MARKSİZMİN ANARŞİST ELEŞTİRİSİ
MARKS'IN SERMAYE KURAMI, KISIM II
Ron TABOR

 
IV. SERMAYE BİRİKİMİ
  • Birikim Süreci
  • Ürettiğinin Hakimiyeti Altındaki İinsanlık
  • Sermaye: Sadece Dondurulmuş Emek mi?
  • Üretim Araçları: Tamamen Maddi mi?
  • Emeğin Üretkenliği mi, yoksa Sermayenin Üretkenliği mi?
  • Sömürü: Bilimsel Olarak mı Gösterildi?

  • V. EMEK-DEĞER KURAMI
  • Kapitalist Gelişmenin Eğilimleri
  • Sosyalizm: Kapitalist Gelişmenin Gereği mi?
  • Emeğin Diyalektiği?
  • Bir Bütün Olarak Marks'ın Kuramı
  • İnsanlık: Emekle mi Tanımlanmış?

  • Marksizmin Mantığı
    Marksizmin İronileri
    Ütopya'nın Sonu mu?
    Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler,
    açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.

    Okuyucuya: Bu yazı bu derginin bir önceki sayısında yayınlanan makalenin devamıdır. Orada sermaye kuramının Marksist dünya görüşü içindeki rolünün, Marks'ın kapitalizmi ele alış yönteminin ve kuramının ilk bileşenlerinin kabataslak bir resmini çizmiştim. Bunlar, onun metaları analizini, onun değer anlayışını ve kapitalizmdeki sömürünün doğasını kavrayışını, artı-değerin üretimini içermekteydi. Yine Marks'ın yaklaşımının ve dünya görüşünün bazı uzantılarını tartışmıştım. Bu bağlamda benim iki ana iddiam var: (1) Marksizm, Marks'ın bilimsel olduğunu iddia etmesine rağmen bir felsefidir; ve (2) onun bilimsel doğasına olan inanç, özellikle de Marksizmin sosyalizmin tarihin "zorunlu" sonucu olduğundaki ısrarı, ve Marksist kuramdan kaynaklanan stratejik adımlar, Marksistlerin, Marksizmin savunduğu ve öngördüğü kurtarılmış --sınıfsız ve devletsiz-- toplumlar yerine totaliter rejimler kurmalarına yol açmıştır. Bu makalede, Marks'ın kuramının en önemli noktasına, onun sermaye analizine yoğunlaşacağız. Bu makalenin ilk parçasında yazdıklarımı burada okuyuculara hatırlatmak istiyorum. Marksizm hakkındaki savlarımı kanıtlayabileceğim iddiasında değilim. Benim ortaya koyduğum şey, Marksizmin ne olduğuna ve ortaya çıkan tarihsel sonuçlara ilişkin kendi yorumumdur. Analizinin büyük bir kısmı, örneğin sermayenin ve rantın yeniden üretimini ele alışı, ticari sermaye ve hayali [fictitious] sermaye, yani Kapital'in 2. ve 3. ciltlerindeki malzemenin çoğu ya dışarıda bırakılmıştır ya da oldukça kısaca değinilmiştir. Bunun yerine Marks'ın kuramının odak noktası, onun sermaye anlayışı üzerinde yoğunlaşacağım.
     

    IV. SERMAYE BİRİKİMİ

    Marks'ın analizini anlamak için, Marksist görüşe göre tüm sınıflı toplumların sömürüye, emek harcamayan bir sınıfın emek harcayan sınıf veya sınıflarca üretilen ekonomik artığa el koymasına dayandığını hatırlamak önemlidir. Bu artık, emekçi sınıfın varlığını sürdürmesi ve kendi kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli olanın üstündeki ekonomik üretimden meydana gelir.

    Her ne kadar kapitalizm de diğer sınıf-bölünmeli üretim tarzları gibi sömürüye dayansa da, bu sömürünün özel tabiatı benzersizdir. Kapitalizmden önce varolan toplumsal sistemlerde --eski kölelik ve feodalizm gibi, sömürüü açık, belirgin biçimler almıştı: ya sömürülen sınıf tarafından üretilen belirli artı ürününe sömürücü sınıf tarafından açıkça el konulması, ya da onun artı emeğinin doğrudan kullanımı. Bunun aksine, kapitalizmde, görünürde eş değer olan metaların değişimi yoluyla gerçekleşen sömürü gizlidir. İşte bu değişim sayesinde, kapitalist sınıf --Marks'ın artı değer dediği-- soyut, genel emeği (değeri) kendine mal eder.

    Ancak, Marks'ın kuramına göre, kapitalizme özgü olan şey yalnızca bu artığın doğası ve nasıl üretildiği değildir. Artığın nasıl kullanıldığı da kapitalizmi daha önceki sistemlerden farklılaştırır. O [önceki] toplumlarda artık esasen sömürücü sınıfın tüketimine, yönetimini sürdürmesine --örn. devlet ve ordu-- tahsis edilmekteydi. Kapitalizmde, aksine, artı değerin büyük bir kısmı tekrar üretime yatırılır. Burada, genellikle daha fazla sayıda ve daha gelişkin olan makina ve öteki üretim araçları biçiminde, üretim sürecinin kendisinin genişletilmesi ve modernleştirilmesi için kullanılır. Bunu yaparken kapitalistlerin amacı hep daha büyük bir artı-değer üretimidir. Sloganı "tüketim için üretim" olan daha önceki sistemlerin aksine, kapitalizmin sloganı "üretim için üretim"dir. Marks bunu şöyle ifade ediyor:

    " ... kişiselleşmiş refah sahibi olan o (kapitalist -RT) üretim için üretir, refahın birikmesi sağlamak için refahı biriktirmek ister. Sermayenin memuru [functionary], yani kapitalist, üretimin amili [agent] olduğu ölçüde, onun için önemli olan kullanım değeri ve onun artışı değil, değişim değeri ve değişim değerinin artmasıdır. İlgilendiği şey soyut refahın çoğalması, başkalarının emeğine el koymanın artmasıdır" (Karl Marks, Artı-Değer Kuramları, Kısım I, Progress Publishers, Moskova, 1969, s. 282).
    Soyut refahın (değerin) bu artan üretimi şu şekilde gerçekleşir.
     

    BİRİKİM SÜRECİ

    Marks'a göre, her kapitalist artı değer üretimini, [yani] kar kaynağını arttırmakta rekabetin zorlamasıyla yönlendirilir. Bunu (birbirlerini dışlar olmayan) iki yoldan yapabilir.

    İlk olarak, çalışma gününü uzatabilir. İşçilerinin (ve onların ailelerinin) bir gün içinde, kendi yaşamlarını devam ettirmeleri için gereken zaman miktarı --Marks'ın gerekli emek-miktarı [necessary labor-time] dediği-- değişmeyeceği için; işçinin şimdi fazladan çalıştığı saatler, işçinin bu süre zarfında artı-değer ürettiği dönem olan artı emek-zamanı arttıracaktır. Sonuçta, işçiler kapitalistin elinde tutacağı daha fazla artı-değer üretirler. (Marks'ın görüşüne göre) tarihte ilk defa kapitalizmle ortaya çıkan bu [şey], Marks [tarafından] "mutlak artı değer" üretimi olarak adlandırır. Ancak, çeşitli nedenlerden ötürü (çalışma gününü belli bir ölçüde uzatılabileceği olgusu; işçilerin, mücadele yoluyla, nihayetinde çalışma gününü kısaltmayı başarmış olmaları olgusu), bu yöntemin sınırlı olduğu görülmüştür. O zaman kapitalistler, olgun bir kapitalizmin karakteristiği olan, artı değeri arttırmanın diğer bir yoluna başvurmuşlardır.

    Her kapitalist, arkadaşı olan kapitalistlerle rekabetinde, üretim maliyetlerini düşürmeye yöneltilir. Böylece aynı genel maliyetle daha fazla meta üretebilir; [bu da] fiyatları düşürmesini ve rakiplerinden daha fazla satmasını sağlayarak karını arttırır. Kapitalistler, ücretleri azaltarak ve üretimin hızını attırarak halihazırdaki makinalarıyla maliyeti düşürebilirler. Ancak bu yöntemlerin sınırları vardır; diğerlerinin yanısıra, eğer işçiler bırakın çalışabilmeyi, hayatta kalabileceklerse eğer, yaşam standartları sonsuza kadar düşürülemeyecekken, işçilerin zorlu bir şekilde çalışabilmelerinin [bir sınırı olması] olgusu.

    Kapitalistler için maliyetleri düşürmenin daha etkili bir yolu, yeni, daha etkin fabrikalar ve makinalar alarak üretim sürecini belirli aralıklarla modernleştirmektir. Bu kapitalistlerin aynı sayıda ve hatta daha az sayıda işçi kullanarak aynı zaman zarfında daha çok meta üretebilmelerini mümkün kılar. Bu modernleştirmenin net etkisi, işçi sınıfının emek-gücünün değerinin düşürülmesidir. Diğer bir deyişle, yeni fabrika ve makinalar vb. emeğin üretkenliğini arttırdığı için, işçiler kendilerinin ve ailelerinin belli bir zaman zarfında hayatta kalması için gerekli olan değer miktarını artık eskisine göre daha az zamanda üretebilmektedirler. Örneğin, eğer işçiler önceden kendilerinin ve ailelerinin hayatta kalması yeterli değeri günde dört saatlik çalışmayla üretebilirken, şimdi bunu mesela 3,5 saatte yapabileceklerdir. Sonuç olarak, belirli bir çalışma günü için, kapitalistler işçilere o [çalışma] gününde ürettiklerinin daha düşük bir yüzdesini verebilirler, ve böylece (kapitalistler) ellerinde tuttukları değer miktarını arttırabilirler.

    Marks'ın terminolojisinde, kapitalistler, artı değerin daha büyük bir kısmını ele geçirebilmelerini mümkün kılacak şekilde, gerekli emek-zamanı miktarını düşürmüşlerdir ve çalışma gününden elde edilen artı emek-zamanı miktarını arttırmışlardır. "Mutlak artı değer" üretiminde gerçekleşenin aksine, Marks bunu "göreli artı değer" üretimi olarak gösterir.

    Rekabetçi koşullar altında, bu neredeyse sürekli bir süreçtir. (Aslında, bu, kapitalist gelişmenin devresel [konjonktürel] mizacının, onun dönemsel krizlerinin sebeplerinden birisi olan devirler [cycle] şeklinde gerçekleşme eğilimi gösterir.) Başka bir ifadeyle, işçiler tarafından üretilen artı değerin giderek artan miktarları, esasen kapitalistler tarafından tüketilmez, bunun yerine üretim araçlarını modernleştirmek üzere üretim sürecine yatırılır. Bu ise, daha fazla artı değer üretecek olan üretim sürecine yeniden yatırılarak daha da fazla artı değer üretilmesiyle sonuçlanır, ve bu böyle devam eder.

    Zamanla çeşitli sonuç ortaya çıkar: (1) kapitalist ekonomi dönemsel olarak üretim araçlarının yenilenmesini yaşar; (2) Kapitalistin, Marks'ın "sabit sermaye" dediği (makinalar, aletler ve hammaddeler) şeylere yapılan yatırımda "değişken sermaye"ye (emek) göre artış vardır; veya Marks'ın "sermayenin organik kompozisyonun" artması dediği şey [yaşanır]; (3) (Marks'ın Departman I dediği) üretim araçları üreten sanayilerinin nispi ağırlığı tüketim araçları üreten sanayilere (Departman II) göre artar; (4) Hem üretilen artı değer miktarı, hem de Marks'ın sömürü oranı --veya artı değer oranı-- dediği artı emek-zamanının gerekli emek-zamanına oranı yükselir.

    Görülebileceği üzere, betimlenen bu süreç kümülatiftir [birikmelidir]. Üretilen durmaksızın büyüyen artı değer miktarı kapitalistlerin ellerinde birikir ve sermaye haline gelir. Bu sermaye, daha fazla artı değer üretmek, ve bireysel kapitalistler ve bir bütün olarak kapitalist sınıf tarafından sahip olunan sermayeyi çoğaltmak üzere yeniden yatırılır. Ancak, Marksist görüşe göre emeği, değerin, artı değerin ve bu nedenle de sermayenin tek kaynağı olan işçi sınıfı, hayatta kalmak için emek-gücünü satmak zorunda olan mülkiyetsiz proleterler sınıfı olarak kalmaya devam eder.

    Marksist terimlerle, sermaye, "canlı emeğe" [living labor] hakim olan biriktirilmiş "ölü emek"tir [dead labor]. Bu, canlı emeğin ürünleri olan, Marks'ın "üretimin maddi araçları" dediği --fabrikalar, makinalar, aletler ve hammaddeler-- şeylerden meydana gelmektedir. Ancak, bu emek artık "ölü"dür; yani canlı olmayan nesnelerin içinde dondurulmuştur [katılaşmıştır], ve "canlı emeğe", [yani] proleterlere hakim olmaktadır. İşçiler sermayenin hakimiyeti altına girmiştir; emekleri, ve aslında bizzat varlıkları, kendi birikmiş ölü emekleri [olan] sermaye üretimi ve birikiminin hakimiyetine girmiş, [onların] gereksinimlerine hizmet etmektedir. İşçiler, böylece, kendilerinin üstünde duran, kendilerine hakim olan ve onları ezen yabancı bir varlık olarak, kendi üretken kapasiteleriyle karşı karşıya gelirler. Sonuç olarak, insan emeğinin üretkenliğinin arttığı ölçüde, emeğin canlı cisimleşmesi [embodiement], yani sermayenin (ve buna sahip olan ve denetleyen kapitalist sınıfın) işçiler üzerindeki gücü de artar. Marks şöyle yazar;

    "... Sermaye, bir nesne değldir, aksine kendisini bir nesnede ifade eden ve bu nesneye özgül bir toplumsal karakter kazandıran, toplumun belirli bir tarihsel teşekkülüne [formasyonuna] ait olan, belirli bir toplumsal üretim ilişkisidir. Sermaye, bir malzemeler ve üretilmiş üretim araçları toplamı değildir. Sermaye aksine --altın veya gümüşün özünde para olmasınndan daha fazla [anlamlı] olmamak üzere-- özlerinde sermaye olan, sermayeye dönüştürülmüş üretim araçlarıdır. Bu, sermayedeki anti-tezi sayesinde kişiselleşen, bizzat emek-gücünden bağımsız hale getirilen ürünler ve çalışma koşulları olarak canlı emek-gücünün karşısına çıkan, toplumun belirli bir kesimi tarafından tekelleştirilmiş üretim araçlarıdır." (Kapital, Cilt 3, International Publishers, New York, 1967, s. 814-815).
    Bu, kısaca olsa da, Marks'ın sermaye anlayışıdır. Onun görüşüne göre, sermaye birikimi yalnızca kapitalist üretimin özünü oluşturmakla kalmaz, onun temelidir de, ve bir bütün olarak --devlet ile diğer siyasi ve toplumsal kurumlar, ve entelektüel yaşamın tüm alanı da dahil olmak üzere-- kapitalist toplumun bizzat doğasını belirler. Dahası, kapitalist sistemin nasıl gelişeceğini, ve en nihayetinde neden ve nasıl yıkılacağını ve yerini sosyalizm/komünizmin alacağını belirleyen --Marks'ın sermaye birikiminin "devinim yasaları" dediği-- bu sürecin içsel dinamikleridir.
     

    ÜRETTİĞİNİN HAKİMİYETİ ALTINDAKİ İNSANLIK

    Marks'ın anlayışı, eğer iktisadi yazılarında önerdikleri yerine daha geniş ve metaforik [mecazi] bir anlamda anlaşılırsa, bayağı anlamlıdır. Her ne kadar bunu (kavramı Hegel'den ve onun öğrencisi Ludwig Feuerbach'dan almıştı) toplumun iktisadi yapısı bağlamında geliştirmiş olsa da, bu aynı zamanda toplumsal yaşamın diğer yönlerine de uygulanır. Diğer bir deyişle, emeğe sermaye tarafından hükmedilmesi, veya Marks'ın emek-sermaye ilişkisi dediği şey, daha genel toplumsal bir fenomenin, [yani] insanoğluna kendi yaptığı ürün tarafından hükmedilmesi eğiliminin sadece özel bir örneği veya bir yüzeyidir. Bu şekilde bakılınca, seçkinlerin kontrolünde olan insan faaliyetinin ürünlerinden (üretim araçları) oluşan sermaye halkın büyük bir kısmına hakim olur. Aynı şey, tarih boyunca insan toplumunda var olan diğer kurumlar, özellikle de otoriter olanlar için de söylenebilir.

    Örneğin devlet insanoğlunun bir yaratısıdır, ancak bu kurum başından beridir devlet-hakimiyetindeki toplumlarda yaşayan büyük halk çoğunluğunun, ve böylece de bir anlamda da bir bütün olarak tüm insanlığın ezilmesinin bir aracı olmuştur. Feuerbach'ın bu düşüncenin kendi biçimini ele aldığı özel bir konu olan din, aynı fenomenin başka bir örneğidir. Aslında tüm sömürücü iktisadi ve siyasi yapıların yanısıra toplumsal ve kültürel kurumlar, dinler, felsefeler ve ideolojiler; [insanlara] hükmeden ve onların yaşantılarını yöneten insanoğlu yaratıları olarak görülebilir. (Bu, aslında, Marks'ın ilk yazılarında açıkça, ve bilimsel eserler olduğu varsayılan daha sonraki diğer [çalışmalarında] ise bir alt tema olarak kapalı bir biçimde öne sürülen, Marksizmin külliyatının temelinde olan düşüncedir.)

    Bence, böyleyken, Marks'ın kuramı eğer metaforik anlamda ele alınırsa oldukça anlamlıdır. Ancak bunun bilimsel değil, felsefi bir anlayış olduğunu anlamak önemlidir. Diğer bir deyişle, bu bir bilimsel gösterim veya ispat meselesi değil, bir görüş meselesidir. Bu, diğer şeylerin yanısıra, çok geneldir; bilimsel sınamaya tabi tutulamayacak tartışmaya açık tanımlar, değer yargıları ve örtülü insan doğası kavramlarıyla sarmalanmıştır. Örneğin, insanlığın kendi ürünlerinin hakimiyetinde olması ne anlama gelir? Bu, insanoğlunun yarattığı kurumlar ve diğer varlıklarla --devlet, ekonomi, din, kültür--, kısacaası insan toplumunun tümüyle çatışma içinde olan bir insan doğası algısını ima eder. Ancak bu ürünler insan doğasıyla çatışık, bir nevi zıt değil de, bu doğanın doğru bir yansımasıysa eğer ne olacak? Eğer öyleyse, o zaman insanoğullarına onlar tarafından hakim olunmuyordur, daha ziyade insanlar onlarla ve onlar aracılığıyla yaşıyorlardır; aslında, onların yaşamlarımızı daha iyi yaptığı, ve onlarsız yaşamamızın mümkün dahi olamayacağı öne sürülebilir.

    Aynı şekilde, insanlığa kendi ürünlerinin hakim olduğu düşüncesi, insanoğlunun bu hakimiyetin artık ortaya çıkmayacağı yeni bir toplum yaratma yetisine sahip olduğunu ifade eder. Ancak, bir bütün olarak insan doğası sorunu gibi, bu da bilimsel olarak ispat edilemeyecek bir kavramdır. Bununla nasıl başa çıkılabilir? Bunu halletmek için ne çeşit bir test veya deney kurgulanabilir? Meselenin tümü, temel inanç ve değerlerle, dünya görüşü tercihiyle içsel olarak sınırlanmıştır, ve bilime başvurarak halledilemez. Diğer bir deyişle, bu kanıtlanamaz bir önermedir.

