Kesisler Komünü - Mehmet Açar

 

Kuzeyden esen rüzgar önüne kattigi kar tanelerini bütün vadiye savuruyordu. Yürürken basimi önüme egmek zorunda kaliyor, rehberimi, karlarin içine bata çika büyük bir güçlükle takip edebiliyordum. Yol boyunca sadece onun önümde bir görünen bir kaybolan karaltisini takip etmis, nereden yürüdügümüze dikkat bile etmemistim. Yine de köyden çiktiktan sonra bir süre patikalardan tirmandigimizi, büyük çam agaçlarinin bizi rüzgardan ve kardan korudugu yamaçlardan geçtigimizi hatirliyorum. Sonra bir saat kadar Ikizler daginin dogu kolunun eteklerindeki kayalarin arasinda ine çika dolambaçli bir yol takip etmis ve Durgunsu vadisine çikmistik. Vadiye çikar çikmaz yolculugun en zor bölümünün basladigini anlamistim çünkü o ana kadar Ikizler daginin dogu kolu bizi tipiden korumustu ama vadide, o ürpertici beyazligin içinde savunmasizdik. Rehberim "Hadi geri dönüyoruz" dese hiç itiraz etmezdim ama o tek bir kelime bile etmeden önümde hep ayni hizla yürüyordu.

Aradan ne kadar zaman geçtigini bile hatirlamiyorum ki rehberim birden durdu. Basimi biraz kaldirmaya cesaret edip ileriye baktigimda hayal meyal küçük bir kulübe ve bize dogru kosturarak gelen iki insan gördügümü hatirliyorum. Rehberim vadiye girdigimizde "Kesinlikle durmak, dinlenmek ve gözlerini kapatmak yok" demisti ama artik gücümün son damlalarini tüketmistim. Gözlerimi kapattim ve kendimi karlarin üzerine biraktim, tipki saatlerdir hayal ettigim gibi... Gözlerimi açtigimda az önce hayal görmedigimi anladim. Birinin sirtindaydim ve basimi kaldirip baktigimda o büyük beyazligin içinde vadinin diplerine dogru uzanan gri yapilar gördüm. Rüya mi görüyordum, yoksa Kesisler Komünü'ne varmayi gerçekten basarmis miydik?

Kendime geldigimde islak giysilerin kururken çikardigi o nem kokusuyla dolu sicacik bir odadaydim. Sobanin basucunda kuruyan pantalonumu seyrederek oturdugum çocuklugumun kis günleri geldi aklima. Rehberim hemen basucumda ayakta duruyor, sardigi sigarayi tüttürmeye hazirlaniyordu. "Zor kurtulduk. Biraz daha geciksek isimiz bitmisti" dedi. Sakindi, bana kizmis görünmüyordu. Sigarasini bitirince de toparlanip gitti zaten. Sonra kesislerden duydum, hemen köyüne dönmüs. "Buralari avucunun içi gibi bilir ve aksam olmadan köyüne ulasir" demislerdi.

Bense ne o aksam ne de gece yatagimdan çikmadim, odanin nereden geldigini anlayamadigim o tatli sicakliginda küçük pencereye vuran kar tanelerini seyrederek hayaller kurdum. Kesislerin getirdigi sicak çorbayi, et suyuna yapilmis pirinç lapasini istahla mideye indirip üstüne de kuru meyvelerden yapilmis hosafi içtikten birkaç saat sonra, dalip gittigim düsüncelerin içinde oradan oraya savrularak uyudum.

