KISIM D.02
ZENGİNLİĞİN POLİTİKA ÜZERİNDEKİ ETKİSİ NEDİR?
 
 
D.02.1 Sermaye Kaçışı Gerçekten de o kadar Güçlü müdür?
D.02.2 İş Aleminin Propagandası Ne Kadar Yaygındır?

Kısa yanıt: epey büyük bir etkisi vardır; hem doğrudan hem de dolaylı. Buna zaten Kısım B.2.3'de değinmiştik ("Yönetici sınıf devletin kontrolünü nasıl sürdürür?" Burada o söylediklerimizi daha da açacağız.

Kapitalist bir demokrasideki devlet politikası genellikle popüler etkiden oldukça iyi bir şekilde yalıtılmıştır, ancak seçkinlerin etkisine ve parasal çıkarlara oldukça açıktır. İlk önce doğrudan etki olasılığını ele alalım. Seçimlerin parasal bir maliyeti olduğu, ancak zenginlerin ve şirketlerin seçimlerde yer almaya gücü yeteceği açıktır. Hatta sendikaların partilere [yaptıkları] bağışlar bile iş alemi sınıflarınınki ile karşılaştırılamaz. Örneğin, 1972'deki ABD başkanlık seçimlerinde, harcanan 500 milyon $'ın yanlızca 13 milyon $'ı sendikalardan gelmişti. Geriye kalan ezici çoğunluk ise hiç şüphesiz ki Büyük İş Alemi ve zengin bireylerden gelmişti. Doğrudan bir sendika-iş alemi karşılaştırmasının yapılabileceği son seçim olan 1956 seçimleri için, 742 işadamının yaptığı katkı 17 milyon işçiyi temsil eden sendikalarınkiyle aynıydı. Bu, sendikaların büyük üye sayısına sahip olduğu, örgütlü emeğin azalmasından önceki bir dönemdi.

Bu nedenle, mantıksal olarak, politika zenginlerin ve güçlülerin elinde olacaktır --teoride değilse bile gerçekte--, çünkü ancak zenginler parasal olarak bunu yapmaya muktedir olacaklardır, ve ancak zenginlerin desteklediği partiler şanslarının olmasını sağlayacak yeterince fona ve lehinde bir basın içeriğine sahip olabileceklerdir (bakınız Kısım D.3, "Zenginlik kitle medyasını nasıl etkiler?") Emek-kökenli partileri destekleyen güçlü sendika hareketlerinin bulunduğu ülkelerde bile, politik gündem medyanın hakimiyeti altındadır. Medya iş aleminin elinde olduğu ve onlardan gelen reklamlara dayandığı için, bağımsız emek-temelli politik gündemlerin takip edilmesinin veya ciddiye alınmasının zor olmasında şaşılacak hiçbir şey yoktur. Dahası, emek partilerinin elindeki fonlar kapitalistlerin desteklediği partilerinkinden daima azdır; bunun anlamı ise birincilerin "adil" bir seçimde yarışma kapasitesinin engellenmesidir. Ve bu, devlet yapısının gerçek gücün seçilmiş temsilcilerin ellerinde değil, --emek-yanlı herhangi bir politik gündemin sulandırılmasını ve yönetici sınıfın çıkarları açısından zararsız hale getirilmesini güvenceye alan-- devlet bürokrasisinin ellerinde olmasını sağlamak üzere tasarlanmış olduğu olgusunu göz ardı etmektedir (bakınız Kısım J.2.2).

Zenginliğin politika (böylece de toplum ve hukuk) üzerinde devasa bir dolaylı etkisinin olduğu da buna eklenmelidir. Yukarıda zenginliğin medyayı ve onun içeriğini kontrol ettiğine değinmiştik. Ancak, bunun da ötesinde, bir diğer önemli etki kaynağı olan "Yatırımcı Güveni" olarak adlandırılabilecek şey vardır. Eğer hükümet iş aleminin arzularıyla çatışan yasalar geçirmeye veya bu şekilde davranmaya başlarsa, sermaye yatırım yapmak konusunda isteksiz olabilir (ve hatta negatif yatırım yaparak başka bir yere taşınabilir). Bunun yol açacağı ekonomik gerileme politik istikrarsızlığa neden olacak, hükümete iş aleminin çıkarlarını ayrıcalıklı addetmekten başka bir seçenek bırakmayacaktır. "İş alemi için iyi olan", ülke için de iyidir, çünkü iş alemi acı çekerse, o zaman herkes de acı çekecektir.