    Bunun bir parçası olduğu bütüncül dünya görüşü gibi, Marks'ın sermaye analizi de aynı felsefi niteliğe sahiptir. Bu onun çıkış noktasında, onun tanımlamalarında belirgindir: değeri, onlarda "içerilen [cisimleşen]" emek miktarınca belirlenen "dondurulmuş [congealed] emek"ten oluşan metalar; sermayenin, "canlı emeğe" hakim olan "ölü emek" olması. Bu önermeler bilimsel olarak nasıl oluşturulabilir? Bir metayı açtığımızda --örneğin bir elbiseyi veya makinayı--, bu dondurulmuş emeği görebilir, ayırt edebilir, ölçebilir veya tartabilir miyiz? Tabii ki hayır. O zaman kuramını bilimsel olarak nasıl sınayabiliriz, veya geçersizliğini ispatlayabiliriz? Buna rağmen, Marks kuramı ortaya koyarken onun felsefi bir anlayıştan ziyade bilimsel olduğunda ısrar etmiştir.

    Tabii ki, Marks fazlasıyla cömert bilim tanımında yalnız değildi. Pek çok çağdaşı, özellikle de toplumsal meselelerle ilgilenenler, aynı temayülü [eğilimi] göstermiştir. Ancak bugün, onların, örneğin fizik yasalarıyla karşılaştırılabilir, gerçekten bilimsel olan bilimsel toplum kuramları geliştirme girişimlerinin oldukça hırslı olduğunu görebiliyoruz. Belki ben bilim tanımımda oldukça dar veya talepkarımdır. Bazıları, Marks'ın fizik veya biyoloji alemiyle değil toplumsal dünyayla ilgilendiğini; toplumsal bilimlerin ilgilendiği kavram ve kuramların diğer, "katı" bilimlerde kullanılır olan kanıt veya gösterim düzeyine uygun düşmediği için, bu [katı] bilimlere uyguladığımız standartların aynısını ona ve diğer toplumsal kuramcılarına uygulamanın adaletsiz olduğunu söyleyebilir. Toplumsal bilimlerdeki diğer çalışmalar gibi --bu argüman sürdürülebilir, büyük bir açıklayıcı değere sahip olan belli bir fenomeni, yöntemli ve içsel olarak tutarlı bir şekilde incelemesi anlamında Marks'ın çalışması bilimseldir. Ben, toplumsal bilimlerin herhangi bir şekilde bilimsel olarak adlandırılabilip adlandırılamayacağını kendi kendime sorarken, tanımlamalar hakkındaki verimsiz tartışmalardan kaçınmak için bu meseleyi açıklığa kavuşturacak bir yol öneriyorum: derinlemesine incelenen ve yöntembilimsel [metodolojik] olarak tutarlı bir bilimsel çalışma ile bir bilimsel kuram arasında ayrım yapılması. Yani, Marks'ın çalışmasının bu ilk anlamda bilimsel olduğunu kabul etsek dahi, onun kapitalizm analizi bilimsel bir kuram meydana getirmez. Burada hayati olan şey, bazı toplumsal kuramların yapabileceklerinin dışında olan birşeyleri kanıtlamaya çalışmak için kullanılmamasına dikkat etmemizdir. Toplumsal bilimler, oldukça yalıtık, dar ve kontrollü (yani bir veya iki değişken dışında tüm değişkenlerin ortadan kaldırıldığı) ortamlar dışında, --bireysel veya toplumsal-- insan davrannışlarının tahmin edilmesinde adı çıkmış bir şekilde zayıftır. Sonuç olarak, Marks'ın bu makalenin ilk kısmında alıntılanan iddiası, yani kapitalizmin içsel mantığının bir mutlaka onun yıkılmasına ve proleterya diktatörlüğü kurulmasına yol açacağını ispat ettiği, bilimsel olarak gösterdiği yanlıştır.

    Ancak gelin Marks'ın sermaye analizine bakalım ve bu açıdan nasıl üstesinden geldiğini görelim.
     

    SERMAYE: SADECE DONDURULMUŞ EMEK Mİ?

    Gördüğümüz üzere, Marks, sermayeyi canlı emeğe hakim olan "ölü emek" olarak tanımlar. Keza bize, bu ölü emeğin doğrudan üreticilerden, işçilerden artı-emek emmek için kullanılan "üretimin maddi araçları"nda (tüm metaların dondurulmuş emek olması gibi) dondurulmuş olduğunu söyler.

    İlk bakışta bu makul gözükür, ancak biraz düşününce sorunlar ortaya çıkar. Bir yandan, bize üretim araçlarının maddi olduğu söylenir. Bunun genel olarak anlaşılan anlamı, üretim araçlarının --fabrikalar, makinalar, aletler, hammadddeler-- maden, ağaç ve diğer dokunulabilir --hissedilir, tartılabilir, ölçülebilir--- maddelerden [matter] meydana geldiğidir. Ve [bahsedilen] durum bu gibi gözükür. Öte yandan ise, bize üretim araçlarının dondurulmuş emek olduğu söylenir. Her nasılda, emek, üretim araçlarını meydana getiren maddenin içinde (veya daha iyisi, madde olarak) dondurulmuş gibidir. Bu durumda, üretim araçları hem emek hem de madde olacaktır. Ama öyleyse, nasıl olur da sadece dondurulmuş emek olarak tanımlanabilirler? Madde'ye ne olur?

    Sorun kısmen Marks'ın eksantrik [ayrıksı] (yani felsefi) emek tanımında yatar. Bana göre (ve sanırım çoğu insan için de) emek, maddi cisimlerin onun tarafından ve onun aracılığıyla --genellikle maddi aletler yardımıyla-- insanoğulları için daha doğrudan kullanışlı biçimlere dönüştürüldüğü bir süreçtir. Emek, maddi varlıklar (insanoğulları) tarafından işlendiği, ve maddi varlıklara (ham ya da işlenmiş maddeler, aletler, makinalar, vb.) veya onlarla birlikte uygulandığı ölçüde, ancak bu kapsamda maddi olarak nitelendirilebilir. Ancak, emek süreci sonlandığında emek gitmiştir; maddi ürünleri dönüşmüştür, ancak artık var olmaz. Bir yerde "dondurulmuş" değildir. Normal düşünüş tarzına (en azından benim kendi düşünüş tarzıma) göre, Marks'ın dondurulmuş emeği ya bir metafordur; veya bu makalenin ilk kısmında bahsettiğim üzere, bu bir İdealist felsefi töz [substance] , dokunulabilir olmaksızın bir şeye içkin [onun tabiatında bulunan] olan, bizzat onun esası olan bir temel özdür [essence]. (Yeterince manalı olacak şekilde, emeği tanımlamak için Marks "töz" terimini kullanmıştır. Örneğin, Artı-Değer Kuramları'nın III. Kısmında şöyle yazar: "Bir töz oluşturan değerler olarak metalar, aynı tözün --[yani] toplumsal emeğin-- basit birer gösterimidirler [temsilidirler]." s. 40, altı çizili yer aslında vurgulu.) Her iki halde de, dondurulmuş emek gerçekte maddi değildir. Sonuç olarak, eğer üretim araçları sadece dondurulmuş emek olarak tanımlanırlarsa, [o zaman] maddi değildirler. Ve eğer maddi olarak tanımlanırlarsa, basitçe dondurulmuş emek olamazlar.

    Yine de Marks'ın tanımladığı şekliyle (yani makinalar, araçlar ve hammaddeler olarak) üretim araçlarını ele alacak olursak, bunların gerçekten de maddi olduklarını açıkça görebiliriz. Ve böyle olduğu için de, sadece emekten daha fazlasından meydana gelirler. Aşikar olması gerektiği üzere, bu metalar çaşitli Doğa ürünleri'nden meydana gelirler. Bunlar, insanların --ya üretim ya da tüketim-- gereksinimlerini karşılamak üzere topladığı, büyüttüğü veya işledikleri doğal olarak üretilen şeylerden oluşurlar. Ve, tabii ki Marks bunun farkındadır; aslında, bu onun analizinde merkezi bir yer tutar. Ancak, bunu, sermayenin basitçe dondurulmuş emek olduğu iddiasıyla nasıl bağdaştırır?

    Tabii ki, kılı kırk yaran [gereksiz inceliklere dolu olan] Marks'ın terminolojisine sığınılabilir. Örneğin, üretim araçlarının maddi oldukları, ancak kendi başlarına sermaye olmadıkları iddia edilebilir. Marks, sermayeyi sermaye-emek ilişkisi olarak tanımladığı için, üretim araçları ancak işçileri bilfiil sömürmekte kullanıldıkları zaman, veya daha genel olarak, sermayedarlar tarafından sahiplenildikleri zaman sermaye, ve böylece de dondurulmuş emek olurlar. Ancak, bu, yanlızca Marks'ın algısının felsefi/metaforik doğasını daha göze batar bir hale getirir. Her nasılsa, üretim araçlarını meydana getiren maddi varlıklar, işçileri sömürmek için kullanıldıkları veya kapitalistlerin mülkiyeti altında oldukları zaman mucizevi bir şekilde dondurulmuş emek haline gelirler.

    Veya, "Evet, kuşkusuz Marks'ın sermayeyi dondurulmuş emek olarak tanımlaması metaforiktir. Bunu kullanarak göstermeye çalıştığı şey, üretim araçları dahil olmak üzere metaların insan emeğinin ürünleri olduğudur." Ancak bu metaforun kullanılmasıyla, bu gösterim girişimiyle bulanıklaşan şey, üretim araçları dahil olmak üzere metaların yanlızca emeğin ürünleri olmadığıdır. Onlar emeğin veya başka bir takım şeylerin ürünleridirler. Onlar, emeğin ve --tabii ki Doğa kuvvetleri [the forces of Nature] de dahil olmak üzere-- Yerküre'nin ürünleridirler. Marks'ın metaforu, Yerküre'nin ve doğa kuvvetlerinin ekonomik üretimdeki rolünün bulanıklaştırır --veya çarpıtır veyahut önemsizleştirir. Burada, pek çok sorunda olduğu üzere Marks, her iki durumdan da yararlanmaktan hoşlanır. Bir yandan, olması gerektiği üzere Marks, Yerküre'nin ve Doğa kuvvetlerinin üretimde önemli bir rol oynadığını kabul eder. Ancak öte yandan, sermayenin sadece emeğin ürünü olduğunu öne sürer.

    Marks'ın kuramında, bu çelişki emek-değer kuramınca [değerin emek kuramı] "çözülür". Genel mantığa göre bir çelişki gibi gözüken şey, Marks'ın kuramında tanımlanan şekliyle değer cinsinden ortaya konulunca artık mesele olmaz.

    Marks'ın insan emeğinin tüm değerin (sübjektife karşılık, değişim veya objektif [değerin]) kaynağı olduğunu iddia ettiğini hatırlarız. Sonuçta, herhangi bir metanın değeri, o metayı üretmek için gerekli olan emek (ortalama koşullar altında çalışan ortalama emek) miktarınca saptanır. Kurama göre, herhangi bir metanın üretiminde kullanılan hammaddeler --(hammaddeler) üretim sürecinde kullanıldıkça metaya geçen bir değer olan, onların kullanıma hazırlanması için harcanan emek miktarı hariç olmak üzere--, kendi başlarına değere herhangi bir şey katmazlar. Benzer şekilde, metayı üretmek için kullanılan araç ve makinaların kendileri herhangi bir değer yaratmazlar, ancak üretimlerinde kullanılan (toplumsal olarak gerekli) emek miktarı tarafından belirlenen değerlerinin bir kısmını (aşınma ve yıpranmaları yoluyla, yani, yıprandıkça) metaya aktarırlar. Diğer bir deyişle, Marks'a göre, Yerküre'nin ürünleri kullanım-değerlerinin üretilmesine katkıda bulunurken, tüketilmeleriyle --onlara harcanan emek dışında-- üretilen metaların (değişim-) değerine harhangi bir katkıda bulunmazlar. Kısacası, kendi başlarına bir değerleri yoktur. Bu, bizzat Marks'ın değer tanımından ortaya çıkmaktadır.

    Marks'ın kuramının tuzaklarına düşmemiş, bugünün dünyasında yaşayan herkes için bu sonuç oldukça saçma gözüküyordur. Ancak, bu Marks'ın analizinde merkezi bir yere sahiptir, ve metinlerinde defalarca tekrar edilir. Marks bunu şöyle bir mantıkla açıklar (aşağıda tartışacağımız üzere hep varsayılan, ancak asla ispatlanmayan emek-değer kuramından ortaya çıkmasından başka): Doğa'nın ürünleri tükenmez olduğu için, Doğa bunları insanlığa "cömertçe" veya "bedelsiz" olarak, yani ne kendisine ne de insanlığa hiçbir maliyeti olmadan sunar. (Örneğin, bakınız Artı Değer Kuramları, Kısım III, s. 181-183, Progress Publishers, Moskova, 1971.) Diğer bir deyişle, sonsuz oldukları için Yerküre'nin ürünlerinin (değişim-) değeri yoktur. Onların sahip olduğu tek (değişim-) değeri (yinelersek), onları toplamak veya aksi takdirde üretime hazırlamak amacıyla kullanılan insan emeğidir.

    Ancak yirminci yüzyılın ikinci yarısının yeterince açık hale getirdiği üzere, doğal kaynaklarımız sonsuz değildir. (Bu, kapitalist üretimin emekleme döneminde olduğu ve insan nüfusunun şimdikinden çok daha az olduğu Marks'ın zamanında kabul edilebilir bir varsayım olabilir, ancak bugün tamamıyla komik). Doğa kaynakları, bir zamanlar tükenmez olarak görülen su ve hava bile, sınırsız değildir. Ancak eğer böyleyse, sonuçta Doğa hizmetlerini insanlara, Marks'ın cömertçe belirttiği üzere bedelsiz olarak sunmaz; ve doğal kaynaklarımızın, Doğa'nın bu ürünlerinin birer değeri vardır. (Eğer onlar için geçmişte bir bedel ödememişsek, şurası kesin ki bugün ödüyoruz ve gelecekte de ödemeye de devam edeceğiz, belki de çok pahalı bir şekilde.)

    Eğer bunu kabul edersek, Marks'ın kuramının bu açıdan ya yanlış olduğunu  ya da büyük bir tadilat gerektirdiğini görebiliriz. Gereken değişiklikler arasında şunların kabul edilmesi olacaktır: (1) Doğa'nın ürünlerinin, insan emeğinin onlara kattıklarının dışında bir değeri vardır; (2) bu değer üretimleri sırasında metalara geçer ve bu nedenle bu metaların değerlerine eklenir; (3) emek-değer kuramının ısrar ettiğinin aksine, insan emeği değerin tek kaynağı değildir; (4) üretim araçları (değer cinsinden bile) sadece dondurulmuş emekten meydana gelmez; ve (5) sermaye, basitçe canlı emeğe hakim olan ölü emek olarak tanımlanamaz. Bu nedenle, bu meseleyi Marks'ın kuramının temel yapısı içinde ele alsak bile, kuramının ciddi sorunları olduğunu görebiliriz. Aslında, bizzat analizinin temelleri, [yani] değer kuramı ve sermaye tanımı sorgulanmaya açıktır.
     

    ÜRETİM ARAÇLARI: TAMAMEN MADDİ Mİ?

    Ancak bu, Marks'ın üretim araçları kavramının tek sorunu da değildir. Her ne kadar üretim araçlarının tam olarak ölü emek olarak görülüp görülemeyeceği ve Yerküre'nin bir değer üretip üretmediği konularında onunla anlaşamasak da, hiç şüphesiz ki üretim araçlarının tam anlamıyla "maddi" terimiyle tanımlanabileceği konusunda uyuşabiliriz. Herşeyden öte, Marks'ın bu terim altında kapsadığı fabrikalar, makinalar, aletler ve hammaddeler, ve tüm diğer şeyler sadece  maddi olarak gözükürler. Ancak daha yakından bir bakış bunun böyle olmadığını ortaya serecektir.

    Bir fabrikadaki montaj hattını ele alın. Birçok imalat sürecinde, aynı makina ve işçilerin yeniden düzenlenmesi üretkenlikte bir artışa yol açabilir. Her ne kadar yeni yapı aynı maddi varlıkları içinde barındırsa da, farklıdır ve bu öğelere indirgenemez. Böylesi bir düzenleme, bana göre, üretim araçlarının bir yönüdür; ancak bu maddi bir şey değildir. Peki bu nedir? Bu bir kavram [concept] veya düşüncedir.

    Aynı şey üretim araçlarının diğer bileşenleri için de söylenebilir --örneğin, belirli bir kimyasal süreç. Böyle bir süreç, faaliyetteyken maddi varlıklardan meydana gelir, ancak sürecin kendisi bu varlıklara indirgenemez ve tam olarak bunlarla açıklanamaz.

    Üretim araçlarını tanımlamak için "maddi" teriminin kullanılmasının yetersizliği, "yönetim yöntemleri", genel olarak idari, yönetsel yetenekler denilen şeyleri dikkate aldığımız zaman daha da belirgin bir hale gelir. Biraz konu dışı olan bir örnek burada öğretici olabilir. Marks'ın zamanında ve çok yakın bir zamana gelinceye kadar, tüm kapitalist fabrikalar neredeyse katı bir yukarıdan-aşağı, hiyerarşik tarzda işletiliyordu: yöneticiler emirleri verirler, memurlar [aracı görevliler] katmanı aracılığıyla bu emirler aşağıya ustabaşılara iletilir ve ustabaşılar da işçilere ne yapacaklarını söyler. Bu emirler bunaltıcı bir negatif disiplin sayesinde dayatılırdı: uyarılar, [para] cezaları, uzaklaştırmalar, işten atılma vb. Ancak, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Japonya'da başlamak üzere, bazı şirket yöneticileri fabrikalarının yönetilmesinde farklı bir yaklaşım geliştirmişlerdir. Geleneksel hiyerarşik yapıların yerine, daha kolejsel bir yaklaşımı kurumsallaştırmıştırlar. Bu, çalışanları belli bir özerklik derecesine sahip iş gruplarında örgütlemeyi; ve [onları] çeşitli pozitif teşviklerle motive etmeyi içeriyordu. Bu, aynı zamanda, geribildirimi [feedback] cesaretlendirmek için üretimin örgütlenmesini de içeriyordu: işçilerin etkinliği ve ürün kalitesini arttırmak için [yaptıkları] öneriler teşvik edildi, yönetime iletildi, ve faydalı görüldüğünde de uygulandı. Japonya'da, bu yöntemler, gerçek işçi yönetimine göre ne kadar sınırlı olsa da üretkenlikte önemli kazanımlara yol açtı; ve diğer faktörlerle beraber İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde Japonya'nın ekonomik bir güç kaynağı olarak ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı. (Gülünç bir şekilde, bu yöntemler esasen Amerikalılar tarafından geliştirilmişti, ancak Japonlar bunların etkinliğini gösterene değin ABD'de ihmal edilmişti.)

    Benim görüşüme göre, bu gibi yönetim metodları üretim araçlarının ve bu nedenle de sermayenin yüzeylerinden birisi sayılmalıdır. Ancak bunlar gerçekten de maddi olarak nitelendirilebilirler mi? Bunlar maddi varlıkları (insanlar, makinalar, aletler, vb.) içerir, ancak basitçe bu nesnelere indirgenemez. Onlar da yine düşünceler veya kavramlar olarak daha iyi anlaşılabilirler.

