KISIM D.05
EMPERYALİZMİN SEBEBİ NEDİR?
 
 
D.05.1 Emperyalizm Zaman İçerisinde Nasıl Değişti?
D.05.2 Emperyalizm Yalnızca Özel [Kesim] Kapitalizminin Bir Ürünü müdür?
D.05.3 Küreselleşme Emperyalizmin Sonu mu Demektir?
D.05.4 Emperyalizm ile Kapitalizmdeki Toplumsal Sınıflar Arasındaki İlişki Nedir?

Tek bir kelimeyle: güç [power, iktidar, erk]. Emperyalizm, bir ülkenin başka bir ülke üzerinde, onun (doğal veya üretilmiş) zenginliğini çalmak amacıyla, siyasal araçlarla doğrudan veya ekonomik araçlarla dolaylı olarak, tahakküm [hakimiyet] kurması sürecidir. Bu, zorunlu olarak, tahakküm kurulan ülkedeki çalışan halkın sömürüsünün sömürülmesi anlamına gelir, ve keza başka yerlerdeki çalışan halkların da sömürülmesine yardımcı olabilir. Böyleyken, emperyalizm hakim ekonomik ve toplumsal sistemden ayrı olarak düşünülemez. Esas itibariyle sebep, sömürünün emrinde kullanılan aynı güç eşitsizliğidir.

Takip eden kısımlarda tartışacağımız üzere, emperyalizm zaman içerisinde, bilhassa da (biçimleri ve yöntemleri kapitalizmin gelişen gereklerine göre değiştiği) son ikiyüz yıl içerisinde değişmiştir. Ancak, klasik imparatorluk inşası günlerinde bile, emperyalizm ekonomik kuvvetler ve gereklerle yönlendirilmiştir. Bir devleti güvenli kılmak için, o devletin,  yönetici bürokrasinin ve onun bağlaşığı yönetici sınıfın elindeki zenginliği arttırmak için, [o devletin] güçlü bir ekonomiye dayanması ve yeterli bir kaynak tabanına sahip olması gerekir. Devletin kontrol ettiği alanı arttırarak, mevcut zenginlik de arttırılabilir.

Devletler, doğaları itibariyle, aynen sermaye gibi yayılma [genişleme] siyaseti yanlısı organlardır; onları yönetenler güç ve nüfuzlarının alanını daima arttırmak isterler. Bu, toprakların kendi özel mülkleri olduğunu açıklayan Krallar tarafından ulus-devletler yaratılırken, son 500 yıl içinde Avrupa'da yaşanan büyük sayıdaki savaşlardan gözlenebilir. Üstelik, bu çatışma, monarşilerin yerini daha demokratik hükümet biçimleri aldığında sona ermemiştir. Bakunin'in ifade ettiği üzere:

"toptan imha savaşları, ırklar ve uluslar arasında yaşanan savaşlar görüyoruz; fetih savaşları, dengeyi korumak için yapılan savaşlar, siyasal ve dini savaşlar, 'büyük fikirler' adına yapılan savaşlar ... Ve tüm bunların, bu savaşlara insanlık ve haklılık görüntüsü kazandırmak için kullanılan tüm riyakar lafların altında neyin yattığını görüyoruz? Daima aynı ekonomik fenomen: bazılarının diğerleri pahasına yaşama ve zenginleşmeye olan eğilimleri ... Devlet'in kaderini yönlendiren güçlü insanlar [erkekler], tüm bu savaşların altında tek bir güdünün yattığını gayet iyi biliyorlar: yağma, bir başkasının zenginliğine el koyma ve bir başkasının emeğini köleleştirme." (The Political Economy of Bakunin, s. 170)
Ancak, yayılmanın ekonomik güdüsü genellikle aynıyken, ulusun dayandığı ekonomik sistemin bu emperyalizmin hareket ettiricisi ve doğası üzerinde belirleyici bir etkisi vardır. Bu nedenle, eski Roma'nın veya Feodal İngiltere'nin imparatorluk inşası, lafın gelişi ondokuzuncu yüzyıl Almanyası ve İngiteresinden (veya yirminci yüzyıl) ABD'sinden farklı bir ekonomik tabana sahiptir. Modern dünyada yegane ilgili [biçim] olduğu için burada esasen modern kapitalist emperyalizm üzerine yoğunlaşacağız.

Kapitalizm, bizzat doğası gereği büyüme temellidir, bu nedenle de sermayenin birikmesi ve yoğunlaşmasıyla karakterize olur. Şirketler pazar yerindeki rekabet [karşısında] ayakta kalabilmek için genişlemelidir. Bu, kaçınılmaz olarak belli bir ülke içindeki pazarlar ve kaynaklar üzerine yapılan rekabetin bir sonucu olarak, uluslararası faaliyet ve örgütlenmede bir yükselişe tanıklık eder. Bir şirket, yeni ülkelerdeki yeni pazarlara yayılarak, bir yandan köken [home, kaynaklandığı] ülkedeki sınırlı pazarlar ve kaynakların üstesinden gelirken, aynı zamanda da rakipleri karşısında avantaj sahibi olabilir.

Bu nedenle kapitalizm kaçınılmaz bir şekilde emperyalisttir. Son zamanlardaki iddialara aldırmaksızın, sermaye daima küresel olmuştur. Uluslararası ticaret her zaman var olmuştur, ve aslında onun gelişmesinde her zaman anahtar rolde olmuştur (merkantilizm örneğin, sermayenin birikimini genişletmek için uluslararası ticareti manipüle etmiştir). Kapitalist sistem tarihteki en kolay uyum sağlayabilenve doymak bilmeyen sistemdir. Başlangıcından itibaren, bileşenleri (ayrı ayrı şirketler, devletler ve sermaye) sürekli olarak yayılma ya da ölme gereğinden ötürü hareket etmişlerdir; son yıllarda gerçekleşen değişiklikler bu gereğin bir ifadesidir. Bakunin'in belirttiği üzere:

"Aynen uzun dönemde üretimi yutan kapitalist üretimin ve bankacılık spekülasyonunun, iflas tehditi altındayken, yuttukları küçük finansal ve üretken girişimler pahasına durmaksızın genişlemeleri gerekmesi gibi, tüm dünyaya yayılan evrensel, tekelci girişimler olmaları da gerekir --böylece bu modern ve zorunlu olarak militer olan Devlet, evrensel bir Devlet olmaya yönelik bastırılamaz bir dürtüyle hareket eder. ... Hegemonya, her Devlet'te içkin olan bu gerçekleştirilemez dürtünün, bu şartlar altındaki olası en mütevazi ifadesidir sadece. Ve bu hegemonyanın birinci koşulu, tüm komşu ülkelerin göreceli güçsüzlüğü ve itaatidir." (Op.Cit., s. 210)
Bu nedenle, ekonomik ve siyasal olarak, kapitalist ve devlet-kapitalistlerin (yani, Sovyetler Birliği ve diğer "sosyalist" uluslar) her ikisinin emperyalist faaliyetleri şaşırtıcı olmaz. Modern emperyalizmin değişen doğası kaba bir şekilde kapitalist ekonomi içerisindeki gelişmelerle ilişkilendirilebilir (bakınız bir sonraki kısım). Ancak, şirketlerin büyüklüğü onların uluslararası olmaları gereğini sağladığı için, büyük işaleminin avantaj sağlamak ve rekabet karşısında ayakta kalmak için büyümesi anahtar [niteliğindedir].

Kapitalizmde güç kara dayandığı için, bu, modern emperyalizmin sadece siyasal değerlendirmelerden (her ne kadar açıktır ki bu etken de bir rol üstlense de) çok ekonomik etkenlerce ortaya çıktığı anlamına gelir. Kısım D.5.1'de görüleceği üzere, emperyalizm, potansiyel rakiplerin sayısını azaltması kadar dünya piyasasındaki emperyalist ülkeler için mevcut kar havuzunu büyütmesiyle de sermayeye hizmet eder. Kropotkin'in vurguladığı üzere:

"Sermayenin memleketi yoktur; ve eğer yüksek karlar İngiliz {yani Britanyalı} işçi erkeklerin {veya kadınların} yarısı, ve hatta daha azı bir ücret alan Hintli amelelerin çalışmasından elde edilebilecekse, sermaye Rusya'ya gittiği gibi Hindistan'a da göç edebilir --her ne kadar onun göçü Lancashire ve Dundee için açlık demek olsa da." (Fields, Factories and Workshops, s. 57)
Bu nedenle, sermaye karını maksimize edebileceği bir yere gider --yurtiçindeki veya yabancı bir topraktaki insani veya çevresel maliyetleri dikkate almaksızın. Yapılan her ticaretin zayıf olan taraftan ziyade kuvvetli olan tarafa faydalı olmasını sağlamak, emperyalizmin ekonomik temelidir. Bu ticaretin uluslar veya sınıflar arasında olmasının konuyla ilgisi yoktur, emperyalizmin amacı işalemini piyasada avantajlı kılmaktır. Emeğin ucuz ve emek hareketinin (genellikle diktatörlük rejimleri sayesinde) zayıf olduğu , çevresel yasaların az veya hiç olmadığı yerlere giderler, şirketler iktidarının karşısında pek az şey vardır ve büyük şirketler karlarını azami kılabilirler. Dahası, sermaye ihracatı, yurtiçinde şirketlerin karşılaştıkları rekabetçi baskıların azalmasını mümkün kılar (en azından kısa süreler için).

Bunun iki etkisi vardır. Birincisi, sınai açıdan gelişmiş ülkeler (veya daha doğrusu o ülkede yerleşik olan şirketlerin [geliştiği ülkeler]) az gelişmiş ülkeleri sömürebilirler. Bu sayede, hakim güç uluslararası ticaretle yaratılan faydaları maksimize edebilir. Eğer bazılarının iddia ettiği gibi ticaret her zaman iki taraf için de faydalıysa, bu durumda emperyalizm uluslararası ticaretin bir taraf için daha faydalı olmasını mümkün kılmaktadır. İkincisi, emperyalist ülkedeki emeğin konumunu zayıflatmak üzere büyük işalemin[in eline] daha fazla silah verir. Bu yine, ticaretin faydalarının (bu sefer işçilerin hürriyetinin ücretler karşılığındaki ticaretinin) emekten çok işalemine düşmesini sağlar.

Bunun nasıl ve ne şekilde olduğu değişkenlik gösterir ve değişir, ancak amaç daima aynıdır --sömürü.

Bu sömürü çeşitli şekillerde olabilir. Örneğin, ucuz hammadde ve malların ithaline izin verilmesi, dış rekabetten korunan piyasalara mal ihracı, ve sermayenin bol olduğu alanlardan sermayenin kıt olduğu alanlara sermaye ihraç edilmesi. Sermayenin daha az sanayileşmiş ülkelerde yatırılması, söz konusu sermayenin daha düşük ücretlerden, veya örneğin daha az çevresel, sosyal denetimden ve yasaların varlığından faydalanmasını mümkün kılar. Tüm bunlar ezilen ulusun çalışan insanlarının zararına karların ele geçirilmesini mümkün kılar (bekleneceği üzere, bu ulusların yöneticileri genellikle emperyalizmden memnundurlar). İhraç edilen ilk sermayenin kaynağı tabii ki yurtiçindeki emeğin sömürülmesidir, ancak bu, sermayenin kıt, arazi fiyatlarının daha düşük, ücretlerin daha düşük ve hammaddelerin daha ucuz olduğu daha az gelişmiş ülkelere ihraç edilir. Tüm bu etkenler kar marjlarının büyütülmesine katkıda bulunur.

"Bu küresel şirketlerin yoksul ülkelerle olan ilişkisi sömürü [ilişkisi] olagelmiştir. ... ABD şirketleri 1950 ile 1965 arasında Avrupa'ya 8.1 milyar $ yatırım yapıp 5.5 milyar $ kar elde ederken, Latin Amerika'da 3.8 milyar $ yatırıp 11.2 milyar $ kar, ve Afrika'da ise 5.2 milyar $ yatırıp 14.3 milyar $ kar elde etmişlerdir." (Howard Zinn, A People's History of the United States, s. 556)
Betsy Hartman, 1980'lere bakarak, aynı sonuca ulaşıyor. "Batılıların Üçüncü Dünya hakkında [sahip oldukları] dipsiz dilenci çanağı şeklindeki popüler imaja karşın" şunu belirtmektedir; "[Üçüncü Dünya] bugün sanayileşmiş dünyaya aldığından daha fazlasını vermektedir. Geri dönen karlar, faiz ödemeleri, ve Üçüncü Dünyanın Seçkinleri tarafından yurtdışına gönderilen sermaye biçimlerindeki dışarıya akış, resmi 'yardımlar', özel kredi ve yatırımlar biçiminde içeriye akanı aşmaktadır." (George Bradford'un alıntısı, Woman's Freedom: Key to the Population Question, s. 77)

Ayrıca, emperyalizm, ya üretimi başka ülkelere yönlendirmekle tehdit ederek veyahut da grevlerden kurtulmak için dış yatırımı kullanarak, büyük işaleminin emperyalist ulusdaki işgücüne karşı kuvvetini arttırmasını mümkün kılar (ayrıca bakınız Kısım D.5.3). "Ev"deki işçi sınıfı hala sömürülür ve ezilirken, onların sömürücülerine karşı örgütlenmeye ve direnmeye yönelik sürekli teşebbüslerinin giderek daha başarılı olduğunu kanıtlamıştı. Böyleyken, emperyalizm (aynen kapitalizm gibi) yalnızca karları arttırma güdüsüyle hareket etmez (bunun önemli olduğu açıktır), aynı zamanda sınıf mücadelesiyle de hareket eder --sermayenin belli bir ülkedeki işçi sınıfının kuvvetinden kaçma gereksinimi (bu süreç küreselleşmenin yükselişinde önemli bir rol oynamıştır --bakınız Kısım D.5.3). Bu açıdan bakılınca, sermaye ihracatı iki şekilde değerlendirilebilir. Birincisi, evdeki asi işçileri "yatırım darbesi"yle disipline etmek (sermaye gerçekten dışarı kaçar, böylece işsizlik yaratır). İkincisi, onların işleri için yeni rakipler ortaya çıkararak, emperyalist ulusdaki çalışan insanların karşısındaki işsiz 'yedekler ordusu'nu büyütmenin bir yolu olarak (yani, bir grup işçiyi diğerine karşı kullanarak işçileri bölmek ve yönetmek). Bunların her ikisi birbiriyle ilintilidir, ve her ikisi de işsizlik korkusuyla işçi sınıfının gücünü zayıflatmayı hedefler.

Yani, büyük işalemi için artı kar arayışından köklenen emperyalizm aynı zamanda evdeki işçi sınıfının gücüne karşı da bir tepkidir. Ağır sömürü (yani büyük kar marjları) için çok gelişmiş olan işçi sınıfı bilincinin üstesinden gelmek amacıyla, ortaya çıkan veya kurulu ulusötesi şirketler tarafından sermaye ihracı gerçekleştirilir, ve finans kapital üretken sermayeyi başka yerlere yatırarak kolay ve büyük karlar elde edebilir.