David Noble şunları yazarken böyle dolaylı baskıların etkilerinin iyi bir özetini sunmaktadır: firmaların "üretimi bir ülkeden başka bir ülkeye aktarma, birisindeki bir fabrikayı kapatma ve başka bir yerde yeniden açma, yatırımları 'iklim'in {iş alemi açısından} en uygun olduğu yerlere doğru yönlendirme ve yeniden yönlendirme kapasitesi vardır. ... {Bu}, şirketlerin en ucuz ve en itaatkar (ki bu yanıltıcı daha etkin görüntüsüne yol açmaktadır) emeği elde etmek için işgücünü birbirine kırdırmasını sağlar. ... Bu, bölge ve ülkeleri, vergi teşvikleri, emek disiplini, gevşek çevresel ve diğer düzenlemeler ve kamu tarafından sübvanse edilen altyapı sunarak yatırım çekmeye çabalamak için birbirleriyle rekabet etmeye zorlamıştır. ... Böylece çağımızın en büyük paradoksu ortaya çıkar: yaşam standartlarını (ücretler, yardımlar, yaşam kalitesi, politik özgürlük) düşürmeye en istekli olanlar, en fazla zenginleşen (şirket yatırımlarını çeken) ülkeler olacağı. Bu zorlama [haraç] sisteminin net etkisi, rekabet edebilirlik ve zenginleşme adına koşul ve beklentilerde evrensel bir gerilemedir." (Progress Without People, s. 91-92)

Ve, bir ülke yatırım cezbetmek veya kendi işalemi sınıfını yatırım yapmaya cesaretlendirmek için yaşam standartlarını düşürse bile (ABD ve Birleşik Krallığın ekonomik durgunluk yoluyla yüksek işsizlik yaratarak işgücünü disipline etmesi gibi), bunun sermayenin kalacağının bir garantisi olmadığı belirtilmelidir. ABD'li işçiler, ücretleri sabit dururken, şirketlerinin karlarının yükseldiğine tanıklık etti, ve (ödül olarak) yüzbinlercesi "kapasite düşürülmesi"ni veya işlerinin Meksika veya Güney Doğu Asya'daki sweatshop'lara [kötü koşullarda ucuz emek gücü çalıştıran yerler] kaydığını gördü. En uzak doğuda, Japon, Hong Konglu veya Güney Koreli işçiler ise imalat sanayi işlerinin Çin ve Endonezya gibi daha ucuz ücretlere sahip (ve daha baskıcı/otoriter) ülkelere kaydığını gördü.

Sermayenin hareketliliği söz konusu olduğunda, burada da kamu borcunun ortaya getirdiği bir tehdit vardır. Doug Henwood'un belirttiği üzere, "{k}amu borcu, devletin güvenli bir şekilde sermayenin ellerinde kalacağını sağlama almanın güçlü bir aracıdır. Hükümetin borcu ne kadar yüksekse, bunun bankacıları o kadar çok memnun etmesi gerekir. Eğer bankacılar memnun olmazlarsa, borçları çevirmeyi reddecekler veya en cezalandırıcı koşullarda yeni finansman sağlayacaklardır (eğer onu da yaparlarsa). {ABD} federal borcunda 1980'lerde yaşanan patlama, 1989-92 yavaşlamasından toparlanmakta olan ABD ekonomisinin bastırılması için katı mali ve parasal politikalar talep etmelerine yönelik [olarak] kreditörlerin gücünü büyük ölçüde arttırdı." (Wall Street, s. 23-23) Ve, Wall Street'in, doğrudan ve dolaylı olarak, borç üzerinden bir servet yaptığını da eklemeliyiz.