    Üretim araçlarından en azından bazılarının maddi olmayan doğası, bilgisayarların gelişmesi ve hızla çoğalmasıyla son yıllarda giderek belirgin hale gelmiştir. Bilgisayarı ve birbirine bağlı değişik devrelerini kolayca maddi olarak düşünebilsek de, bir bilgisayar programına ne demeli? Böyle bir program, bana göre, üretim araçlarının ayrılmaz bir parçasıdır, ancak gerçekten de maddi olarak nitelendirilebilir mi? Kuramsal olarak, böyle bir program maddi terimlerle tanımlanabilir. Örneğin bunu, programı geliştiren kişinin, bunu yaparken beynindeki nöronlardaki [neuron, sinir hücresi] iyonların titreşimi olarak düşünebiliriz. Veya bunu, program çalışırken bilgisayardaki elektronların belirli konum ve hareketleri cinsinden de düşünebiliriz. Ancak, (a) bu mümkün müdür?, ve (b) bu, programın doğasını gerçekten de kavrar mı? Bu gibi bir program, bana öyle geliyor ki, en iyi şekilde yazıldığı matematiksel dil ve bu dilin temsil ettiği matematiksel mantık cinsinden tanımlanabilir ve kavranabilir. Diğer bir deyişle, bilgisayar programını materyalist anlayışla düşünüp durmaya çalışmaktansa, bunu üretim araçlarının entelektüel öğesi olarak düşünmek daha anlamlıdır. Ve bilgisayar programı için geçerli olan, genel olarak enfermasyona da uygun düşer.

    Dar materyalist bakışın bu kısıtlamaları, geleneksel bir şekilde düşünülen üretim araçlarının "maddi öğerleri"nde bile görülebilir. Bir çekiçi ele alın. Herhangi belirli bir çekiç maddidir, ancak bir araç olaral çekicin temel yönü, çekiç kavramı ve onun nasıl kullanıldığıdır. Bu, insanların çekiçler --ve çeşitli türleriyle-- yapmasını, ve onları işlerinde kullanmasını sağlayan şeydir. Çekiç kavramı, herhangi bir belirli, maddi çekiçten daha önemlidir. Eğer çekiç kavramına sahip olup da çekiçlerimiz olmasaydı, onlardan yapabilirdik. Eğer çekiçler olsaydı, ancak onlara ilişkin bir kavramı olmasaydı, aslında çekiçlerimiz olmuş olmazdı, çünkü kimse onlarla ne yapılacağını bilmezdi.

    Marksistler, muhtamelen, bir alet düşüncesinin (örn. bir çekiç) maddi araçların bir yansıması olduğunu öne süreceklerdir. Ancak bu sorunu yanlızca çözüyormuş gözükür. Farklı bir örnek ele alacak olursak, eğer tekerliği keşfetmemiş bir toplumdaki insanlar şans eseri yerde bir tane bulmuş olsalardı, onunla ne yapacaklarını otomatikman bilmeyeceklerdi; maddi tekerlek kendiliğinden [tekerlek] düşüncesini üretmez. Dahası, tekerlik kavramı bile (onları anlamamız ve kullanmamız anlamında) tekerleklerin yaratılmasına otomatikman yol açmaz. Aztekler, örneğin, tekerlek düşüncesine sahiptiler, ancak tekerlekleri sadece çocuklarının oyuncaklarında kullandılar, ulaşım veya başka işler için kullanmadılar.

    Tüm bunlardan nereye varıyoruz? Birincisi, bence, Marks üretim araçlarını sadece "maddi" olarak tanımlarken hatalıydı. Her belirli üretim aracının (ve bir bütün olarak üretim araçlarının) en azından, asli olan ve basit bir şekilde maddi terimlere indirgenemeyecek veya onlarla tanımlanamayacak, entelektüel bir yönü vardır. Aslında, yukarıda öne sürdüğüm üzere, maddi yönü ikincilken, üretim araçlarının hayati, temel öğelerinin entelektüel bileşenler (onlara giden ve onların barındırdığı düşünceler) olduğu söylenebilir; diğer bir ifadeyle, maddi [olanı] üreten ve mümkün kılan entelektüel öğelerdir, bunun tersi değil. (Materyalizm ve ilgili felsefi meseleleri daha ilerideki bir makalede ele alacağız.)

    "Üretim araçları" terimini kullanmak yerine, eğer burada asıl uğraştığımız şeyin teknoloji, ve hatta daha kapsamlı olarak teknik ile bilginin kendisi olduğunu fark edebilirsek, Marks'ın anlayışının kısıtlamaları daha da belirginleşir. Günümüzde, sanal gerçeklik, İnternet ve biyoteknoloji çağında, teknolojiyi tamamen veya ağırlıklı olarak ciddi ciddi maddi olarak tanımlayacak hiç kimse var mıdır? Peki teknolojimizin temelini oluşturan bilimsel kuram, yasa ve kavramlara, inceleme yöntemlerine, matemetiğe, vb. ... ne demeli? (Ve insan dili hakkında? Scientific American'daki yeni bir makalede (Eylül 2000), bilim adamları Philip ve Phyllis Morrison bir teknoloji, insanın evrimindeki belki de en önemli teknolojik gelişme olarak dili tartışıyordu.) Bence açıkça üretim araçlarının birer bileşeni olan bu şeyler, tamamen veya hatta esasen maddi şeyler midir? Öyle olduğunu sanmıyorum.

    Bence, bir bütün olarak teknoloji gibi, üretim araçlarının da sadece maddi olarak doğru bir şekilde tanımlanamayacağı açıktır. Ancak eğer üretim araçları tamamen veya hatta esasen bile maddi değillerse, o halde Marks'ın onların emeğin ürünleri olduğu ve ölü emek olarak tanımlanabilecekleri iddiasına ne olacak? Şurası kesin ki, üretimin her belli aracı, yani bir fabrika, bir makina, bir alet veya bir hammadde (öylece yerde bulunmadığı sürece --ki o zaman bile yerden alınması gereklidir) emeğin bir ürünüdür. Ancak, bunun düşünceleri veya kavramları da içerdiğini kabul edersek, o zaman bunun yalnızca emeğin ürünü olmadığını da kabul etmeliyiz. Ve eğer böyleyse, o zaman bir bütün olarak üretim araçları, ve dolayısıyla sermaye basitçe emeğin cisimleşmesi veya donması olarak doğru bir şekilde incelenemez. Sermaye, diğer bir deyişle, "canlı emeğe" hakim olan ve onu baskı altında tutan "ölü emek" değildir basitçe.

    Bunları daha önceki tartışmalarımızla yan yana koyarsak, Marks'ın sermaye anlayışının ciddi bir şekilde hatalı olduğunu görebiliriz. Canlı emeği sömürmek için kullanılan sermaye, [yani] üretim araçları ne tamamen maddidir ne de tamamen "ölü emek"tir; (Marks'ın terimlerini kullanarak, ancak daha da doğrulayarak) bu araçlarda içerildiği ve onları mümkün kıldığı söylenebilecek olan, hem Yeryüzü'nün ürünlerini, hem de entelektüel bileşenleri --belli bir birleşimde [kombinasyonda] ve oranda-- de içermelidir.

    Kapital'de veya ekonomik sorunlarla ilgili Marks'ın diğer yazılarında, ve bildiğim diğer herhangi bir yazısında, bilim ile teknolojinin ve bunların ekonomik üretim süreciyle olan tam ilişkisine dair dikkate değer hiç bir sistematik tartışma olmaması dikkate değerdir. Çoğunlukla, önemli meselelerin içinin boşaltıldığı, oldukça kısa ve genel göndermeler vardır. Daha özenli tartışmalardan birisi Grundrisse'de (Pelican Books, Baltimore, 1973), sayfa 694 ile sayfa 715 arasında serpiştirilmiş yorumlar biçiminde bulunabilir. Tipik bir referans sayfa 694'de bulunmaktadır:

    "Bilgi ve yetenek [ve] toplumsal aklın genel üretken kuvvetlerinin birikimi böylece emeğe karşıt olan sermaye içine emilir; ve bu yüzden, uygun üretim araçları olarak üretime girdiği ölçüde, sermayenin bir özelliği [niteliği] olarak, daha açıkçası sabit sermaye olarak görünür." (Altı çizgili kısımlar aslında vurgulu)
    Burada, Marks'ın Yeryüzü'nün ürünlerinin ve Doğa kuvvetlerinin üretim sürecindeki rolünü ele alışında gördüğümüz, her iki durumdan da yararlanma arzusunu görürüz. Marks, bir yandan, üretim araçlarının --ne açıkça maddi, ne de sadece emeğin ürünleri olan-- bilgi ve yetenek gibi şeyleri içerdiğini kabul eder. Ancak, üretim araçlarının tamamen maddi, ve (bu nedenle sermayenin de) yanlızca emeğin ürünleri olduğu, ve dondurulmuş emekten başka bir şey olmadığı yönündeki ısrarı ile bunu bağdaştırmayı asla denemez. Her nasılsa, "toplumsal aklın [bu] üretken güçleri" (ne çeşit olursa olsun), fiilen sermayenin bir parçasına haline gelmeksizin onun [sermayenin] içine emilmiştir. Aynı argüman, ve aynı uydurmaca, Artık Değer Kuramları'nda da vardır:
    "Emeklerinin toplumsal niteliğinin belli bir derecede sermayeleşmiş olarak onların karşısına dikildiği bu süreçte (makinalarda emeğin gözle görülür ürünlerinin emeğe hakim görünmesi örneğindeki gibi); aynı şey doğal olarak, doğanın ve (soyut özünde genel tarihsel gelişimin bir ürünü [olan]) bilimin kuvvetleri içinde gerçekleşir --onlar, sermayenin güçleri olarak emekçilerin karşısına dikilirler. Onlar aslında tek tek emekçilerin yetenek ve bilgisinden ayrıdırlar; (ve her ne kadar köken itibariyle onlar da emeğin ürünleri olsalar da) emek sürecine her girdiklerinde sermayede cisimleşmiş olarak gözükürler. Ancak, bir makinada gerçekleşen bilim, emekçilerle olan ilişkisinde sermaye olarak gözükür. Ve aslında bilimin, doğal kuvvetlerin ve emeğin ürünlerinin büyük ölçekteki tüm bu uygulamalar, [yani] toplumsal emekte bulunan tüm uygulamaların kendisi yanlızca emeğin sömürülmesinin araçları olarak, [yani] artı-emeği ele geçirmenin araçları olarak gözükürler, ve böylece sermayeye ait güçler olarak emeğin karşısına dikilirler." (Artı-Değer Kuramları, Kısım 1, s. 391-2; altı çizili yerler orijinalinde vurgulu.)
    Burada aynı paragrafta bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Bir yandan, bilim "makinada gerçekleşmiş"tir. Öte yandan ise, doğanın ve bilimin güçleri sadece sermayede cisimleşmiş "gözükmekte"dir. Her nasılsa, Doğa'nın kuvvetleri ve bilimin başarıları üretim araçlarında gerçekleşmiş, ancak gerçekte --Marks'ın kapitalistlerin ellerinde artı değer üretmek için kullanılan üretim araçları olarak tanımladığını hatırlayacağımız-- sermayede cisimleşmemiştir. (Aynı donukluk [muğlaklık] Marks'ın bilimin ve Doğa'nın kuvvetlerinin tarihsel olarak emeğin ürünü olduğu iddiasında da belirir; bu derinlemesine incelenmeksizin öylece öne sürülmüştür.) Bu tanımlar dansı, üretim araçlarının doğasına dürüstçe bir bakışın, Marks'ın sermaye tanımında asli olan üç iddiasıyı çürüttüğü gerçeğini karartmaktadır: üretim araçlarının tamamen maddi olduğu, sermayenin basitçe emeğin bir ürünü olduğu, ve tamamen dondurulmuş emekten meydana geldiği. Marks'ın yaklaşımı gerçekte sadece bir el çabukluğudur: sermaye tanımını değiştirmezken, Doğa'nın ürün ve kuvvetleri ile bilimin başarılarını sermayeyle birleştirir. Sonuç ise, uygun bir şekilde, herşey emeğe indirgenir.

    Bu yaklaşımla tutarlı bir şekilde, Marks, teknolojik gelişme sürecinin nasıl gerçekleştiğini, bundan hangi kurum ve toplumsal tabakaların sorumlu olduğunu, ve belki de en önemlisi, teknolojik buluşların üretim sürecine nasıl uygulandığını detaylarıyla asla tartışmaz. Bunların detaylı bir incelemesi Marks'ın politik iktisat dediğinin ve onun eleştirisinin sınırları dışında kalıyor olsa da, kapitalizm kuramının, özellikle de üretim sürecinin modernleşmesini vurgulayan [bir kapitalizm kuramının], bunu daha belirgin bir şekilde betimlenmesi ve Marks'ınkinden daha [geniş olan bir] sistemin [dış] çizgileri [contours] içerisine daha kesinkes bir şekilde yerleştirilmesi gerekir. Bunun yerine Marks, teknolojik ilerlemeyi ve bunun endüstriye uygulanmasını verili kabul eder gözükür. Kuramında  üretim araçları kendi yeni, daha üretken biçimlerini adeta otomatik bir şekilde ortaya çıkarır; yani, sermaye, dondurulmuş emek her nasılsa kendiliğinden ilerler. Bu açıdan bakınca, emek bir kez daha, kendi yeni biçimlerini vücuda getiren ve kendi evrimini ileriye götüren bir tür kozmik töz olarak ortaya çıkar.
     

    EMEĞİN ÜRETKENLİĞİ Mİ, YOKSA SERMAYENİN ÜRETKENLİĞİ Mİ?

    Marks'ın üretim arçları ve sermaye anlayışıyla ilgili sorunlar, kuramının diğer yönleri, özellikle de emeğin ekonomik üretimdeki tek gerçek üretken güç olduğu görüşü, üstünde önemli uzantıları vardır. Marks, Kapital'de ve yazılarında, sermayenin üretkenliğinin bir yanılsama olduğunu göstermekte büyük sıkıntı çeker. Ona göre, sermaye kendi başına üretken değildir; sermayenin üretkenliği olarak gözüken şey aslında, aldatıcı veya tahrif edilmiş bir biçimdeki emeğin üretkenliğidir. Marks şöyle yazar:

    "Canlı emek --sermaye ve emek arasındaki değişim yoluyla-- sermayeye dahil edildiği, ve emek sürecinin başladığı andan itibaren sermayeye ait bir faaliyet olarak gözüktüğü için; aynen emeğin genel toplumsal biçiminin parada bir nesnenin iyeliği olarak gözükmesi gibi, toplumsal emeğin tüm üretken güçleri de sermayenin üretken güçleri olarak gözükür. Böylece, toplumsal emeğin üretken gücü ve onun özel biçimleri, --bağımsız bir biçim üstlendiği farz edilmişken-- artık kapitalist tarafından canlı emeğe ilişkin olarak cisimleştirilmiş olan emeğin maddi koşullarının, maddileşen emeğin ve sermayenin biçimleri ile üretken güçleri olarak gözükür. Burada bir kere daha, parayla uğraşırken fetişizm dediğimiz ilişkinin çarpıtılmasıyla karşılaşırız." (Karl Marks, Artı-Değer Kuramları, Kısım I, s. 389. Altı çizili yerler aslında vurgulu.)
    Buna rağmen, sermayenin üretkenliği, her ne kadar elinin tersiyle olsa da, aslında Marks tarafından kabul edilir. Gördüğümüz üzere, Marks'a göre, yeni üretim tekniklerinin üretim sürecine uygulanması, işçilerin belli bir süre zarfında daha büyük miktarda meta üretmesini mümkün kılar. Diğer bir deyişle, emeği daha üretken yapar. Dahası, üretkenlikteki bu artış, kapitalistlerin işçiler üzerindeki sömürülerini arttırmalarını, artı değerin hem miktarını hem de oranını arttırmalarını sağlar; böylece de, kapitalistlerin daha fazla sermaye biriktirmelerini sağlar. Her iki işlev de --belli bir zaman zarfında üretilen malların miktarını arttırmak ve sermaye birikim oranını yükseltmek-- bana göre üretkendir. Ancak Marks sermayenin biriktirilmiş emekten başka bir şey olmadığından ısrar ettiği için, bu üretken işlevler tamamen emeğe atfedilir.

    Burada Marks kendi kuramsal varsayımlarıyla tutarlıdır. Ancak eğer onun sermaye kavrayışının yanlış olduğunu veya en azından eksik olduğunun kabul edersek, o zaman Marks'ın sermayenin üretkenliğini emeğe atfetmesini kabul edemeyiz. Aksine, sermayenin kendi başına üretken olduğunu, --Marks'ın yaptığı gibi-- üretkenliğinin basitçe bir yanılsama veya fetişizm olmadığını kabul etmeliyiz.
     

    SÖMÜRÜ: BİLİMSEL OLARAK MI GÖSTERİLDİ?

    Ancak eğer sermaye sadece görünüşte değil de gerçekten de üretkense, o zaman Marks'ın kapitalist üretimde işçilerin sömürüldüğünü bilimsel olarak gösterdiği iddiası da sorgulanır bir hale gelir. Hatırlarsak Marks'ın kuramında, kapitalizmde işçi sınıfı --kendilerinin veya öncellerinin ürettikleri üretim araçlarının yardımıyla-- hem gerekli, hem de artı ürünü üretirler. Ancak, işçilere kendilerinin ve ailelerinin yaşamasını sağlayacak kadarını (yani, gerekli ürünü) ödedikten sonra, kapitalistler --üretmek için hiçbir şey yapmamış olsallar da-- artı değerin (artı ürünün) tamamını kendilerine ayırırlar . Bu anlayışa göre, işçiler şüphesiz ve açık bir şekilde sömürülmektedirler. Her şeyi onlar üretmiştir --hem gerekli, hem de artı ürünü ve keza (daha önceki üretim çevrimleri sırasında) üretim araçlarının tümünü; ancak, buna rağmen toplam ürünün ancak bir kısmını, aslında kendilerini ve ailelerini ancak hayatta tutmaya ancak yetecek kadar bir kısmını alırlar.

    Ancak eğer sermaye üretkense, o zaman işçilerin sömürüsünün bu aşikar gösterimi sürdürülemez. En azından, mesele bulanıklaşır, ve böylece tartışılır bir hale gelir. En genel düzeyde, işçiler, Yerküre ve Doğa'nın, ve (entelektüel bileşenleri de dahil olmak üzere) üretim aletlerinin, biraraya gelerek, artığın üretimi de dahil olmak üzere, kapitalist üretimi olanaklı kıldığına inanmak mantıklı gözükmektedir. Ancak tam olarak kimin neyden sorumlu olduğunu kim saptayabilir, ve bu nasıl saptanabilir? Marks, emeğin üretimin tamamından sorumlu olduğunda, ve onun meyvelerini hak ettiğinde ısrarcıdır; sonuçta, tüm artığı toplayan kapitalistler asalaklardan başka bir şey değildir. Ancak, eğer sermaye yalnızca emeğin ürünü değilse, yani sadece ölü emek değilse, o takdirde üretime katılan ve [üretimden] sorumlu olan öğelerin --işçiler, teknolojinin geliştirilmesinden sorumlu toplumsal katmanlar, Yerküre, sermaye ve hatta üretimi yöneten kapitalistler-- tümünün artı ürünün bir parçası üstünde hakkı vardır. Aslında, toplumun ekonomik artık üretme yetisinin -emeğin üretken gücünün değil, tamamen teknolojinin ve dolayısıyla da kapitalizmde kapitalin üretken gücünün bir sonucu olduğu bile öne sürülebilir. Ve hal böyleyken, işçiler hiç de sömürülmemekte, üretilenden adil paylarını alıyor olacaklardır. Bu, kapitalistlerin ve onların özürcülerinin söylediği şeydir, ve kanıt olarak sundukları şey ise, bunun --onların görüşüne göre değeri yargılamanın yegane objektif standartı olan-- piyasanın belirlediği bir şey olduğudur.