Emperyalizmin bir başka işlevi daha vardır, diğer ülkelerin sanayileşmesini engelleme işlevi. Böyle bir sanayileşme, hem "az gelişmiş" ülkelerde hem de bütün dünya piyasasında mevcut olan kapitalistlerle rekabet edebilecek yeni kapitalistlerin ortaya çıkması demektir. Bu nedenle, emperyalizm dünya piyasası üzerindeki rekabeti azaltır. Bir sonraki kısımda tartışacağımız üzere, ondokuzuncu yüzyıl birçok Avrupa ulusunun yanı sıra Amerika, Japonya ve Rusya'nın da sanayileşmesine tanıklık etmiştir. Ancak, başka ülkelerce gerçekleştirilen bu sanayileşme sürecinin bir dezavantajı vardı.  Bu, dünya piyasasına giderek daha fazla rakibin girebileceği anlamına gelmektedir. Dahası, Kropotkin'in belirttiği üzere, bunlar eskilerinin "bir yüzyıllık deneyim ve gruplaşmalar sonucu vardığı yerden başlayan ... yeni imalatçılar olma" avantajına sahiptirler, ve bu nedenle de "başka yerlerde işletilen en yeni ve en iyi modellere göre oluşturulmuşlardır." (Op. Cit., s. 32 ve s. 49) Böylece, ondokuzuncu yüzyılın sonunda sömürgecilik tarafından başarılan yeni rakipleri durdurma gereği [ortaya çıkmıştı]:

"Her türden sanayi merkezsizleşti ve yerkürenin dört bir yanına dağıldı; ve her yerde uzmanlaşmanın yerine işlerin çeşitliliği, bütünleşmiş bir çeşitliliği ortaya çıkmaktadır ... her ulus sırayla imalatçı bir ulus haline gelmektedir ... Her yeni gelen açısından yalnızca ilk adımlar zordur ... Gerçek, anlaşılmamışsa bile o kadar iyi hissedilmektedir ki, koloniler için yarış son yirmi yılın ayırt edici özelliği haline gelmiştir {Kropotkin 1912'de yazıyor}. Her ulusun kendi sömürgeleri olacaktır. Ancak sömürgeler çözüm olmayacaktır." (Op. Cit., s. 75)
Böyleyken, emperyalizm keza sanayileşmenin engellenmesinin (veya kontrol edilmesinin), uluslararası piyasada halen faaliyet gösteren büyük şirketler karşısında dünya piyasasında yeni rakiplerin gelişmesinin engellenmesinin bir aracı olarak görülebilir. Keza bir ülkenin işçilerini diğerine kırdırarak işaleminin pazarlık konumuna destekçi olur; böylece aynı patronlar kümesi tarafından sömürülürlerken, bu patronlar evdeki işçilerden tavizler koparmak için yabancı işçilerin hayali "rekabeti"ni kullanabilirler.

Emperyalizm iki yoldan sanayileşmeyi engeller. Birinci yol doğrudan sömürgeleştirmedir. İkincisi, dolaylı yoldandır --yani uluslararası büyük işalemi tarafındaan karlara el konulması.

Doğrudan tahakküm altına alınan bir ülkenin sanayisini geliştirmesi durdurulabilir ve hammadde sağlayıcısı olarak uzmanlaşmaya zorlanabilir. Bu, imparatorlukları ve sömürge savaşlarıyla "klasik" emperyalizmin amacıydı. Bu yaklaşımın yerini dolaylı yaklaşımlar aldı (bakınız bir sonraki kısım).

Sermaye yabancı ülkelere yatırıldığında, bu ülkelerin işçilerinden elde edilen artı değer bu ülkelerde yeniden yatırılmaz. Daha ziyade büyük bir kısmı şirketin ana ülkesine geri döner (bu şirketin karları olarak). Aslında, sermaye yatırımının tüm mantığı şirketin o ülkeye başlangıçta verdiğinden daha fazlasını almak olduğu için beklenen de budur zaten. Bu artı değer, az-gelişmiş ülkedeki sanayiye yeniden yatırılmak yerine (ki yerel piyasaya bağımlı olan yerli kaynaklı sömürücüler için durum böyle olacaktır), bunu tahakküm kurulan ülkeden alıp götürecek olan yabancı sömürücülerin ellerinde birikir. Daha az kaynak çekilebildiği için sınai gelişme, yerli yönetici sınıfları yabancı sermayeye ve onun kaprislerine bağımlı kılacaktır. Emperyalist güçler, sömürgecilik sayesinde az-gelişmiş ulusun bu şekilde kalmasını sağlarlar --böylece bir tane daha az rakip olmasını sağlamanın yanısıra hammadde ve ucuz emeğe elverişli erişim imkanı yaratır.

Küreselleşme, bu sürecin yoğunlaşması olarak görülebilir. Şirketlerin bir ulusu "serbest ticaret"i ihlal ettiği gerekçesiyle mahkemeye verebilmesini uluslararası anlaşmalarla kanunlaştırarak, yeni rakip ulusların ortaya çıkması ihtimalini zayıflatmıştır. Sanayileşme ulus-ötesi şirketlere bağımlı olacak, böylece de gelişme şirket karlarını ve iktidarını sağlama almak üzere engellenecek ve yönelendirilecektir. Hiç de şaşırtıcı olmamak üzere, son birkaç on yıl içerisinde endüstriyelleşmiş olan ülkeler (Doğu Asya Kaplan ekonomileri gibi), sanayiyi korumak ve uluslararası finansı kontrol etmek için devleti kullanarak bunu yapmışlardır.

Kapitalist sınıfın yeni saldırısı ("küreselleşme"), yerel kapitalistleri yağmalamanın, onların iktidarını ve denetim sahasını daraltmanın bir aracıdır. (Ekonomik/siyasal performans ve ideolojik cazibe anlamlarında) Doğu Bloku'nun giderek zayıflaması ve en nihayetindeki çöküşü de yine bu süreçte rol oynamıştır. Soğuk Savaş'ın sona ermesi yerel seçkinlerin manevra yapabilecekleri alanın daralması anlamına gelmektedir. Yerel seçkinler bunun öncesinde, eğer şanslılarsa, kendi gündemlerini takip etmekte kullanabilecekleri bir soluklanma alanı elde etmek için ABD ile SSCB arasındaki mücadeleyi kullanabiliyorlardı (tabii ki belli sınırlar içerisinde, ve hangi emperyalist gücün yörüngesindeyseler onun lütfu dahilinde). Doğu Kaplanları bu sürecin işleyişinin birer örneğidir. Batı onları Soğuk Savaş'ın ideolojik mücadelesinde "serbest piyasa"nın faydalarının birer örneği (esasında öyle değillerdi) olarak kullanabiliyordu; ve yerel seçkinler ise, batı-yanlısı ve işalemi-yanlısı bir ortamı (tabii ki kendi nüfusuna karşı yöneltilmiş bir kuvvet sayesinde) sürdürürken, kendi ekonomik stratejilerini takip edebiliyorlardı. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle, bu etken artık işlevsiz kalmıştır ve bu seçkinler artık ABD ekonomik ideolojisini kucaklamaya (Dünya Bankası ve İMF'nin ekonomik şantajı sayesinde) "cesaretlendirilmek"tedirler. Aynen neo-liberalizmin Emperyalist uluslarda refah devletine saldırması gibi, bunun "az gelişmiş" uluslardaki sonuçları ise yerel sermayeye daha az tolerans gösterilmesi olmuştur.

O halde emperyalizm temelde, ülkelerin diğer ülkeler karşısında avantaj edinecek şekilde ticari ilişki ve yatırımları diğer ülkelere dayatma yetisidir. Bu (işgal ve sömürgeler aracılığıyla) doğrudan veya (ekonomik ve siyasi güç yoluyla) dolaylı yapılabilir. Hangi yöntemin kullanılacağı söz konusu ülkelerin belli koşullarına bağlıdır. Dahası, bu yine her ülke içerisindeki sınıf kuvvetlerinin dengesine bağlıdır (örneğin, militan bir işçi sınıfı hareketinin olduğu bir ulusun, toplumsal maliyetinden ötürü savaş siyaseti izlemesi pek olası değildir). Ancak, emperayalizmin amacı daima kapitalist ve bürokratik sınıfları zenginleştirmektir.

Piyasa ve kaynaklar üzerindeki bu mücadele, zorunlu olarak çatışmaya yol açar. Bu, ekonomik açıdan "geri" olan bir ulusa hakim olunması için başlangıçta gerekli olan (Amerika'nın Filipinler'i işgal etmesi, Afrika'nın Batı Avrupa devletleri tarafından fethedilmesi, v.b.). veya bir kere tesis edildikten sonra bu hakimiyeti korumak için yapılan (Vietnam Savaşı, Cezayir Savaşı, Körfez Savaşı v.b.) fetih savaşları olabilir. Veya, piyasalar ve sömürgeler için yapılan rekabet barışçıl bir şekilde hallolamayacak bir noktaya geldiğinde başlıca emperyalist ülkeler arasında bir savaş da olabilir (Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olduğu üzere).

Kropotkin'in belirttiği üzere, "insanlar artık kralların zevki için savaşmıyorlar, kazançların ve büyüyen refahın bütünlüğü için, ... yüksek finans ve sanayi baronlarının çıkarı {için} savaşıyorlar. ... {P}olitik üstünlük ..., basitçe uluslararası piyasalardaki ekonomik üstünlük meselesidir. Almanya, Fransa, Rusya, İngiltere ve Avusturya, bunların hepsinin kazanmaya çalıştığı şey ... askeri bir üstünlük değildir: ekonomik hakimiyettir. Bu, kendi mallarını ve gümrük vergilerini komşularına dayatma hakkıdır; sınai açıdan geri halkları sömürme hakkıdır; komşudan ya ticareti canlandıracak bir limanı, veya fazla emtianın boşaltılabileceği bir bölgeyi almak için ... demiryolları kurma ayrıcalığıdır." Şunu vurguluyordu, "{b}ugün savaştığımızda, bu büyük sanayicilerimizin % 30'luk karlarını garanti altına almak içindir, finans baronlarının Borsa'daki {hisse senedi piyasası} hakimiyetlerini sağlamak içindir, maden ve demiryolu hissedarlarının gelirlerini sağlamak içindir." (Words of a Rebel, s. 65-6)

Özetle, emperyalizm daima Sermaye'nin çıkarlarına hizmet etmiştir. Eğer öyle olmasaydı, eğer işalemi için kötü olsaydı, işalemi sınıfı ona karşı çıkardı. Bu 19. yüzyıl sömürgeciliğinin artık var olmamasını kısmen açıklar (diğer nedenler, emperyalizmin işalemi açısından kötü olmasına açıkça yardımcı olan dış hakimiyete karşı toplumsal direnç, ve ikinci dünya savaşının ertesinde ABD emperyalizminin bu piyasalara erişim kazanma ihtiyacıdır). Artık "geri kalmış" [underdeveloped, azgelişmiş] ülkelerin yabancı sermayenin sömürüsüne açık olmasını sağlamanın maliyet açısından daha etkin yolları bulunmaktadır. Maliyetler faydaları aştığında, sömürgeci emperyalizm, çokulusluların, siyasal nüfuzun, ve kuvvet tehditinin yeni-sömürgeciliğine dönüştü (bakınız bir sonraki kısım). Ayrıca, emperyalizmdeki herhangi bir değişikliğin altta yatan ekonomik sistemdeki değişikliklerle ilgili olduğunu unutmamalıyız.

Anarşistlerin emperyalizme ve emperyalist savaşlara karşı çıktıkları açıktır. Kübalı anarşistler şunları söylerken hepimiz adına konuşmaktadırlar, "her çeşit emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı; halkların ekonomik tahakkümüne karşı; ... kendi ulusal kültürlerine, geleneklerine ve toplumsal sistemlerine yabancı olan siyasi ve ekonomik sistemlerin halka dayatılmasını amaçlayan askeri baskıya karşı. ... Dünyadaki uluslar arasında, küçük olanın büyük olan kadar değerli olduğuna inanıyoruz. Kendi insanlarını boyun eğen bir halde tuttuğu için ulusal devletlerin düşmanları olmamız gibi; kendi açgözlü sömürü sistemlerini daha zayıf ülkelere dayatmak için siyasi, ekonomik ve askeri güçlerini kullanan süper-devletlere de karşıyız. Tüm emperyalizm biçimlerine karşı olarak, devrimci enternasyonalizmin; karşılıklı çıkarları doğrultusunda özgür halklardan oluşan büyük federasyonların yaratılmasının; dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmanın taraftarı olduğumuzu ilan ediyoruz." (Sam Dolgoff'un alıntısı, The Cuban Revolution: A Critical Perspective, s. 138)

Başka birisinin gücüne bağlıyken bağımsız olmak imkansızdır. Eğer birisinin kullandığı sermaye başka bir ülkenin sahipliğindeyse, onun bu ülkenin taleplerine direnecek konumu yoktur. Eğer ükenizde yatırım yapmak için yabancı şirketlere ve uluslararası finansa bağlıysanız, o zaman onların istediklerini yapmak zorundasınızdır (ve bu nedenle yönetici sınıf, destekçilerini memnun etmek ve kendilerini iktidarda tutmak için siyasal ve toplumsal muhalefeti bastıracaktır). Kapitalizmde kendi kendini idare eder olmak için, topluluk veya ulusun ekonomik olarak bağımsız olması gerekir. Emperyalizmin ima ettiği sermayenin merkezileşmesi, gücün, bu güçle alınan kararlardan doğrudan etkilenenlerin değil, küçük bir azınlığın ellerinde olması anlamına gelir. Bu nedenle kapitalizm, çok geçmeden merkezsizleşmiş bir ekonominin ve böylece de özgür bir toplumun oluşmasını imkansız hale getirir. Böyleyken, anarşistler, mülkiyetin toplumsallaştırılması ve üretimde işçilerin kendinden yönetimi bağlamında, sanayinin merkezsizleşmesine ve tarımla bütünleşmesine vurgu yaparlar (bakınız Kısım I.3.8). Üretimin azınlığın karlarından ziyade herkesin gereksinimlerini karşılamasını ancak bu sağlayabilir.

