanmış, uluslar arası faaliyette bulunmak amacıyla dernek kurulması, Türkiye'de kurulan derneklerin yurt dışında kurulmuş ulusal veya uluslar arası dernek veya kuruluşlara katılması ve merkezi yurt dışında bulunan derneklerin Türkiye'de şube açması yasaklanmıştır.

Bazı durumlarda bu yasaklar Bakanlar Kurulu veya İçişleri Bakanı gibi devletin en üst mercileri tarafından kaldırılabilmektedir. Örneğin, Bakanlar Kurulu tarafından uluslararası beraberlik ve işbirliği yapılmasında yarar görülen uluslararası sivil toplum örgütlerinin Türkiye'de faaliyet gösterebilmelerine ve şube açabilmelerine izin verilebilmektedir. Yabancıların toplantı veya yürüyüş düzenlemesine, ya da başkalarının düzenlediği toplantı ve yürüyüşlerde konuşma yapmasına İçişleri Bakanlığı izin verebilmektedir.

Verilen örnekler açıkça göstermektedir ki, örgütlenme özgürlüğü önünde çok sayıda engel bulunmaktadır. Globalleşmenin etkileri, örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen normlara yansımamıştır. Uluslararası sivil toplum örgütleriyle Türkiye de faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri arasındaki ilişkileri sınırlandıran, engelleyen ve cezalandıran hükümler hukuk sisteminde varlığını sürdürmektedir.

İşkence ve Kötü Muamele Uygulamaları

İşkence ve kötü muamele uygulamalarına hala rastlanmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu 1998-2000 yılları arasında, soruşturma, kovuşturma, yargılama, ceza ve infazı sistemleri üzerinde bir dizi çalışma sürdürerek elde ettiği bulguları raporlar şeklinde yayınlamıştır. Bu çalışmanın sunulduğu Mayıs 2001 tarihi itibariyle söz konusu Komisyon sekiz rapor yayınlamış bulunmaktadır.

Raporların oluşumunda Komisyonun takip ettiği yöntem, cezaevlerinde bulunan hükümlü ve tutuklularla görüşerek cezaevine gelmeden önce, soruşturma ve kovuşturma sırasında yaşadıkları muameleler hakkında bilgi almak ve bu bilgiler ışığında ilgili soruşturma ve kovuşturma birimlerine haber vermeksizin ziyaret etmek şeklinde olmuştur. Bu şekilde hükümlü ve tutukluların iddialarının doğru olup olmadığı saptanmaya çalışılmıştır. Raporlarda birçok işkence ve kötü muamele uygulaması tespit edilmiştir. İşkence gördüklerini söyleyen kişilerin mekan ve kişi tanımlamalarına ilişkin anlatımlarının Heyetin gözlemleri ile bire bir örtüştüğü tespit edilmiştir.

İşkence ve kötü muameleyi önlemeye yönelik olarak uzun yıllardan beri devam eden çalışmalara rağmen maalesef hala işkence ve kötü muamele uygulamalarına rastlanmaktadır. İşkence oluşturun tüyler ürpertici davranışlara Yargıtay kararlarında da rastlamak mümkündür.

Hiç kimsenin kendisini veya yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yönde delil göstermeye zorlamayacağı 1982 Anayasasının 38/5 maddesi ile güvence altına alınmıştır. Türk Ceza kanunu 243 ve 245. maddeleri de işkence ve kötü muamele yapan görevlilere verilecek cezaları düzenlemiştir.

İşkence ve kötü muamele sonucu elde edilen deliller hiçbir şekilde delil niteliği kazanamamaktadır. İşkence ve kötü muamele, suçsuz bir kimsenin dahi kendisini suçlaması sonucunu doğurabilmesinin yanında kişinin özgür iradesine yönelik ciddî bir müdahale oluşturur. Beyanın delil niteliği kazanabilmesi için özgür irade mahsûlü olması gerekir. Özgür irade mahsulü olmayan beyanlar delil olarak değerlendirilemez.