    Bence gerçekte hiç kimse kapitalizmde emeğin, Yerküre'nin ve sermayenin ürüne yaptığı nispi oranları bilmemektedir; ve herhangi kesin, bilimsel olarak kanıtlanabilir bir cevabın bulunabileceği konusunda da oldukça şüpheliyim. Ancak eğer bu doğruysa, Marks'ın kapitalizmde işçilerin sömürüldüğünü bilimsel olarak gösterdiği iddiası çöker.

    Ancak, kapitalistlerin sömürücü olduğunu söylemek için (ispatlamak için demiyorum), Yerküre'nin sermayenin/üretim araçlarının üretken olduğununun reddedilmesi gerekmez. Toprak ve sermayenin üretken olduğu olgusu, bu üretken kaynakların sahiplerinin, bu öğelerin yarattığı kazancı hak ettiği anlamına gelmez. Örneğin, eğer bu kaynakların sahipliği gayrı meşruysa, bu kazançları toplamaları da gayrı meşrudur. Kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin kar ve rant üzerindeki taleplerini savunmak için sahip oldukları şey, onların sermaye ve toprağa sahip oldukları, ve yasa ile devletin onların sahipliğinin meşruluğunu resmen tanıması olgularıdır. Ancak elinde sahip olmak [mülkiyetinde bulundurmak] onu hak ettiğiniz anlamına gelmez. Bundan dolayı, bu sınıfların sömürücü olduklarını söylemenin bir yolu, onların bu üretken gereçlere [agent] meşru olmayan ve ahlak dışı vasıtalarla sahip olduklarını göstermektir.  Ve bunu Marks'ın yapmığı da buydu. Gerçekte, en değerli katkılardan birisi, Kapital'de ve başka yerlerde, "ilkel birikim" süreciyle kapitalist üretim için gerekli olan koşulların nasıl yaratıldığının tarihsel gösterimidir. En vahşi yöntemlerle (idamlar, uzuvların kesilmesi, kırbaçlama, vb.), köylüler zorla topraklarından uzaklaştırıldılar ve zanaatkarlar alet ve makinalarından koparıldılar, ve kapitalistler için çalışmaya, yani proleterler haline gelmeye zorlandılar. Eğer toprak sahipleri ve kapitalistlerin toprak ve üretim araçları üzerindeki sahiplikleri, bunları nasıl ettiklerine bağlı olarak, meşru değilse, o halde bunların kullanımıyla üretilen tüm ekonomik artığa el koymaları da meşru değildir. Ancak, bu bilimsel değil ahlaki bir argümandır, çünkü sübjektif [öznel] olan, ve bu nedenle de tarihsel süreçlerin ahlaklılığı ve meşruiyeti hakkında tartışmaya açık yargılar içerir.

    Benzeri bir yolla, kapitalist ve toprak sahibi sınıflarının, ve bir bütün olarak kapitalist sistemin sömürücü doğası hakkında daha geniş bir durum da açıklanabilir. Kapitalist üretim, ve tüm toplum biçimleri içerisindeki ekonomik üretim, toplumsal bir süreçtir. Milyarlarca insanın aktif katılımı olmaksızın mümkün olmayacaktır. Böylece, emek ve ekonomik faaliyete katılan herkesin ekonomik artığın üretilmesine yardım ettiği veriliyken, ve toplumun toplumsal sınıflara bölünmesinin teknolojinin gelişmesine ve bunun sağladığı refah üretimindeki bu devasa artışa yol açtığı veriliyken; hepimiz, hem üretim sürecinde üretilen artık üstündeki pay da dahil olmak üzere refahtan adil bir payı, hem de teknolojinin ve bir bütün olarak ekonominin denetimi üzerinde gerçek katılımı hakkederiz, yani [bunu] almamız gerekir. Bunun aksine, insan türünün ürettiği ve teknolojimizde içerilen bu devasa ekonomik ve toplumsal güç, küçük bir seçkin grubu tarafından alıkonmakta ve kontrol edilmektedir. Ve bu yönetici sınıf, toplumsal artığın nerdeyse tamamını ele geçirmek, ve insanların çok büyük bir kısmını çalışmaya ve başka şekillerde dar hedefleri --ki yönetiminin sürmesi, ve refah ve gücünün devamlı artması bunların en asgarisidir-- doğrultusunda hareket etmeye zorlamak için, bu kontrolü kullanmış ve kullanmaya devam etmektedir.

    Marksizme aşina olanlar Marks'ın bizzat kendisinin bu argümanı geliştirdiğini, ancak ahlaki doğasından hoşlanmayarak buna bilimsel bir temel kazandırmaya çalıştığını bilirler. Bunu yaparken, gerçekliği önemli bir şekilde çarpıtan ve iddiası savunulamayacak kuramla kendisini sarmaladı.
     

    V. EMEK-DEĞER KURAMI

    Şimdiye kadarki tartışmamız, Marks'ın değer anlayışının geçerliliği sorgulamaya açmış olmasına rağmen, kurama daha ayrıntılı bir şekilde bakmak iyi olacaktır.

    Bahsettiğim üzere, Marks emek-değer kuramını asla ispatlamaz. Bunun yerine, varsayar. Geçerliliğini oluşturmaya çalıştığı ölçüde, bunu iki yolla yapar. Bunlardan birisi kuramın açıklayıcı gücünü göstermektir. Diğer bir deyişle, başlangıçtaki varsayımının (yani değerin kaynağının emek olduğu) mantıksal detaylandırmaıyla yoluyla kapitalizmin içsel olarak tutarlı bir modelini geliştirir; ardından da kapitalizmin işleyişini açıklamak ve gelişme doğrultusunu tahmin etmek için bu modeli kullanır. Ancak bu bir ispat oluşturmaz, çünkü Marks, sistemin fiili dinamikleri ve evrimi karşısında modelini tam olarak sınamaz. Marks, kuramının bilimsel yönünü göstermek üzere ara sıra ekonomik istatistiklere yer verir, ancak burada bile tartışması neredeyse daima modelin parametreleri içinde kalır. Sonuçta, böylesi bir gösterimden ortaya çıkan şey, aslında yalnızca kuramının içsel mantığını sergileyen ve ayrıntılandıran çok sayıdaki hipotetik [farazi] örnektir.

    Marks'ın emek-değer kuramının geçerliliğini oluşturmaktaki diğer yaklaşımı, [bunun] bilimsel politik iktisat adını verdiği daha önceki gelişmelerin bir başarısı olduğunu iddia etmektir; yani, kuram bu alandaki bizden öncekiler tarafından bilimsel bir yolla geliştirilmiştir. Marks'ın bize söylediği gibi, o emek-değer kuramını, hala devrimci ve bu nedenle de bilimselken, burjuva politik iktisadından almış, kendi analizinin temeli olarak kullanmıştır. Sonuçta, kuramın geçerliliğini oluşturmak için burjuva atalarının otoritesine yaslanır. Ancak bu da bir ispat değildir, çünkü onun öncelleri de keza kuramı ispatlamamışlardır. Onlara ve Marks'a, bu adeta bir olgunun ifadesi, ve bu nedenle ekonomik analiz için mantıksal bir başlangıç noktası olarak gözükmektedir.

    Marks'ın değer kuramının sorunlarını daha bütüncül olarak kavramak için, onun genel yöntemi hatırlanmaya değerdir. Bu makalenin birinci parçasında tartıştığım üzere, Marks'ın kapitalizm analizi aşamalar şeklinde gelişir. İlkin, kendi alet ve diğer üretim araçlarına sahip olan --bu alet ve araçların üretim sürecinde görece küçük bir rol oynadığının eklenmesi önemlidir--, tamamen küçük, bağımsız meta üreticilerinden (zanaatkarlar ve küçük çitfçiler gibi) oluşan bir toplum tasavvur etmemizi ister bizden. Bu toplumu "basit meta ekonomisi" olarak adlandırır. Böyle bir toplumda, der Marks, herhangi belirli bir metanın değeri, ortalama koşullar altında çalışan ortalama bir meta üreticisinin, bu metayı üretmek için harcadığı zaman miktarına eşittir.  Marks, ardından, kapitalizm analizinin anahtar bileşenlerini göstermek için, bu modeli --özellikle de değer ve onunla ilgili olan para kavramlarını-- kullanır: metaların nitelikleri, onların üretim ve değişiminin dinamikleri, kapitalizmin sömürücü olduğu olgusu ve bu sömürünün nasıl gerçekleştiği, vb. Kapitalizmin belli bazı önemli şekillerde --ki üretim sürecinde üretim araçlarının önemli ve devamlı artan bir şekilde kullanımı buna dahildir-- basit meta üretiminden farklı olmasına rağmen yapar bunu. Diğer bir deyişle, analizini geliştirirken Marks, ayrıca bir açıklama yapmaksızın basit meta üretimi tartışmasında oluşturduğu noktaları -özellikle de değerin doğası ve belirlenmesi-- önemli bir değişiklik yapmaksızın varsayar.

    (Kapital'in 3üncü cildine gelinceye kadar değer yasasının endüstriyel kapitalizmin işleyişine göre nasıl değişeceğini tartışmaz. Burada bile temel değer kavramı değişmeksizin kalır. Kapital'in 1. Cildi'ndeki değer kavramı ile buna ilişkin 3. Cilt'teki değişiklik (aşağıda tartışacağım bunu), Marks'ın incelemesini eleştirenler arasında belki de en çok bilineni olan, Avusturyalı iktisatçı Eugen Böhm-Bawerk'in Karl Marks ve Sisteminin Kapanması [adlı kitabının] odak noktasıdır.)

    Makul görüntüsüne karşın, Marks'ın işlemi kusurludur. Ancak, Marks'ın yaptığı gibi, üretim araçlarının maddileşmiş emekten başka bir şey olmadığı varsayımı yapılırsa kabul edilebilir olur. Bu durumda, böyle kapitalistçe üretilmiş metaların değerlerinin, içerdikleri toplumsal olarak gerekli emek miktarınca belirlendiği meşru olarak hala söylenebilir. Ancak eğer üretim araçları sadece maddileşmiş emek değilse, eğer bunun yerine --söylediğim üzere-- emeğe indirgenemeyecek başka bileşenleri de içeriyorsa, bu takdirde üretilen metaların değerleri, tek başına onlarda içerilen toplumsal olarak gerekli emek miktarınca belirlenmez. Bu ve diğer bileşenlerce belirlenirler.

    Aslında, zanaatkarların kullandığı türden makina ve aletler gibi görece basit üretim araçlarının bile tamamıyle emeğin bir ürünü olmadıklarını kabul edersek, basit meta üretiminde de metaların değerlerinin yanlızca içerdikleri toplumsal olarak gerekli emek miktarınca belirlenmediğini görebiliriz. Diğer bir deyişle, basit meta üretiminde dahi, değer yasasının temel formülasyonu ancak kaba bir yakınsama [approximation] olarak geçerlidir. "Kabalık" derecesi, üretimde alet ve makina kullanımının az olması koşulları altında asgari bir seviyede olabilse dahi, Marks'ın kendi kuramına göre, üretim araçlarının baskın ve giderek artan kullanımıyla nitelendirilen kapitalizm gibi bir sistemi incelerken ise hiç de [az] değildir.

    Marks'ın yaptığı şey pre-endüstriyel devrindeki, yani Endüstri Devrimi öncesindeki veya tam gelişmeye başladığı sıradaki kapitalizmi analiz etmek üzere geliştirilmiş bir ekonomik kuramı almak, ve onu --yanlızca ufak tefek değişikliklerle-- endüstriyel kapitalizmi analiz etmek üzere kullanmaktı. Ve o bunun, bırakın ispatlamayı, sistemin nasıl işlediğini doğru temsil edip etmediğini gerçekten tartışmaksızın yaptı. (Adam Smith bile, Marks'a göre, şunu kabul etmişti: "değerin emek-zamanı ile belirlenmesi 'medeni' döneme artık uygulanabilir değildir." Artı-Değer Kuramları, Kısım II, Progress Publishers, Moskova, 1968). Ancak Marks öncellerinden değer yasasından çok daha fazlasını ödünç aldı. Onların tüm yaklaşım ve amaçlarını büyük ölçüde benimsedi.

    "Bilimsel politik iktisat"ın önderleri arasında Marks'ın en fazla hayranlık duyduğu şahsiyetler [olan] Adam Smith ve David Ricardo, kapitalist ekonomik yöntemlerin ve serbest piyasanın destekçisi, ve kapitalizmin gelişimi önünde duran sınıf ve kurumların muhalifiydiler. Ve emek-değer kuramı onların ideolojik amaçlarına oldukça iyi hizmet etti. Diğerlerinin yanısıra, hiç bir faydalı emek sarfetmeyen, sadece kira toplayan ve başkaları tarafından üretilen ürünleri tüketen feodal asillerin tarihsel soyundan olan toprak sahiplerinin ekonomik ve toplumsal asalaklar olduklarını, Britanya ekonomisi üzerinde bir yük ve Britanya toplumu üzerinde olumsuz etkisi olduğunu düşündüler. Sonuç olarak, bu ekonomi kuramcıları toprak sahiplerinin asalak rolünü ortaya çıkarmak, ve onların ekonomik, toplumsal ve politik etkilerini kısıtlamak için can atıyorlardı.

    Toprak sahiplerinin üretken olmayan toplumsal rollerine ilişkin yargıları, emek değer kuramının köşetaşı olduğu kuramlarından kaynaklandı ve [ona da] yansıdı. Sıradan terimlerle ifade edilirse, bu, ekonomik değerin çalışanlar tarafından üretildiğini ifade eder. Diğer bir deyişle, yalnızca emek değer üretir. Toprak sahiplerinin eleştirilmesi acımasızca bunun ardından gelir: üretken emekle uğraşmayanlar değer üretmezler, onlar sadece tüketirler. Kısacası, toprak sahipleri ve hizmetlileri asalaktırlar.

    Ancak, onların analizi Marks'ın görebildiği esaslı bir eksikliğe sahiptir. Onlar, kapitalistlerin rolünü ve karlarının kaynağını yeterince ortaya koyamamışlardı. Smith ve Ricardo bunu açıklamaya çalıştıkları ölçüde, kapitalistleri emekçi sınıfların içine katmaya eğiliminde olmuştular. Herşeye rağmen, yanlızca kira toplayan ve başkalarının ürettiklerini tüketen toprak sahipleriyle karşılaştırıldıklarında, kapitalistler üretim sürecinde faaldiler. İşletmeler kurmuş, atölyeler ve fabrikalar inşa etmiş, onları makinalar, aletler ve hammaddeler, kiralanmış işçilerle donatmış, üretim sürecine nezaret etmiş ve ürünleri pazarlamışlardı. Bu nedenle, Smith ve Ricardo'ya göre, toprak sahiplerinin aksine kapitalistler değerin üretimine katılmış, ve [bundan] en azından kısmen sorumlu olmuşlardı.

    Ancak, Smith ve Ricardo karın kaynağını bilfiil izah etmeye teşebbüs ettiklerinde, kuramları bulanık [fuzzy] bir hale gelmişti. Açıklayabildikleri kadarıyla, bir ölçüde birbirleriyle kesişen iki açıklama sunmuşlardı: (1) kapitalistler, üretim sürecini yönlendirmeleri karşılığında "gözetim [superintendence, denetleme] ücretleri" alırlar; ve (2) kendi tüketimlerini kısarak, üretime yatırmak üzere kaynak --sermayelerini-- biriktirirler.

    Marks'a göre, bu açıklamalar meseleden kaçmaktı. Ona göre, kapitalistlerin karları, herhangi bir gözetim ücretinin --hiçbir şey tüketmeseler bile-- çok üsttündeydi. Bunun yerine, Marks, Smith ve Ricardo'nun toprak sahiplerine yönelttikleri argümanın aynısının kapitalistlere de uygulanabileceğini fark etti. Böylece onların değer kuramını aldı, tutarsızlıklarını giderdi ve kendi kapitalizm analizini geliştirmek üzere onu özenle ayrıntılandırdı. Marks, onların toprak sahiplerinin üretken olmayan rollerini göstermeleri gibi, kapitalistlerin de (her ne kadar onların sistemi geliştirmekteki, üretici kuvvetleri arttırmaktaki, ve böylece de sosyalizmi mümkün kılmaktaki rollerini onurlandırsa da) başkalarının emeğiyle yaşamlarını sürdürdüklerini gösterdi. Özet olarak, Marks, emek değer kuramını Smith ile Ricardo'nun yaptığından daha tutarlı bir şekilde geliştirdi, ve mantıksal sonucuna vardırdı. Sonuç doğrudan doğruya (ispatlanmamış) varsayımdan ortaya çıkar: Eğer değeri yalnızca emek üretirse, o halde herhangi bir tahmini gözetim ücretinin çok üstünde karlar elde eden kapitalistler sömürücülerdir; üretmedikleri bir değere el koymaktadırlar.

    Ancak Marks'ın aslında yaptığı şey, incelemeye niyetlendiği gerçekliğe en iyisinden kabaca bir yakınsama olan bir kuramı almak, ve [bu kuramı] daha da fazla uzaklaştığı yeni bir gerçekliği analiz etmek için kullanmaktı. Kuram hiç şüphesiz ki Marks'ın istediğini gösterir; ancak aslında sonucu baştan varsayarak, ve nihayetinde açıklamaya çalıştığı sistemi yanlış yorumlayarak [bunu yapar].

    Kuramın ana zayıflıklarında birisi, tartıştığımız üzere, ima ettiği üretim araçları kavramının tek yönlülüğü ve nihayetinde yanlış olmasıdır. Ancak, sorun yanlızca kuramsal değildir. Bu aynı zamanda, kapitalizmde üretim araçlarının nasıl değerlendirildiği anlayışının da tahrif edilmesine neden olur.