Üstelik, ekonomik emperyalizmin kültürel ve toplumsal emperyalizmin ebeveyni olduğunun da farkındadırlar. Takis Fotopoulos'un belirttiği üzere, "kültürün piyasalaştırılması ile piyasaların yakın zamandaki liberalizasyonu ve deregülasyonu günümüz kültürel homojenliğine büyük katkıda bulunmuştur --geleneksel topluluklar ve kültürler tüm dünyada ortadan kaybolmakta, insanlar ileri kapitalist ülkelerde ve bilhassa da ABD'de üretilen kitle kültürünün tüketicilerine dönüştürülmektedir." (Toward an Inclusive Democracy, s. 40)

Ancak bu anarşistlerin körü körüne ulusal kurtuluş mücadelelerini veya herhangi bir milliyetçilik [nationalism, ulusalcılık] biçimini destekledikleri anlamına gelmez. Anarşistler emperyalizme karşı oldukları gibi milliyetçiliğe de karşı çıkarlar --bunlardan hiç birisi özgür bir toplumun yolu değildir (daha fazla ayrıntı için bakınız Kısım D.6 ve Kısım D.7). Bu nedenle anarşistler, küreselleşmeye veya uluslararası bağlara veya bağlantılara varlıkları itibariyle karşı değildirler. Hiç de değil, biz daima enternasyonalist olmuşuzdur; bizler, dünyayı paylaşırken, çeşitliliğe ve farklılığa saygı gösteren, onları destekleyen bir "aşağıdan küreselleşme"nin taraftarıyız. Ancak, bizler şirket iktidarı ve ekonomik emperyalizmle körleştirilmiş bir dünyada yaşamayı istemiyoruz. Böyleyken, bizler toplumsal ilişkileri metalaştıran kültürün metalaşmasına yol açan kapitalist eğilimlere karşıyız. Bizler dünyayı yaşamak için ilginç bir yer yapmak istiyoruz; ve bu, hem fiili (yani fiziksel, siyasi ve ekonomik) emperyalizme hem de onun kültürel ve toplumsal biçimlerine karşı çıkmak demektir.
 

D.05.1 EMPERYALİZM ZAMAN İÇERİSİNDE NASIL DEĞİŞTİ?

Emperyalizmin gelişimi, kapitalist ekonominin genel dinamik ve eğilimlerinden izole edilemez. Bu nedenle, benzerlikler bulunmakla beraber, emperyalist-kapitalizm ile emperyalizmin pre-kapitalist biçimleri aynı değildir. Böyleyken bu, kapitalizmden bir sapma olarak değil, onun ileri bir aşaması olarak değerlendirilmelidir. Bu türden bir emperyalizme 19uncu yüzyılın sonlarında ve 20nci yüzyılın başlarında bazı ülkeler, özellikle Batı Avrupalılar ulaşılmıştı. O tarihten beridir ekonomik ve siyasi gelişmeler oldukça, bu da değişme ve gelişme göstermiştir, ancak aynı temel ilkelere dayanmaktadır.

Ancak, emperyalizmin içerisinde sahip olduğu yeri, nasıl değiştiğini ve ne işlevler yerine getirdiğini tam olarak anlamak için kapitalizmin tarihini anlatmak faydalı olacaktır.

Emperyalizmin ekonomiyi yönetenler açısından önemli ekonomik avantajları bulunur. İşalemi sınıfının gereksinimleri değiştikçe, emperyalizmin aldığı biçimler de değişir. Üç temel aşama tanımlayabiliriz: klasik emperyalizm (yani fetihler), dolaylı (ekonomik) emperyalizm, ve küreselleşme. Bu bölümde ilk ikisini ve Kısım D.5.3'de de küreselleşmeyi ele alacağız. Ancak, son yıllardaki tüm konuşmalara karşın kapitalizmin her zaman uluslararası bir sistem olduğunun, emperyalizmin değişen biçimlerinin bu uluslararası mizacı yansıttığının ve emperyalizmdeki değişikliklerin bizzat kapitalizm içerisindeki değişikliklere bir yanıt olduğunun akılda tutulması önemlidir.

Kapitalizm daima genişleyici olmuştur. Son kısımda belirttiğimiz üzere, "rekabet et veya öl"e dayandığı için --ki bu "büyü veya öl" haline gelir-- şaşırtıcı değildir. Örneğin merkantilizmde, devlet yardımı evdeki elitlerin yararına ve kapitalist sanayinin geliştirilmesi adına uluslararası ticareti çarpıtırken, "serbest" piyasa ulus devletin içerisinde millileştirilmişti. Bu, merkezi devletin (ve onun silah kudretinin), malların, sermayenin ve en nihayetinde de emeğin serbestçe akışını engelleyen "dahili" [içsel] engel ve gümrüklerin yıkılması için kullanılması anlamına gelir. Bunu vurgulamamız gerekli, çünkü devlet kapitalizmin gelişimi ve korunmasında daima anahtar bir rol oynaya gelmiştir. Devletin önce yavru [infant, henüz gelişme aşamasında olan] kapitalist imalatı korumak için; ikincisi, "serbest" (yani toplumun gelenek ve müdehalelerinden özgür) bir piyasa yaratmak için kullanıldığı unutulmamalıdır. Bilhassa bu ikinci ("dahili") rol emperyalizm aracılığıyla "dışsal olarak" tekrarlanmıştır. Yönetici sınıfların devlet eliyle ülke içerisinde gerçekleştirdikleri bu "dahili" emperyalizmin, işçi sınıfına karşı aşırı şiddet [uygulanmasıyla] gerçekleştirildiğini söylemeye dahi gerek yoktur (keza bakınız Kısım F.8).

Böylece, devlet müdehalesi, dış rekabete karşı ve yakın zamanda mülksüzleştirilmiş işçi sınıfına karşı devleti koruyarak, onun evdeki hakim konumunu yaratmak ve sürdürmek için kullanılmıştı. Feodal ekonomiden kapitalist ekonomiye doğru bu geçiş, artan merkezileşmesi ticari sermayenin büyüyen kuvveti ve büyüklüğü ile paralel giden devlet yetkililerinin aktif desteğinden yararlandı. Yine uluslararası ticareti korumak, sömürgeler fethedetmek ve dünya piyasalarını denetlemek amacıyla savaşmak için güçlü bir devlete gereksinimi vardı. Kapitalist ticaret ve sanayinin aktif bir şekilde filizlenmesi, desteklenmesi ve geliştirilmesi amacıyla mutlakiyetçi devlet kullanıldı.

İlk sanayileşen ulus Britanya idi. Merkantilizm altında sınai temelini oluşturduktan ve çeşitli savaşlarla rakiplerini ezdikten sonra, uluslararası piyasaya hakim olacak ideal konuma erişmişti. Dünya piyasasındaki yegane kapitalist/sanayileşmiş ulus olma konumu diğer uluslardan kaynaklanacak rekabetten endişelenmemesini sağladığı için, serbest ticareti kucakladı. Eşit olmayan ticari taraflar arasındaki herhangi bir değişim güçlü tarafın faydasına olacaktır. Böylece Britanya, serbest ticaret yoluyla dünya piyasasında hakimiyet elde edebildi. Bunun anlamı sermayeden ziyade malların ihraç edildiğiydi.

Ucuz, yığınsal üretilmiş malların akınına uğrayan Avrupa ve Amerika'daki mevcut sanayi çökme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Ekonomist Nicholas Kaldor'un belirttiği üzere, "ucuz, fabrika-mamülü İngiliz mallarının gelmesi hem (daha sonraları korumacılıkla yaratılan büyük ölçekli sanayileşmeyle dengelenen) Avrupa ülkelerinde hem de (dengeleyici hiçbir şeyin olmadığı) Hindistan ve Çin'de küçük ölçekli sanayinin (zanaatkarlığın) üretim ve istihdamında kayba yol açmış." (Further Essays on Applied Economics, s. 238). Mevcut sınai temel ezildi, sanayileşme kesintiye uğradı ve işsizlik ortaya çıktı. Bu ülkelerin iki seçeneği vardı: ya kendilerini Britanya'nın hammadde temincilerine dönüştürmek, veyahut da piyasa ilkelerini ihlal ederek korumacılık yoluyla sanayileşmek.

Batı Avrupa'nın birçok ulusunda (çok geçmeden ABD ve Japonya tarafından da takip edilecekti) karar basitti. Bu rekabetin karşısında, bu ülkeler Britanya'nın sanayileşmesini sağladığı aracı kullandılar --devlet koruması. Gümrük vergileri yükseltildi, devlet yardımı sağlandı ve sanayi bu ülkeleri Britanya'nın başarılı rakipleri kılacak şekilde canlandırıldı. Bu sürece Kropotkin "ulusların ardı ardına [ardışık] gelişmesi" diyordu (her ne kadar devlet yardımının bu süreç içerisindeki rolünü küçümsemiş olsa da). (Field, Factories and Workshops, s. 49) Hiçbir ulusun hammadde temincisi veya az sayıdaki metanın imalatçısı olarak kendisini sınırlamayacağını, üretimin farklı alanlarına doğru kendisini çeşitlendireceğini söylüyordu. Hiçbir ulusal yönetici sınıfın kendisini başkalarına bağlı görmek istemeyeceği açıktır ve bu nedenle sınai gelişim aslidir (genel nüfusun arzularına bakılmaksızın). Bu nedenle böyle bir durumdaki bir ulus "kendisini bağımlılıktan kurtarmaya çalışır ... ve ithal ettiği tüm bu malları derhal imal etmeye başlar." (Op. Cit., s. 32)

Korumacılık neo-klasik ekonominin yasalarını ihlal edebilir, ancak sanayileşmenin temelini hazırlar. Korumacılık, Kropotkin'in bahsettiği üzere "fabrikalarını geliştirmeyen, esasen ucuz emeğe ve uzun çalışma saatlerine dayanan imalatçıların yüksek karlarını" güvence altına alırken, aynı zamanda bu karların sanayiyi finanse etmek ve sınai temeli hazırlamak için kullanılabileceği anlamına geliyordu. (Op. Cit, s. 41) Devlet yardımı olmaksızın, bu ülkelerin sanayileşip sanayileşemeyeceği şüphelidir (Kaldor'un belirttiği üzere, "şu anki bütün 'gelişmiş' veya 'sanayileşmiş' ülkeler sanayilerini korumacı gümrük vergileri ve/veya farklı [seçici] destekler araçlarıyla 'ithal ikamesi' sayesinde kurmuşlardır." (Op. Cit., s. 127)

Sanayileşen ülke içerisinde, rakipleri bilindik rekabetle dışarda bırakma süreci devam etti. Giderek daha fazla piyasa büyük işaleminin hakimiyeti altına girdi (Kropotkin'in vurguladığı üzere, bir sanayi içerisinde yer alan daha küçük atölyeleri tamamen ortadan kaldırmaksızın, ve hatta etraflarında daha fazlasını da yaratarak). "Teknik süreci ucuzlatmak için değil de piyasaya hakim olmak amacıyla kapitalistlerin bir bütünleşmesi"ni sağlamanın bir aracı olması nedeniyle, çoğu ileri kapitalist ulusun ulusal ekonomisine oligapol damgasını vurmuştur. (Kropotkin, Op. Cit, s. 354) Aslında, Maximoff'un vurguladığı üzere, "Emperyalizmin özgül niteliği ... sermayenin birliklerde, tröstlerde ve kartellerde yoğunlaşması ve merkezileşmesidir. {B}unun yalnızca ülkelerin ekonomik ve siyasi hayatları üzerinde değil, bütün dünyanın uluslarının yaşamları üzerinde belirleyici bir etkisi vardır." (Program of Anarcho-Syndicalism, s. 10) Modern çok-uluslu ve ulus-ötesi şirketler bu sürecin en yeni ifadeleridirler. Basitçe ifade edilecek olursa, büyük işaleminin büyüklüğü o kadar fazlaydı ki, asıl ulusal piyasaları yeterli olmadığı için ve de rakipleri karşısında daha fazla avantaj elde etmek için uluslararası olarak genişlemek zorundaydı.

Yüksek gümrük vergisi engelleri ve artan uluslararası rekabetle karşılan sanayi buna iki şekilde tepki verdi: sermaye ihracı ve sermayenin artan yoğunlaşması.

Bu ikincisi, ulusal piyasalara hakim olan yabancı rekabetçilere karşı avantaj kazanmak ve uluslararası piyasalara hakim olmak için asliydi. Böylece kapitalizmin emperyalist biçimi büyük işaleminin ve büyük finansın yükselişine tanıklık etti.

Nihai malların ihraç edilmesinin yanısıra, sermaye (yatırım, ortaklık ve finans kapital) de ihraç edildi. Sermaye ihracatı korumacılığı yenmenin (ve hatta bunun meyvalarından faydalanmanın) ve dış piyasalarda ayak basacak bir yer edinmenin asli yolu idi ("korumacı gümrük tarifeleri hiç şüphesiz ki ... Alman ve İngiliz imalatçılarının Polonya ve Rusya'ya çekilmesine katkıda bulunmuştu", Kropotkin, Op. Cit., s. 41). Ayrıca, sermayeyi yabancı topraklara yerleştirerek ucuz emek ve hammaddeye erişim imkanı sağladı. Bu sürecin bir parçası olarak, "dost" piyasaların büyüklüğünü arttırmak için, ve tabii ki ucuz emek ve hammaddenin olduğu alanlara kolayca sermaye ihraç edebilmek için sömürgeler ele geçirildi. Bu her iki süreç de sermayenin birikim gereksinimince harekete geçirildiler.

Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bu emperyalizm biçimi, giderek büyüyen işletmelerin ve sanayileşmiş ülkelerin yerkürenin genelinde sömürgeler yaratmasına dayanıyordu. Doğrudan fetihler gezegenin daha büyük bir kısmının kapitalist piyasaya açılması avantajına sahipti, böylece hammaddelerle emeğin (ve sıklıkla da köleciliğin) daha fazla ticareti ve sömürüsüne yol açıyordu. Bu, işgalci ülkenin devleti ve sanayisine yeni karlar anlamında büyük bir itki sağlıyor, gelişmiş kapitalist uluslarda varolan sermayedarlarla diğer toplumsal asalakların sayısında artışa imkan veriyordu. Kropotkin'in o zaman vurguladığı üzere, "Britanyalı, Fransız, Belçikalı ve diğer sermayedarlar, gelişmiş bir sanayisi olmayan ülkeleri sömürmelerinin sağladığı rahatlıkla bugün Doğu Avrupa, Asya ve Afrika'daki yüz milyonlarca insanın emeğini kontrol ediyorlar. Sonuç, Avrupa'nın önde gelen sanayileşmiş ülkelerindeki çalışmadan yaşayan nüfusun yavaş yavaş düşmediğidir. Tam tersi [geçerlidir]." ("Anarchism and Syndicalism", Black Flag içerisinde, s. 210, s. 26)

Emperyalizm, hammaddelere erişim imkanı sağlamasının yanısıra, hakim olan ulusun kendi malları için piyasalara erişim hakkı kazanmasını sağlar. İmparatorluğa sahip olarak, evde üretilen ürünler daha az gelişmiş bir sanayisi olan dış piyasalara boca edilebilir; yerli üretim baltalanarak, sonuçta da yerel ekonomiyle ona dayanan toplum ve kültür (ve böylece de potansiyel rakipler) tahrip edilebilir. İmparatorluk inşası, bir kimsenin malları için ayrıcalıklı piyasalar yaratmasının iyi bir yoludur. Emperyalist ulusun kapitalistleri, yabancı rekabeti ortadan kaldırarak hakimiyet kurulan ülkede tekel fiyatları koyabilirler, böylece de kapitalist işalemi için yüksek karları güvenceye alabilirler. Bu, malların aşırı üretimi sorununa eklenir:

"Çalışan insanların ürettileri zenginlikleri ücretleri ile satın alamadığı durumda, sanayi başka yerlerde, diğer ulusların orta sınıfları içerisinde yeni piyasalar aramak zorundadır. Doğu'da, Afrika'da, başka yerlerde pazarlar bulmalıdır; Ticaert yoluyla Mısır'daki, Hindistan'daki, Kongo'daki serflerinin sayısını arttırmalıdır. Ve dünya-piyasasındaki hakimiyet uğruna savaşlar, dinmek bilmeyen savaşlar yapılmalıdır --Doğu'ya sahip olmak için savaşlar, denizlere hakim olmak için savaşlar, yabancı emtia üzerine ağır gümrük tarifeleri koyma hakkı için savaşlar." (Kropotkin'in Devrimci Broşürleri, s. 55-6)
Kapitalist olmayan alanlara doğru olan bu genişleme, Kapital'in iş çevrimlerine neden olan sübjektif ve objektif ekonomik baskıları savuşturmasına da yardım eder (bu konuda daha fazlası için bakınız Kısım C.7 - "Kapitalist İş Çevrimine Ne Sebep Olur?). Sınai açıdan daha az gelişmiş ülkelerden çalınan zenginlik anayurda [home country] geri getirildikçe, kar düzeyleri hem işçi sınıfının taleplerinden hem de artan sermaye yatırımının sebep olduğu artı-değer üretimindeki herhangi bir göreceli düşüşten korunabilir (artı değer hakkında daha fazlası için bakınız Kısım C.2). Aslında, emperyalizm sıklıkla, işgalci ülkenin işçi sınıfının iyileşen ücretler ve yaşam koşullarından faydalanmasına imkan tanır. Çalınan zenginlik anayurda getirildiği için, işçiler de --aksi takdirde sert bir sınıf çatışmasını kışkırtabilecek olan-- iyileştirmeler [kazanmak] amacıyla mücadele edebilir ve kazanabilirler. Ve yoksulların oğulları ve kızları, çalınmış topraklarda yaşamlarını kazanmak için sömürgelere göç ettikçe, bu sömürgelerden elde edilecek zenginlik anayurttaki emek arzındaki azalmanın telafi edilmesine yardımcı olacaktır --aksi takdirde [emeğin] piyasa fiyatında artış olurdu. Bu yağma keza ulusal ekonomi üzerindeki rekabetçi baskıların azalmasına yardım eder. Tabii ki, emperyalist ulusun kısa zaman içerisinde keşfedeceği üzere, fethin bu avantajları ne iş çevrimini tamamen durdurabilir ne de rekabeti tamamen ortadan kaldırabilir.

Bu nedenle, doğrudan fethe ve sömürgeler yaratılmasına dayanan "klasik" emperyalizmin emperyalist uluslar ve devletlerinin temsil ettiği büyük işalemi için sayısız avantajı vardır.

Hakim olunan uluslar esasen pre-kapitalist toplumlardılar. Emperyalist güçlerin hakimiyeti, kapitalist toplumsal ilişkilerin ve kurumların bu toplumlarca ithal edilmesi, böylece de yabancı kapitalistlerin serbest piyasanın büyümesini teşvik etme girişimlerine karşı geniş bir kültürel ve fiziksel direnişi canlandırması anlamına gelmektedir. Ancak, köylülerin, 'zanaatkarların' ve yerli insanların "kendi başlarına bırakılmak" arzusuna asla saygı gösterilmemiştir, ve "kendi iyilikleri için" onlara "uygarlık" dayatılmıştır. Kropotkin'in fark ettiği üzere, "yeni 'uygar olmayan ulusları' sürekli bir şekilde {ücretli emeğin} koşullarına getirmek için zor gerekliydi." (Anarchism and Anarchist Communism, s. 53) Anarşist George Bradfort şunları söylerken aynı şeyi vurgulamaktadır, "tarihsel olarak, gelişmekte olan kapitalist bir ekonomi ve ücret sistemi getiren sömürgeciliğin çoğu ülkede geleneksel ekonomileri tahrip ettiğini hatırlamalıyız. Sürdürülebilir tarım biçimlerinin yerine parayla satmak için yapılan üretim [cash crop, piyasada satılmak, ihraç edilmek için üretilen mahsül] ve tek-çeşitli tarımı geçirerek, plantasyon işçilerine indirgediği halkın temel toprak yeteneğini tahrip etmiştir." (How Deep is Deep Ecology, s. 40) Aslında, bu süreç pek çok açıdan "gelişmiş" bir ulusdaki kapitalizmin gelişimi sürecine benzemektedir --imalatçıların merhametine teslim olan ilk halk kuşağının çekirdeği olan topraksız işçilerin yaratılması (ayrıntı için Kısım F.8.3'e bakınız).

Ancak, bu sürecin objektif kısıtları vardı. Birincisi, imparatorlukların genişlemesi, dışarıda birçok potansiyel sömürgeler olmasıyla sınırlıydı. Bu, pazarlar ve sömürgeler için sürtüşmelerin olmasının kaçınılmaz olduğu anlamına geliiyordu (işin içinde olan devletler bunu bildiği, ve bu nedenle giderek daha büyük ordular kurma politikasına yaslandıkları için). Kropotkin'in Birinci Dünya Savaşı'ndan önce belirttiği üzere, savaşın o zamanki gerçek sebebi "piyasalar için rekabet, ve sanayide geri ulusları sömürme hakkı" idi (Martin Miller'in alıntısı, Kropotkin, s. 225)

İkincisi, tröst oluşturulması, malların ihracı ve ucuz hammaddelerin ithalatı ne iş çevrimini durdurabilir ne de işçi sınıfını sonsuza kadar "rüşvetle satın alabilir" (yani emperyalizmin fazladan karları, sanayileşmiş dünyadaki işçi sınıfına giderek daha fazla reform ve iyileştirme bahşetmeye asla yetmeyecektir). Böylece ekonomik çöküşlerin üstesinden gelme gereği işaleminin piyasaya hakim olmanın yeni yollarını aramaya sevk etti --emperyalist uluslarda [işçi sınıfının] giderek daha büyüdüğünü, daha militanlaştığını ve daha radikal bir seviyeye çıktığını unutmayalım (bakınız John Zerzan'ın "Origins and Meanings of WWI", Elements of Refusal içerisinde).

Yani emperyalizmin birinci aşaması, büyüyen kapitalist ekonominin, devlet tarafından kendi hudutları içerisinde ulusallaştırılmış olan piyasanın sınırlarına dayanmasıyla başlar. Emperyalizm, ardından, belirli bir ulus-devletle bağıntılı olan sermaye tarafından sömürgeleştirilebilecek olan alanlara doğru yayılır. Ancak, hakim güçlerin gezegeni farklı nüfuz alanlarına bölmesi ve daha fazla genişleyecek alanın kalmamasıyla bu aşama sona erer. Rekabette satışları arttırmak ve ucuz hammaddelerle dış piyasalara erişim imkanı edinmek için, ulus-devletler birbirleriyle çatışır hale gelirler. Bir çatışmanın mayalandığı açık olduğu için, belli başlı Avrupa ülkeleri bir "güç dengesi" oluşturmaya çalışmışlardır. Bunun anlamı, diğer ülkeleri korkutmak ve savaştan caydırmak için orduların kurulması ve donanmaların oluşturulmasıdır. Ne yazık ki, bu tedbirler işlemekte olan ekonomik ve güç ilişkilerini etkisiz kılmaya yeterli değildi. Savaş patladı, imparatorluklar ve nüfuzlar üzerine bir savaş, tüm savaşları sona erdireceği iddia edilen bir savaş. Bildiğimiz gibi, tabii ki böyle olmadı, çünkü modern savaşların köküyle, yani kapitalizmle savaşılmadı.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, ulus-devletin ulusal sermaye ile tanımlanması daha da belirginleşti; bu, kapitalizmin ayakta kalması için yapılan kapsamlı devlet müdahalelerinden görülebilir --örneğin Almanya ve İtalya'da Faşizmin yükselişi, Büyük Bunalım'ın ekonomik krizini "çözmek" için Britanya ve ABD'deki "ulusal" hükümetlerin çabaları. Ancak, sermayenin sorunlarını çözmeye yönelik bu girişimler işe yaramadı. Birinci dünya savaşı öncesinde işler halde olan ekonomik zorunluluklar ortadan kaybolmadı. Büyük işalemi hala pazarlar ve hammaddelere ihtiyaç duyuyordu; ancak faşizm altında sanayinin millileştirilmesi emperyalizmle bağıntılı olan sorunlara yardımcı oldu. Yeni bir savaş sadece zamanlama meselesiydi, ve geldiğinde de çoğu anarşist --birinci dünya savaşı sırasında yaptıkları gibi-- her iki tarafa da karşı çıktılar ve devrim çağrısında bulundular:

"bugünkü mücadale, rakip Emperyalizmler arasında, özel çıkarların korunması için yapılan bir mücadaledir. Ezilen sınıfa mensup olan tüm ülkelerdeki işçilerin, bu çıkarlarla ve yönetici sınıfların özlemleriyle hiçbir ortaklığı yoktur. Onların ivedi olan mücadalesi kendi kurtuluşlarıdır. Onların ön cephesi, efendileri evlerinde onursuzca kazanılmış kazançlarını istif ederken kendilerinin ise yalnızca ölüp çürüyecekleri Maginot Hattı değil, atölyeler ve fabrikalardır." ("War Commentary", Mark Shipway'in alıntısı, Anti-Parliamentary Communism, s. 170)
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Avrupa ülkeleri ABD'den ve ulusal kurtuluş hareketlerinden gelen baskılara boyun eğdiler, ve eski sömürgelerinin çoğuna "bağımsızlık" bahşettiler (sıklıkla yoğun bir mücadalenin ardından). Kropotkin'in tahmin ettiği üzere, kapitalizmin büyümesi ile birlikte "kapitalist devlet sisteminin teslimiyetiyle ilgilenen insanların sayısında da artış" olacağı için böylesi toplumsal hareketler beklenen şeylerdi. (Peter Kropotkin, "Anarchism and Syndicalism", Black Flag içerisinde, sayı 210, s. 26) Ne yazık ki, bu "kurtuluş" hareketleri, kapitalizme karşı potansiyel bir mücadale olan kitlesel mücadeleler, bağımsız kapitalist ulus-devletleri amaçlayan hareketlere dönüştüler.

ABD'nin hareketlerinde özgeci olmadığını, bağımsızlığın ABD sermayesinin bu piyasalara erişmesine imkan tanıdığını ve rakiplerini zayıflattığını da vurgulamalıyız.

Bu sürece ulus-devletin de ötesine [geçerek] çokuluslu şirketlere evrilen sermaye eşlik etti. Emperyalizmin ve emperyalist savaşların mizacı da buna göre değişti. Ayrıca, çeşitli başarılı Ulusal Kurtuluş mücadeleleri, emperyalizmin halk direnişi karşısında kendisini değiştirmesi gerektiğini gösterdi. Bu iki etken, eski emperyalizm biçiminin yerini, yeni "bağımsız" sömürgelerin, siyasi ve ekonomik baskı yoluyla sınırlarını yabancı sermayeye açmaya zorlandığı bir "yeni-sömürgecilik" sistemi aldı. Eğer bir devlet emperyalist güçlerin "işalemi için kötü" nitelendirdiği bir konum alacak olursa, yaptırımlardan doğrudan işgale kadar gerekli eylemler gerçekleştirilecektir. Dünyayı sermayenin sömürüsüne açık ve "serbest" tutmak Amerika'nın 1945'ten sonraki genel siyasetiydi. Bu doğrudan doğruya özel sermayenin genişleme gereklerinden kaynaklanır, bu nedenle de temelden değiştirilemez. Ancak bu aynı zamanda, yeni siyasi ve ekonomik düzenin gereklerinden, ve emperyalist uluslar arasındaki (özellikle de Soğuk Savaş [dönemindekilerden]) rekabetten kaynaklanan değişen gereksinimlerden de etkilenmiştir. Böyleyken, müdahale yöntemi ve doğrudan sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe kayma (ve herhangi bir "aykırılık) bu çatışmalarla açıklanabilir.

Dolaylı emperyalizmin bu temel yapısı içerisinde, birçok "gelişmekte olan" ulus sanayileşme sürecini başlatmakta başarılı olmuştur. Bazı eski sömürgeler, kısmen Büyük Bunalım'a yanıt olarak bir önceki yüzyılda Almanya ve Amerika gibi emperyalist uluslarca başarıyla uygulanan politikaları uygulamaya başlamışlardır. "İthal ikameci" politikayı takip etmişlerdir --yani daha önceden ithal ettikleri malları (örn. otomobil) imal etmeye çalışmak. Bu tür bir politikanın olumlu bir alternatif teşkil ettiğini savunmadan (ne de olsa bu sadece yerel bir kapitalizmdi), bunun emperyalist güçler açısından büyük bir dezavantajı vardı; onları hem piyasalardan hem de hammaddelerden mahrum etmesi (küreselleşmeye yönelik bugünkü yöneliş bu politikaları kırmak amacıyla kullanılmıştır). Böyleyken, bir ulusun bu tür politikaları uygulayıp uygulamadığı, işin içindeki emperyalist güçlerin üstlendiği maliyetlere bağlıydı.

Böylece az gelişmiş ülkelerin doğrudan yönetilmesi yerine (ki bunun hem ekonomik hem de siyasi açıdan çok maliyetli olduğu ispatlanmıştır) artık dolaylı tahakküm biçimleri tercih ediliyordu --güce ancak "işaleminin çıkarları" tehdit edilirse başvuruluyordu. Yeni tipteki emperyalist savaşların örnekleri arasında Vietnam, Nikaragua'daki ABD destekli Kontralar ve Körfez Savaşı vardır. Askeri müdahal yalnızca gerektiğinde kullanılırken (ancak tehdit her zaman bulunmaktadır), siyasi ve ekonomik güç (örn. sermaye kaçışı veya yaptırım tehditi) gelişmiş uluslar temelli şirketler için pazarların açık olmasını sağlamaktadır. Dahası, ABD ile SSCB ile arasındaki rekabetin de etkisi olmuştur. Bir yandan, emperyalist gücün eylemleri (ABD için) "Komünizm"le ve (SSCB için) "ABD Emperyalizmi"yle savaşmakla meşru kılınıyordu. Öte yandan ise, bir savaşı kışkırtma veya gelişmekte olan ülkeleri diğer tarafın ellerine yöneltme korkusu, gelişmekte olan uluslar için fazladan bir hareket alanı --gelişmekte olan ülkelerin ithal ikameci politikalar izlemeleri gibi-- sağlıyordu. Ancak, kuvvet emperyalizm açısından, aynen daha önce olduğu gibi nihai çözüm yöntemi olmuştur.