Bu, Komün'deki ilk gecemdi. Bir yolcuydum ben. Ömrümde daha önce adim atmadigim o uzak kuzey topraklarindaki bir dag köyünde yasayan efsanevi Büyük Hikaye Ustasi'ni görmeye gidiyordum. Çocuklugum, ilkgençligim onun güney köylerinde dilden dile dolasan hikayelerini dinlemekle geçmisti. Bir gün Baskent'ten gelen gezgin bir ögrenciyle karsilasmis, onun da hikayelere merakli oldugunu anlayinca Büyük Hikaye Ustasi'nin hikayelerini anlatmistim ona. Bana "Senin dilinde bu hikayeler bir baska güzel oluyor. Çok iyi anlatiyorsun" demis ve neden bir Hikaye Anlaticisi olmadigimi sormustu... Güney köylerine yillardir tek bir Hikaye Anlaticisi'nin bile ugramadigini ve uzun bir süredir Usta'nin yeni bir hikayesinin dilden dile dolasmadigini söyleyince "Neden gidip hikayeleri Usta'nin kendisinden dinlemiyorsun ki?" demisti bana. Onun yerini bulsam bunu hemen yapacagimi söyleyince, Usta'ya nasil ulasabilecegimin sirrini vermisti bana. Hiç unutmuyorum, Sicakdeniz'in kiyisinda bir aksamüstüydü. Ögrenci, bu sirri kimseyle paylasmamami sart kosarak Büyük Hikaye Ustasi'nin Kuzey'in en ucunda Soguk denize yakin bir köyde oturdugunu söylemekle kalmadi, yürüyerek bir ay sürecek bu yolculukta takip edecegim güzergahi uzun uzun tarif etti. Ikizler daginin bati ve dogu kollari arasinda uzanan Durgunsu vadisindeki Kesisler Komünü'ne ulasmam ama ondan önce de haritadalarda bile adi geçmeyen o En Son Köy'e varmam gerekiyordu. O daha bana anlatirken kararimi vermistim. Büyük Hikaye Ustasi'ni görmeye gidecektim.

Babamdan, aile büyüklerinden izin almam zor olmadi. Bizim krallikta bir delikanlinin gerçek bir erkek olabilmesi için tek basina uzun yolculuklara çikmasi gerektigine inanilir. Güney köyleri sonbaharin ilik rüzgarlariyla kisa hazirlanirken bir sabah erkenden Kuzey'e dogru yola çiktim. Sessizce, kimseye bir sey söylemeden... Bu da bir adetti. Kralligimizda, eski bir inanisa göre uzun yolculuklardan önce vedalasilmaz, yola çikan kisi bir sabah safak sökmeden yattigi yataga bos bir sepet koyarak kimseye haber vermeden evden çikip giderdi. Eve gelip de o yatakta geceleyen bir misafir bos sepeti görünce yolcu için dua eder ve onun için sepetin içine küçük bir hediye birakirdi.

Yolculugumun ilk iki gününde hep bildigim, tanidigim güney köylerinden geçip Kralligin Baskent'ine ulastim. Benim için asil serüven, Baskent'ten sonra baslayacak ve ömrümde adim dahi atmadigim topraklarda sürecekti. Ama büyük yolculuga çikmadan önce Baskent'teki bir akrabamin yaninda bir hafta kaldim, sokaklarda gezdim, çarsilari dolastim, panayirlara girip çiktim, geceleri meydanlardaki Yaza Veda senliklerine katildim ve Kral'in sarayinin önünde verilen büyük sölenlerde doya doya yiyip içtim.

Sonra yine bir sabah, ögrencinin dedigini yaparak, Baskent'teki büyük çarsidaki haritacilardan satin aldigim birkaç haritanin rehberliginde Kuzey'e dogru yola çiktim. Haritada gösterilen son kuzey köyleriyle Sogukdeniz arasindaki bölgeye girdigimde kis iyice bastirmis, kar yolculugumu giderek daha da zor hale getirir olmustu. Baskent'teki bir haritaci Kuzey bölgesinde haritalarin göstermedigi tek bir köy dahi olmadigini, oralara gitmemin çok tehlikeli olacagini söylemisti. Ama bir baska haritaci Sogukdeniz'in kiyilarina gelmeden önce Kralligin vergi memurlarinin ugramak dahi istemeyecegi ve haritalarda gösterilmeyen bir sürü köy olabilecegini bir sir verir gibi fisildamisti kulagima. Tuhaf ve alisilmadik bir yolculuktu benimki. Krallik Baskent'in dogusuna ve güneyine dogru gelismisti. Yolculuklar genellikle doguya dogru, komsu ülkelerin topraklarina dogru yapilirdi. Benimkisi ise soguk kuzeybatinin bilinmeyen topraklarina dogruydu.

