ORTADOĞU FELAKETE ÇEKİLİYOR
Noam Chomsky


17/02/2002

 
Dilbilim çalışmalarının yanı sıra siyasi eylemciliğiyle de muhalif dünyanın önde gelen isimlerinden Noam Chomsky, Aram Yayınları'ndan çıkan "Amerikan Müdahaleciliği" isimli kitabı hakkında DGM'de görülen davayı izlemek için geldiği İstanbul'dan sonra dayanışma amacıyla Diyarbakır'ı ziyaret etti. Beraat kararının sabahında Diyarbakır uçağında Chomsky ile 11 Eylül sonrası dünyanın gidişatı ve Türkiye'nin konumu hakkında söyleşi fırsatı bulduk.
 

Soru: 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika'da ciddi bir panik havası esti. Bu öyle bir havaydı ki, okuduğumuz haberlere bakılırsa iki ay öncesine kadar başkanlarının IQ'su ile dalga geçen Amerikalıların Afganistan harekâtı sırasında Bush'a desteği yüzde 90'ları bulmuştu. Gerçekten de böyle mi?

Chomsky: Haberleri okurken dikkatli olmalısınız. 11 Eylül kıyımına insanların ilk tepkisi korku, öfke, kızgınlık oldu. İntikam istendi. Bundan hemen sonra da şarbon paniği başladı. Washington şarbonlu mektuplar ile 11 Eylül arasında bağlantı kurmaya çalıştı. Halkta iç güvenliğe yönelik bir tehdit bulunduğu izlenimi yaratılmaya çalışıldı. Ancak daha sonra mektuplarda kullanılan şarbon sporlarının federal laboratuvarlarda üretildiği anlaşıldı. Yani olup bitenler ulusal terörizme tekabül ediyordu. Ancak 11 Eylül'e yönelik bu ilk tepkiler ve şarbon paniği tablonun bir parçasını oluşturuyor. Öbür tarafında ise böyle bir saldırının hiç düşünülmemiş, akla gelmemiş olmasına yönelik tepkiler ve eleştiriler mevcuttu. Sonra terörizmin tamamıyla kınanmasını amaçlayan tepkiler görüldü. İnsanların ilk tepkisinin korku, öfke olması çok anlaşılır bir durum. Ancak ABD toplumunda kayda değer bir açılmanın gözlendiğini söyleyebilirim. İnsanlar daha fazla konuşuyor, eleştiriyor.

S: Siz 11 Eylül'ü takiben kaleme aldığınız makalelerde, Washington'ın Ortadoğu'da izlediği politikalar üzerinde durarak insanları bu saldırıların sebepleri üzerinde düşünmeye çağırdınız. Acaba bu çağrınıza olumlu cevap alabildiniz mi?

C: Evet. Özellikle de ekonomi basınında. Örneğin Wall Street Journal (WSJ), saldırılardan birkaç gün sonra iş dünyasının Ortadoğu kökenli önde gelen, zengin kesimleriyle yapılan görüşmelere dayanarak, gayet iyi, geniş kapsamlı makaleler yayımladı. Bu WSJ için bir ilktir ve hanesine bir artı puan yazılması gerekir. Bankacılar, avukatlar, çokuluslu şirket yöneticileri gibi, çokuluslu sistemin yanı sıra, ABD'nin kendi iç sistemiyle de bütünleşmiş kişilerle yapılmış görüşmelerdi bunlar. Bu makalelerden öğrendik ki bu kişiler ABD politikalarını destekliyorlar, ama ABD'nin Ortadoğu'da yaptıklarına kızgın. ABD'nin bölgedeki baskıcı rejimleri destekleyerek demokratik eğilimlerin gelişmesini engellemesine, kalkınmanın önünü tıkamasına, İsrail işgaline verdiği desteğe, Irak'a saldırmasına kızgınlar. Irak'a saldırıların sivil nüfusu hedef aldığını biliyorlar ve Batı için bu bir ayıp olsa da Britanya ile ABD'nin bu saldırıları desteklemesine pragmatik gerekçelerle karşı çıkmıyorlar. Bölgedeki nefretin kaynağında ne olduğunu anlıyorlar. Örneğin Usame bin Ladin'i sevmiyorlar, en büyük düşmanları; terörizme destek verilmesine karşılar, ancak WSJ'nin görüştüğü bu önde gelen isimlerin düşünceleri, Ortadoğu'daki halkın genel görüşlerini temsil etmesi itibarıyla önemli. Orada sokaktaki insanın tepkisinin daha güçlü olduğunu görüyorsunuz. WSJ'nin bu çalışması, ABD politikalarının insanların gösterdikleri tepki bakımından değerlendirilmesi yönündeki ilk girişimdi. Amerikan halkında da "Neden bizden nefret ediyorlar?" sorusunun cevabını öğrenmeye yönelik genel bir eğilim söz konusu. Entelektüeller de kendi görüşlerini kaleme alıyorlar. Örneğin medeniyetler çatışması temasının, liberalleşmenin değerlendirildiği makaleler yayımlandı. Önemli olan insanların, gerçekten de zararlı etkileri olan ABD politikaları hakkında konuşmaları. İnsanlar ilgili, bu konuda düşünüyorlar.