Analizimizde aşırıya kaçtığımız düşünülse bile, ABD'nin "1945'ten beri diğer ulusların iç işlerine yüzden fazla defa müdahale ettiğini" unutmayalım. "Söylem, bizim bunları, büyük ölçüde özgürlük veya demokrasiyi korumak veya yeniden tesis etmek, veya insan hakları uğruna yapmış olduğumuzdur. Gerçek ise {bunların} ... (artık büyük ölçüde ulusötesi olan) ABD şirketlerinin, onların tahribatından kar yapan içerdeki ve dışarıdaki seçkinlerin çıkarlarını geliştirmek için tutarlı bir şekilde tasarladığımız ve uyguladığımızdır." (Henry Rosemont, Jr., "US Foreign Policy: the Execution of Human Rights", s. 13-25, Social Anarchism, sayı 29, s. 13) Bu, demokratik olarak seçilmiş hükümetlerin devrilmesini (Örneğin İran, 1953; Şili, 1973) ve yerlerine gerici sağ-kanat diktatörlüklerin geçirilmesini (genellikle ordunun da işe karışmasını) içermiştir. George Bradfort'un belirttiği üzere, "{emperyalizmde şirketler tarafından yapılan ekonomik} çapulculuğun ışığında, ... devasa ABD şirketlerinin sömürü akuşının basit kanalları olarak hizmet etmeyi bırakan ulusalcı rejimlerin neden bu kadar güçlü bir saldırıyla karşılaştıkları ... açık olmalıdır --Guatemala, 1954; Şili, 1973; ... {1980'lerde} Nikaragua ... {ABD} Dış İşleri Bakanlığının felsefesi 1950'den beridir, 'kaynaklarımızı korumak' --onların ülkesindeki!--, çeşitli polis devletlerine dayanmak ve 'kitlelerin yaşam standartlarındaki acil iyileştirmelere yönelik artan popüler talebe' karşı daha duyarlı olabilecek 'ulusalcı rejimler'i engellemek olmuştur." (How Deep is Deep Ecology?, s. 62)

Ucuz emeğin sömürüsünden elde edilen karların emperyalist uluslardaki bütün yurttaşlara değil de şirket seçkinlerinin cebine akmasıyla birlikte, gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye yatırımları son yıllarda durmaksızın artmıştır (aşağıda tartışıldığı üzere zaman zaman diğer sınıflara da yararları olmakla beraber). Ayrıca, diğer ülkeler emperyalist ülkelerin mallarını satın almaya (sıklıkla "yardım" karşılığında --ki tipik olarak askeri "yardım") ve piyasalarını hakim şirketlerle ürünlere açmaya "cesaretlendirilmiş"tir. Emperyalizm, bir ulusun kapitalist sınıfının dış yatırımlarını savunmanın yegane aracıdır; karların elde edilmesine ve piyasaların yaratılmasına olanak tanıyarak, aynı zamanda özel [kesim] sermaye[si]nin geleceğini de korur.

Böylece, Batılı (çoğunlukla ABD ve onun küçük ortağı Birleşik Krallık) hükümetlerin "dış yardım" takma adıyla küçük sağ-kanat despotlara müsrifçe fonlar sağlamalarının devam etmesiyle, emperyalizm bozulmadan kalmıştır. Özgürlük ve demokrasi hakkındaki kulağa asil gelen söylemi bir kenara bırakırsak, bu dış yabancı yardımın belirgin amacı mevcut dünya düzeninin değişmeksizin kalmasını sağlamaktı. "İstikrar", herhangi bir yerel halk hareketini mevcut dünya düzenine karşı bir tehdit olarak algılayan modern emperyalizmin parolası haline gelmiştir.

Dış yardım, kamusal fonları Üçüncü Dünya ülkelerindeki yönetici sınıflara anayurt kökenli ulusötesi şirketler kanalıyla akıtırlar. ABD ve diğer Batılı güçler, bu hükümetlerin ordularının fazlasıyla gereksinim duyduğu savaş malzemelerini ve eğitimini sağlarlar; böylece yabancı yatırımcılara karşı işalemi dostu ortamı devam ettirebilirler (bu, yerkürede zımmen ve açıkça faşizmin desteklenmesi anlamına gelir). "Dış yardım" temelde, zengin ülkelerin zengin insanlarının yatırımlarının yoksul ülkelerin yoksul insanlarından korunmasını sağlamak için, zengin ülkelerin yoksul insanlarının yoksul ülkelerin zengin insanlarına paralarını vermesi demektir.

(Bu "yardımı" sağlayan şirketlerin sahiplerinin bundan gayet memnun olduklarını söylemeye gerek dahi yok.)

Böylece, ülkelerin "gelişme" adına ve "demokrasi ve özgürlük" ruhuyla yerel zenginlikleri kurutulurken, Üçüncü Dünya bol finansmanlı baskının ağırlığı önünde yere eğilirler. ABD, bu özel "özgürlüğe" yerel hareketlerce meydan okunmamasını sağlamak için küresel sorumluluğuyla (bir başka slogan daha) Batı'ya öncülük eder. Böylece faşist rejimler Batıya karşı uysal ve itaatkar kalırlar, kapitalizm karşı çıkılmaksızın gelişir, ve insanların kötü durumu her yerde basitçe daha da kötüleşir. Ve eğer rejim çok fazla "bağımsız"laşırsa, askeri güç daima bir seçenek olarak beklemektedir (1990 Körfez Savaşı'nda görüldüğü üzere).

Böylece, kapitalizm değiştikçe emperyalizm de değişir. Kapitalizmin tarihi genellikle merkantilizmle, küçük-burjuva meta üretiminin (zanaatkarlar, loncalar ve köylüler) devlet desteğinde kapitalist imalatça tahribatıyla başlar. Kapitalist üretim bir kez ayakları üzerinde durunca, devamlı tekeller --her ne kadar bu aşamaya nadiren erişse de (oligapolcü rekabet hakim olur)-- geliştiren üretimin yoğunlaşması (büyük işaleminin ortaya çıkması) sürecine doğal olarak evrilen serbest rekabet ("serbest ticaret") kucaklanır. Belli başlı ekonomik kararlar yine belli başlı şirket ve anonim şirketlerin az sayıdaki başkanı tarafından alınır. Kapitalizmin temellerine aykırıymış gibi gözüken büyük işalemi aslında onun en gelişkin biçimidir --dünyanın tek bir yönetim hiyerarşisi altında giderek tek bir fabrikaya dönüşmesiyle. Özgür birliğin yerini yukarıdan-aşağıya emirler alır, ve sınai gelişme şirketler gücünün ve karlarının korunması ve genişletilmesi gereği yüzünden tahrif edilir.

Büyük işalemi ile piyasaların giderek küreselleşmesiyle, kapitalizm (ve böylece emperyalizm) yeni bir dönüşümün eşiğine gelir. Doğrudan emperyalizmin dolaylı emperyalizme dönüşmesi gibi, dolaylı emperyalizm de hükümetler üzerindeki şirketler hakimiyetini yasallaştırmayı amaçlayan bir küresel hükümet sistemine dönüşmektedir. Bu süreç genellikle "küreselleşme" olarak adlandırılır ve bunu Kısım D.5.3'de tartışacağız. Ancak, ilk önce, Stalinist rejimlerle ilintili olan özel kesim-olmayan kapitalist emperyalizm biçimlerini tartışmamız gerekiyor ve bunu da bir sonraki kısımda yapacağız.
 

D.05.2 EMPERYALİZM YALNIZCA ÖZEL [KESİM] KAPİTALİZMİN BİR ÜRÜNÜ MÜDÜR?

Esasen kapitalist emperyalizmle ilgilensek de, (Sovyetler Birliği, Çin vb. gibi) "sosyalist" denilen ulusların faaliyetlerini tartışmaktan kaçınamayız. Emperyalizmin kısmen giderek genişleyen büyük işalemiyle ortaya çıkan gelişmiş bir kapitalizmden kaynaklanan bir ekonomik temeli olduğu veriliyken, devlet kapitalist ("sosyalist") ulusların da emperyalist olmalarına şaşmamak gerekir. Devlet-kapitalist sistem, sermaye yoğunlaşmasının (tek büyük bir firma) mantıksal olarak en son noktasıdır. Büyük işalemi için geçerli olan baskılar aynen devlet kapitalist bir ulus için de geçerlidir (bakınız bir önceki kısım).

Bu veriliyken, devlet-kapitalist ülkelerin, daha küçük bir ölçüde ve biraz farklı nedenlerle olsa dahi, emperyalist faaliyetlere, maceralara ve savaşlara katılması şaşırtıcı olmaz. Rusya'nın uydularına karşı [izlediği] acımasızca siyasetten görülebileceği gibi, Sovyet emperyalizmi, halihazırda sahip olduğunu savunmaya, kendisi ile Batı arasında tampon bir alan yaratmaya daha eğilimliydi. Bu, Sovyetler Birliği'ndeki yönetici seçkinlerin nüfuzları altındaki ülkeleri sömürmeye çalışmayacağı anlamına gelmez. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda, Doğu Bloku ülkeleri milyonlarca dolarlık savaş tazminatları ödemişlerdi. Özel kesim kapitalizminde olduğu gibi, "uydu devletler birer hammadde ve ucuz mamül mal kaynağı olarak görülmüştü. Rusya, uydularından dünya fiyatlarının altında mal ihraç ediyordu. Ve onlara dünya fiyatlarının üzerinde[ki fiyatlardan] ihracat yapıyordu." (Andy Anderson, Hungary '56, s. 25-6)

Sovyet seçkinleri, kendi çıkarlarına hizmet ettiği ve (başka bir seçenek bırakmayan ABD baskısının yanısıra) Sovyet nüfuz alanı içerisine dahil oldukları müddetçe "anti-emperyalist" hareketlere destek de oldu. Stalinist partiler yerel yönetici sınıfın yerini alır almaz, sözde "sosyalist" uluslarla hem yerli hem de Rus yöneticilerin faydasına olacak ticari ilişkileri şekillendirildi. Benzer şekilde ve aynı gereksinimlerden ötürü, Batılı Emperyalist güçler, kanlı yerli kapitalist ve feodal seçkinlerin kendi işçi sınıflarına karşı sürdürdükleri mücadelede --Sovyet saldırganlığına karşı "özgürlük" ve "demokrasi"yi desteklediklerini söyleyerek-- onlara destek oldular.

Söylemek gereksiz olsa da, uydu ülkelerdeki devlet kapitalist hakimiyetin biçimi ve içeriği, kendi ekonomik ve siyasi yapısına ve gerekliliklere bağlıdır --aynen geleneksel kapitalist emperyalizmin kendi gereksinim ve yapılarını yansıtması gibi. Farkın bir kısmı, merkezi planlamanın sebep olduğu kıtlıkları gidermek için bu ülkelerin mallarının yağmalanması gereğiydi (aksine, kapitalist emperyalizm malları ihraç etme eğilimindeydi).

Kapitalist hakimiyetin, uydu ülkelerin toplumsal ilişkilerinin pre-kapitalist biçimlerden kapitalist bir biçime dönüşmesine tanıklık etmesi gibi, "sosyalist" ulusların hakimiyeti de geleneksel burjuva toplumsal ilişkilerinin devlet kapitalist olanlar lehine ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Böyleyken, emperyalizmin mizacı ve biçimi temelde aynıydı, ve her iki durumda da söz konusu yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet eder.

Bu nedenle, emperyalizm özel mülkiyete dayanan devletlerle sınırlı değildir --devlet kapitalist rejimler de bunun suçlusudur. Her ikisi de azınlık yönetimine, emeğin sömürüsü ve bastırılmasına, ve elindeki kaynakları genişletme gereğine dayandığı için bu beklenen bir şeydir.
 

D.05.3 KÜRESELLEŞME EMPERYALİZMİN SONU MU DEMEKTİR?

Hayır. Çokuluslu şirketlerin büyüklüğünün sermayenin hareketliliğiyle birlikte arttığı doğru olmakla beraber, ulus-devletlerin şirket çıkarlarına hizmet etmesi gereği hala var olmaktadır. Sermayenin artan hareketliliği --yani bir ülkeden başka bir ülkeye hareket edebilmesinin ve orada yatırım yapabilmesinin kolaylaşması-- ve uluslararası para piyasalarının büyümesi ile birlikte, gelişmekte olan devletlerde "serbest piyasa" olarak adlandırılabilecek bir şeye tanık olduk. Şirketler başka bir yere gitmekle korkutarak, hükümetlerin onlara söyleneni yapmasını sağlarlar (ki daha fazla kara yol açacak olduktan sonra zaten bunları yapacaklardır).

Bu nedenle, Howard Zinn'in vurguladığı üzere, "küreselleşmenin aslında emperyalizm olduğunun ve 'küreselleşme' terimini kullanmanın insanların ... küreselleşme hakkında çok çoşkulu olan Dünya Bankası ve gazeteciler gibi düşünmesine neden olduğu için dezavantajlı olduğunun belirtilmesi çok önemlidir. Onlar, Amerikan ekonomik ve şirketler gücünün tüm dünya üzerine yayılmasından aldıkları zevki sınırlayamamktalar ... bu balona bir yumruk indirmek ve 'Bu emperyalizmdir' demek gayet iyi olur." (Bush Drives us into Bakunin's Arms)

Küreselleşme, daha önce gelen emperyalizm biçimleri gibi, tarihi bilinmedikçe anlaşılamaz. Bugünkü büyüyen uluslararası ticaret, yatırım ve finans piyasaları 60'ların sonları ile 70'lerin başlarında ortaya çıkmıştır. Yeniden inşa edilen Avrupa ile Japonya'dan kaynaklanan artan rekabet ABD hakimiyetine meydan okuyordu; bu, yerküre üzerinde artan işçi sınıfı mücadelesiyle birleşerek kapitalistleri gerilim içinde bıraktı. Fabrika ve büro yaşamından memnuniyetsizlik, kapitalizmin sağlayabileceğinden daha fazlasını talep eden diğer toplumsal hareketlerle (kadın hareketi, ırkçılık karşıtı mücadeleler, savaş karşıtı hareketler vb. gibi) biraraya geldi. 1968'de Fransa'daki yakın devrim, yerkürede gerçekleşmiş olan mücadelelerin en ünlüsüdür.

Yönetici sınıf açısından, devamlı artan ücret talepleri, grevler, iş durdurmalar, boykotlar, oturma eylemleri, protestolar ve diğer mücadelelerle sıkışan karlar ve otorite, bir çözüm bulunması ve işçi sınıfının disipline edilmesi (ve karların tekrar geri kazanılması) gerektiği anlamına geliyordu. Çözümün bir parçası "kaçmak" ve sermayenin "gelişmekte olan" dünyanın belirli alanlarına kaydırmaktı. Bu küreselleşmeye olan eğilimi arttırdı. Bir başka çözüm, Parasalcılığa ve sıkı para (yani kredi) politikalarına sarılmaktır. Bu, Birleşik Krallık ve ABD'deki işçi sınıfı direnişinin belini kıran 1980'lerin başlarındaki durgunluğu derinleştirmeye yardım eden bir faiz yükselmesine neden oldu. Yüksek işsizlik ayaklanan işçi sınıfının disipline edilmesine yardımcı oldu, ve sermayenin bu yeni hareketliliği "kötü sınai sicili" (yani işçilerin itaatkar ücretli köleler olmaması) olan uluslara karşı fiili bir "yatırım grevi" olacağı anlamına gelir.

Üstelik, herhangi bir ekonomik krizde olduğu gibi, daha zayıf firmalar battığı ve diğerleri yaşamak için birleştiği için piyasadaki "tekel derecesi" (yani büyük firmaların hakimiyet [derecesi]) de arttı. Bu, kapitalizmde daima varolan yoğunlaşma ve merkezileşme eğilimlerini arttırdı, böylece de yaşayabilen firmaların büyüklüğü ve konumu, faaliyet gösterebilmeleri daha geniş ve daha büyük piyasalar gerektirdiği için küresel faaliyetlere karşı fazladan bir güven yarattı.

Uluslararası olarak, başka bir kriz de küreselleşmenin gelişmesinde rol oynadı. Bu, 1970'lerin sonlarında ve 1980'lerin başlarındaki Borç Krizi idi. Birçok ülke açısından, Borç batılı güçlerin onlara ekonomilerini nasıl örgütlemeleri gerektiğini dayatmalarında merkezi bir rol oynamaktadır. Borç krizi, batılı güçlerin "üçüncü dünya"ya "serbest ticaret"i dayatmasında ideal bir piston olmuştur. Bu, üçüncü dünya ülkeleri borçlarını ödeyemedikleri zaman, gelirlerindeki düşüşle ve faiz oranlarındaki artışla olmuştur (genellikle bu ülkelerin seçkinlerine rüşvet olarak verilen ve bu ülkelerdeki çalışan insanları --ki ironik bir şekilde bunları geri ödemek zorunda olanları!-- bastırmak için kullanılan borçlar).

Bundan önce, Kısım D.5.1'de belirtildiği üzere, birçok ülke "ithal ikame" politikasını takip etmişti. Bu, ulusötesi şirketlere hem pazarlarda hem de ucuz hammaddelerde engel olabilecek yeni rekabetçiler yaratma eğilimindedir. Batılı hükümetler, askeri güç yerine, İMF ve Dünya Bankası'nı (DB) gönderdiler. Durgunluk ve artan borç geri ödemeleri karşısında "gelişmekte olan" ülkelerin borçlanma ihtiyacı, İMF-tasarımlı ekonomik reform programlarını kabul etmekten başka bir şans bırakmıyordu. Eğer reddecek olsalardı, yalnızca İMF fonlarından değil, aynı zamanda DB kredilerinden de mahrum kalacaklardı. Özel bankalar ve kredi kurumları da keza, --hem kredilere destek olma hem de borçluları geri ödeme yapmaya zorlama yetkisine sahip olan tek organ olan-- İMF örtüsü altında borç verdikleri için geri çekileceklerdi.

Bu politikalar kemer sıkma programlarının başlatılması, dolayısıyla da kamu harcamalarının kesilmesi, ücretlerin dondurulması, kredilerin sınırlanması, yabancı çokuluslu şirketlerin [ülke] varlıklarını kelepir fiyatına satın almasına müsade edilmesi, ve sermayenin ülke içerisine ve dışarısına akışını liberalleştirme anlamına geliyordu. Hiç de şaşırtıcı olmamak üzere, sonuç çalışan nüfus açısından felaketti; ancak borçlar geri ödenmiş ve hem yerel hem de uluslararası seçkinler bundan oldukça faydalanmışlardı.

Böylece bu süreçte ekonomik etkenler anahtar rol üstlenmişlerdi. Dahası, şirketlerin büyüklüğü onların çokuluslu bir düzeyin ötesinde çalışmaları gerektiğini (ve yerel endüstriyi yutabilecekleri) anlamına geliyordu. Küresel pazar küresel firmaya ihtiyaç duyar (ve bunun tam tersi de doğrudur). Bu şirketler, küresel düzeyde faaliyet göstermek suretiyle işçileri bastırarak işalemi için uygun bir iklim sağlayacak uluslarda yatırım yapabilirlerdi. Böylece, Batı'daki işçiler baskı ve güçlüklerle karşılaşırken, "gelişmekte olan" dünyadaki işçi sınıfının kaderi buna göre fazlasıyla kötüydü.

Yani küreselleşme, aynen kendisini önceleyen biçimler gibi, hem ekonomik kuvvetlere hem de sınıf mücadelesine karşı bir yanıttı. Dahası, daha önce gelen biçimler gibi, birkaç gelişmiş ulustaki şirketlerin ekonomik gücüne ve bu şirketlerin ana üssü olan devletlerin siyasi gücüne dayanmaktadır.

İyi veya kötü; küreselleşme kapitalizmin bugünkü aşamasını betimlemek için kullanılan en yeni kod haline gelmiştir, ve bu nedenle burada bunu kullanmalıyız. Bu kullanımın her şeye rağmen iki yan etkisi vardır. Birincisi bu, ulusötesi şirketlerin artan büyüklüğüne ve gücüne, bunların küresel yönetişim yapıları ve ulus devlet üzerindeki etkilerine dikkat çekmektedir. İkincisi bu, anarşistlerin ve diğer protestocuların, çeşitliliğe saygı gösteren ve kara değil insanların ihtiyaçlarına dayanan, aşağıdan bir küreselleşme ve uluslararası dayanışma meselesini ortaya getirmelerine olanak tanır.

Her şeyden öte, Rebecca DeWitt'in vurguladığı üzere, anarşizm ve DTÖ [Dünya Ticaret Örgütü] "gayet uygun rakiplerdirler ve anarşizm bu kavgadan faydalanmaktadır. DTÖ pratik olarak savaşılması gereken bir otoriter iktidar yapısıdır tamamen. İnsanlar Seattle'a gelmişlerdi, çünkü gizli bir resmi görevliler organına kendileri haricindeki hiç kimseye karşı hesap verebilir olmayan politikalar yapması izninin verilmesinin yanlış olduğunu biliyorlardı. Seçilmemiş bir organ olan DTÖ herhangi bir hükümetten daha güçlü olmaya çalışmaktadır ... Anarşizme göre, küresel kapitalizmin odağı bundan daha ideal bir şey olamazdı." ("An Anarchist Response to Seattle", s. 5-12, Social Anarchism, sayı 29, s. 6)

Ulusötesi şirketler belki de bu küreselleşme sürecinin en iyi bilinen temsilcileriyken, modern kapitalizmin gücü ve hareketliliği şu rakamlardan izlenebilir. 1986'dan 1990'a kadar, yabancı döviz işlemleri günlük 300 milyar $'dan 700 milyar $'a yükselmişti, ve 1994'de 1.3 trilyon $'a yükseleceği tahmin edilmektedir. Dünya Bankası, uluslararası finansal kurumların toplam kaynaklarını 14 trilyon $ olarak tahmin etmektedir. Bu rakamlara bir anlam kazandırmak amacıyla, Basel-merkezli Uluslararası Tediye Bankası [Bank of International Settlement] Nisan 1992'de yabancı döviz piyasasındaki toplam günlük cironun yaklaşık olarak 900 milyar $ olduğunu tahmin ediyordu --yıllık temelde OECD grubu ülkelerin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla'sının 13 katına eşittir (Financial Times, 23.09.1993). Britanya'da, Londra Yabancı Döviz Piyasalarında günlük 200-300 milyar $ dönmektedir. Bu, iki-üç gün içerisinde Birleşik Krallık'ın yıllık Gayri Safi Milli Hasıla'sına eşit olan bir miktardır. Bu miktarların 1990'ların başlarından bu yana daha da yüksek düzeylere ulaştığını söylemeye gerek bile yok --günlük döviz işlemleri 1980'deki 80 milyar $'dan 1995'de 1.26 milyar $'a çıkmıştır. Dünya ticaretine oranla, yabancı dövizdeki ticaretin oranı 10:1'den 70:1'e yükselmiştir (Mark Weisbrot, Globalisation for Whom?).

Financial Times'ın İMF ile ilgili ekinde "Akıllı hükümetler küreselleşmenin meydan okumasına karşı tek zekice yanıtın ekonomilerini daha kabul edilebilir kılmak olduğunu fark ederler" demesine şaşmamak gerek (Op. Cit.) Halkları açısından değil de işalemi açısından daha kabul edilebilir olmak. Chomsky'nin ifade ettiği üzere, "serbest sermaye hareketi, irrasyonel olduğunu düşündüğü hükümet politikaları üzerinde veto yetkisi kullanabilecek, küresel sermayenin 'gerçek parlamentosu' olarak adlandırılır. Bunun anlamı işçi hakları, veya eğitim programları, veya sağlık, veya ekonomiyi canlandırmaya yönelik çabalar, yani aslında karlara değil insanlara yardımcı olabilecek (bu nedenle teknik anlamda irrasyonel olan) her şeydir." (Rogue States, s. 212-3)

Bunun anlamı, küreselleşmede, devletlerin yatırımcılar ve ulusötesi şirketler için en iyi teklifi yapmak için birbirleriyle yarışacağıdır --vergi indirimleri, sendikaların göçertilmesi, kirlilik kontrollerinin olmaması vesaire. Ülkelerin sıradan insanları üzerindeki etkileri gelecekteki faydalar adına gözardı edilecektir (öldüğünüzde gökyüzünde elde edeceğiniz pasta gibi değil de, daha ziyade --eğer iyiyseniz ve size söylenenleri yapıyorsanız-- belki gelecekteki bir pasta). Örneğin, böylesi bir "kabul edilebilir" işalemi ortamı "piyasa güçlerinin rekabet adına işçileri haklarından yoksun bıraktığı", ve ortalama gelirden daha düşük gelire sahip insanların nüfus içindeki oranının 1979'daki % 9'dan 1993'te % 25'e çıktığı Britanya'da oluşturulmuştu (Scotland on Sunday, 09.01.1995). Nüfusun daha yoksul yarısı tarafından sahiplenilen ulusal refah üçte birden dörtte bire düşmüştü. Ancak bekleneceği üzere, kamunun vergi gelirlerinin askeri Keynezyenizm, özelleştirme ve Araştırma & Geliştirme'nin finansmanı ile bir azınlığı zengin etmek üzere kullanılmasıyla, zenginler için olan refah devleti sayesinde milyonerlerin sayısı artmıştı. Her din gibi, serbest-piyasa ideolojisi de yukarıdakilerin ikiyüzlülüğünün ve aşağıdaki çoğunluğun fedakarlığının damgasını taşımaktadır.

Ayrıca, sermayenin küreselleşmesi bir kuvvetin bir diğerine karşı kullanılmasını da mümkün kılar. Örneğin, General Motors ABD ve Kanada'daki iki düzine fabrikasını kapatmayı planlamaktadır, ancak Meksika'daki en büyük işveren haline gelmiştir. Neden? Çünkü ekonomik mucize ücretleri tepetaklak aşağı düşürmüştür. Meksika'da emeğin kişisel gelirdeki payı "1970'lerin ortasındaki yüzde 36 [değerinden] 1992'de yüzde 23'e düşmüştür." Başka bir yerde ise, eski Doğu Almanya'da General Motors 690 milyon $'lık bir montaj fabrikası açmıştır. Neden? Çünkü, işçiler, % 40 bir ücretle ve daha az sosyal faydayla (Financial Times'ın ifadesiyle) "Batı Almanya'daki şımartılmış meslekdaşlarından daha uzun süre çalışmaya" razıdırlar. (Noam Chomsky, World Orders, Old and New, s. 160)

Bu hareketlilik sınıf savaşında kullanışlı bir araçtır. "NAFTA'nın grevlerin kırılmasında önemli bir etkisi olmuştur. Örneğin, sendikaların örgütlenme çabalarının yarısı işverenlerin üretimi dışarıya kaydırma tehdidiyle kesintiye uğramıştır. ... Bu tehdit boş bir tehdit değildir. Bu tür örgütlenmeler başarılı olduğunda, işverenler NAFTA öncesine göre üç katı bir oranla (yaklaşık yüzde 15) fabrikayı tamamen veya kısmen kapatmaktadırlar. Fabrika-kapatma tehditleri hareketli sanayilerde (örn. inşaatcılığa karşın imalatta) neredeyse iki kat yüksektir." (Rogue States, s. 139-40) Bu süreç hiç de ABD'ye özgü değildir, ve tüm dünyada gerçekleşmektedir (bizzat "gelişmekte olan" dünya da dahil olmak üzere). Bu süreç işverenlerin pazarlık gücünü arttırmış, (üretkenlik artarken) ücretlerin düşük tutulmasına yardımcı olmuştur. ABD'de, bir önceki iş çevirimi (1989) ile 1998 arasında şirket karlarına giden milli gelir payı yüzde 3.2 artmıştır. Bu, ekonomi pastasında önemli bir yeniden bölüşüme işaret etmektedir. (Mark Weisbrot, Op. Cit.) Bu nedenle, uluslararası işçi örgütü ve dayanışması gereklidir (anarşistlerin Bakunin'den bu yanadır savundukları gibi).

Yani, NAFTA ve yakın zamanda rafa kaldırılan (ama kesinlikle unutulmamış olan) Çoktaraflı Yatırım Anlaşması (ÇYA) (Multilateral Agreement on Investment, MAI) gibi anlaşmalar, ulus-devletlerin hükümetlerini epeyce zayıflatmıştır --ancak yalnızca tek bir alanda, [yani] işaleminin düzenlenmesinde. Bu tür anlaşmalar hükümetlerin sermaye kaçışına engel olma, döviz ticaretini sınırlandırma yeteneklerini kısıtlamakta, çevre ve çalışma yasalarını ortadan kaldırmakta, karların geri yurtdışına çıkarılmasını kolaylaştırmakta , karların akışını engelleyecek ve şirketlerin gücünü azaltacak herhangi bir şeyi zorlaştırmaktadır. Aslında, NAFTA'yla birlikte şirketler, eğer hükümetin piyasada kendi özgürlüklerine engel olduğunu düşünürlerse, hükümetlere dava da açabilmektedirler. Böyleyken, bu gibi anlaşmalar şirketlerin gücünün artmasını temsil eder ve devletlerin (genel kamunun değil) yalnızca şirketlerin işine geldiğinde müdahale etmesini sağlar.

Şirketlerin hükümetleri dava edebilmesi NAFTA'nın 11'inci bölümünde kutsallaştırıldı. Meksika devletinin küçük bir şehri olan San Luis Potosi'de, tehlikeli atıkların ticari tedarikçisi olan bir Kaliforniya şirketi --Metalclad-- şehrin yakınlarındaki bir çöp alanını satın almıştı. Boşaltım alanını genişletmeyi ve burayı zehirli atık malzemeleri boşaltmak için kullanmayı önermişti. Çöp alanının yakınında oturan insanlar bunu protesto etmişlerdi. Devletin kendisine verdiği yetkiyi kullanan belediye, alanı yeniden parsellere ayırmış ve Metalclad'in arazilerini genişletmesini yasaklamıştı. Metalclad, NAFTA'nın 11'inci bölümüne dayanarak, San Luis Potosi halkının haksız davranışı nedeniyle kar marjlarında ve bilançosunda oluşan zarardan ötürü Meksika hükümetine dava açmıştı. Washington'da toplanan ticaret heyeti şirkete hak vermişti. Kanada'da, Ethyl şirketi, hükümet benzin katkı maddesini sağlığa zararlı olduğu için yasaklandığında dava açmıştı. Hükümet, bir şirketin ulusun Parlamento'sunu geçersiz kıldığını kamusal olarak seyredilmesini engellemek için olayı "mahkeme dışı" yoldan çözüme bağlamıştı.