Baskent'ten çiktiktan 25 gün sonra ögrencinin bana tarif ettigi En Son Köy'e vardigimda Usta'nin neden buralarda yasadigini düsünmüstüm kendi kendime. Istese Baskent'te ya da dogudaki büyük sehirlerde yasayabilecek kadar ünlü biriydi o... Ayrica bu Kesisler Komünü de neyin nesiydi? Ögrenci bana ilk söylediginde aklima Kuzey'de üç bes tane din adaminin yasadigi tastan küçük bir bina gelmisti. Ama ilk izlenimime göre bile -Baskent'te kralin yasadigi saraydan sonra- ömrümde gördügüm en büyük binaydi burasi... Iste o ilk gece, kafamdaki bütün bu sorulara ertesi sabah bir cevap alacagimi düsünürken yatagimin kenarinda küçük ve bos bir sepet görmüstüm. Demek ki yolcu yola çikali çok az zaman olmustu ve ben onun yatagindaki ilk misafirdim...

Ertesi gün uyandigimda kar firtinasi hala devam ediyordu. Iki genç kesis beni uyandirip kahvaltiya götürdüler. Yemekhanede herkesle beraber kahvalti ederken genç kesisler Komün hakkindaki sorularimi ya geçistirdiler ya da konuyu degistirdiler. Ben de üstelemedim. Eninde sonunda benim için Büyük Hikaye Ustasi'na giden yolda sadece bir durakti burasi. "Asil amacim Büyük Hikaye Ustasi'ni ziyaret etmek" dedim büyük bir kasedeki çorbami istahla içerken. Kesislerden biri "Gelis amacin sadece seni ilgilendirir. Yemekten sonra seni Hoca'ya götürürüm. Herseyi ona anlatirsin." dedi. Onlara sorular sormaya devam ettim. Komün neden haritalarda yoktu? Bu kadar insan burada ne yapiyordu? Büyük Hikaye Ustasi nerede oturuyordu? Sonunda sorularimi geçistirmekten bikan genç bir kesis, "Burada sorularin cevabini insan kendi bulur" dedi.

Kahvaltidan sonra Hoca'yla görüsmek için ögleye kadar bekledim ve beklerken bir komünde degil tuhaf, esrarengiz bir yerde oldugumu da anladim. Bos koridorlarda, yemekhanede, siniflarin önünde dolastim. En çok da yemekhanenin hemen girisinde bulunan Komün Plani'nin basinda vakit geçirdim galiba. Komün tam 12 ayri binadan olusuyordu. Içinde bulundugum en büyük binada yemekhaneler, geceyi geçirdigim konuk odalari ve birkaç büyük derslik vardi. Binalarin sekiz tanesi birbirlerine yerüstünden geçitlerle bagliydi. Diger dört tanesi ortadaki sekiz binanin çevresine belirli bir simetrik düzen içinde yerlestirilmislerdi. Yatakhaneleri, siniflari, büyük salonlari, kütüphanesi, ögretmen odalari, mutfagi, kileri ve depolariyla bir okuldu burasi. Ama öte yandan tarlalari, meyve bahçeleri, su kanallari, yeldegirmenleriyle bir köye de benziyordu. Içinde bulundugum merkez binanin pencereleri o kadar küçüktü ki disariyi daha iyi görmek, kesfetmek için disari çiktim ama kar firtinasinda degil bir sey görmek yürümem bile mümkün olmadi. Yemekhanenin önünde beklememi söyleyen uzun boylu ögrenci, ikinci teneffüste yanima yaklasti ve onu takip etmemi söyledi. Rehberin beni buraya getirmesinin bile büyük cesaret oldugunu söylüyordu. Hakliydi. Beni buraya gönderen ögrenci de kar firtinalari konusunda uyarmisti uyarmasina ama ben Baskent'teki o tatli, tembel günlerin cazibesine karsi koyamamistim. Genç kesis beni iki büyük koridordan geçirdikten sonra Ögretmenler Binasi oldugunu tahmin ettigim yere getirdi. Küçük bir kapiyi çaldi ve bana içeriyi gösterip kapiyi arkamdan kapatti. Genis bir pencerenin önüne kurulmus bir masanin basinda çalisan yasli hoca beni görünce söyle bir süzüp, karsisindaki sandalyeyi gösterdi. Içeride ne bir soba ne de bir sömine vardi ama sicacikti. Merakimi yenemeyip ilk bunu sordum. Hoca basini hiç kaldirmadan eliyle asagiyi gösterdi. "Sicakligi farketmedin mi? Asagida sicak sular kayniyor. Isinma sorunumuz pek yoktur." dedi.

"Burada hersey beni çok sasirtiyor, hiçbir sey anlamiyorum hocam" dedim çaresizlik içinde. