DEZENFORMASYON KAMPANYASI
Philip Knightley *
 

4 Ekim 2001


Düşman halkını canavar ilan etmenin en kolay yolu bir vahşet hikâyesinden geçer. Vahşet hikayelerinin birçoğu doğru ama -savaşın kendisi vahşet zaten- çoğu da değil. En kaba yaklaşım liderin aklını yitirdiğini öne sürmek. Saddam 'psikopat'tı, Miloşeviç de 'çıldırmış'tı hatırlarsanız. Bin Ladin de 'manyak'

Batı medyasının savaşları nakledişi genelde bunaltıcı derecede bilindik bir çizgi izler: Birinci aşama kriz; ikinci aşama düşman liderin canavarlaştırılması; üçüncü aşama düşmanın bireyler düzeyinde canavarlaştırılması; dördüncü aşama zulüm ve gaddarlık hikâyeleri.

Bugünlerde ikinci ve üçüncü aşamayı yaşıyoruz. Yani sadece Usame bin Ladin ile Taliban'ı değil Afganların çoğunu --hatta Müslümanların birçoğunu-- fanatik ve acımasız gösterme çabası söz konusu.

Halen birinci aşamadan geçiyoruz. Görüşmelerle çözülmeyecekmiş gibi görünen bir krizin söz konusu olduğu aktarılıyor. Siyasiler diplomasi çağrısı yaparken, askeri saldırıya karşı da uyarıda bulunuyorlar. Medya ise bunu 'Savaşın eşiğindeyiz', 'Savaş kaçınılmaz' diye aktarıyor. Haberlere göre bölgede oluşturulan askeri yığınağa yoğunlaşmış durumda, önde gelen köşe yazarları ile gazetelerin başyazıları da savaş çığırtkanlığı yapıyor. Fakat barışa giden bütün yolların tam anlamıyla tüketilmediğini düşünen yabana atılamayacak sayıda vatandaş da var. Her ne kadar orta yolcu medya, protestolarını görmezden gelse ya da küçümsese de...

Naziler-Iraklılar-Sırplar

Bugünlerde ikinci aşamaya, düşman liderinin canavarlaştırılma aşamasına da giriş yapıyoruz. Düşmanın liderini Hitler'le karşılaştırmak, Hitler isminin akla hemen getiriverdiği imajlar sebebiyle iyi bir başlangıç aslında. George Bush, Irak'ın Kuveyt'i işgalini Nazilerin 1930'larda Avrupa'daki işgallerine benzettiğinde medyanın bu temayı hemen kapıvermesinin sebebi buydu. Körfez Savaşı sırasında Saddam Hüseyin medyada kendi halkının bile nefret ettiği, Arap dünyasından dışlanmış ikinci bir Hitler gibi resmedilmişti. Benzer bir biçimde Kosova çatışması sırasında da Sırplar soykırıma meyilli Nazi caniler olarak betimlenmiş, "Auschwitz tarzı fırınlar" ve "soykırım" gibi sözler kullanılmıştı.

Bu aşamada en kaba yaklaşım ise bir liderin aklını yitirdiğini öne sürmek. Saddam Hüseyin "akli dengesini yitirmiş bir psikopat", Miloşeviç ise "çıldırmıştı" hatırlarsanız. Spectator da kısa bir süre önce Usame bin Ladin hakkında "Manyağın Zihniyeti" başlıklı bir makale yayımladı.

Eleştirenler Tu Kaka

Bütün bunları açıkça sorgulamaya kalkanlara gelince... Onlara daha da güçlü bir öfkeyle yaklaşılır. Körfez Savaşı sırasında bu insanlar "teröristlerin dostu, kiralıklar, riyakârlar, hayvanlar, barbarlar, deliler, hainler, aklını yitirmişler, yalakalar" gibi sıfatlarla nitelenmişti. Yakın zamanda The Mirror barış gösterilerini şöyle aktardı:
"Yanlış yönlendirilmiş, şaşkın bireyler her zaman kendi ülkelerinden başka her ülkeyi rahatlatma ve destekleme peşinde. Onlar hepimiz için bir tehlike, içimizdeki düşman". Yazar Christopher Hitchens da geçen haftaki Spectator'daki "Kahrolsun güvercinler" başlıklı makalesinde yeni düşmanı anlamaya çalışan aydınların barış, demokrasi ve insan hakları dostu olamayacağını savunuyordu.

Üçüncü aşama sadece liderin değil, halkın da canavarlaştırılması. Bunu yapmanın en kolay yolu bir vahşet hikâyesinden geçer. Sorun şu ki, vahşet hikâyelerinin birçoğu doğru ama --savaşın kendisi vahşet zaten--, çoğu da değil.