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu tarafından yayınlanan raporlar, ceza soruşturmasının hangi usul ve esaslarda yapılması gerektiğini düzenleyen Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu normlarının kolluk tarafından yeterince bilinmediğini veya bilinmesine rağmen yeterince benimsenmediğini ortaya koymaktadır. Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu, daha soruşturmanın başında suçlu sayılan sanıkları koruyan bir araç olarak görüldüğünden kolluk tarafından önemsenmemektedir. Ceza soruşturmasının ve ceza muhakemesinin işlevi konusundaki bu yanlış anlayış ortadan kaldırılmalıdır.

Eğitimden başlayarak işkence ve kötü muamele olaylarının aydınlatılması ve sorumlularının cezalandırılması için yasal ve idarî önlemleri güçlendirilmelidir. Son zamanlarda, 1 Ekim 1998 tarihinde, yürürlüğe girmiş olmasına rağmen Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği oldukça yetersizdir. Türk Ceza Kanununun işkence ve kötü muameleyle ilgili 243. maddesi son zamanlarda, 26 Ağustos 1999 tarihinde, değiştirilmiş olmasına rağmen hangi davranışların işkence oluşturacağına ilişkin bir tanıma yer verilmemiş, verilecek cezanın alt sınırı belirlenmemiştir. 4 Aralık 1999 tarihinde yürürlüğe giren Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun, memur dokunulmazlığını muhafaza etmiştir. Memur dokunulmazlığını kaldırmaya veya kaldırmamaya yetkili olan kurulların yerini, yeni kanunla, kişiler almıştır.

Dünyanın her yerinde kolluğun insan hakları ihlallerine rastlanabilmektedir. Ancak, ihlallerin niteliğinde bir değişimi gözlemlemek mümkün olabilmektedir. Bu değişimin istikameti baskıdan hileye yöneliktir. Türk kolluğunun insan hakları ihlal yöntemlerinde Dünyadaki, özellikle gelişmiş ülkelerdeki, değişime benzer bir değişim yaşanması beklenilebilir. İşkence, kötü muamele gibi kaba ihlaller yerini, fizik güç kullanımından ziyade zeka kullanımı gerektiren hileli yöntemlere bırakacaktır. Hileli yöntemler açısından kolluğun hareket alanının ne olması gerektiği konusunda yeterince normatif düzenleme mevcut bulunmaması önemli bir eksiklik ve potansiyel bir sorun alanıdır.

 

Siyasal Yaşamda Milli Güvenlik Kurulunun Rolü

Milli Güvenlik Kurulu, 1961 Anayasası ile Türk Devlet yapısında varlık kazanmıştır. Askeri bürokrasinin görev ve uzmanlık alanıyla ilgili görüşlerini Bakanlar Kurulu'na Milli Savunma Bakanı aracılığıyla iletmesi teamülü terkedilmiş; askeri bürokrasinin üst düzey komutanlarıyla, hükümetinin bazı bakanlarını bir araya getiren yeni bir yapı oluşturulmuştur. 1971 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle, Kurulun üyeleri arasına Başbakan da eklenmiş; Kurulda görev yapacak asker üyelerin "kuvvet temsilcileri" değil "kuvvet komutanları" olması benimsenmiş; "Millî Güvenlik Kurulu, millî güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar kuruluna bildirir" ifadesi, "tavsiye eder" şekline dönüştürülmüştür.

1982 Anayasası Milli Güvenlik Kuruluyla ilgili daha ayrıntılı bir düzenleme getirmiştir. Kurulda görev yapacak bakanlar ve kuvvet komutanları sayılmıştır. Kurulun görüşlerini Bakanlar Kurulu'na bildireceği, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararların Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınacağı hükmüne yer verilmiştir. Yeni Kurulda hükümeti temsil eden, başbakan dahil, dört sivil üye görev yaparken beş asker üyenin yer alıyor olması dikkat çekmektedir.

Avrupa Birliği 2000 Yılı Türkiye Düzenli Raporu'nda Ordu üzerinde sivil kontrolü geliştirme ihtiyacının sürdüğü, Türkiye'nin siyasal yaşamında Milli Güvenlik Kurulunun oynadığı rolde herhangi bir değişiklik olmadığı, Kurulun kararları, açıklamaları veya tavsiyelerinin siyasal süreci güçlü bir şekilde etkilemeye devam ettiği, Kurulun görüşlerinin pratikte hükümetçe oynanan rolü ciddi şekilde sınırladığı ifade edilmiştir.