S: ABD yönetimi "terörle savaşın" ikinci aşamasında Irak'a saldırmayı düşünüyor. Bush "Ulusa Sesleniş" konuşmasında Irak, İran ve Kuzey Kore'yi "şer mihveri" olarak tanımladı. Bu konuda ABD ve müttefikleri arasında bazı çatlaklar oluştuğu gözleniyor. Bush'un "Ya bizimlesiniz, ya bize karşısınız" tehdidi iflas edecekmiş gibi, siz ne dersiniz?

C: Bu çok yeni bir şey değil. ABD sadece askeri açıdan dünyanın en üstün gücü. Yani son yirmi yıldır dünya ekonomik anlamda üç kutuplu olarak tanımlanıyor. Amerika'nın başat güç olduğu Kuzey ve Güney Amerika, Almanya'nın başı çektiği Avrupa, Japonya ve Çin'in öne çıktığı Pasifik, Hindiçini. Ama Amerika sadece askeri anlamda başat güçtür. Özellikle de son 15 yıldır durum böyle. Herkes bilir ki, bir güçler dengesi sistemi kazanabileceği alanlara oynar. Amerika da askeri çözümleri yeğliyor. Bu 11 Eylül'le gelen bir durum değil. Sözgelimi İsrail-Filistin çatışmasına bakalım. ABD bu konuda 25 yıldır, uluslararası arenada tek başına, müttefiklerinden ayrı bir çizgide. ABD, 25 yıl önce İsrail-Filistin çatışmasına siyasi çözüm getirilmesini öngören bir BM kararını veto etti. ABD dışında bütün ülkelerin kabul ettiği bir karardı bu. Irak meselesine gelince, bugüne kadar sadece ABD ve Britanya Irak'a yönelik saldırıları destekledi. Birçok konuda durum böyle. ABD'nin her zaman askeri çözümden yana olduğunu görüyoruz. Kosova'da diplomatik çözüme ulaşma olasılığı mevcuttu. Aslında bombalama başlamadan önce, taraflar pozisyonlarını çok fazla değiştirmeden bir anlaşmaya varmışlardı. Ama ABD ve Britanya askeri çözüme başvurmayı tercih etti.
Şer mihveri bahsinde, ABD sadece en yakın müttefikleriyle değil, bu ülkelerin bulunduğu bölgelerdeki yerel müttefikleriyle de ters düşüyor. Örneğin Güney Kore'nin, Kuzey Kore ile ilişki kurmaya yönelik girişimleri vardı. Yarımadada birleşmeye, barışçı bir çözümün sağlanmasına yönelik arayışlar söz konusuydu. Clinton yönetimi bunu destekledi ama Britanya hükümeti görüşmelerin sona ermesini uygun gördü. Kuzey Kore'yi askeri bir arayışa itecek ve kabul edilir bir hedef haline getirecek gelişmelerdi bunlar. İran söz konusu olduğunda ise ABD'nin uluslararası planda tamamen yalnız bırakıldığını görüyoruz. 11 Eylül öncesinde de var olan bir durum bu. Dünya ülkelerinin neredeyse tamamı İran'ın reformcu yönetimiyle ilişki kurmaktan, Hatemi hükümetinin uluslararası sistemle bütünleşmesinden yana. Hatta Amerikalı enerji şirketleri bile İran'dan petrol boru hattı geçirilmesini istiyor. Ama yönetim bazı nedenlerle buna karşı çıkıyor; İran'ın düşman olarak kalmasını istiyor. Bunlar ABD-İran ilişkilerinin bazı özel yönleri. ABD 1953'te İran'daki muhafazakâr milliyetçi rejimi devirdi ve şah yönetimini yeniden kurdu. Tıpkı Türkiye gibi, şah rejimi de bölgedeki ABD iktidarının ana merkeziydi. Şah devrildi ve ABD hâlâ bunun acısını çıkarıyor. Irak ise biraz daha karmaşık bir hikâye. Saddam Kürtlere yönelik en zalim kıyımları gerçekleştirirken ABD ve Britanya onu kuvvetle destekliyordu. Saddam emirlere uymamaya başladığında düşman haline geldi.
İran, Irak ve Kuzey Kore'nin bir mihver oluşturduğundan söz etmek çok saçma. İran ve Irak hâlâ 1980-1988'deki savaşı sona erdiren anlaşmayı imzalamış değiller sözgelimi. Ama şer mihveri tanımı iç politika açısından oldukça önemli. Bush yönetimi nüfusun büyük bölümü için bir felaket anlamına gelen politikalar izliyor. Örneğin zenginlere yönelik vergi indirimleri, sağlık ve sosyal güvenlik politikalarında değişiklikler gibi. Bunlar gelecek seçimlerden sonra yürürlüğe girecek değişiklikler olsa bile, insanların kaygılı olduğunu biliyorlar. Önde gelen ekonomistler bile feveran ediyor. Şirket yolsuzlukları ve skandallarından sadece biri olan Enron skandalına yönelmiş dikkati dağıtmak istiyorlar. Yönetim bu yüzden insanları savaşta olduklarına ikna etmek, korkutmak istiyor. Her ülke bunu yapar, insanları ikna etmek isterseniz, onları korkutursunuz. Şer mihveri teriminin icat edilmesinin gerisinde de bu sebepler var.