    Marks'a göre, üretim araçlarını meydana getirenler de dahil olmak üzere, herhangi belli bir metanın değerinin onu üretmek için gerekli olan ortalama toplumsal emek miktarına eşit olduğunu, veya onun tarafından belirlendiğini hatırlarsınız. Ancak farklı makinaların, hatta aynı amaçla tasarlanmış makinaların bile eş derecede üretken olmaması nasıl açıklanabilir? Örnek olarak, aynı işi --farz edelimki çivi-- yapmak üzere tasarlanmış iki makinayı ele alalım; ancak bunlardan birisinin aynı insan emeği kullanarak aynı süre zarfında daha fazla çivi ürettiğini düşünelim. Marks'a göre eşit değere sahip oldukları durum olan iki makinanın da üretmek için aynı veya oldukça benzer emek zamanı gerektirmesi, burada imkansız değildir. Ancak böyle midir [aynı değere mi sahipler]? Eğer iki makinanın maliyeti aynıysa, ancak birisi diğerinden daha fazla üretkense, daha fazla üretken olan daha değerli değil midir, daha fazla değere sahip değil midir? Hem kapitalistlerin bakış açısından, hem de bir başka, daha objektif bir görüş noktasından, bana bunun cevabı "evet"miş gibi geliyor. Bu, bence, Marks'ın kuramının, daha genelde ise emek değer kuramının kolayca açıklayamayacağı bir şeydir. Bir Marksist, daha üretken bir makinanın icat edilmesinin daha az üretken olanın modasını geçireceğini, böylece de değerini azaltacağını ve görece çabuk bir şekilde üretim sürecinde onun yerini alacağını öne sürecektir. Ancak, bu meseleye ele almaktan ziyade ondan kaçınmaktadır. Açıktır ki, onları hem satan, hem de satın alan kapitalistler --bu yüzden de bir bütün olarak piyasa, belirli üretim araçlarını, yalnızca emek değer kuramı cinsinden kavranan üretim maliyetlerine --yani onları üretmek için ne kadar emek zamanı gerektiğine-- göre değil, onların nitel [kalitatif] özelliklerine göre değerlendirmelidir, ve öyle de yaparlar.

    Bu soru aslında emek değer kuramındaki daha geniş bir sorunun özel bir durumudur: metaların özgül niteliklerini, [yani] onların kullanım-değerlerini nasıl izah ederiz. Tekrar gözden geçirirsek, bu kurama göre her metanın (metanın somut nitelikleri tarafından belirlenen) bir kullanım-değeri, bir de değişim-değeri vardır. Ancak Marks'ın kuramında, verili bir metanın kullanım-değeri nicelendirilemez [miktarı ölçülemez]. (Ne Marks'ın ne de Engels'in bilfiil yayınlamadığı Grundrisse'de kullanım değerinin niceliksel [kantatif] kuramına dair imalar vardır, ancak bunlar Marks'ın olgunlaşmış kuramında dışarda bırakılırlar.) Aslında, Marks'a göre, kullanım değerinin bir tür "açık veya kapalı" özelliği vardır; bir meta ya kullanım-değerine sahiptir ya da değildir. Daha kesin olmak gerekirse, bir ürünün meta olabilmesi için potansiyel alıcısı için bir kullanım-değeri varken (bu nedenle onu almak istemektedir), sahibi için hiçbir kullanım-değerinin olmaması gerekir (bu nedenle onu satmak istemektedir). Eğer bir metanın hiç kimse için hiçbir kullanım değeri yoksa, o zaman onun hiçbir şekilde değişim değeri de olamaz. Marks, farklı metaların değiştirilmesini mümkün kılan bir takım ortak özellikler bulmayı arzularken, --birisinin onları almak isteyip istemeyeceği genel sorusu dışında-- metaların somut niceliklerinin güvenle yok sayılabileceğini varsaymış gözüküyor.

    Üretimin belirli araçlarını değerlendirirken bunun nasıl bir sorun haline geldiğini gördük. Gerçek kapitalist ekonomide, onların eksizsiz nicelikleri, hiç olmazsa kendi üretkenlikleri  basitçe gözardı edilemez. Bu niceliklerin kapitalistlerin hesaplarında yer alması gerekir, aslında alınmaktadır da; kapitalistler işaleminde ayakta kalacaklarsa bir şekilde bunları değerlendirmelidirler. Ancak, emek değer kuramının kısıtlamaları tüketici mallarını değerlendirmeye gelindiğinde de sorun yaratır: bu gibi metaların tümü aynı değildir, anlayış sahibi tüketiciler bu tip malları değerlendirmeyi, ve satın alımlarını ona göre yapmayı çok geçmeden öğreneceklerdir.

    Belki de Marks, tüketim mallarının özgül niteliklerine dair tüketicilerin yaptıkları değerlendirmelerin tamamen öznel olduğuna, ve politik iktisatın olması gerektiğini düşündüğü "nesnel" bilimde bunun yerinin olmadığına inanıyordu. Ancak bu yanlıştır. Eğer satın almayı düşündükleri metaların özgül niteliklerin değerlendirilmesinden yalnızca birkaç tüketicinin kararları etkilenseydi; sonuç, büyük miktardaki ürünlerle, ortalama maliyetlerle vb. uğraşan bir alanda düşünmeye değecek kadar genel veya esaslı olmayabilirdi. Ancak, önemli sayıdaki tüketici alımlarında metaların niteliksel özelliklerini dikkate almaya başladığı zaman; veya öte taraftan, meta üreticileri alıcıları cezbetmek için metalarını farklılaştırma veya geliştirme zahmetine giriştikleri zaman, bir zamanlar tamamen öznel olarak düşünülebilen şeyler daha geniş bir toplumsal, yani nesnel önem kazanmaya başlarlar. Üreticiler, üretim ve satış amacıyla yeni ürünlerin geliştirilmesi gerektiğini düşünmeye başladıklarında olan tam da bu durumdur.

    Marks'ın kuramında, tüketici tercihleri sorunu, belirli bir meta için talebin yüksek olduğu yerde bu malların fiyatlarının onların asıl değerlerinin üzerine çıkacağı, ve bunun da bu metaların üretimine daha fazla sermaye çekeceği ileri sürülerek açıklanır. Bu ise nihayetinde bu metalardan piyasada fazla bulunmasına; arz-talep kanunu sayesinde, bu metaların fiyatlarının asıl değerlerine doğru düşmesine yol açacaktır. Ancak bu, tartışılan metaların yeni üreticilerinin tamamen aynı nitelikte ve aynı genel kalite seviyesinde metalar üretebileceğini varsayar; bu böyle olmayabilir. Eğer yapamazlarsa, piyasa fiyatlarının değerlerine doğru sabitlenmesi gerçekleşmeyecektir. Diğer bir deyişle, tüketicilerin niteliklerindeki farklılıklar yüzünden bir metayı diğerine tercih edebilecekleri olgusu, nesnel iktisadi bir olgudur; basitçe "sübjektif" bir değerlendirme olarak dışarıda bırakılabilecek veya ihmal edilebilecek bir şey değildir.

    Kuramının büyük bir kısmında olduğu gibi, Marks'ın niteliksel değerdeki farklılıklar sorununu gözardı etme eğilimi, kapitalizmin ilk gelişme evrelerinde belki anlamlı olabilirdi. O zamanlar, tüketici mallarının alıcısı olan büyük bir çoğunluk, yani işçi sınıfının üyelerine çok az bir para ödeniyordu; ve satın alımlarının neredeyse tamamı, niceliği ancak çok az fark eden gıda ve elbise gibi oldukça temel mallardan oluşuyordu. Ancak, yaşam standartları daha fazla miktar ve çeşit malları almalarına olanak tanıyan önemli bir tüketici grubu, diğer bir deyişle "ihtiyari geliri" [ing. discreationary, tasarruf ederek biriktirilen] tüketiciler ortaya çıktığı zaman, emek değer kuramının varsayımları ve uzantıları iktisadi gerçeklikte önemli çarpıtmalara yol açar. Her halükarda, yukarıda gördüğümüz üzere, kuram, Marks'ın yazdığı döneme özgü kapitalist gelişme evresinde bile ekonomik önemi olan makinalar ve genel olarak üretim araçları arasındaki niteliksel farklılıkları hesaba katmaz.

    Ana akım (burjuva) ekonomistleri, emek değer kuramını tamamen terk ederek, ve bunun yerine metaların değerlerini, metaların müstakbel satıcı ve alıcılarının öznel değerlendirmeleri ("marjinal fayda" kuramı), karşılıklı etkileşimleri (oradaki biçimiyle vektör toplamları) cinsinden tanımlamaya karar vererek, bu sorunu halletmeye teşebbüs ettiler. Kuramsal aygıtın altında, kuram esasen metaların satıldığı fiyatların değerlerini temsil ettiğini öne sürer. Marksistlerin ileri sürdükleri üzere, emek değer kuramının terk edilmesinin sebebinin, kapitalist müdafiler olarak bu kuramcıların [emek değer kuramı]ndan kaynaklanan sonuçlardan hoşlanmamaları olabilir. Ancak, kuramın safra gibi atılmasının iyi nedenleri vardır: Birincisi, emek değer kuramında, kapitalizmde üretilen metaların değerleri ölçülebilir olmak bir yana, doğrudan görülebilir de değildir. Marks'a göre, değer fiyatın temelini oluşturur ve nihayetinde onu belirler, ancak mallar ancak istisnai durumlarda değerlerinden satılırlar. Sonuç olarak, kuram pratik kullanım ve gelişimlere açık değildir. İkincisi, emek değer kuramı kabaca bir yakınsama olarak ne kadar kullanışlı olursa olsun, göstermeye çalıştığım gibi, sermayenin doğasını, karın kaynağını ve kapitalist sistemin genel dinamiklerini doğru bir şekilde betimleyemez. Burjuva iktisatçılarının bunu yapıp yapmadığı, ayrı bir sorudur.

    Marks'ın emek değer kuramının cazibesine neden kapıldığı anlaşılabilir. Herşeyden önce, analitik kullanışlılığını halihazırda kanıtlamış, yerleşmiş bir kuramdır. Bunun yanısıra, Marks inançlı bir materyalistti, ve emek değer kuramı en azından görünüşte bu felsefe okuluyla tutarlı gözükür. Üçüncüsü, kuram zaten önceden inanılanı, yani işçilerin sömürüldüğünü kanıtlıyordu. Son olarak, emek değer kuramı, kapitalizmin, yıkılması ve sosyalist/komünist toplumca yerinin alınması oldukça muhtamel olan bir duruma doğru evrileceğini göstermeye uygun olmasıdır. Şimdi üstüne eğileceğimiz soru bu olacak.
     

    KAPİTALİST GELİŞMENİN EĞİLİMLERİ

    Kapital'de ve başka yerlerde, Marks kapitalist gelişmenin çeşitli eğilimlerini, yani bizzat kapitalizmin işleyişinden kaynaklanan belirgin ekonomik ve toplumsal eğilimleri tartışır. Bu eğilimler, birarada değerlendirildiğinde, sistemin gelecekteki evrimini kabaca betimler. (Alandan tasarruf etmek için, iki istisnayla, bu eğilimleri görece kısa bir şekilde betimlemeye niyetliyim.) Bu eğilimlerden en önemlileri şunlardır:

    1. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi. Marks, kapitalist gelişme sırasında belirli bir ulusal kapitalist ekonomiyi oluşturan sermaye sayısının azalacağına, geri kalan kapitalin ortalama büyüklüğünün ise artacağına inanıyordu. Bu, daha büyük --ve Marks'ın inandığı üzere-- daha etkin sermayeler, genellikle Marks'ın sisteme özgü olduğunu düşündüğü ekonomik krizlerin bir sonucu olarak iflas eden şirketlerin sermayesini ele geçirip, yutmasıyla gerçekleşir. Marks, artan büyüklüğün daha büyük ekonomik etkinlik ortaya çıkardığına inandığı için, fabrikaların ve ekonominin diğer üretim niteliğindeki birimlerinin ortalama boyutunun da büyüceğine inanır. Bu eğilimlerin sonucu ise, herhangi belirli bir ulusal kapitalist ekonominin giderek devleşen işletmelerden oluşan daha az sayıdaki sürekli büyüyen sermayelerden meydana gelmesi olacaktır.

    2. Çökmüş olan kapitalistlerin yinelenen krizlerle işçi sınıfı saflarına savruldukları için, kapitalist sınıfın büyüklüğünde bir azalma.

    3. Mülksüz proletarlar konumuna gerileyecek olan toplumun orta kesimlerinin, özellikle de küçük işadamlarının, benzeri mahfı. Bu, köylülerin ve diğer küçük aile çiftçilerinin yok olmasını, ve yerlerini büyük kapitalist çiftçilerin almasını da içerir.

    4. Kapitalist üretimin genişlemesi, ve yukarıda bahsedilen yerinden edilmiş toplumsal kesimleri işçi sınıfı saflarına dahil olmasıyla, işçi sınıfının boyut olarak büyüme eğilimi. Bu eğilim, sermayenin artan organik kompozisyonuyla birlikte, sürekli büyüyen bir "yedek işsizler ordusu"na neden olur. Bu, varlığı çalışan işçilerin ücretleri üstünde aşağı doğru bir baskı oluşturan, işçi sınıfının işsiz üyelerinden meydana gelir. Bu, uzun dönemde işçilere piyasa değeri üzerinden ücret ödenmesini sağlar; diğer bir deyişle, ücretlerde büyük ve uzun dönemli bir artış olmaz.

    5. Pek çok görece küçük sermayenin piyasa yoluyla birbiriyle rekabet ettiği serbest rekabetin; kısıtlı, tekelci, veya daha doğrusu az sayıdaki büyük kapitalistin piyasayı ve bir bütün olarak ekonomiyi kontrol ettiği oligapolcü rekabete, yol vermesi eğilimi. Oigapolcü firmaların üretimi koordine etme (genellikle de sınırlama) ve fiyatları belirleme yetilerinin bir sonucu olarak, sınırlı biçimdeki bir ekonomik planlamanın serbest piyasanın yerini alması, buna eşlik edecektir. Marks, tek tek işletmelerde [gerçekleşen] üretimin --piyasadaki anarşinin aksine-- planlandığına inandığı için, arta kalan işletmelerin boyutlarındaki büyüme de keza üretimin planlı doğasını geliştirecektir.

    6. Kapitalist devletin, endüstri ve ekonominin geri kalanını tek başına idare etmek, ve arta kalan kapitalist sınıfın üyelerini aylak "kupon kırpıcılar", yani kar hisseleri alıcılarına indirgemek için toplam toplumsal sermayenin giderek daha büyük bir kısmını kontrolüne alma eğilimi.

    7. Nihai sonucu kapitalist sistemin artan bir durgunluk ve sürekli büyüyen krizler durumuna doğru yönelmesi olan kar hadlerinin düşme eğilimi. Marks'ın analizinin bu kısmı, hem kuramı açısından asli, hem de anlaşılması güç olduğu için, biraz ayrıntılarıyla açıklanmaya değerdir.

    Kapital'in 3. cildinde Marks, kapitalistlerin daha fazla kar arayışının, farklı organik kompozisyonlara sahip --[yani], makinalar, aletler ve hammaddeler miktarının (sabit sermayenin) emeğe (değişken sermayeye) oranının değiştiği-- sermayeler arasında dahi ortalama bir kar haddinin oluşmasına yol açtığını gösterir. Marks'ın analizine göre, sermayenin organik kompozisyonunun düşük olduğu, yani üretim araçları kullanımının istihdam edilen emeğe oranla görece küçük olduğu --tekstil endüstrisindeki gibi-- sektörlerde, tek başına ele alındığında bu sektörün kar haddi görece yüksek olacaktır. (Marks'a göre, s artı değer; c sabit sermaye; v değişken sermaye demekken, kar haddi s/v+c olarak gösterildiği için, c'nin küçük olduğu yerde bu kesirin değeri, c'nin büyük olduğu [duruma] göre büyük olacaktır.) Sonuçta, ilave [yeni gelen] kapitalistler bu endüstrilere yatırım yapacaklardır. Başka bir deyişle, sermaye bu endüstrilere akacak, bu sektörlerde üretilen metaların üretiminin artmasına neden olacaktır. Sonuç olarak, bunu takip eden rekabetteki artış, bu sektörlerdeki metalarının fiyatlarını asıl değerlerinin aşağısına itecektir. Bunun aksine, (çelik endüstrisi gibi) organik kompozisyonun yüksek ve kar haddinin görece düşük olduğu sektörlerde, sermaye bu sektörlerden dışarıya akacaktır. Bu, bu sektörlere özgü olan metalardan daha az üretilmesine neden olacaktır. Bu sektörlerdeki rekabetin azalması, bu sektörlerde üretilen metaların fiyatlarını asıl değerlerinin üstüne çıkarma eğiliminde olacaktır. Filhakika, (metaların fiyatlarının değerlerinin altında olduğu) sermayenin düşük organik kompozisyona sahip olduğu sektörlerde üretilen artı değer, piyasa aracılığıyla, (metaların fiyatlarının değerlerinin üstünde olduğu) yüksek organik kompozisyona sahip endüstri veya sektörlere akacaktır. Farklı sektörlerdeki kar hadleri eşitlenen kadar bu süreç devam edecektir. Bu dinamiğin sonucunda, metaların fiyatları değerleri etrafında değil, Marks'ın "üretim fiyatları" dedikleri etrafında dalgalanma eğilimde olacaklardır. Bu fiyatlar, metalara aktarılan sabit sermaye ve emek değerleri, artı ortalama kar haddini yansıtan (artı değerin bir kısmı olan) ek bir değerden oluşur. Bu mekanizma aracılığıyla, işçi sınıfından emilen toplam artı değer, [bu artı değerin] nerede üretildiğine göre değil yatırılan sermaye miktarıyla orantılı bir şekilde, kapitalistler arasında bölüşülür. Diğer bir deyişle, ortalamada, kapitalistler yatırdıkları sermayeye orantılı olarak karlar edinirler.

    Marks yine, bir kere oluştuktan sonra, bu genel kar haddinin düşme eğilimi göstereceğini öne sürer. Bunun temel nedeni, kapitalist üretimin artı değer üretmeyen sabit sermayenin (makinalar, aletler ve hammaddeler) --[artı değer] üreten emeğe oranla-- giderek daha fazla kullanımını içermesi nedeniyle, kapitalist gelişmenin sonucunun kar haddini ifade eden kesirin (s/c+v) paydasının payından daha hızlı artma eğiliminde olması, bunun da kesirin değerinde bir düşüşe yol açmasıdır. Diğer bir deyişle, bizzat kapitalist gelişmenin kendi mantığı, özellikle de giderek daha fazla sabit sermaye kullanılması, kar haddinde tedrici bir düşüşe sebep olur. Ve, kapitalistlerin bakış açısından, üretimin tüm amacı artı değeri biriktirerek sermayeyi büyütmek olduğu için, böyle bir düşüş en sonunda ekonomik durgunluğa yol açacak ve sistemin nihai yıkımına yönelecektir.

    Ancak Marks, bu azalan kar hadlerinin demirden bir yasa olmadığına, bir eğilim olduğuna; yani kapitalistlerin sıradan artı değer çoğaltma yöntemlerinin --işgününü uzatılması, üretimin hızlandırılması ve üretim araçlarında şiddetli bir modernleşmeye gisilmesi-- bu eğilimi dengelemeye meyilli olacağına inanır. Yine Marks, kar hadlerinin düşme eğiliminin diğer eğilimlerce de dengelenebileceğinden bahseder. Bunlar şunları içerir: teknolojik ilerlemenin emek gücünün değerini düşürürken, eşanlı olarak sabit sermaye öğelerini ucuzlatma, yani onların değerlerini düşürme eğiliminde olması; sermayenin artan devir [turnover] hızının, kapitalistlerin aynı sermaye miktarıyla daha fazla artı değer yaratmasına olanak tanıması; ve kapitalist üretimin genellikle üretilen toplam artı değer miktarında bir artışı zorunlu kılması. Marks, bu eğilimlere karşın, kar haddinin düşme eğiliminin eninde sonunda baskın çıkacağını varsayar. (Aslında, kar haddindeki düşme, o dönemin ekonomik kuramcılarının neredeyse tümünün kabul ettiği yerleşmiş bir olguydu: onlar, bunu nasıl açıklayacakları ile ilgileniyorlardı.)