Avrupa Birliğine sunulmak üzere Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilen Ulusal Programda ise Milli Güvenlik Kurulunun Anayasal bir kuruluş olduğu, ulusal güvenliği ilgilendiren alanlarda bir danışma organı niteliğinde olduğu ifade edilerek, Anayasa ve Yasanın ilgili maddelerinin Kurulun yapısı ve işlevini daha açık bir biçimde tanımlayacak şekilde orta vadede gözden geçirileceği taahhüdünde bulunulmuştur.

Darbeler muhtıralar ve olağan yollar olmak üzere ordunun siyasal sistem üzerinde etkin olabilmesinin üç farklı yöntemi ortaya konulabilir. İdeolojik devletlerde Ordunun devlet ideolojisinin asli bekçisi olduğu yönündeki anlayış, kamu bürokrasisi içerisinde Ordunun özerk konumu, Ordu mensuplarının aldığı eğitimin yurt savunmasına hazırlayıcı teknik bilgi ve beceri kazandırmaya yönelik olmaması ve askerliğin tüm vatandaşlar için zorunlu olması gibi faktörler siyasal sistem üzerinde Ordunu etkinliğini arttırabilmektedir. Dolayısıyla, yapılacak reformların bu faktörler üzerinde yoğunlaşması ihtiyacı söz konusudur.

Saydam İstihbarat İhtiyacı

İstihbarat birimlerince bireylerin kişilikleri, ekonomik durumları, hayat tarzları, ilişki içinde olduğu kişiler, bulunduğu yerler gibi konularla ilgili olarak her türlü bilgi toplanılabilmekte ve bu bilgiler gizli kayıtlar şeklinde muhafaza edilmektedir. Anayasanın 20. Maddesinde ifadesini bulan herkesin özel hayatının ve aile hayatının gizliliğine dokunulamayacağı güvencesi açısından bu uygulamanın kapsamı, keyfiliğe karşı güvenceler içerip içermediği ve güvenilirliği sorgulanabilir.

Gizli olan istihbarat kayıtları her zaman gerçekleri yansıtmayabilir. Örneğin, 2 Aralık 2000 tarihinde CNN Türk televizyon kanalında "Hakkıyla Sohbet" programına konuk olan, tanınmış Türk Sanat Müziği sanatçısı Emel Sayın, istihbarat raporlarında yer alan, kendisinin Milli Güvenlik Konseyi üyelerinden biriyle ilişkisi olduğu iddiasını yalanlayarak, "istihbarat raporlarının yanlış, yalan ve güvenilmez" olduğunu ifade etmiştir.

İstihbarat raporları, bireylerin temel haklarının kısıtlanmasına ve kaybına yol açabilmektedir. Örneğin, kamu görevine girme bir anayasal hak olarak Anayasada ifade edilmiş olmasına rağmen tüm yasal koşulları tamamlayıp bu hakkını kullanmak isteyen kişiler, yapılan güvenlik soruşturması neticesi sakıncalı olarak değerlendirilerek bu haklarından mahrum edilebilmektedir. Hak kaybı gerekçesi olarak da, çoğu zaman "mülakat sınavında başarısızlık" gibi, gerçek sebebi örtücü nedenler bireylere bildirilmekte ve güvenlik soruşturmasında yer alan bilgilerin ne derece güvenilir olduğu yargı denetimi dışında tutulabilmektedir.

Mahkeme kararıyla bir suç işlediği sabit olan kişilerin bile, adli sicil kayıtlarının silinmesine hukuk sistemi olanak sağladığı halde, istihbarat kayıtlarının silinebilmesi, affa uğraması söz konusu değildir. Bu kayıtlardan sadece hakkında kayıt tutulan kişiyi değil, bu kişinin yakınlarını da etkileyebildiği dikkate alınacak olursa, temel hakların kullanımı açısından, sorunun boyutunun tahmin edildiğinden çok daha büyük olduğu görülecektir.

İstihbarat raporlarında olabilecek hataların giderilmesine, bu raporların güvenilirliklerinin sağlanmasına yönelik mekanizmalar Türk hukuk sisteminde bulunmamaktadır. Kanaatimizce bu raporların saydamlaştırılması yoluna gidilmesi gereği vardır. Nitekim, Avrupa Polisi Oluşturulması Sözleşmesinin 19 ve 20. maddeleri, bireylere kendileriyle ilgili olarak Europol tarafından tutulan kayıtlara ulaşabilme, yanlış bilgileri düzelttirebilme veya iptal ettirebilmeleri hakkını vermektedir. Çok istisnai bazı durumlarda bilgi alma hakkı kısıtlanabilmektedir Ancak, bilgi alma hakkı engellenen birey engelleme kararına karşı yargı yoluna gidebilmektedir. 20 Aralık 1991 de Almanya da yürürlüğe giren STASI Kayıtları Kanunu da bireylere kendileriyle ilgili tutulan istihbarat kayıtlarına ulaşabilme hakkı vermiştir.

Başbakanlık İnsan Hakları Koordinasyon Üst Kurulu Sekreterliği eşgüdümünde hazırlanan "Koppenhag Siyasi Kriterleri Işığında Türkiye'nin Alması Gereken Önlemler" başlıklı Raporda, kişi dokunulmazlığı, özgürlüğü ve güvenliğinin asgari düzeyde kısıtlanmasını hedefleyecek şekilde güvenlik soruşturması konusunda gerekli düzenlemelerin yapılması gereğinin ifade edilmesi olumlu bir gelişme olmakla birlikte Ulusal Programda bu yönde bir taahhüt yer almamıştır.

1999 yılında yasalaşan Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu, bireylerin kullandıkları telefon, faks ve bilgisayar gibi kablolu, kablosuz ve diğer elektromanyetik sistemlerle veya tek yönlü sistemlerle alınan veya iletilen sinyalleri, yazıları, resimleri, görüntü veya sesleri dinlemeye ve tespit etmeye imkan sağlamıştır. Kişilerin mesken, ikametgah, işyeri ve kamuya açık yerlerdeki her türlü faaliyetlerinin teknik araçlarla gizli olarak gözetlenebilmesi, izlenmesi, ses ve görüntü kaydının alınabilmesine olanak sağlanmıştır. Gizli dinleme, izleme gibi faaliyetler sona erdiğinde kişilere kendileri hakkında yapılan işlemeler hakkında bilgi verilmesi yükümlülüğünün olmaması, bu yöntemlere başvurulmasının yerinde olup olmadığı denetimini imkansız kılmaktadır.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri

Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Türk hukuk sisteminde varlık kazanması 11 Temmuz 1971 gün ve 1773 sayılı kanunla gerçekleştirilmiştir. Bu yasa, 15 Haziran 1975 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından 1961 Anayasasına aykırı görülerek iptal edilmiştir. Ancak, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, 1982 Anayasası tarafından anayasal güvenceye kavuşturularak Türk yargı sistemine yeniden getirilmiştir. Anayasanın 142 nci maddesinde "mahkemeler kanunla kurulur" denilmiş olmasına rağmen, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluşu Anayasayla olmuştur.

Devlet Güvenlik Mahkemelerini oluşturan üç üyeden birinin asker hakim olması uygulamasının "adil yargılanma hakkı" ile çeliştiği iddiası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından İncal davasında yerinde bulunmuştur. Adil yargılama hakkı, bağımsız bir mahkeme tarafından yargılanmayı gerektirmektedir. Mahkemelerin bağımsız olup olmadıkları değerlendirilirken üyelerinin atanma biçimi ve onların görev süreleri ile, dışarıdan gelecek baskılara karşı güvencelerin varlığı ve mahkemenin bağımsız bir görünüm verip vermediğine bakmak gerekmektedir. Strasbourg Mahkemesi, asker bir kişinin sivilleri yargılama yetkisi olan bir mahkemede üye olarak görev yapmasını dört temel gerekçeye dayandırmıştır. İlk olarak, asker hakimler ordu mensubu subaylar olduklarından yürütmeden emir alabilirler. İkinci olarak, askeri disipline tabidirler ve sicil raporları Silahlı Kuvvetler tarafından doldurulur. Üçüncü olarak, DGM sine hakim olarak atanmalarına ilişkin karar, büyük ölçüde Ordu yönetimi tarafından alınmaktadır. Son olarak, DGM üyesi olarak görev süreleri dört yıldır ve bu süre yenilebilmektedir. İncal kararı, 1999 yılında Anayasanın 143. Maddesinin değiştirilerek DGM de asker üyenin görev yapmasına son verilmesini sağlamıştır.

Devlet Güvenlik Mahkemelerinde uygulanan kurallar 1992 yılına kadar diğer mahkemelerde uygulanan kurallardan farklı değildi. 1992 yılında Ceza Muhakemeleri Usul Kanununda orijinal Alman Kanununda 1950 yılında yapılmış olan değişiklikler yapıldı. Reform denilebilecek bu değişikliklerle gözaltı süreleri kısaltıldı, yakalama ve tutuklamanın şartları ağırlaştırıldı, sanığın gözaltında iken avukatla görüşebilmesine, sanığın gözaltında yakınları ile iletişim kurabilmesine imkan sağlandı. Başlangıçta tüm bu yeniliklerin DGM kapsamına giren suçlardan yargılanan kişiler içinde geçerli olması TBMM tarafından benimsendi. Ancak bu yasanın Cumhurbaşkanı tarafından bir daha görüşülmek üzere Meclise iade edilmesi üzerine benimsenen yeniliklerin DGM kapsamına giren suçlar açısından geçerli olmadığına ilişkin bir hüküm konularak tasarı yasalaştı. Böylece, hukuk tekniği açısından oldukça garip bir durum ortaya çıktı; çağdaş anlayışı yansıtmadığı gerekçesiyle yürürlükten kaldırılan eski kurallar DGM leri açısından yürürlükte olmaya devam etmektedir. Bu durumu ortadan kaldırmak için Ceza Muhakemeleri Usul Kanununun değiştirilen ve halihazırda yürürlükte bulunan 104, 106, 108, 128, 135, 136, 138, 142, 143, 144 ve 146. maddeleri DGM kapsamına giren suçlar açısından da geçerli olmalıdır.

DGM'leri devlet güvenliği ile ilgili suçları yargılamayı amaçlayan uzmanlık mahkemeleri olarak öngörülmüş ise de zaman içinde yargılama yetkisine sahip olduğu olaylar çok genişlemiştir. Anayasanın 143 üncü maddesinde gösterilen hedeflerin de dışında görev sahasını iyice genişletilerek DGM ler hemen her konuya bakar hale gelmiştir. Cumhuriyetin temel nitelikleri söz konusu olmadığı halde bile, pek çok suça bu mahkemeler bakar hale gelmiştir. Herhangi bir olaya iki veya daha fazla kişinin karışmış olması, olayın DGM kapsamında düşünülebilmesi için yeterli olmaktadır. DGM lerin görev alanlarının daraltılması veya tamamen kaldırılmaları gerekmektedir.

Ulusal Programda Anayasanın DGM’lere ilişkin hükümleri ile DGM Kanununun gözden geçirileceğinin ifade edilmiş olması ve İHKÜK nun Kopenhag Siyasi Kriterleri Işığında Türkiye'nin Alması gereken Önlemler Raporu Anayasanın 143. maddesinin tamamen kaldırılmasına yönelik önerisi umut verici bulunmaktadır.

Makul Sürede Yargılanma Hakkı

Türkiye'de büyük bir adalet yetmezliği yaşanmaktadır. Yaşanan adalet yetmezliğinin sebeplerinden birisi de yargılamanın yavaş işlemesidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf olan devletler, ceza ve hukuk davalarını makul sürelerde bitirecek şekilde yargı mekanizmalarını geliştirmek, yargı teşkilatlarını örgütlemek ve düzenli olarak çalışmalarını sağlamak yükümlülüğü altında bulunmaktadırlar.

Makul sürede yargılama yükümlülüğünü Türkiye'nin yerine getirmediği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından çeşitli kararlarda tespit edilmiş ve yükümlülüğünü ihlal ettiğinden dolayı Türkiye tazminat ödemek durumunda kalmıştır. Örneğin, Mansur/Türkiye davasında yargının işleyişinin tuhaf kusurları tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Sanık 6 yıl boyunca yargıç önüne çıkarılmadan tutuklu kalmış, hakkında aynı ildeki iki ceza mahkemesine aynı konuda iki dava açılmış, davaların farkına 2 yıl sonra varılabilmiştir. Dosyadaki Rumca belgeler İstanbul’da çevirmen bulunamadığı için Ankara’ya gönderilmiş ve sonuçta orada da bulunamayıp geri gönderilmiştir.

Mansur davası kuşkusuz uç bir örnek olmakla birlikte, Türk yargısının, özellikle ceza yargılamasının, yavaş işlediği bir olgudur. 1992 yılı verilerine göre bir ceza davası ortalama olarak 339 günde tamamlanabilmektedir. Bu ortalama çok rahatsız edici olmayabilir. Ancak bu ortalama rakamı oldukça yanıltıcıdır; 30.000 ceza davasında yargılamanın dört yıl ve daha uzun sürdüğü gerçeğini gizlemektedir.

Ceza adaleti mekanizmasının geç işlemesi, ceza adaletinin kalitesi ve etkinliği açısından son derece olumsuzdur. Cezai müeyyidenin yararlı olabilmesi, suç eyleminin gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra uygulanmasına başlıdır. Zamanın delilleri yıpratmasına da geç işleyen ceza adaleti zemin hazırlamaktadır. Medeni yargılamanın aksine, ceza yargılamasında delillerin önceden hazırlanması mümkün değildir. Dolayısıyla, delillerin zamanla silinmesi, örneğin tanıkların zamanla olayı unutmaları gibi, nedenlerden dolayı ceza adaletinin gerçekleşmesi en kısa sürede bitirilmelidir. Ayrıca, ceza yargılaması suçlu olmayanlarında karışabileceği bir süreçtir. Masum sanıkların sosyal itibarlarının fazla yıpranmaması için sanıkların bir an önce yargılanmaları gerekmektedir. Bireylerin uzun süre suç isnadı altında kalmaları demokratik bir toplumda kabul edilemez.

Türkiye'de hemen hemen herkes hakkında ceza yargılaması yoluna gidildiğini istatistikler açık olarak göstermektedir. 1992 yılı verilerine göre bir yılda hakkında ceza yargılamasının ilk aşaması olan hazırlık soruşturması yapılan kişi sayısı 1.648.126 dır. Yine 1992 yılı içinde görülen ceza davası sayısı 1.575.478 adettir. Bunun 1.006.790 adeti yeni açılan davalardan oluşurken 541.247 adeti bir önceki yıldan devir alınmıştır. 1995 yılında ceza mahkemelerini iş yükü daha da artmıştır. Görülmekte olan toplam dava sayısı, 2.5000.785 adete ulaşmıştır. Bunlardan 1.490.408 adeti yıl içinde açılan davalardan oluşurken 967.926 adeti önceki yıldan devredilmiştir. Nüfusu, çocuklar dahil, atmış milyon bir ülkede her yıl bir buçuk milyon kişi hakkında ceza yargılaması işlemleri yapılması dehşet vericidir. Ortalama bir yaşam süren, örneğin almış yıl, bir kişinin hayatı süresince en an doksan milyon kişi sanık olacaktır. Toplumu oluşturan her bir bireyin sanık olma riski birden fazladır. Rakamlar gerekli gereksiz bir çok davranışın suç sayıldığını göstermektedir. O halde acil olarak yapılması gereken bir suç olmaktan çıkarma (dekriminazasyon hareketi başlatmaktır. Esasen, Özal döneminde T.C.K. 141, 142 ve 163 maddelerinde yasaklanan davranışlar suç olmaktan çıkarılarak bu yönde bir hareket başlatılmıştı; ancak Özal'dan sonra bu hareket etkinliğini kaybetmiştir.

Suç olmaktan çıkarma hareketine ivme kazandırılması yanında, makul sürede yargılamayı gerçekleştirebilmek için atılması gereken başka somut adımlarda mevcuttur. Sorunun çözümü için daha önce önermiş olduğumuz yöntemleri kısaca belirtmekte fayda olabilir. Dünyadaki gelişmelere paralel olarak "onarıcı ceza adaleti anlayışı (restorative justice) benimsenmelidir. Suçun failine acı vermeyi temel amaç sayan "ders verici" adalet anlayışının 18. Yüzyıl sonlarında etkinliğini yitirdiği gibi, suçluyu tedavi ederek toplumla uyumlu yaşamasını sağlayacak davranış modelini kazandırmayı amaçlayan ve bu amacı gerçekleştirmek üzere cezaevleri aracını geliştiren "ıslah edici adalet anlayışı" da 20. yüzyılın sonunda etkinliğini önemli ölçüde kaybetmiştir.

“Onarıcı” ceza adaleti yaklaşımı, suç fiilinin yol açtığı kayıplar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Suç işlenmesi neticesi ortaya çıkan zararın giderilmesi, suç fiilinin taraflarının tatmin edilmesi amaçlanmaktadır. Ceza adalet mekanizması mağdur eksenli düşünülmektedir. Bu yaklaşımın temel amacı, mağdurun uğradığı zararın giderilmesi, toplumsal barışa ve güvenliğe katkı sağlanmasıdır. Bu amacı gerçekleştirmek için suç sayılan davranışın tüm taraflarının ceza yargılamasına katılımını öngören çeşitli mekanizmalar geliştirilmiştir.

Onarıcı adalet yaklaşımı, suça gösterilecek tepkinin ne olacağının tespiti mekanizmasına mağdur, suçlu ve toplumun aktif olarak katılımını öngörmektedir. Temel beklenti, suçu işleyen kişinin davranışlarının sonucunu anlaması, davranışlarının yanlış olduğunu kabul etmesi, yaptığı yanlışın olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak için gerekenleri yapmaya hazır olmasıdır. Bu yaklaşımın Alman hukukunda “mağdur-suçlu uzlaştırma programı” şeklinde yansımalarını görmek mümkündür. Bu programın uygulanma alanı her geçen gün artmaktadır. 1995 yılında 9.000 dava bu programa konu olmuştur. Araştırma verileri, bu programa katılma konusunda mağdur ve suçluların %50-70 oranında istekli olduklarını ortaya koymaktadır.

Yeni Zelanda da ise genç suçluları topluma kazandırmak için onarıcı ceza adaleti mekanizmaları etkin olarak kullanılmaktadır. Bu mekanizmaya göre, eğer genç suçlu suçu islediğini mahkemede kabul ediyorsa hakim “gençlere adalet koordinatörü” nün “aile grup konferansı” düzenlemesine karar verebilir. Konferansa polis, gençlere adalet koordinatörü, suçlu genç, suçlu gencin aile üyeleri, istenirse yasal temsilci, mağdur, mağdurun destekçileri ve ailesi katılabilmektedirler. Bu konferansta mağdura suç hakkındaki kanaatlerini dile getirme imkanı verilmektedir. Konferans, anlaşma planı, tepkiler ve sonucun formüle edilmesine doğru yönelmektedir. Eğer taraflar arasında herhangi bir anlaşma sağlanamazsa olay tekrar mahkemeye intikal etmektedir.

Diğer bir öneri ise, her uyuşmazlığın mahkemelere gitmesinin önlenilmesidir. Bu amaçla halen uygulanmakta olan mecburi yargılama ilkesi yumuşatılmalıdır. Mevcut ceza adalet sisteminde kamu davasına konu olan suçlar açısından, suçun işlendiğini öğrenen, kamu davası açmakla görevli makam olayı mahkemenin önüne getirmeye mecburdur. Dünyadaki gelişme mecburi yargılama ilkesinin yumuşatılması yönündedir. Bir suç işlendiğini öğrenen kolluk veya savcılık olayı mahkemeye götürmek gibi tek bir seçeneğe sahip olmak yerine çeşitli seçeneklere sahip olmalıdır. Ancak bu şekilde mahkemelerdeki yığılmadan kaynaklanan kalite ve etkinlik yetersizliğinin önüne geçilebilir..