Mesela şu Kuveytli bebekler hikâyesine bir bakalım. Bu hikâyenin kökenleri Birinci Dünya Savaşı'na, Almanları, Belçikalı bebekleri havaya atıp süngüyle yakalamakla suçlayan Britanya propagandasına dek uzanır. Hikâyenin tozları alınmış ve Körfez Savaşı için yenilenmiş versiyonunda modern bir Kuveyt hastanesini basan Iraklı askerler erken doğmuş bebekleri kuvözlerinden fırlatıp atarlar, çünkü kuvözler Irak'a gönderilecektir.

En başından inanılmaz gelen bu hikâye ilk kez Daily Telegraph tarafından 5 Eylül 1990'da yayımlandı. Fakat hikâyede insan unsuru eksikti; doğrulanmamış bir hikâyeydi; ne bir televizyon görüntüsü vardı, ne de ölü bebeklerinin başında ağlaşan annelerle yapılmış bir röportaj.

Bu eksik çok geçmeden giderildi.

Kendine Özgür Kuveyt Vatandaşları diyen bir örgüt (sürgündeki Kuveyt hükümeti tarafından finanse ediliyordu), Irak'ın Amerika'nın müdahalesiyle Kuveyt'ten çıkarılmasına yönelik bir kampanya için Amerika'nın büyük halkla ilişkiler şirketlerinden Hill & Knowlton ile 10 milyon dolarlık bir sözleşme imzalamıştı.

Ne Hikâye Ama

ABD Kongresi'nin İnsan Hakları Komisyonu ekim ayında toplanacaktı. Hill & Knowlton, kongreye bebeklerin hikâyesini anlatacak 15 yaşında Kuveytli bir kız ayarladı. Genç kız çok başarılıydı, doğru zamanda gözyaşlarına boğulup sanki devam edemeyecekmiş gibi sesini titretirken gerçekten başarılıydı. Kongre komisyonuna sadece "Neyyire" diye tanıtılmış, yüzlerinde kızgınlık ve kararlılıkla onu dinleyen kongre üyeleri televizyon ekranlarına yansımıştı. Başkan Bush bunu izleyen beş hafta boyunca Saddam rejiminin kötülüğünü anlatmak için tam altı kez bu hikâyeye göndermede bulunacaktı. Senato'nun, Saddam'ı Kuveyt'ten çıkarmaya yönelik bir askeri müdahaleyi tartıştığı oturumda, yedi senatör özellikle kuvözdeki bebekler hikâyesini hatırlattı. Ve savaş yanlıları oylamayı sadece beş oy farkla kazandı. John R. Macarthur'un savaş sırasındaki propaganda faaliyetleri ile ilgili araştırması, bu bebeklere yönelik vahşet hikâyesinin, Amerikan halkının savaşın zorunluluğuna hazırlanmasına yönelik kampanyada bir dönüm noktası olduğunu ortaya koyuyor. Gerçek iki yıl sonra ortaya çıktı. Hikâye bir uydurma, bir masaldı. Hill & Knowlton'ın Kongre komisyonunda ifade vermesi için hazırladığı Neyyire, Kuveyt'in ABD büyükelçisinin kızından başkası değildi. Macarthur bunu gözler önüne serdiğinde savaş çoktan kazanılıp bitmişti, bunun da artık hiçbir önemi kalmamıştı.

Taze Örnekler

Peki ya, Britanya basınında bu hafta yayımlanan Afganistan'daki işkenceyle ilgili haberlere ne demeli? Taliban'ın gizli polisinde görev yapan ama daha sonra ayrılan biri Pakistan'ın Kuetta kentindeki bir muhabire, kendisine "çığlıklar yüzünden kümeslerdeki horozların bile ürkeceği kadar korkunç, yeni işkence yöntemleri bulması emri verildiğini" anlatmış, ondan sonra da kendisinin ve kendisine bağlı memurların geliştirdiği bazı ürkütücü işkence biçimlerini sıralamış. "Afganistan'dakine benzer bir barbarlık ve zalimlikle dünyanın hiçbir yerinde karşılaşamazsınız".

Hikâye kulağa yalanmış gibi geliyor, üstelik itirafçılar muhabirlerin neyi duymak istediğini düşünüyorlarsa onu anlatmakla meşhurdur. Öte yandan doğru da olabilir. Sorun yalanı doğrudan nasıl ayırt edeceğimizde. Medya bizden kendisine güvenmemizi istiyor, ancak bu güven o kadar sık ihanete uğruyor ki.

* Gazeteci, savaş haberciliğinin tarihini inceleyen 'The First Casualty'/İlk Zayiat adlı kitabın yazarı, 4 Ekim 2001.

Çeviri: Bilinmiyor


MİLİTARİZM Ana Sayfa ---> 
1