NAFTA ve diğer Serbest Ticaret anlaşmaları şirketler için, ve şirketler yönetimi için tasarlanmıştır. Bölüm 11, Kanada halkı veya San Luis Potosi halkı için değil, kapitalist seçkinler için daha iyi bir dünya yaratmak amacıyla NAFTA tarafından kutsallaştırılmıştır.

Bu, ABD veya diğer emperyalist ulusların, --"demokrasi krizi"nin (halk ayaklanmalarını ve genel halkın politize olmasını nitelendirmek için Üçlü Komisyon'un kullandığı bir tabir) mizacına bağlı olarak-- ya müşteri rejimlere dolaylı askeri yardımlar yapılması yoluyla veya açık işgal yoluyla, "gelişmekte olan" uluslara daha da fazla müdahale etmesini "meşrulaştıracak", emperyalist bir durumdur.

Ancak, özel kesimin sermayesini korumak için kuvvet daima gereklidir. Küreselleşmiş bir kapitalist şirket bile bir savunucuya ihtiyaç duyar. Yine de, "{u}luslararası düzeyde, hedef ülkelerin 'yatırımlar için güvenli' olduklarını (özgürlük ve demokrasiyi amaçlayan hareketler olmaması), borçlarını geri ödeyeceklerini, sözleşmelere bağlı kalacaklarını, ve uluslararası yasalara saygılı olacaklarını güvenceye almak için, ABD şirketlerinin hükümete ihtiyacı vardır." (Henry Rosemont, Jr., Op. Cit., s. 18)

Bu nedenle, vergiler yoluyla kendi yurttaşlarının silahlı kuvvetlerin masraflarını karşılamaya şantaj yoluyla zorlayan, en iyi koruma sağlayan devletler arasında seçim yapmak şirketler açısından anlamlıdır. Öngülebilir bir gelecekte, Amerika küresel bir polis-kiralama seçeneği olarak gözükmektedir. Yerel düzeyde, sermaye talep ettiklerini sunan ve istemediklerini ise cezalandıran hükümetlerin olduğu ülkelere gidecektir. Bundan ötürü, küreselleşme emperyalizmi sona erdirmek bir yana, onu sürdürecektir; ancak büyük bir farkla: emperyalist ülkelerdeki yurttaşlar her zaman olduğu gibi maliyetleri üstlenirken, emperyalizmden öncekine göre daha az fayda elde edeceklerdir.

Yani, küresel sermayenin karşısında hükümetlerin güçsüz olduğu iddialarına karşın, devletin gücünün bir alanda müthiş arttığını asla unutmamalıyız --kendi yurttaşlarına karşı olan devlet baskısı [alanında]. Sermaye ne kadar hareketli olursa olsun, hala artı değer üretmesi için somut bir biçim alması gerekmektedir. Ücretli köleler olmaksızın, sermaye yaşayamaz. Böyleyken, kendi çelişkilerinden sürekli olarak kaçamaz --nereye giderse gitsin, itaat etmeme eğiliminde olan işçiler ve daha yüksek ücretler, daha iyi çalışma koşulları, greve gitme hakkı vb. talep edilmesi gibi sorunlu şeyler yaratmak zorundadır (aslında bu olgu, "gelişmekte olan" ülkeler merkezli olan şirketlerin daha itaatkar emek bulmak için daha az "gelişmiş" olanlara yönelmesinden gözlenmektedir).

Bu, tabii ki devletin mülkiyetin koruyucusu, ve küreselleşmenin sebep olduğu eşitsizlikler, yoksullaşma ve sefaletin tetiklediği herhangi bir huzursuzluk (ve tabii ki işçi sınıfı içerisindeki huzursuzluğun ortaya çıkardığı umut, dayanışma ve doğrudan eylem) karşısında savunucu olma rollerinin kuvvetlenmesini zorunlu kılar. Bu yüzden, hem Britanya'da hem de ABD'de neo-liberal mutabakatının ortaya çıkışı polis sayısında, polisin gücünde, emek ile radikal hareketlere karşı yönelen yasalarda bir artışa tanıklık etmiştir. Malatesta'nın belirttiği üzere:

"Liberalizm teoride bir çeşit sosyalizmsiz anarşidir, ve bu nedenle basitçe bir yalandır, çünkü eşitlik olmaksızın özgürlük mümkün değildir; ve gerçek anarşi dayanışma olmaksızın, sosyalizm olmaksızın var olamaz. Eleştirel liberaller onu bazı işlevlerinden arındırmayı isteyerek hükümeti hedef alırlar ve kapitalistleri kendi saflarında mücadaleye çağırırlar, ancak onlar devletin özü olan baskıcı işlevlerine saldıramazlar: çünkü jandarma olmaksızın mülk sahipliği yaşayamaz, aslında serbest rekabet daha fazla ihtilaf ve eşitsizliğe sebep olacağı için hükümetin baskı güçleri mecburen artmalıdır." (Anarchy, s. 46)
Böyleyken, (pek çok küreselleşme karşıtı hareketin yaptığı gibi) piyasa ile devleti karşı karşıya koymak bir hata olacaktır. Devlet ve sermaye birbirine rakip değildir --aslında durum bunun tam tersidir. Aynen her devletin azınlık yönetimini savunmak için varolması gibi, modern devlet de kapitalist yönetimi korumak için varolur; ve vergilendirecek yeterince güçlü bir ekonomiye sahip olarak kazançlarını sağlama almak, sermayeyi cezbetmek, ve onu hudutları içerisinde tutmak her ulus devlet açısından hayatidir. Küreselleşme, temel amacı ekonomik açıdan hakim olanları mutlu kılmak olan devlet güdümlü bir inisiyatiftir. Küreselleşme tarafından "zayıflatılan" devletler bu süreçten bazı protestocular kadar dehşete düşmemektedir; bu bizim bir an durup düşünmemizi gerektirir. Devletler küreselleşme sürecinin suç ortaklarıdırlar --küreselleşmeyi tercih eden ve ondan faydalanan yönetici seçkinleri temsil ettiği düşünülürse bu hiç de şaşırtıcı değildir.

Dahası, GATT ile birlikte "küresel pazar"ın güç kazanmasıyla, şirketler çıkarlarına en iyi uyacak olan "serbest" piyasanın yaratılması için hala siyasetçilerin hareket etmesine gereksinim duymaktadır. Bu nedenle şirket seçkinleri, güçlü devletleri destekleyerek pazarlık güçlerini arttırabilir ve kendi hayal ettikleri gibi bir "Yeni Dünya Düzeni"nin şekillendirilmesine yardımcı olabilirler.

Hükümetler Malatesta'nın ifade ettiği gibi mülk sahiplerinin jandarması olabilirler, ancak çokulusluların aksine tebaları tarafından etki edilebilirler. NAFTA bu etkiyi daha da azaltmak üzere tasarlanmıştır. Hükümet politikalarındaki değişiklikler işaleminin değişen ihtiyaçlarını yansıtır --çalışan nüfusun ve onun kuvvetinin korkusuyla düzenlenmiş haliyle tabii ki. Bu küreselleşmeyi --bir emek gücünü diğerine karşı oynamak suretiyle sermayenin emek karşısındaki kuvvetini arttırma gereği-- ve bizim bir sonraki adımımızı --yani işçi sınıfının direnişini kuvvetlendirmek ve küreselleştirmek-- açıklar. Ancak küreselleşmenin maliyetinin --grevler, protestolar, boykotlar, işgallerr vb.-- potansiyel karlarından daha büyük olduğunun gösterilmesi, işaleminin ondan uzaklaşmasını sağlayacaktır. Ancak uluslararası işçi sınıfının doğrudan eylemi ve dayanışması sonuç verecektir. Bu olana değin, hükümetlerin küreselleşme sürecinde işbirliği yaptığını göreceğiz.

Özetle, küreselleşme kapitalizmin kendisi değiştikçe emperyalizmin de değiştiğini gösterecektir. Özel sermayenin çıkarlarının hala mülksüzleştirilenler karşısında savunulması gerektiği için emperyalizme olan ihtiyaç devam edecektir. Tek değişen şey emperyalist ulusların hükümetlerinin sermayeye karşı daha fazla ve kendi nüfuslarına karşı ise daha az sorumlu hale gelmesidir.
 

D.05.4 EMPERYALİZM İLE KAPİTALİZMDEKİ TOPLUMSAL SINIFLAR ARASINDAKİ İLİŞKİ NEDİR?

Kısım B.7'de tartıştığımız üzere kapitalist bir toplumdaki iki temel sınıf yönetici sınıf ve işçi sınıfıdır. Bu iki sınıf arasındaki gri saha zaman zaman orta sınıf olarak adlandırılır. Bekleneceği gibi, farklı sınıfların toplum içerisinde farklı konumları ve bu nedenle emperyalizmle farklı ilişkileri bulunur (kapitalizm içerisindeki toplumsal konumlarındaki farklılıklara uygun olarak).

Üstelik, söz konusu ulusların dünya ekonomisi ve siyaseti içerisindeki göreceli konumlarından kaynaklanan farklılıkları da dikkate almamız gerekmektedir. Örneğin, emperyalist uluslardaki yönetici sınıflar hakimiyet kurulanlardakilerle özdeş çıkarlara sahip olmayacaktır. Böyleyken, tartışmamız bu farklılıklara da işaret edecektir.

Yönetici sınıf ile emperyalizm arasındaki ilişki oldukça basittir: çıkarlarını desteklediğinde ve faydaları maliyetlerine baskın olduğunda onun tarafındadır. Bu nedenle, yönetici sınıflar, emperyalist ülkeler açısından, getirisi olduğu müddetçe nüfuzlarını ve güçlerini daima genişletme taraftarı olacaklardır. Eğer maliyetler faydalara baskın çıkarsa, yönetici sınıfın bazı kesimleri emperyalist maceralara ve savaşlara karşı çıkacaktır (örneğin, hem Vietnam savaşını, hem de eğer savaş devam ederse anayurttaki sınıf savaşını kaybedecekleri açık hale geldiğinde ABD seçkinlerinin bazı unsurlarının yaptığı gibi).

Üstelik, işleyen güçlü ekonomik kuvvetler de bulunmaktadır. Piyasada varolmak ve rekabet etmek için büyüme, yeni pazarlar ve hammaddeler bulma gereksinimi nedeniyle sermayenin genişlemesi gerekir (Kısım D.5'de tartıştığımız üzere). Sonuçta, yabancı pazarları fethetmesi, ucuz hammadde ve emeğe erişim kazanması gerekir. Böyleyken, güçlü bir kapitalist ekonomiye sahip bir ulus, --daha önce anlatıldığı üzere-- politikacıları satın alarak, medya propaganda kampanyaları başlatarak, sağ-kanat think-tankleri kurarak vb. saldırgan ve genişlemeci bir dış politikaya ihtiyacı olacaktır.

Bu nedenle, yönetici sınıf emperyalizmden faydalanır ve genellikle de onu destekler --yalnızca maliyetler faydalara baskın olduğunda seçkinlerin bazı üyelerinin buna karşı çıktığını gözleyebileceğimizi vurguluyoruz. Bu, seçkinlerin "küreselleşme"ye olan desteklerini açıklamaktadır. Yönetici sınıfın son birkaç on yıldan gayet iyi faydalandığından bahsetmeye gerek bile yok. Örneğin, ABD'de, 1997'de zenginle yoksul ve zenginle orta sınıf arasındaki uçurum rekor bir noktaya ulaşmıştır (Historic Effective Tax Rates: 1990-1997 başlıklı Congressional Budget Office çalışmasından). En yukarıdaki % 1, vergi sonrası gelirlerinin 1979-97 arasında 414,200 $, ortadaki yüzde 20 ise 3,400 $ arttığını, ve en aşağıdaki yüzde 20 ise 100 $ düştüğünü gördüler. Küreselleşmenin faydaları bekleneceği üzere yukarıda toplanmıştır (aslında, 1989 ile 1998 arasındaki ekonomik büyümenin tüm gelir kazançları Amerikan ailelerinin % 5'lik en üst kısmına gitmiştir).

Hakimiyet kurulan ulusların yerel yönetici sınıflarının bu şekilde değerlendirmeyebileceğini söylemeye dahi gerek yoktur. Yerli yönetici sınıflar emperyalizmden fazlasıyla faydalanırken, içine düştükleri bağımlılık ve tabi olma konumundan hoşlanmaları gerekli değildir. Dahası, yabancı işletmelere gitmek üzere ülkeyi terk eden sürekli kar akışı yerli seçkinleri artık daha fazla zenginleştirmek için kullanılamaz. Kapitalistin gücünü kısıtlayan veya karlarına vergi koyan/düşüren bir devlet veya sendikadan hoşlanmaması gibi, hakimiyet kurulan ulusun yönetici sınıfı da emperyalist hakimiyetten hoşlanmaz, ve mümkün olduğunda bunu gözardı etmeyi veya bundan kaçınmayı amaçlar. Bunun sebebi, "her Devlet, yalnızca kağıt üzerinde ve komşularının hogörüsüne dayanarak varolmak istemediği ölçüde, gerçek bağımsızlıktan zevk almayı amaçlar --kaçınılmaz olarak fetihçi bir Devlet haline gelmesi gerekir." (Bakunin, Op. Cit., s. 211)

Yerli seçkinlerin kendilerini emperyalist güçten kurtarmaya çalıştığı savaş-sonrası dönemdeki emperyalist çatışmaların çoğu bu mizaçtaydı. Benzer şekilde, (ya doğrudan emperyalist güçlerce gerçekleştirilen veyahut da onlar tarafından dolaylı bir şekilde finanse edilen) birçok çatışma da kendisini emperyalist hakimiyetten kurtarmaya çalışan bir ulusun diğer uydu uluslar için olumlu bir örnek olmayacağını güvenceye almak amacıyla çıkmıştır. Bu nedenle, yerli yönetici seçkinler sınıfı, emperyalizmden faydalanmakla birlikte bunun bağımlılık konumundan hoşlanmayabilir, yeterince güçlü olduğunu hissettiğinde de bu konuma karşı çıkabilir ve kendisi adına daha fazla bağımsızlık elde edebilir.