S: ABD'nin Irak'a yönelik saldırı planlarını Türkiye açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

C: Bu planlar Türkiye'yi de içeriyor. Irak, petrol rezervleri bakımından dünya ikincisi durumunda. Birinci Suudi Arabistan. ABD, bu rezervleri kontrol edebilmek için bir şeyler yapmak istiyor. Rusya, Fransa ve biraz da İtalya, Irak petrolü satın alma konusunda bir eksen oluşturuyor. Bu da ABD'yi huzursuz eden bir durum. Şimdi önlerinde Irak'ı kontrol altına almak için bir fırsat var. Bütün bunlar Türkiye'de de tartışıldı. Anafikir, Türkiye'yi bir paralı asker devleti olarak kullanıp, kara kuvveti desteği alarak Saddam Hüseyin'i devirmek ve buna karşılık Türkiye'ye her zaman hak iddia ettiği Musul ve Kerkük petrollerinin denetimini vermek. ABD de ülkenin güneyini almayı düşünüyor. Bence bu bütün Ortadoğu'yu patlatacak bir gelişme olur. Türkiye içinse bir felaket.

S: İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un siyasi çözümü dışlayan tavrı, mesela hiç uygulanmamış olsa da Oslo Anlaşması'nın muhatabı olan Arafat'ı yine eski günlerdeki gibi terörist ilan etmesi, hatta ortadan kaldırmadığına yanıp yakılması da Ortadoğu'yu felakete sürüklüyormuş gibi, değil mi?

C: Şaron yirminci yüzyılın en büyük teröristlerinden biridir. En korkunç kıyımların sorumlusudur. Ama Türkiye de dahil bütün baskıcı rejimlerin 11 Eylül'ü bir fırsat olarak gördüğüne tanık olduk. Rusya Çeçenlere karşı, Çin batı bölgelerinde baskıyı artırdı. Bu çok doğal; 11 Eylül daha baskıcı olmak için bir fırsat oldu. Oslo Anlaşması ise bir göz boyamadan ibaretti. ABD bu anlaşmayı destekledi ve bu yüzden de anlaşma basında bir dönüm noktası olarak işlendi. Clinton görevden ayrılmadan önceki Camp David görüşmelerinde birtakım öneriler getirdi. Ancak İntifada başladığında bu önerilerin kabul edilmeyeceği de anlaşıldı. Bu yüzden Clinton da Bush da askeri baskıyı artırmayı tercih etti. 11 Eylül'den sonra her yerde bu baskı arttı. Şaron'un yerinde başkası olsa aynı durum yaşanır mıydı? Mesela Dışişleri Bakanı Şimon Peres. Fakat o da İsrail'in başlı başına bir terör olan işgalinin kilit isimlerinden biri. Onun yönetiminde de birçok kıyım yaşandı.

S: Türkiye ziyaretinizde ilginç bir tesadüf yaşandı. Dışişleri Bakanlığı'nın "medeniyetlerin uyumu ve işbirliği" şiarıyla düzenlediği AB-İKÖ ortak forumuna denk geldi ziyaretiniz. Sizce Türkiye bu rolü üstlenebilecek bir ülke mi?

C: Türkiye kısmen Batılı, yüzü Batılı sanayileşmiş ülkelere dönük Müslüman bir ülke. Bu kimliğiyle bir arabulucu rolü oynayabilir. Ama bence "medeniyetler çatışması" gibi görüşler çok saçma. Suudi Arabistan'a bakın örneğin. Ülkenin zenginleri Londra'da yaşıyor. Yoksullarsa Batılı yoksullarla aynı kaderi paylaşıyor. Söz konusu olan medeniyetler çatışması değil, sınıf çatışmasıdır.

Röportaj: Ebru KILIÇ


Kaynak: Radikal Gazetesi
Anarşist Bakış Ana Sayfa --->
1