    8. Tartıştığım eğilimlerin sonuçlarından birisi de ekonomik krizlerin çoğalması eğilimidir. Marks, kapitalizm destekçisi ekonomi kuramcıların aksine, bu gibi krizlerin sistemin içsel bir özelliği olduğuna inansa da, Marks'ın yayınlanan yazılarında ekonomik krizlere ilişkin hiçbir bütüncül ve ayrıntılı tartışma yoktur. Bunun yerine, karmaşık bir kurama işaret eden çeşitli öğeler vardır. Böylece, Marks, bir meta üretim sistemi olarak kapitalist üretimin para aracılığıyla gerçekleşmesi, ve üretimin nihai amacının metaların değişimi değil değer biriktirimi olması nedenleriyle, satışlar ve alımlar arasında bir kopukluk olma olasılığına sık sık vurgu yapar. Bu, en azından kuramsal olarak, ekonomik kriz, yani dolaşımda kopma ve sonucunda üretimin durması ihtimalini ortaya çıkarır. Örneğin, bir birey elindeki metaları para karşılığı satabilir, ancak ardından başka metalar almak yerine parayı saklamaya [hoard, istif etmek] karar verebilir. Eğer bu davranış genelleştirilirse, sonuç genel talepte ciddi bir düşüş, ve Marks'ın aşırı üretim [overproduction] krizi dediği şey, yani piyasada çok fazla malın ve çok az alıcının olması olacaktır.

    Marks yine, kapitalist üretim dolaşım --yani malların piyasada değişimi-- yoluuyla gerçekleştiği için, üretimin düzgün bir şekilde devam etmesi için gerekli olan doğru meta oranlarının ancak sonradan, planlanmaksızın, gelişigüzel bir şekilde belirlendiğini vurgular. Yani, kapitalistler ne kadar meta satabileceklerini kesin olarak bilmedikleri için, ancak kaba tahminlerde bulunabilirler. Kaçınılmaz olarak, bazı kapitalistler çok fazla, bazıları ise çok az üretecektir. Marks, buna "üretim anarşisi" der. Ekonominin farklı sektörlerinin üretimleri arasındaki --örneğin, tüketim malları üretenler ilee üretim araçları arasındaki, veya bu departmanlardan herhangi birisinin içerisindeki-- oransızlıkların zamanla biriktiği yerde, kredi mekanizmasının işleyişiyle de şiddetlenen sorun, üretimin durmasına ve krize işaret eder.

    Marks, belki de en sık olarak, kapitalizmdeki krizlerin nihai nedeninin, tüketicilerin büyük bir çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının alım gücünün kısıtlı doğası olduğunu söyler. Her kapitalistin sürekli olarak daha fazla artı değer miktarı üretme uğraşısı içinde, artı emek zamanını arttırmak üzere gerekli emek zamanı karşılığında harcadığı para miktarını düşürmeye çalışması, bu kısıtlı alım gücünün nedenidir. Diğer bir deyişle, işçilerine ödediği ücreti mümkün olduğunca düşük tutmaya çalışır. Bu her kapitalisti, ve bir bütün olarak kapitalist sistemi çelişkili bir konuma sürükler. Bir yandan, bireysel olarak ele alındığında her kapitalist ücretleri mümkün olduğunca düşürmeye çalışır. Diğer yandan, her kapitalist (ve zımnen, bir bütün olarak sistem) kendi metaları için piyasanın büyümesini ister. Kapitalistler üretim için, yani mümkün olduğunca çok sermaye biriktirmek için üretim yaptıkları için, sonuç fiilen sürekli bir fazla üretim ve kriz eğilimi olur. (Ayrıca, ücretleri düşük tutma yönündeki bu yönelim, ana üretim gücü olan işçilerin üretken güçlerinin gelişimini engeller.)

    Son olarak, kar haddinin düşme eğilimi vardır. Bu, kendi başına krize işaret ederken, diğer "çelişkiler"in temelini teşkil eder ve onları şiddetlendirir; çünkü yatırımlardan beklenen getiri oranının kapitalistlerin artık üretim için hiçbir yatırım yapmayacakları kadar düşük olduğu bir nokta vardır.

    Genelde, Marks, kapitalist ekonominin yaşadığı dönemsel krizlerin düzeltici bir doğasının olduğunu öne sürer; bu sayede kapitalist üretimin devam etmesi için gerekli olan koşullar az ya da çok zorla yeniden oluşturulur: fazla metalar tahrip olur, daha az etkin olan sermayeler ortadan kaldırılır veya daha büyük sermayeler tarafından yutulur, mevcut sermayeler değer yitirir, işçiler işlerinden atılır, ücretler düşürülür, borçlar iskonto edilir vb. Yine bu krizler, kapitalistlerin fabrika ve ekipmanlarını modernleştirmeleri için fırsatlar sunar ve [onları] teşvikler eder. Sonuçta, böylesi ekipmanların kullanılmaya başlanması dönemsel bir temelde oluşma eğilimi içindedir, böylece de kapitalist ekonominin dönemsel [cyclical] devinimini açıklar. Genel olarak, Marks, bu ekonomik krizlerin zamanla daha da şiddetleneceğine, kapitalizmin nihai ölümüne işaret ettiğine inanıyordu --ve kuramının gereği de kesinlikle buydu.
     

    SOSYALİZM: KAPİTALİST GELİŞMENİN GEREĞİ Mİ?

    Kapitalist gelişmenin tüm bu eğilimlerini kabul eder, ve onları mantıksal sonuçlarına vardırırsak, sonuç toplumun, bir yanda küçük ve giderek azalan bir aylak seçkin kapitalistler, ve öte yanda ise emek-güçlerinden başka bir şeyleri olmayan (çoğu işsiz) büyüyen bir işçi sınıfı olacak şekilde, artan (ve giderek belirginleşen) toplumsal kutuplaşması olacaktır. Bu arada, kapitalist devlet, sınırlı sayıdaki devasa endüstriyel işletmelerden oluşan ve ekonomik durgunluk ile dönemsel krizlerle yüz yüze olan, az sayıdaki oldukça büyük sermaye bloğundan meydana gelen ekonomiye sahip olacak, onu işletecek ve (hatırı sayılır bir derecede) planlayacaktır. Bu sayede, Marks'ın sosyalist bir toplum için gerekli olduğunu düşündüğü koşullar yaratılmış olacaktır. Bu esnada, politik ve toplumsal temeller sadece işçilerin ekonomik gerçeklikle uyumlu bir bilince sahip olmasını --yani, işçilerin devrimi gerçekleştirme ve toplumun idaresini ele geçirme kararını almasını-- gerektirecektir. Bu, Marks'ın gayet doğal bir şekilde [zaten] gerçekleşeceğine inandığı bir şeydi, çünkü onun görüşüne göre, bilinç nihayetinde maddi, ekonomik gerçekliklerin bir yansımasıdır.

    Ancak, bildiğimiz üzere, kapitalist toplum bu şekilde evrilmedi. Marks'ın gördüğü eğilimlerinin pek çoğu mevcut olmakla beraber, bunlar, Marks'ın tasavvur ettiği aşırı ekonomik yoğunlaşma ve toplumsal kutuplaşmanın gerçekleşmesini engelleyecek şekilde, çeşitli karşı eğilimler tarafından dengelendiler. Böylece, sermaye yoğunlaşmadı ve merkezileşmedi; bazı işletmeler büyüdüler, ancak kapitalist gelişme --özellikle de ekonominin yeni sektörlerrinde-- küçük sermayeler ve küçük işletmeler ortaya çıkardı. Sonuç olarak, birçok küçük işletme ve sermaye tahrip olurken, pek çok yenileri yaratıldı ve modern kapitalist ekonomi genel olarak canlı küçük ve orta-ölçekli iş sektörleriyle tanımlanır hale geldi. Aynı şey devlet müdehalesi için de [geçerlidir]. Hiç şüphe yoktur ki, modern devlet, Marks'ın zamanındakinden çok daha yaygın bir şekilde ekonomiye müdehale etmektedir. Ancak bu, kapitalist işletmelerin çoğunun ele geçirilmesine hiçbir suretle yaklaşmamıştır. Dahası, bir bütün olarak sistemin sağlığı açısından, fazlasıyla tekelleşen sektörleri bölmüştür. Son ancak aynı derecede önemli olarak, toplumun orta katmanları azalmak yerine sıradışı bir büyüklüğe ulaşmıştır. Birçok küçük işin yanısıra, kalifiye işçilerle birlikte profesyonellerden oluşan "yeni bir orta sınıf" (bilim adamları, mühendisler, yöneticiler, teknisyenler, uzmanlar ve her çeşitten danışmanlar) ortaya çıkmış, boyutu büyümüş ve ekonomik, toplumsal ve politik etkisi çoğalmıştır. Marks, her ne kadar incelediği ekonomik ve toplumsal eğilimleri dengeleyen karşı eğilimlerin varlığını kabul etse de, bir kez daha durumu kanıtlamaksızın, üstüne odaklandığı eğilimlerin sadece hakim olmakla kalmayıp, fiilen mantıksal uç noktasına ulaştırılacağını varsayar.

    Marks'ın kapitalist gelişme kavramsallaştırması, özellikle de sınıfların keskin kutuplaşması tahmini, büyük ölçüde sermayenin dondurulmuş emekten başka bir şey olmadığı görüşünden, ve buna paralel olarak teknolojinin doğasını anlayamamasından kaynaklanır. Sermaye tamamen ölü emek, ve teknoloji ise onun tarafından otomatikman meydan getirilen veya bir şekilde halihazırda mevcut olan bir şey olarak anlaşıldığı sürece, teknolojinin nasıl geliştirildiği ve yönetildiği, ve bu görevi hangi sektörlerin yürüttüğü soruları bırakın cevaplanmayı, sorulmayacaktır bile. Ve bence bu soruyu cevaplamaktaki başarısızlığı, devletin ekonomiye artan müdehalesiyle birlikte, kapitalizmin son elli yılda sergilediği istikrar ve canlılığın ardında yatan anahtar etken olabileceğini düşündüğüm, orta sınıfların boyutu ve içsel farklılaşmasındaki patlamayı Marks'ın atlamasına yol açmıştır. Teknolojik gelişme, devletin büyümesiyle birlikte, kesinlikle bu sektörlerin büyümesinin ardındaki ana etkendir; bunun sonucunda [bu sektörler de] yeni teknolojinin, onun yönetimi, işletimi ve hizmete sunumunun geliştirilmesinde, ve onu  kullanmak üzere diğerlerinin eğitilmesinde esas rolü oynamıştır.

    Bunun ötesinde, bu toplumsal katmanlar, kapitalizmin hala meyilli olduğu ekonomik krizlerin hafifletilmesinde ana etken olan, piyasanın devasa genişlemesini ortaya çıkarmıştır. Eş derecede önemli olmak üzere, sistemin toplumsal ve politik istikrarına büyük katkıda bulunmuşlardır. Genellikle, bu insanlar, yanlızca seçmenler olarak değil, ancak [hükümet] görev[in]e aday olarak, politik kampanyaların yöneticileri ve danışmanları olarak, keza gazeteci, analist ve yorumcu olarak, politik sürece en yüksek katılım derecesine sahip olan insanlardır. Daha önemsiz olmamak üzere, bu sektörler, sistemin istikrarını oldukça arttıran bir olgu olan, [işçi] sınıfının sisteme entegrasyonunu sağlayan işçi sendikalarına ve işçi sınıfının diğer örgütlenmelerine hakim olan sektörlerdir.
     

    EMEĞİN DİYALEKTİĞİ?

    Marks'ın ayrıntılı incelemesine karşın, kapitalizm onun öngördüğü şekilde evrilmedi, ve umduğundan daha canlı olduğu ortaya çıktı. Bu yüzden onun suçlanamayacağı kesinken, Marks'ın bu hususta başarısız olduğunu fark etmek, ve bunu açıklamaya çalışmak bizim için önemlidir. Kanaatimce, sermaye kavramının başlıca kusurlarının yanısıra, Marks'ın hatası, kapitalizmin ve bir bütün olarak insanlık tarihinin emeğin diyalektik gelişimini yansıttığına, ve nihayetinde onun tarafından yönlendirildiğine olan inancından kaynaklanmaktadır. Felsefi terimlerle, kapitalist gelişme, ortaya çıkışından düşünülen ölümüne kadar, emeğin fenomenolojisi haline gelir.

    Marks, Makalenin birinci kısmında tartıştığım üzere, Hegel'in diyalektik şemasını aldı, ve onu materyalist bir temel olduğunu düşündüğü şey üzerine yerleştirdi. Hegel'deki bilincin diyalektiği, Marks'ta emeğin diyalektiği haline geldi. Hegel'e göre, insanlığın özü, (başlangıçta bilmeksizin) Tanrı ile paylaştığımız bilincimizdir (ve özbilincimizdir [self-consciousness]). Bu görüşe göre, aslında tarihimiz, bir tür kendi kendisiyle tartışma sayesinde bilincimizin ikinci gerçeğin, yani Tanrı ile tinsel birleşmenin (tam olması açısından, bunun, kendi içindeki iki kutbun --biz ve Tanrı-- ayrımlarını sürdüren bir birleşme olduğunu eklemeliyim) farkındalığına [doğru] seyahat ettiği diyalektik bir süreçtir. Marks'a göre, insanlığın özü emektir; ve tarihimiz, çalışarak kendimizi (ve Doğa'yı) dönüştürdüğümüz bir süreçtir. Özellikle, bu, emeğin kendisiyle birleşmeye doğru diyalektik bir şekilde evrildiği bir süreçtir.

    Bu yazının birinci kısmında, bunun soyut ve somut emek diyalektiği cinsinden nasıl açıklandığını görmüştük. Marks'ın sermaye kavramı tartışmamızın ışığı altında, bu diyalektiği başka bir biçimde, canlı ve ölü emek arasındaki, emek ve onun ürünleri arasındaki diyalektik olarak görebiliriz. (Marks'da, Hegel'de olduğu gibi, tüm bu diyalektik süreçler değişen geçicilik dereceleriyle, yan yana gerçekleşir. Böylece, halihazırda bahsettiğimiz diyalektiklere ek olarak, bir bütün olarak kapitalist sistem, üretim ve dolaşımın süren diyalektik birliği [unity, tekliği] olarak var olur. Bu bizzat Kapital'in yapısına yansıtılmıştır: I. Cilt kapitalist üretimi; II. Cilt kapitalist dolaşımı; III. Cilt ise bir bütün olarak, yani bu ikisinin süren diyalektik birliği olarak, kapitalist üretimi inceler.) Emek, çalışma sürecinin ayrılmaz bir parçası olarak, emeğin aletlerini ve diğer araçlarını yaratır, "kendisini [bunlar]da nesnelleştirir". Kapitalizm öncesinde, canlı emek ve bu nesnelleştirilmiş, ölü emek birleşikti. İlkel komünizmde, her toplum kendi emek araçlarına, ve kolektif olarak üzerinde av, toplama ve ekim yapılan toprağına sahipti. Sınıflı toplumun ilk biçimlerinde bile, canlı ve ölü emek arasındaki birlik, daralmış bir biçimde olsa da, var olmaya devam etti. Örneğin, kölelikte, köleler aletler olarak düşünüldüler; sonuçta, kullandıkları araçlarla birleştirilmişlerdi. Feodalizmde, serfler kendi emek araçlarına sahiptiler, ve toprağa bağlıydılar. Ancak, emeğin ve aletlerin, canlı ve ölü emeğin bu birliği, hem bir yandan alet/araçların, hem de öte yandan emekçilerin becerilerinin gelişmesini kısıtladı.

    Batı Avrupa'da feodalizmin çözülmesine yol açan tarihsel süreçler sayesinde, emekçiler üretim araçlarından ayrıldılar. Sonuçta, kapitalizmde ölü emek kapitalist bir tarzda üretilen üretim araçları biçiminde var olurken, canlı emek ise artık proleteryada, herhangi bir makinaya veya üretim aletine sahip olmayan işçi sınıfında cisimlendi [embody, içerildi]. Artık, canlı emek ile ölü emek birbirinden ayrılmıştı. Bunun bir sonucu, ölü emeğin, [işçilere] hakim olan ve [onlar üzerinde] baskı kuran yabancı bir güç olarak karşılarına dikilmesidir: işçiler, emekleri ne kadar üretken olursa, o kadar fazla baskı altında kalırlar. Grundrisse'nin diliyle, nesne olarak emek ile özne olarak emek birbirine yabancılaşır, ve birbirleriyle düşman güçler olarak ilişkilenirler. Bu ayrılma işçilerin ezilmesini arttırırken, aynı zamanda da yeni üretim araçlarının geliştirilmesini ve üretim kuvvetlerinde devasa artışları mümkün kılar, aslında teşvik eder. Böylece, bu evrildikçe, kapitalizm üretimin araçlarının hem yığınını, hem de gücünü arttırır; yine durmaksızın büyüyen bir işçi sınıfı ortaya çıkarır. Diğer bir deyişle, kapitalizm geliştikçe, iki karşıt --ölü ve canlı emek, özen olarak emek ve nesne olarak emek-- giderek büyürken, aralasındaki çelişki de giderek yoğunlaşır.

    Bir kere daha Hegelci diyalektikle karşılaşıyoruz, ancak açıkça maddi olan bir biçimiyle: giderek yoğunlaşan bir içsel çelişkinin iki yönü. Aslında birleşik olan emek bölünür, kendisine yabancılaşır. Zaman içinde, iki yönü --canlı ile ölü, nesne ile özne-- arasındaki çelişki yoğunlaşır. Er ya da geç, diyalektik şemaya göre, çelişki daha üst bir sentezde çözülecektir; canlı emekle ölü emeğin birleşmesi, işçi sınıfının kurtuluşu, üretim araçlarının onların bilinçli denetimine tabi olması, ve üretim kuvvetlerinin --özellikle de bizzat işçilerin beceri ve yeteneklerinin-- hızla genişlemesi için [gerekli] koşullarının oluşturulması. Hegelci felsefe konusunda oldukça bilgili olan Marks, kapitalizm ve ekonomi tarihine ilişkin çalışmaları sayesinde, diyalektik şemanın Hegel'in yaptığı üzere düşüncelerin veya bilincin İdealist alanında değil, maddi üretim olarak gördüğü dünyada köklendiğini keşfettiğine inandı. Ve Kapital, --kapitalizmin saklı "devinim yasaları" biçiminde-- materyalist diyalektik olduğu varsayılan bu içsel işleylerinin izlerini sürme; bu keşfi, ve bunun proleterya --ve ekleyebilirim ki tüm dünya-- açısından ima ettiği kurtarıcı yazgıyı açıklama çabasıydı. Bu nedenle, Marksizm gerçekte Hegelciliğin bir türevidir, (daha kesin olmak gerekirse, Ricardocu elbiseler içindeki Hegelcilik, bir çeşit Hegelci-Ricardoculuk veya Ricardocu-Hegelcilik); ve Kapital, evrilmekte olan töz olarak emeğin insan bilincinin yerini aldığı Aklın Fenomenolojisi'nin bir dengidir.)

    Marks'ın kavramı, önemli bir önvarsayım olarak, bir bütün olarak kapitalizmin ve tarihin, evrimi diyalektik bir biçimde gerçekleşen temeldeki tek bir özün evrimi olarak kavranmasını gerektirir. Ve bu üretim araçları kavramının (nesnelleştirilmiş) emekten başka bir şey olmaması görüşünü gerektirir. Eğer böyle değilse, Marks'ın diyalektik şeması kapitalist gelişmenin doğru bir gösterimi olmayacaktır. Marks'ın senaryosu Hegel'in diyalektik mantığının geçerliliğine; diğer bir deyişle, bunun estetik olarak zevk verici ve uygun zihinsel bir tasarım olmaktan ziyade gerçeklikten ibaret olan gerçek bir süreç olduğuna (böylece, içsel çelişkinin --sermaye ile emek arasındaki çatışmanın-- çözümü için gerçek tarihsel bir zorlama olacaktır) inanmayı gerektirir. Ancak, eğer diyalektik mantık zorunlu değilse, yani gerçekliği yönetmiyorsa, bu çözümün zorunlu olarak gerçekleşeceğini iddia etmenin hiçbir temeli olmaz. Özetle, Hegelci-Marksist felsefi anlayışlar desteklenemezlerse, Marks'ın sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proleteryanın diktatörlüğünün kurulmasıyla sonuçlanacağını --yani, kapitalist gelişmenin zorunlu sonucunun sosyalizm/komünizm olduğunu-- gösterdiği şeklindeki ısrarı yanlış olur.

    Birçok kuramcı (özellikle felsefeci) gibi Marks'ın hatası da, --materyalizmine rağmen-- kuramının somut gerçeklikten daha doğru, daha gerçek olduğuna; aslında, kuramının, [yani] kapitalizmin devinim yasalarının, fiilen gerçekliği belirlediğine inanmasıydı. Biraz kaba olsa da daha basit terimlerle, Marks kendi hüsnü kuruntusunun [wishful thinking, hayalinin] kurbanıydı.
     

    BİR BÜTÜN OLARAK MARKS'IN KURAMI

    Bu noktada, Marks'ın kapitalizm kuramı hakkında bazı genel sonuçları ortaya koyabiliriz. Bundan ne elde edeceğiz?

    Bu soruyu cevaplamak için, Marks'ın kuramını ele almanın birkaç farklı yolunun olduğunu fark etmek çok önemlidir. Örneğin, bunu felsefi bir kavrayış olarak görebiliriz. Bana göre, bunu deneysel bir başlangıç noktası, gerçekliğin kişisel ve kanıtlanamaz bir yorumu olarak ele almak; bize sunduğu anlayışları [insight] görmek anlamına gelir. Bana göre, ekonomik kuramın çoğunun müdafici özelliği karşısında, sisteme karşı eleştirel olan bir kapitalizm ve kapitalist gelişme modeli geliştirerek Marks övgüyü hak etmiştir. Tüm ekonomik katılımcıları, piyasada karşılaşan ve hizmetlerinin karşılığında adil bedeller kazanan (kira, ücretler ve kar/faiz), esasen eşit meta/kaynak (toprak, emek ve sermaye) sahipleri olarak görmek yerine; Marks, kapitalizmi, bir kar parçasının diğerinin zararına olduğu bir güç hiyerarşisi olarak inceler. Özellikle de, nüfusun çoğunluğunu oluşturan ve üretimin ana "etkeni" veya kuvveti olan işçi sınıfının sömürüldüğünün, ve maddi refahın üretimine [yaptığı] katkısından adil payını almadığının farkına varmıştır. Ayrıca, kapitalizmi --ekonomik krizlerin birer normalden sapma olduğu-- sorunsuzca işleyen bir sistem olarak görmek yerine, Marks, kapitalist sistemi --çatışma ve krizlerin devamlı olduğu-- kendisiyle savaş içinde olan antagonistik bir sistem olarak görür. Dahası, kapitalist sistemin bütünlüğüyle nasıl işlediğinin modelini ortaya koymaya çalıştı. (Marks'ın ekonomik yazılarının en çarpıcı özelliklerinden birisi de obsesif-kompalsif [obsessive-compulsive, sabit fikirlilik nedeniyle içten gelerek bir şeye kafayı takma ve buna yönelik eyleme hali, örn. evden çıkarken devamlı olarak muslukları açık bıraktığını düşünmek (obsesif) ve geri dönerek kontrol etmek (kompalsif)] olmalarıdır. Kapitalizmin tüm yönlerini birleşik bir kuramda içerebileceğini düşünüyor gözükür. Yine, başvurduğu neredeyse tüm iktisadi kuramcılar hakkında --sıklıkla uzun uzadıya-- yorumlarda bulunurken, en karmaşık ayrıntılarına kadar kuramının içsel mantığı üstüne çalışmıştır.) Genel bir kuram hedefi onu aşmış olsa da (bunun doğası itibariyle ulaşılamaz olduğunu düşünüyorum), analizinin kapsamlılığı, içsel tutarlılığı, ve sergilediği yoğun çalışma, etkileyicidir. Aynı zamanda, sistemin ana eğilimlerinden bazılarını ayırd etmiştir, ve bu temel üzerinde insanın kurtuluşu stratejisini geliştirmeye yönelik çabası ondan sonra gelen tüm ütopik projeler için önemli bir kilometre taşı olmuştur. Belki de en önemlisi, Marks işçi sınıfının, ekonomik makinanın otomatik işleyişine kapılmış pasif bir nesne olmadığını, mücadelesi sistemde merkezi bir rol oynayan ve [sistemin] en sonunda yıkılmasını gösteren aktif bir güç olduğunu göstermeye çalışmıştır. Bu, onun "işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendisi eylemi olmalıdır" şeklindeki ısrarına bilimsel bir temel yaratma girişimidir.

    Ancak Marks'ın kuramına sunduğu anlayışlar ışığında bakarsak, birkaç şeyi aklımızda tutmamız gerekecektir. Birincisi, bu katkıların çoğu aslen Marks'a ait değildir. Marks, bazı öncellerine --Fransız sosyalizmi, İngiliz politik ikktisadı ve Alman İdealist felsefesi olarak referans verdikleri-- olan borcunu açık bir şekilde kabul etse de, kuramının birçok yönü kendisi değil başkaları tarafından ortaya konmuştur, ve ardından onun tarafından ele alınarak, daha sistematik bir şekilde geliştirilmiştir. Bu nedenle, yalnızca dilinin (ve temelinde yatan felsefenin) bir kısmı değil, Marks'ın ekonomi kuramının büyük bir kısmı Hegel'in yazılarında, özellikle de Doğrunun Felsefesi'nde bulunabilir. Ayrıca, kapitalizmdeki sömürümün kuramsallaştırılmasıyla ekseriyetle Marks onurlandırılırken, bu aslında daha önceki ekonomi kuramcıları tarafından gerçekleştirilmiştir. Sahip olduğu büyük politik, toplumsal ve ideolojik etki veriliyken, Marksizm diğerleri tarafından yapılan entelektüel katkıların onurunu üstlenme, veya bunlardan sorumlu tutulma eğilimi sergiler. Bu diğer kuramcıları hatırlamakla, ve onların yazılarına dönüp bakmakla iyi bir iş yaparız. Bu, en belirgin şekilde Marksistler tarafından ifade edilen, ancak tüm solda yaygın olan otoriteden güç alarak öne sürme, yani bir şeyi Marks (veya bir başkası) söylediği için doğru olması gerektiğine inanma, eğiliminden kopmamızı gerektirir. Son olarak, bütün [bölünmez], görünürde kendiyle tutarlı bir doktrin kütlesine inanmak veya inşa etmeye çalışmaktan, ve buna katılmayan herkesi suçlamaktan ziyade, militanca, eklektik olsa bile bilinçli bir şekilde --geleneksel olarak solcu veya devrimci olarak değerlendirilmeyenler de dahil olmak üzere-- geniş bir kaynaklar alanından faydalanmayı amaçlamalıyız.

    Ancak, Marks'ın kuramını bu şekilde değerlendirmek, Marks'ın onu sunduğu şekilden ve takipçilerinin çoğu tarafından ele alındığı şekilden farklıdır. Bu, --bilimsel bir program olarak-- kapitalizmin gidişatını tahmin edebilme yetisine sahip olan, ve bir kimsenin toplumsal değişim için [gerekli olan} stratejiyi güvenle üzerine temellendirebileceği, kuram ve pratiğin birliğidir. Eğer bu iddia karşısında Marks'ın kuramını değerlendirecek olursak, bunun tutmadığını görebiliriz. Yanlızca sınanmamış değildir, öne sürdüğüm üzere sınanabilir bile değildir. Aksine, gerçekten bilimsel olan kuramların, --tanımlarının gereği olarak-- kesin ve üstünde geniş bir görüş birliği olan sınamalar veya kanıt standartlarına tabi olmaları gerekir.

    Bunun da ötesinde, Marks'ın kuramı kendi koşulları içerisinde de tutmaz. İlk olarak, gördüğümüz üzere, emek değer kuramı ayakta kalamaktadır; en iyisinde kaba bir yakınsama olarak görülebilir, ancak kapitalizmin (ve insanlığın) gelecekteki durumu hakkında doğru kestirimlerde bulunabileceği iddialarını destekleyen bir kuram değildir. Ayrıca, Marks'ın kuramı sermayenin doğasını yanlış yorumlar. Sermaye, basitçe canlı emeğe hakim olan ölü emeğin birikimi olarak doğru bir şekilde anlaşılamaz. Aksine, Marks'ın kuramını başka bir şekilde ifade edecek olursak, bunu --küçük bir elit grubunun ellerinde; bu elitlerin üretim sürecini yönetmesini, ve bu sayede de artı değerin çoğunluğunu üretmelesini ve ele geçirmesini sağlayan; emek, Yerküre'nin ürünleri ve entelektüel/teknolojik katkılar dahil olmak üzere-- biriktirilmiş toplumsal/ekonomik kaynaklar olarak daha iyi kavrayabiliriz. Daha geniş olarak ise, bu kaynakların denetimi, elitlerin, bir bütün olarak insanlığa hakim olmasını ve [onları] denetlemesini (ve Yerküre'ye hakim olmaya çalışmasını), ve kendi refah ve güçlerini arttırmasını sağlar.

    Aynı şekilde, Marks'ın kuramı kapitalizmdeki sömürünün doğasını da yanlış yorumlar. [Sömürü], kapitalist sınıfın, işçi sınıfının tek başına üretiminden sorumlu olduğu toplumsal artığa el koyması [demek] değildir. Aksine, kapitalistler, sermaye ve Doğa'nın kuvvetleri/ürünleri de dahil olmak üzere, bir bütün olarak ekonominin ürettiği toplumsal artı değere el koyarlar. Meta üretimi ve değişiminin hakim olduğu bir toplumda, bu kaynakların sahipliği ve/veya denetimi, sahiplerine/maliklerine toplumsal güç kazandırır. Bu, sadece refahı, toplumsal artığı üretme ve ona el koyma gücü değildir, aynı zamanda diğerlerinin --ekonomik olduğu kadar toplumsal, politik ve entelektüel-- faaliyetlerini de denetleme gücüdür. Bu sahiplik/denetim, ekonomik hiyerarşiyle bütünleşen devlet tarafından sürdürülür ve dayatılır; belirgin biçimde kapitalist [olan] bir ekonomik/politik hakimiyet biçimi yaratır. Bu şekilde bakılınca, bir bütün olarak sömürülmemizin ve ezilmemizin kökü, gücün [iktidarın] eşitsiz dağılımıdır.

    Dahası, Marks'ın kuramı bir bütün olarak kapitalizmin sınırlı ve tek taraflı bir resmini sunar. Eğer bugünkü kapitalizme bakacak olursak, bunu canlı emeğe hakim olmak üzere ölü emek biriktiren bir sistem olarak görmenin bir anlamı var mıdır? Bu, ancak bilimsel/teknolojik başarılar ve faaliyetler basitçe emek olarak değerlendirilirse olabilir. Bilimsel faaliyet bir çalışmayken, bu, Marks'a göre kapitalizmde ifa edilen emeğin büyük bir çoğunluğunu meydana getiren basit, niteliksiz emekle aynı kategori içine konulamaz. Ne de, nitelikli emeği, Marks'ın yaptığı gibi, niteliksiz emeğin bir bileşiği olarak görmek işe yarar. Emek daha nitelikli hale geldikçe, diğer bir deyişle belirli bir bilgi ve beceri düzeyini ortaya çıkarmak için daha fazla entelektüel hazırlık ve faaliyet gerektikçe; onu bir çeşit basit öz [substance] olarak; onun ürünlerini bu özün cisimleşmesi olarak; ve ürünlerinin değerinin, onları üretmek için harcanan emek-zamanı miktarınca belirleniyor şeklinde algılamak zorlaşır.

    Örneğin, Einstein'ın Görecelik Kuramı'nın ekonomik değeri nedir? Bu, bunu üretmek için gerekli olan emek-zamanınca mı belirlenir? Peki ya Newton'un devinim yasaları? Daha da sıradan ifade edersek, bilgisayarların geliştirilmesine giden, yüzyıllardır biriken bilimsel/matematiksel keşiflerin veya mevcut teknolojimizin diğer somutlaşmasının değeri nedir: onlar da mı üretilmeleri için gerekli emek miktarınca belirlenmektedir? Bu soruların ortaya konulması bile zaten, bilimsel/teknolojik katkıları tamamen --onları üretmek için toplumsal olarak gerekli olan zaman tarafından belirlenen bir değeri [olan]-- emeğin ürünleri olarak kavrama girişiminin saçmalığını gösterir. Ancak, eğer böyleyse, o zaman bizzat varoluşu büyük bilimsel/teknolojik başarılar gerektiren ve ortaya çıkaran kapitalizm, yalnızca ölü emeğin canlı emek üzerindeki hakimiyetine dayanan bir sistem olarak kavranamaz.

    Marks'ın analizi yine, insanoğullarının --özellikle de kapitalizm içinde evrildiiğimiz zaman-- Yerküre ve bir bütün olarak doğal dünyayla olan yağmacı ilişkisini fark edemez. Marks, sadece Doğa'nın ürünlerini ve üretken güçlerini kullanmamızın bir maliyeti olduğunu, ve bunun nihayetinde tahripkar olduğunu anlamamakla kalmamış; kapitalizme karşı temel eleştirilerinden birisi de onun üretim kuvvetlerinin gelişimine zincir vurması, diğer bir deyişle Yerküre'ye hakim olabilme yetimize mani olmak [olduğunu söylemiştir]. Başka bir ifadeyle, Marks, insanlığın doğal dünyayla mevcut karşıt ilişkilerini, bilim ve teknolojimizin altta yatan doğasını ve amacını değiştirme gerekliliğini savunmanın aksine, verili alır. Ona göre, sosyalizmin/komünizmin başlıca faydalarından birisi, insanlığın Yerküre'ye ve bir bütün olarak doğal dünyaya hakim olma yetisini arttırmasıdır --uyumlu bir şekilde yaşamayı [sağlamasıı] değil.
     

    İNSANLIK: EMEKLE Mİ TANIMLANMIŞ?

    Son olarak, Marks'ın kuramı bana göre, insan türünün çarpıtılmış ve tek-taraflı bir kavrayışını sunar. Marks insanlığın belirleyici özelliğini, emek --çalışarak doğayı ve kendimizi dönüştürmek yetimiz ve yönelimimiz-- olarak görür. Ancak, bu kavrayış öngörülü olsa da, farklı faaliyetleri emek kategorisi içinde toplaştırır ve [bunları birbirine] karıştırır. Biraz basitleştirme pahasına, şöyle sıralanabilirler: (1) mevcut alet, makina ve diğer teknolojik aygıtlarımızla çalışmak; (2) bu aletleri, makinaları vb. yapmak; (3) yenilerini icat etmek. İnsan gelişiminin ilk aşamalarına bakacak olursak, bu üç işlevi basitçe emeğin yönleri olarak değerlendirmek kolaydır. Ancak, bunlar kavramsal olarak farklıdırlar, ve evrimimizin bir noktasında bu o kadar belirginleşmiştir ki, bunlar bizzat toplumsal işbölümüne tabi hale gelmişlerdir: bazı insanlar mevcut aletlerle, makinalarla vb. çalışırlar, bazı insanlar onları yaparlar; ve diğer başkaları da kendilerini bunları icat etmeye adar. Alet ve makinalarla çalışmak, onları yapmak düşünmeyi gerektirirken; yeni alet ve makinaların icat edilmesi kadar buna yönelik entelektüel alanların geliştirilmesi de insanlığın entelektüel kapasitesinde büyük bir genişlemeyi gerektirir ve bunu ortaya çıkarır. Sonuç olarak, bence, bırakın niteliksiz emeğin bir bileşiği olarak görülmeyi, basitçe emek olarak bile --"emek" terimi, fiilen anlamsız kılacak kadar genişletilmedikçe-- düşünülemez.

    Bu fikri Marks'ın genel toplumsal gelişim kavrayışıyla bütünleştirirsek, bunun Marks'ın kapitalizm kuramı için ne anlama geldiğini görebiliriz. Hatırlayacağımız üzere, bu kurama göre, emek üretkenliğinin büyümesi, ardından toplumsal sınıfların ve sömürünün gelişmesi için maddi temeli oluşturacak olan toplumsal artığın üretilmesini mümkün kılar. Sınıflı toplumun ortaya çıkmasıyla beraber toplumsal işbölümü sınıfsal bir boyut kazanır. Toplumsal artığın üretilmesi ve el konulması, sadece yönetici sınıfın ve devletin ortaya çıkmasını sağlamaz, aynı zamanda bir grup insanı elle yapılan işlerden özgürleştirir ve onların --yazmanın, matematiğin ve astronominin ve soyut düşüncenin diğer alanlarının geliştirilmesi de dahil olmak üzere-- kendilerini entelektüel faaliyetlere adamalarına imkan sağlar. Bu bireylerin faaliyetleri sınıflı toplumun devamlılığına hizmet ederken, bu insanlar tam olarak asalak da değillerdir. Nil ve Dicle-Fırat vadilerindeki ilk uygarlıkların temeli olan sulama sistemlerinin geliştirilmesi gibi, üretim araçlarının geliştirilmesine yardım ederler. Özet olarak, sınıflı toplumun gelişmesiyle beraber, insanlığın entelektüel faaliyetlerinin önemli bir kesimi emek sürecinden ayrı hale gelir, ve kendi içsel işbölümünü yaratır. Ancak, Marks'ın gözlemlediği üzere, bu ayrım nihayetinde hem insanlığın entelektüel yetilerinin, hem de emeğin üretken gücünün büyümesini tahrif eder ve kısıtlar. Kısmen --köleler veya serfler tarafından yerine getirilen-- emeğin kendisine atfedilen düşük statü nedeniyle, bilim ve matematiğin güncel iş sürecine uygulanması sınırlı ve gelişigüzeldi. Sonuçta, bilim ve matemetik kadar teknolojinin de gelişmesi görece yavaştı.

    Ancak feodalimin çözülüşüyle birlikte, bir yandan bilim ile matematik, ve öte yandan [bunlarla] ekonomi arasında daha doğrudan bir bağlantının gerçekleşmesi için sahne hazırlanmış oldu. Ve bu bağlantının, bir nevi köprü işlevi gören toplumsal aracı, büyüyen kapitalist girişimciler sınıfıdır. Kapitalistler yalnızca üretimi örgütlemediler; onlar, bilimsel gelişmelerin üretim sürecine uygulanmasının ardındaki başlıca toplumsal etkendiler. Ve böyle yaparak, hem üretimin hem de bilimin karşılıklı faydasına olmak üzere, teknolojinin gelişimini canlandırdılar. Dahası, tek tek kapitalist girişimcilerin şirket yöneticilerine dönüşmesine yönelik onca tartışmaya karşın, kapitalistler hala değişen derecelerle bu toplumsal işlevi yerine getirmektedirler --ekonominin yeni, yüksek-teknoloji sektörlerinde özellikle açık olan bir olgu. Ne yazık ki, oynadıkları toplumsal roller için (üretimin örgütleyicileri ve yeni teknolojilerin gelişimi ve uygulanmasının taşıyıcıları olarak) kapitalistler oldukça yüksek bir fiyat talep etmektedirler: üretim sürecinde üretilen artık değerin neredeyse tamamına, ve diğerlerinin emeklerini ve yaşamlarını --aslında bir bütün olarak tüm toplumu-- denetlemek için [bundan] ortaya çıkan güce, el koyma hakkı.