Clinton'un refah programlarını Federal hükümetten Eyalet hükümetlerine devretme planlarına ilişkin yorumunda, Noam Chomsky şu önemli noktayı vurguluyor, "göreceli eşitlik koşulları altında, bu demokrasiye doğru bir yönelim olabilirdi. Mevcut koşullarda ise, bu devir demokratik süreçlerin daha da aşındırılmasına yönelik yeni bir darbedir. Belli başlı şirketler, yatırım firmaları vb., ulusal hükümetlerinin hareketlerini sınırlayabilirler ve doğrudan kontrol edebilirler, bir ulusun işgücünü bir diğeri ile karşı karşıya getirebilirler. Ancak "büyük canavar" tarafından uzaktan etkilenecek tek rakip oyuncu eyalet hükümeti ise eğer, oyun çok daha kolay olur ve orta-ölçekli bir işletme bile oyuna katılabilir. İş aleminin {toplum ve politika} üzerindeki gölgesi böylece daha da koyulaşabilir, ve özel güç özgürlük adına daha büyük zaferlere koşabilir." (Noam Chomsky, "Rollback III", Z Magazine, Mart, 1995)

Ekonomik şantaj, özgürlüğün engellenmesinde oldukça kullanışlı bir silahtır.
 

D.02.1 SERMAYE KAÇIŞI GERÇEKTEN DE O KADAR GÜÇLÜ MÜDÜR?

Evet. Sermaye kaçışıyla, iş alemi çok fazla bağımsız hale gelen ve kendilerini seçenelerin çıkarlarını dikkate almaya başlayan herhangi bir hükümetin hizaya getirilmesini sağlayabilir. Bu nedenle, aynı kurumsal etkilere ve çıkarlara farklı şekillerde tepki gösterecek farklı politikacı grupları olmasını bekleyemeyiz. Avustralya İşçi Partisi ile İspanya Sosyalist Partisi'nin "Thatchercı" politikalarını, "Demir Lady" bunları Britanya'da uygularken uygulamaya geçirmeleri bir rastlantı değildir. Yeni Zelanda İşçi [Partisi] hükümeti bu noktayı gösteren bir olaydır: "{1984'de} yeniden seçilmesini takip eden birkaç ay içerisinde, maliye bakanı Roger Douglas, Thatcher ve Reagan'ı pısırıklar olarak gösterecek bir ekonomik 'reformlar' programı hazırladı. ... {N}eredeyse herşey özelleştirildi ve sonuçlar piyasa laflarıyla aklandı. Yeni Zelanda'da bilinmez bir şey olan refahın bölüşümü, işsizlik, yoksulluk ve suçun eşliğinde birdenbire ortaya çıktı." (John Pilger, "Breaking the one party state", New Statesman, 16.12.1994)

Yaramaz yönetimi "disipline etmek" için kullanılan sermaye kaçışının en aşırı örneklerinden birisi Britanya'daki 1974-79 İşçi [Partisi] hükümetidir. Ocak 1974'de, Londra Borsa'sının FT Endeksi 500 puanda idi. Şubat'ta, Madenciler greve çıktılar, (Tory Başbakan) Heath'ı genel bir seçime zorladılar. Yeni İşçi [Partisi] hükümeti (kabinesinde birçok sol-kanatçıyı da içeriyordu) bankaların ve ağır sanayinin büyük kısmının millileştirilmesinden söz etmeye başlamıştı. Ağustos 1974'de, Tony Benn gemi yapımı endüstrisinin millileştirilmesi planlarını açıkladı. Aralık ayına gelindiğinde, FT Endeksi 150 puana gerilemişti. 1976'ya gelindiğinde ise, Hazine pound'u desteklemek üzere kendi parasını geri almak için günde 100 milyon $ harcamaktaydı (The Times, 10.06.1976).