Sonuç

Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olma yönünde siyasi iradesini ortaya koyması, her alanda olduğu gibi demokrasi ve insan hakları konularında da Avrupa Birliği standartlarına uyum ihtiyacını gündeme getirdi. Bu ihtiyaç aynı zamanda Türkiye'nin liberalleşme ihtiyacıdır. Liberalizmin temeli olan insan kişiliğinin birinci değer olduğu varsayımının Türkiye’nin temel referansı olduğunun Bakanlar Kurulu tarafından Avrupa Birliği'ne sunulmak üzere kabul edilen Ulusal Programın önsözünde açıkça ifade edilmiş olması umut vericidir.

Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinde, bir başka ifadeyle Türkiye'nin liberalleşmesi sürecinde, gözetilmesi gereken temel hedefler; sınırlı, sorumlu ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde işleyen bir devlet anlayışının egemen olması; özel mülkiyet rejimine dayalı bir piyasa ekonomisinin hayata geçirilmesi; çok sayıda bağımsız sivil toplum örgütünün kurulması ve geliştirilmesi ve özgür bir toplumsal alan oluşturulması olmalıdır.

Türk demokrasisinin temel sorun alanlarından olan ifade özgürlüğü konusunda bu özgürlüğün kullanımına engel oluşturan normların kaldırılması, ifade özgürlüğünün geliştirilmesine yönelik anayasal, yasal ve idari güvencelerin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi gerekmektedir. Bazı düşüncelerini açıkladıklarından dolayı cezaevlerinde bulunan kişilerin af/erteleme kanunlarıyla özgürlüklerine kavuşturulmaları yoluna başvurmak yerine ifade özgürlüğünü sınırlandıran normların kaldırılmasına yönelik bir suç olmaktan çıkarma hareketinin başlatılması gerekmektedir. Yargının ifade özgürlüğü konusunda duyarlılığının arttırılması da gerekmektedir.

Örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller sivil toplumun gelişimini engellemektedir. Devlet gücünün vesayeti altında olmayan, kendi faaliyetleri ve yapılanmaları hakkında karar verebilen ve Devlet politikalarını etkileyebilme gücüne sahip sivil toplum örgütlerinin varlık kazanması Türk demokrasisinin gelişimine katkı sağlayacaktır.

İnsan hakları ihlallerinin niteliğinde baskıdan hileye doğru bir değişimin yaşandığı geç kalınmadan fark edilmeli ve hileli yöntemlerle insan hakları ihlallerinin gerçekleşmemesi için gerekli yasal ve idari tedbirler alınmalıdır. Siyasal yaşamda Milli Güvenlik Kurulunun oynadığı rol değişmeli, Kurulun karalarının, açıklamalarının veya tavsiyelerinin siyasal süreci belirleyici olmaktan çıkarılması için somut adımlar atılmalıdır.

Bireyler hakkında tutulan gizli istihbarat raporları, keyfilik ve doğru olmayan bilgiler içerme risklerine karşı güvenceye kavuşturulmalıdır. Bu raporların saydamlaştırılarak, ilgililere kendileri hakkında tutulan kayıtları öğrenme hakkı tanınarak ve yargı denetimine açılarak güvenilirlikleri test edilmelidir. Anayasal bir ilke olan suçların ve cezaların şahsiliği ilkesi doğrultusunda bu raporlar sadece ilgili oldukları kişiler hakkında hüküm doğurmalı, etki alanı masum diğer kişileri kapsamalıdır.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri Savcılıklarınca yürütülen soruşturmalarda 1992 yılında yürürlükten kaldırılmış olan hükümlerin yürürlüklerinin devam ettirilmesi uygulamasına son verilmelidir. Bu mahkemeler tamamen kaldırılıncaya kadar, İHKÜK nun önerisi bu doğrultudadır, uyguladığı hukuk normları diğer mahkemelerin uyguladığı normlarla aynı olmalıdır.

Makul sürede yargılanma hakkının işlerlik kazanabilmesi için her yıl bir buçuk milyon bireye suç isnat edilmesi uygulamasından kaçınılmalı, suç olmaktan çıkarma hareketi başlatılarak suçlar günümüz değer yargıları ile uyumlu hale getirilmeli, onarıcı anlayışının getirdiği yeni uyuşmazlık çözüm mekanizmalarından yararlanılmalı ve mecburi yargılama ilkesi yumuşatılmalıdır.

Ana Sayfa / Main Page

Hosted by www.Geocities.ws

1