    Kısmen bu rolleri sayesinde, insanlığın entelektüel faaliyeti ekonomik yaşamdaki hakim etken haline gelir. Kapitalizmin bu kadar başarılı olmasını nedenlerinden birisi, hem bu bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin gelişimi için, hem de bunların imalat sürecine uygulanması için uygun koşullar sağlamasıdır: bir yandan değişen derecelerde entelektüel özgürlük; öte yandan, yeni işletmeler başlatma, yeni yöntemler uygulamaya sokma ve yeni ürünler yaratma fırsat ve itkisi.

    Bunun ışığında, Marks'ın üretim araçlarının dondurulmuş emekten başka olmadığı görüşünün sınırlılıklarını artık daha net bir şekilde görebiliriz. Bunlar, daha ziyade, ekonomik üretime uygulanan insanlığın birleşik entelektüel başarılarıdır.

    İnsanlığı, Marks'ın yaptığı gibi esasen emek cinsinden kavramak yerine; (eş derecede ve hatta daha meşru bir şekilde) insanlık giderek ayrıntılanan ve karmaşıklaşan --dil, din, felsefe, matematik, bilim, sanat, müzik, vb. dahil olmak üzere-- bir semboller dünyası, kısacası kültür dünyası yaratan ve [böyle bir dünyada] yaşayan bir şey olarak düşünülebilir. (Bu düşüncenin ayrıntılı bir tartışması için, Ernst Cassirer'in yazılarına, özellikle de Sembolik Biçimlerin Felsefe'sine bakınız.) Marks sembollerin üretimini meydana getirenin emek süreci olduğuna inanırken, bir kimse bunun tam tersini de, yani [emek sürecini] mümkün kılan semboller ve toplumsal yaşam olmaksızın emeğin varolmayacağını öne sürebilir. Diğer bir deyişle, eğer insanoğulları gruplar halinde yaşamasalardı, eğer birbirimizle iletişim kurmasaydık ve ortak bir anlamlar dünyası yaratmasaydık --yani semboller üretmeseydik-- toplumsaal faaliyetlerimiz olanaksız olurken, ekonomik faaliyetlerimiz ve emek diye adlandırabileceğimiz hiçbir şey gerçekleşmezdi.

    Ancak eğer tarih en nihayetinde, Marks'ın düşündüğü şekilde sözde fark edilebilir bir yönelime sahip sözde maddi bir süreç olan emeğin evrimi tarafından belirlenmiyorsa, aksine insanlığın sembolik yaşamını, kültür dünyasını yansıtıyorsa, o zaman toplumsal gelişimimizin belirli yönelimini ayırt etmek, veya ayırt ettiğini iddia etmek çok güç olacaktır. Sembolik/kültürel yaşamımız hakkındaki en çarpıcı şeylerden birisi, onun kendiliğinden olma, yaratıcı niteliği olduğu için, tanımsal olarak tahmine uygun değildir. Diğer bir deyişle, eğer toplumsal evrimimiz bizim kültürel yaşantımızın gelişimini yansıtıyorsa, o zaman bu evrimin kendisi tahmin edilebilir değildir; yani, örneğin, sosyalizmin/komünizmin insanlık tarihinin kaçınılmaz neticesi olduğu yanlıştır, bir aldanmadır.
     

    MARKSİZMİN MANTIĞI

    Bütün bunların ışığı altında, Marksist programın pratik sonuçlarının neden özgür toplumlar değil de totaliter sistemler olduğunu görebiliriz. Daha önce tartıştığım üzere, Marksistler iktidarı ele geçirdiklerinde, programlarına uygun yeni bir toplum inşa etmek için devleti kullandılar, hatta daha büyük ve kudretli olacak şekilde onu yeniden düzenlediler. Marks, kendi sosyalizm kavramsallaştırmasına dair pek az şey yazarken, mülklerin, üretim araçlarının tamamının veya çoğunluğunun ulusallaştırılacağını; yani, sözde işçilerin kendisi tarafından işletilmek üzere devlet sahipliğinde olacağını ve devletçe işletileceğini açıkça belirtir. Sonuçta, ekonominin çoğunluğunun ulusallaştırılması Marksist bir hükümetin ana hedeflerinden birisi haline gelir. Bunun ötesinde, Marks'ın kapitalist gelişme analizi toplumu devrimcileştirmeyi arzulayan Marksistlere bazı ek kılavuzlar sağlar. Özellikle yukarıda tartışılan çeşitli yönelim ve eğilimlerden bahsediyorum. Marksistler kapitalist açıdan daha az gelişmiş toplumlarda iktidara geldikleri için, ve de Marks sosyalizm için yapıcı önkoşullar olarak ileri kapitalist ülkeleri düşündüğü için; iktidara geçen Marksistler, Marks'ın tasarladığı şekilde kapitalist gelişmenin eğilimlerini --mümkün olduğunca mantıksal sonuçlarınaa vardırmak üzere-- yerine getirmeyi amaçladılar: sermayeyi bir blok olarak yoğunlaştırmak ve merkezileştirmek, ve bu bloğu devletin eline vermek (ve tabii ki kapitalistlerden kurtulmak); küçük işletmeleri, bağımsız girişimcileri, ve köylüler gibi kapitalist öncesi toplumsal sınıfları ortadan kaldırmak ve ekonomik faaliyeti büyük, sözde daha etkin birimlerde yoğunlaştırmak, ve bu faaliyeti aslında bir çeşit tekelci planlama sayesinde yönetmek. Marksizmin mantığıyla, kapitalistlerin sözde muhalifi olan Marksistler, (belirli türdeki) bir kapitalizmin aktif destekçileri haline gelirler. Sonuç ise bildiğimiz üzere, demokratik, kooperatif ve eşitlikçi toplumlar değil, kapitalist sınıfın olmadığı oldukça merkezileşmiş, katmanlaşmış bir kapitalizm, diğer bir deyişle devlet kapitalizmi olmuştur.

    Hiç de şaşırtıcı olmamak üzere, bu sistemlerin diğer birçok özelliği Marks'ın kuramını yansıtır. Marks'ın Yerküre'nin üretken hizmetlerini cömertçe sunduğu inancı veriliyken, sosyalist ülkeler diye anılan ülkelerin --hepsinden öte Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti dahil olmak üzere-- dünyadaki bazı en feci çevresel yıkımları (bu toplumların totaliter yapılarının bağımsız çevre hareketlerini engellemesiyle daha da ağırlaşan bir tahribatı) yaşamasında şaşılacak bir şey var mıdır? Marks'ın üretim araçlarının sadece maddi, sadece somutlaşmış emek olmadığını, ancak aynı zamanda da entelektüel faaliyeti de içerdiğini kavramaktaki başarısızlığı biliniyorken, sosyalist ekonomilerin yeni teknolojiler geliştirmekteki etkisizliklerinde, sermaye kullanımlarındaki verimsizliklerinde ve düzgün bir şekilde sermaye teçhizatını değerlendirmekteki becerisizliklerinde şaşılacak bir şey var mıdır? Ve Marks'ın bireylerin metalara ilişkin öznel değerlendirmeleri [olduğunu] kabul etmediği biliniyorken, devlet kapitalist ekonomilerin çeşitlilikte yüksek kaliteli tüketici malları üretememeleri, veya fazlasıyla methedilen merkezi planlamanın devasa kıtlıklara ve israfa --diğer bir deyişle, devlet planlamasınıın zoru zoruna idare edilebilen kaosun gösterişli bir markası olmasına-- yol açması tamamen mantıklı bir şey değil mi? Son olarak, Marks'ın insanlığın entelektüel/kültürel faaliyetlerinin insan toplumundaki gerçek rolünü, ve onun yaratıcı ve tahmin edilemez doğasını anlamaktaki başarısızlığı veriliyken, Marksist rejimlerin bağımsız entelektüel ve sanatsal faaliyetleri sistematik olarak bastırmaya çalışması anlamlı değil midir? Devlet kapitalist toplumların tüm bu özellikleri, "sosyalist" dönüşümün üzerinde gerçekleştiği koşulların tamamen rastlantısal sonuçları, tarihsel ve ekonomik koşulların mirası, veya devrim liderlerinin kişisel hatalarının sonuçları değillerdi. Bunlar, Marks'ın kuramından ve bir bütün olarak Marksist programdan kaynaklanan, bunları yansıtan şeylerdir.
     

    MARKSİZMİN İRONİLERİ

    19. yüzyılın en önemli entelektüel şahsiyetlerinden birisi olan Karl Marks'ın entelektüel faaliyetin insanlık tarihi açısından gerçek önemini kavramaktaki başarısızlığı olgusunda fazlasıyla ironi var. Ancak bu türden yagane ironi bu değildir. Marks ve Marksizm, ironilerle dolu bir çalışmadır. Marks, entelektüel faaliyetin kapitalizmde, ve bir bütün olarak tarihte oynadığı rolün önemini azaltan bir entelektüeldi. Felsefe yaptığını reddeden bir felsefeciydi. Kendisini materyalist olarak kabul ediyordu, ancak felsefesi aslında İdealist idi. Kendisini ideolojilerin eleştirmeni olarak görüyordu, ancak yaratılmış en etkili ideolojilerden birisini geliştirdi. Bugün orta sınıf dediğimiz sınıfa mensuptu --ve bu sınıfın öleceğini öngörüyordu. Semitik karşıtı olarak değerlendirilebilecek birçok şey yazan [Marks], Yahudi bir aileye mensuptu (babası bir dönme, büyük babası ise bir hahamdı). Dünya görüşü eski mesihsel Musevilik görüşünün yeni bir ifadesi olan [Marks], militan bir din bir karşıtıydı. Devlete karşı olduğunu iddia ediyordu, ancak amacına ulaşmak için (güya demokratik olan) diktatörlüğü savunuyordu. Yanlış bilinçlilik ([yani] kendini aldatmanın toplumsal biçimi) dediği şeyi inceleyen ve mahkum eden, ancak böylesi yanlış bir bilinçlilikğin bizzat [kendisinde] kişileştiği birisiydi. Meta fetişizmini, (nesneler arasındaki ilişkiler olarak gördüğü) toplumsal ilişkilerimizin somutlaşmasını [reification] inceledi, ancak kendi kuramının soyutlamalarını (emek, değer, kapitalizmin "devinim yasaları"), yaşamlarımızı idare eden, nesnel olarak var olan tözler ve yapılar olarak görerek bizzat kendisi bu maddeleşmenin kurbanı oldu. Programı insanlığın görüp geçirdiği en vahşi toplum biçimlerinin projesi olacak [Marks], insanlığın kurtuluşunun tutkulu bir savunucusuydu.

    Ancak Marks'a döneminin bir ürünü olarak bakacak olursak, bu ironiler bir anlam ifade eder. Zamanının entelektüellerine biçilen marjinal, esasen müdafici rolü kabul etmeyi reddeden iyi eğitimli bir entelektüeldi. (Hegel sonuçta, entelektüel hiyerarşinin zirvesine [çıkarak], Prusya monarşisinin saray felsefecisi olmuştu. Toplumda ona biçilmiş rolü kabul etseydi, Marks, babası gibi devlet bürokrasisinde düşük-kademeli bir memur olacaktı.) Toplumun --özellikle de halen ortaya çıkmakta olan kapitalizmin-- barbarlıklarına öfkelenen, kendisi ve parçası olduğu entelektüel sınıf için önemsiz bir gelecek gören Marks, kendisi ve insanlığın kurtuluşu için bir araç aradı, ve bu aracı tomurcuklanmakta olan endüstriyel ekonominin yarattığı işçi sınıfında bulduğunu düşündü. Ve proleteryanın kuramcısı ve sözcüsü olmayı amaçladı. Bu yolla, Marks kendi hayallerini dünya sahnesine koydu. Nietzsche'nin sözünü kullanırsak, Marks'ın eseri ve bir bütün olarak Marksizm, Marks'ın "iktidar arzusu"nun bir yansıması, bir cisimleşmesidir.

    Ne yazık ki, bu iktidar arzusu toplumsal bir zemin bulacaktı. Marks'ın tahminini tekzip ederek, orta sınıf ortadan kaybolmanın aksine, --hem devlet içinde, hem de Marksizmin bizzat yaratımında araçsal olduğu işçi sınıfının önde gelen tabakası olarak-- büyüklük ve toplumsal etki olarak büyüdü. Aynı zamanda, Marks'ın önemsemediği devletin modernizasyonu ile politik, toplumsal ve ekonomik tahakküm ve denetim tekniklerinin gelişimi, üretim araçlarının [çeşitli] yönleri; entelektüellerin ve orta sınıfın devleti ele geçirmesini ve işletmesini mümkün kıldı. Bu aşırı ironiler sayesinde, yabancılaşmış orta sınıf entelektüellerin bir ürünü olan Marksizm, tarihte güçlü bir rol oynamasını sağlayacak toplumsal bir manivela geliştirdi. Marksizm, işçi sınıfının programı iddiasında olmasına ve zaman zaman bayrağı altına çok sayıda işçiyi toplamış olmasına rağmen, orta sınıf entelektüellere ait bir görüş ve hayal olarak kalmaya devam etmektedir. Sonuçta, Marksizm, tarih boyunca en çok ahlaki olarak öfkeli, toplumsal olarak yabancılaşmış entelektüeller için çekici olmuştur. (Diğer şeylerin yanısıra, bu, iktidarı ele geçirmek için temel olarak hizmet edecek köylülüğe veya başka bir sınıfa yönelmek taraftarı olarak, Marks'ın işçi sınıfına ve onun devrimci kendi kurtuluşu üstüne odaklanmasını çabucak bir kenara atan orta sınıf milliyetçilere Marksizmin bu kadar çekici gelmesini açıklamaya yardım eder. Bu, yine, başka yönlerden ahlaki olarak duyarlı ve entelektüel görünümlü olan birçok entelektüelin veya sözde entelektüelin nasıl bu kadar kolayca barbar totaliter rejimlerin müdafileri haline geldiğini açıklar.) Marksizm, insanlığın kurtuluşu için bir program olmanın aksine, bu entelektüellerin iktidar arzularının bir somutlaşmasıdır ve böyle olduğunu da göstermiştir.

    Sermayenin entelektüel doğasını ve orta sınıfın ortaya çıkışını fark etmekte başarısız olan Marksizmin, bu sınıfın bazı kesimlerinin iktidar arzusunun bir aracı haline gelmesi sadece bir ironi değildir. Bu karanlık noktalar, Marksistlerin iktidarı ele geçirmesini mümkün kılar. Bunun sebebi, Marksist entelektüellerin kendilerini ayrı bir toplumsal katmanın parçası olarak görmemeleri; ve kendi entelektüel, teknik ve idari yeteneklerinin (samimi olarak çıkarlarını temsil ettiklerine --aslında işçi sınıfının bizzat bilinci olduklarına-- inandıkları) işçi sınıfı üstünde [kurdukları] tahakküm ve sömürünün temelleri olduğunu fark etmemeleridir. İktidar için yaptıkları mücadelenin ahlaki güdülerini ve meşrulaştırmasını sağlayan işte bu yanılsama, bu yanlış bilinçtir. Marksistlerin totaliter bir devlet yaratma yönelimine bir haçlı seferi havası kazandıran şey işte budur. Marksistler, samimi olarak insanlığı kurtardıklarına inanırlar. Ve bence işte bu yanılsama, Marksizmi çok tehlikeli yapan şeydir.
     

    ÜTOPYA'NIN SONU MU?

    Ancak eğer Marksizm sonuçta bir orta sınıf programıysa, tüm diğer ütopyacı tasarımlar da entelektüeller tarafından geliştirilmiştir. Bu, ütopyacı hayallerimizden vaz geçmemiz gerektiği anlamına mı gelir? Böyle olduğunu sanmıyorum. Entelektüel ve duygusal yaşamımızın bir parçası olarak, insanlık bu gibi düşüncelere gereksinim duyar ve bunları yaratır. Ve toplumsal koşulları iyileştirmeyi amaçlayan tüm herkesin --ve hatta devrim taraftarı olmayanların bile--, günümüz toplumunu yargılayacak ve amaca yönelecek  kılavuzlar veya standartlar olarak bunlara ihtiyacı vardır. Ancak yapmaktan sakınmamız gereken şey, görüşlerimizi olmadıkları bir şekilde sunmaktır. Bunlar ne bilimdir, ne de bilimseldir; ne kaçınılmazdır, ne de oldukça yüksek olasılıklıdır. Bunlar, işçi sınıfının görüş açısını, varsayılan gerçek bilincini temsil etmezler. Bunlar, bizim bilincimizi ve arzularımız temsil ederler; bizler ancak bunların işçi sınıfının ve insanlığın çıkarlarını temsil ettiğine inanabiliriz. Bu gibi görüşlerin, ümit ediyorum ki, başarılmaları mümkündür, ancak bunların "zorunlu" olduğu yönündeki herhangi bir iddia nihayetinde ahlakidir; böyle oldukları kabullenilmeli ve ifade edilmeldir. Herşeyden öte, hedeflerimize ulaşmak için birer araç olarak devletin, ve onun denetim amacıyla kullandığı zor araçlarının kullanımından kesinkes vazgeçmeliyiz. Amacımız örnekleyerek yol göstermek olmalıdır. Eğer [böyle] yapmazsak, eğer düşlerimizi dayatmanın cazibesine yenik düşersek; başarsak bile, [sonunda] iddia ettiğimiz ve arzuladığımız üzere kurtarıcılar olmak yerine baskıcılar haline geliriz.

    Bir dipnot olarak, Danimarkalı felsefeci Soren Kierkegaard'ın bir zamanlar Hegel için yazdıkları dikkate değerdir:

    "Eğer tüm Mantık'ını yazmış olsa, ve giriş kısmında bunun yanlızca düşünsel bir deney olduğu gerçeğini belirtseydi (ancak birçok noktada birşeylerden kaçınmıştır), bugüne kadar yaşamış olan en büyük düşünür olurdu. Bugün ise, o gülüçtür." (Walter Lowrie'nin alıntısı, Kierkegaard'ın Kısa Yaşamı, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1970, s. 116)
    Eğer Mantık'ın yerine Kapital'i koyarsak, bu nükteli sözün Marks'a da aynen uygun geleceğini düşünüyorum; ancak, Marksizmin yıkıcı sonuçlarının --hapse atılan, işkence gören ve öldürülen milyonlar, muazzam bir çevresel tahribat, "sosyalizm" ve "komünizm" terimlerinin kirletilmesi-- ışığında, belki de "gülünç" kelimesini "trajik" ile değiştirmemiz gerekecektir.
     

    Çeviri: Anarşist Bakış


    Kaynak: "An Anarchist Critique of Marxism: Marx's Theory of Capital, Part II", The Utopian Magazine, Aralık 2001.
    1