The Times şunu belirtiyordu, "yüksek faiz oranlarına rağmen pound'un değerinde yeni bir düşüş yaşandı. ... [S]atıcılar pound satmaya yönelik baskının ağır ve kalıcı olmadığını, ancak alıcılar arasında neredeyse tam bir ilgisizlik yaşandığını söylüyorlardı. Bankacıların, politikacıların ve yetkililerin pound'un değerinin altında olduğu konusunda görüş birliği içinde olmaları karşın, pound'da yaşanan düşüş oldukça şaşırtıcı." (27.05.1976)

Uluslararası sermayenin gücüyle karşılaşan İşçi [Partisi] hükümeti sonunda, bir kesinti ve kontrol paketi dayatan IMF'den geçici "mali destek" [bail out] aldı; İşçi [Partisi'nin] tepkisi ise, bir ekonomistin dediği üzere "Dediğiniz herşeyi yapacağız" oldu. Bu politikaların toplumsal maliyetleri bir felaketi andırıyordu, işsizlik o zamana değin duyulmamış bir seviye olan bir milyona yükselmişti. Ve iş alemi dostu olduklarını göstermek için "harcamaları IMF'ye söz verdiklerinin iki katı miktarda kestiklerini" unutmayalım (Peter Donaldson, A Question of Economics, s. 89)

Sermaye, onayını almayan bir ülkeye yatırım yapmaz. 1977'de, İngiltere Bankası [Merkez Bankası], İşçi [Partisi] hükümetini döviz kontrollerini kaldırmaya ikna edememişti. 1979 ile 1982 arasında, Toryler bunları kaldırdılar, bankaların ve inşaat şirketlerinin borçlanması üzerindeki kısıtlamaları sona erdirdiler:

"Döviz kontrollerinin kaldırılmasının sonucu neredeyse derhal kendini gösterdi: o zamana kadar Birleşik Krallıklar'da yatırım yapmış olan sermaye dışarıya gitmeye başladı. Guardian'ın 21 Eylül 1981 sayısında, Victor Keegan 'geçen hafta İngiltere Bankası tarafından yayınlanan rakamlar emeklilik fonlarının % 25'inin parasını yurtdışına yatırdığını ve Birleşik Krallık'taki birleşik kredi şirketlerinin [unit trust] döviz kontrollerinin kaldırılmasından beridir hiçbir (net) yatırım yapmadıklarını gösteriyor' diyordu." (Robin Ramsay, Lobster, sayı 27, s. 3)
Neden? Birleşik Krallık'da bu kadar kötü olan şey neydi? Basitçe ifade edilirse, işçi sınıfı fazla militandı, sendikaların --The Economist'in ifade ettiği üzere (27 Şubat, 1993) "yasalarla elleri kolları bağlanmamış, bastırılmamıştı"; ve refah devleti hala yaşıyordu. Daha önceki mücadelelerin kısmı kazanımları hala mevcuttu, ve insanlar önerilen herhangi bir işi veya işverenlerin otoriter uygulamalarını kabul etmeyecek kadar onurluydular. Bu etkenler emek piyasasında "esneksizlik" yaratıyordu, bu nedenle işçi sınıfına "iyi" ekonomiyle bir ders verilmeliydi.

Sermaye kaçışı yoluyla, isyankar bir halk ve hafifçe radikal olan bir hükümet dizlerinin üzerine çöktürülmüştü.
 

D.02.2 İŞ ALEMİNİN PROPAGANDASI NE KADAR YAYGINDIR?

İş alemi, insanların statükoyu kabul etmesi için bayağı bir para harcamaktadır. Yine (böyle tekniklerin yaygın olduğu) ABD örneğine gönderme yapacak olursak, insanların "serbest girişim"i (bu, idari imtiyazlara hiçbir tecavüz olmaksızın, devlet-sübvansiyonlu özel kesim gücü demektir) "Amerikan tarzı" olduğunu kabullenmeleri için çeşitli araçlar kullanılmıştır. Çalışan birçok insanın çok fazla güçlü olmaları nedeniyle sendikalara karşı çıkması veya içeriklerine bakmaksızın tüm radikal fikirleri "Komünizm" olarak mantıksızca reddetmeleri ortadayken, bu kampanyaların başarısı açıktır.

1978'e gelindiğinde, Amerikan iş alemi, halka yönelik propaganda (Halkla İlişkilerde, içeriği olmayan bir halk desteği görüntüsünü yansıtması için "Astorturf" olarak bilinirler; ve iş aleminin çıkarlarının sözcülüğünü yapmak üzere kiralanan etkili yurttaşlar ise "otüstü" [grasstops] olarak bilinirler) için yılda 1 milyar $ harcamaktaydı. 1983'de, 100 milyon $ veya daha fazla varlığı olan, bu alanda faaliyet gösteren 26 genel amaçlı vakıf --ve keza düzinelerce şirket vakfı-- bulunmaktaydı. Bunlar, medyanın gücüyle birlikte, --daima etkin olmayan bir kontrol aracı olan-- zorun yerini "rızanın imal edilmesi"nin almasını sağladı: kabul edilebilir sınırlarının zenginlerce belirlendiği bir süreç.

Bu süreç bir süreden beridir devam etmekte. Örneğin, "1947 Nisanında, Reklamcılık Konseyi Amerikan ekonomik sistemini --düşündükleri şekliyle-- Amerikan halkına satmak için 100 milyon $'lık bir kampanya başlattı; program resmi olarak 'Amerikan halkını yaşamın ekonomik gerçekleri hakkında eğitmeye yönelik asli bir proje' olarak tanımlanmaktaydı. Şirketler 'çalışanlarının beyinlerini yıkamak için kapsamlı programlar başlattılar' demekteydi Fortune dergisi; esir alınmış dinleyicileri 'Ekonomi Eğitimi Dersleri'ne nahkum ederek, onların 'serbest girişim sistemi'ne --yani, Amerikanizme-- bağlılıklarını sınıyorlardı.' Amerikan İşletme Birliği [American Management Association, AMA] tarafından yapılan bir araştırma birçok şirket liderinin 'propaganda' ile 'ekonomi eğitimi'ni eş anlamlı gördüğünü, 'insanlarımızın doğru düşünmesini istiyoruz' dediklerini ... {ve} 'bazı işverenlerin ... bunu bir tür sendikalara karşı girişilmiş bir 'sadakat savaşı' --mevcut kaynaklar veriliyken oldukça eşitsiiz bir savaş-- olarak gördüklerini gösteriyordu." (Noam Chomsky, World Orders, Old and New, s. 89-90)

Büyük İş Alemi'nin mesajının doğrudan aktarılmasında çeşitli kurumlar kullanılmıştı; örneğin, görünüşte bir yardımseverlik örgütlenmesi olan Ekonomi Eğitimi Karma Komisyonu, öğretmenlerin ekonomi eğitimini finanse etti, ve eğitim yardımı olarak kitaplar, broşürler ve filmler sağladı. 1974'de, 20,000 öğretmen bu atölye çalışmalarına katılmıştı. Amaç, öğretmenleri, şirketleri öğrencilerine eleştirel olmayan bir şekilde sunmaya teşvik etmekti. Bu propaganda makinasının kaynakları Amerikan Bankalar Birliği, AT&T, Sears Roebuck Vakfı ve Ford Vakfı'ndan gelmektedir.

G. William Domhoff'un işaret ettiği üzere, "her ne kadar bu {ve buna benzer diğer organlar} iktidar seçkinlerinin ekonomik ve diğer yurtiçi konulardaki tüm politikalarının ve görüş açılarının aktif bir kabulünü sağlayamamış olsa da, karşı görüşlerin izole halde kalmasını, [bunlardan] şüphe edilmesini ve [bunların] kısmen geliştirilmesini sağlayabilmiştir." (Who Rules America Now?, s. 103-4). Diğer bir deyişle, "kabul edilemez" görüşler marjinalleştirilmiş, anlatımın sınırları belirlenmiş, ve toplumun içerisindeki herşey görünüşte "fikirlerin serbest pazarına" dayandırılmıştır.

İş aleminin bu propagandasının etkileri yaşamın diğer yönlerinde de hissedilmiş, ABD iş alemi sınıfının fazlasıyla sınıf bilinçli olmasını, Amerikan halkının geri kalanının ise "sınıf"ı bir küfür olarak görmesini sağlamıştır.

Çeviri: Anarşist Bakış


Kaynak: "D.02 - What influences does wealth have over poliitics?", Anarchist FAQs.
Anarşist Yazın Ana Sayfa --->
1