Bunun anlamı yerli yönetici sınıfın emperyalist yönetici sınıfla çatışma haline gelebileceğidir. Bu kendisini örneğin ulusal kurtuluş savaşları olarak, veya (Körfez Savaşı gibi) normal çatışmalar olarak gösterebilir. Rekabet kapitalizmin kalbi olduğu için, uluslararası yönetici sınıfın bazı kesimlerinin aynı fikirde olmamasına ve birbirleriyle kavga etmesine şaşmamalıyız. Kısım D.7'de belirttiğimiz üzere, anarşistler emperyalizme karşı çıkar ve ezilen ulusların ona karşı direnmesini savunurken, yerli seçkinlerin gücünü sağlamlaştırmayı amaçlayan sınıflar arası ittifaklar olarak --ki bu zorunlu olarak çalışan insanların boyun eğen duruma getirilmesi anlamına gelecektir-- ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemezler (aynen herhangi bir ulus devletin desteklenmesinin ifade edeceği üzere). Bu nedenle, bizler asla tahakküm kurulan bir ülkenin emperyalist [ülke(ler)] karşısında zafer kazanması çağrısında bulunmuyoruz. Aksine, bizler, o ülkenin işçilerinin (ve köylülerinin) hem yerli hem de yabancı sömürücülere karşı zafer kazanmasını çağrısında bulunuyoruz (sonuçta "savaşlara hayır, sınıf savaşı")

İşçi sınıfı ile emperyalizm arasındaki ilişki daha karmaşıktır. Geleneksel emperyalizmde, dış ticaret ve sermaye ihracı genellikle dışarıdan ucuz mallar ithal edilmesini ve kapitalist sınıf için karların yükselmesini mümkün kılar; ve bu anlamda işçiler de kazanırlar, çünkü işverenlerle sistemi tehdit eden herhangi bir çatışmaya girmelerine gerek kalmaksızın yaşam standartlarında iyileştirmeler elde edebilirler (yani, mücadele, aksi durumda kapitalist sınıfın büyük direnci ile karşılaşacak olan reformları kazanabilir). Bu ucuz ithalatla işsiz kalan işçilerin bunu bir fayda olarak görmeyecekleri, ve bunun işsizler havuzunu büyüterek tüm çalışan nüfus için ücretlerin düşük tutulmasına katkıda bulunacağını söylemeye bile gerek yoktur.

Üstelik, emperyalist politikalar çerçevesindeki sermaye ihracı ve askeri harcamalar kapitalistler için daha yüksek kar oranlarına yol açabilir ve onların geçici de olsa durgunluktan sakınmalarını mümkün kılabilir; böylece de istihdam ile ücretleri aksi duruma göre daha yüksek tutabilir. Yani işçiler bu anlamda da faydalanmaktadırlar. Bu nedenle, emperyalist uluslarda ekonomik patlama zamanlarında, işçi sınıfı arasında (özellikle de örgütsüz sektörde) dış askeri maceracılığı ve saldırgan ekonomik politikaları destekleme eğilimi görülebilir. Bu proletaryanın "burjuvalaşması" denilen şeyin, veya emeğin kapitalist ideoloji ve "vatanseverlik" propagandasıyla sindirilmesinin bir parçasıdır.

Ancak, emperyalist güçler arasındaki uluslararası rekabet fazlasıyla yoğunlaşır yoğunlaşmaz, kapitalistler kendi ülkelerindeki ücretleri bastırarak, insanları işten çıkararak kar oranlarını korumaya teşebbüs ederler. Askeri harcamalar belli bir noktayı aşarsa işçilerin reel ücretleri de bundan zarar görecektir. Dahası, militarizm gerçek bir savaşa yol açarsa, savaşacağı ve kazanmak için "yurt cephesi"nde gerekli fedakarlığı göstereceği için işçi sınıfının kaybedecek daha çok şeyi vardır. Ayrıca, emperyalizm (belli bir süreliğine) yaşam standartlarını iyileştirebilirken, kapitalizmin hiyerarşik yapısını ortadan kaldıramaz; bu nedenle de sınıf mücadelesini, isyan ruhunu ve özgürlük içgüdüsünü durduramaz. Yani, gelişmiş uluslardaki işçiler zaman zaman emperyalizmden faydalanabilseler de, böylesi dönemler uzun süremez ve aslında sınıf mücadelesini sona erdiremez.

Rudolf Rocker, işçi sınıfının emperyalizme verdiğin desteğin çelişkili (ve kendi kendisini mağlup kılan) mizacından bahsederken haklıdır:

"Kendi ülkerinin burjuvazisi diğer ülkenin [burjuvazisi] karşısında bazı avantajlar elde ettiğinde, bazen işçilerin payına küçük de olsa biraz rahat düştüğüne hiç şüphe yoktur; ancak bu daima onların özgürlükleri ve öteki [ülkenin] halkının ekonomik olarak bastırılması pahasına gerçekleşir. İşçiler ... sömürge halkın denetimsizce sömürülmesiyle --hiçbir çaba göstermeden-- ülkesinin burjuvazisinin kucağına düşen karlara belli bir ölçüde katılırlar; ancak eninde sonunda bu insanların da uykularından uyanacakları, ve zevkine vardıkları küçük avantajları fazlasıyla ödeyecekleri zaman gelecektir. ... Diğerlerinin pahasına yeni piyasalardan elde edilenlerle başarılı bir durumdayken, artan iş imkanları ve daha yüksek ücretlerden kaynaklanan bazı küçük kazanımlar işçilere düşebilir; ancak aynı zamanda sınırın öte yanındaki kardeşleri bunu[n bedelini] işsizlik ve düşen çalışma standartlarıyla ödemek zorundadırlar. Sonuç uluslararası işçi hareketindeki çatlağın giderek büyümesidir. ... Bu çatlak nedeniyle işçilerin ücretli-köleliğin boyunduruğundan kurtuluşu gelecekte devamlı daha ileriye atılmaktadır. İşçi kendisini, sınıfı yerine ülkesinin burjuvazisinin çıkarlarıyla bağladığı sürece, mantıksal olarak bu ilişkinin tüm sonuçlarına da katlanacaktır. Mülk sahibi sınıfın piyasaları muhafaza etmesi ve daha da genişletmesi için yapacağı savaşlara katılmaya ve öteki insanlar üzerinde yaptığı herhangi bir haksızlığı savunmaya hazır olmalıdır. ... Ancak ve ancak tüm ülkerin işçileri çıkarlarının her yerde aynı olduğunu anladığı, ve bu anlayış sayesinde birlikte hareket etmeyi öğrendikleri zaman işçi sınıfının uluslararası kurtuluşu için etkin temel atılmış olacaktır." (Anarcho-Syndicalism, s. 61)
Sonuçta, "işçilerle işverenler arasındaki herhangi bir işbirliği ... yalnızca işçilerin ... zengin adamın masasından düşen kırıntıları yemesiyle sonuçlanmaya mahkumdur." (Rocker, Op. Cit., s. 60) Bu, gerek emperyalist gerekse uydu devletler için doğrudur. Üstelik, Kısım D.5.1'de belirttiğimiz üzere, emperyalizmin elinin altında güçlü bir askeri güce ihtiyacı vardır (kuvvet olmaksızın, emperyalist devlet ne yurttaşlarının veya şirketlerin yabancı ülkelerdeki yatırımlarını koruyabilir, ne de bağımsız bir yol izlemeyi hedefleyen uydu devletleri tehdit edecek bir araca sahip olabilir). Böyleyken, askeri makinanın güçlendirilmesi gereklidir ve bu "yalnızca dış düşmana karşı çevrilmez; daha fazla iç düşmanı hedefler. Emeğin kurumlarımızdan hiçbir şey ümit etmemek gerektiğini fark eden kesimlerini, sınıf savaşının uluslar arasındaki tüm savaşların altında yattığını, herhangi meşru bir savaş varsa bunun --sınıflar mücadelesindeki iki hakim konu olan-- ekonomik bağımlılık ve siyasi kölelikten kurtulmak için verilen savaş olduğunu fark etmiş olan çalışan insanların uyanmış kısmını hedefler." Diğer bir deyişle, "devasa bir askeri kuvvetle korunması gereken" ulus "bu halkın değil; kitleleri soyan ve sömüren, ve onların yaşamını beşikten mezara değin kontrol eden ayrıcalıklı sınıfın {ulusudur}." (Emma Goldman, Red Emma Speaks, s. 306 ve s. 302)

Ancak, küreselleşmede işler biraz farklıdır. Dünya ticaretinin artması ve NAFTA gibi "serbest ticaret" anlaşmalarının imzalanmasıyla, emperyalist uluslardaki işçilerin konumunun iyileşmesi gerekmemektedir. Örneğin, son yirmi beş yıl içerisinde, tipik bir Amerikan işçisinin --enflasyondan arındırılmış-- ücreti, ekonomi büyümesine karşın aslında düşmüştür. Diğer bir deyişle, Amerikalıların çoğu artık ekonomik büyümenin kazanımlarından pay almamaktadır. Bu, örneğin tipik bir işçinin reel ücretinin % 80 yükseldiği 1947-73 döneminden çok farklıdır. Bunun sebebi küreselleşmenin "gelişmekte olan" uluslardaki işçilere faydalı olması değildir. Örneğin, Latin Amerika'da, 1960-1980 arasında kişi başına düşen GSYİH % 75 artarken, 1981 ile 1998 arasında ise yalnızca % 6 artmıştır. (Mark Weisbrot, Dean Baker, Robert Naiman, ve Gila Neta, Growth May Be Good for the Poor --But are IMF and World Bank Policies Good for Growth?)

Chomsky'nin belirttiği üzere, "Wall Street'in çıkarına, daima 'ama' bulunmaktadır. Meksika 'parlak bir itibar'a sahiptir ve ekonomik bir mucizedir, ancak halk sefil olnuştur. 1994'den bu yana alım gücünde % 40 düşme olmuştur. Yoksulluk oranı artmaktadır ve aslında oldukça hızlı artmaktadır. Ekonomik mucizenin bir ilerleme sürecini sildiği söylenmektedir; Meksikalıların çoğu ebeveynlerinden daha yoksuldur. Başka kaynaklar tarımın ABD-destekli tarımsal ithalatla silindiğini, imalat sektörü ücretlerinin yüzde 20, genel ücretlerinse daha da fazla düştüğünü ortaya koymaktadır. Aslında, NAFTA inanılmaz bir başarıdır: dahil olan üç ülkenin nüfusuna da zarar vermeyi başaran ilk ticaret anlaşmasıdır. Bu büyük bir başarıdır." ABD'de, "ailelerin orta [medium] geliri bugün 1989'daki seviyesine geri düşmüştür, ki bu 1970'lerdekinin de altındadır." (Rogue States, s. 98-9 ve s. 213)

Tahmin edilmiş olan bir başarı. Ancak tabii ki, zaman zaman küreselleşmenin gelişmiş ülkelerdeki işçilerin ücretlerine zarar vereceği kabul edilmekle beraber, bunun "gelişmekte olan" dünyadakilere faydası olacağı iddia edilmektedir. Paylaştırılacak olan kendi gelirleri olmadığı müddetçe, kapitalistlerin ve onların destekçilerinin sosyalist argümanlara bu kadar açık olmaları gerçekten de hayret verici bir şey! NAFTA'dan görülebileceği üzere, işler böyle olmadı. Ucuz ithalat karşısında, tarım ve sanayinin altı oyuldu, iş arayan işçilerin sayısı arttı, ve emeğin pazarlık gücü azaldığı için ücretler aşağı düştü. (Her zaman olduğu gibi) sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden, yoksulları ekonomik kemer sıkma [politikasını] kabul etmeye zorlayan, işaleminin sendikaları ve işçi direnişini kırmaya yönelik girişimlerini destekleyen bir hükümeti buna eklediğinizde, ücretler (görece veya mutlak olarak) geri düşerken üretkenliğin fevkalade arttığı bir durumla karşılaşırız --hem ABD'deki hem de Meksika'daki durum.

Bunun, şirketleri destekleyen ve emeği zayıflatan küresel "oyun kuralları"ndaki değişikliklerle fazlasıyla ilgisi vardır. Hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde, Kuzey Amerika sendika hareketi, emek karşısında işalemini kuvvetlendiren NAFTA ve diğer anlaşmalara karşı çıkmıştı. Bu nedenle, gerek emperyalist gerekse hakim olunan uluslardaki emeğin konumu küreselleşmeden zarar görebilir, böylece uluslararası dayanışma ve örgütlenmenin her iki taraf açısından da daha güçlü sebeplerle kucaklanması sağlanabilir. Küreselleşmeye yönelik sürecin dünya genelinde yoğun bir sınıf mücadelesine hız kazandırdığı ve işçi sınıfına karşı bir araç olarak kullanıldığı düşünülürse, buna şaşmamak gerekir (bakınız bir önceki kısım).

Küreselleşmenin "orta sınıf" (yani profesyoneller, kendi işi olanlar, küçük işalemi, köylüler vb. --[kastedilen] genellikle işçi sınıfından oluşan orta gelir grubu değildir) üzerindeki etkisini genelleştirmek zordur. Bu tabaka içerisindeki bazı gruplar kazanmaya adayken, diğer bazıları ise (özellikle de ucuz ithal gıdalarla yoksullaştırılan köylüler) kaybedeceklerdir. Ortak bir çıkarın ve ortak bir örgütlenme zeminin yokluğu orta sınıfı istikrarsız kılmakta, vatansever sloganlara, boş ulusal veya ırksal üstünlük kuramlarına, veya toplumun sorunlarının günah keçisi yapılan azınlıklara karşı faşizm güdülmesine açık hale getirmektedir. Bundan ötürü, yönetici sınıf, medya propaganda kampanyaları aracılığıyla orta sınıfın büyük kesimlerini (keza işçi sınıfının örgütsüz kesimlerini) saldırgan ve genişlemeci dış politikaya kolayca yönlendirebilmektedir. Örgütlü emek içerisindeki çoğu kimse emperyalizmin genel çıkarlarına karşı olduğunu bildiği ve bu nedenle de genellikle buna karşı çıktığı için, yönetici sınıf, bunların "vatansever olmadığı"nı ve "ulusal çıkarlar" için "fedakarlık yapmaya isteksiz oldukları"nı söyleyerek orta sınıfın örgütlü işçi sınıfına karşı husumetini yoğunlaştırabilmektedir.

Ne yazıktır ki sendika bürokrasisi genellikle "yurtsever" mesajı kabul eder --özellikle de savaş zamanlarında, ve emperyalist çıkarlar doğrultusunda devletle işbirliği yapar. Bu nihayetinde onları, bu gerçekleştiğinde çıkarları her zamankinden daha fazla gözardı edilen sıradan üyelerle çatışma haline getirir. Emperyalizmde, herhangi bir kapitalizm biçiminde olduğu gibi, bunu sağlamanın faturasını işçi sınıfı ödeyecektir.

Bu nedenle genelde, emperyalizm sınıf çizgilerinde bir belirginleşme yaratma ve çatışan çıkar grupları arasındaki toplumsal çatışmayı arttırma eğilimindedir; ki bu da otoriter hükümetlerin büyümesini destekleme eğilimi taşımaktadır (bakınız Kısım D.9).
 

Çeviri: Anarşist Bakış


Kaynak: "D.5 - What causes Imperialism?", Anarşist Sıkça Sorulan Sorular.
Anarşist Yazın Ana Sayfa --->

1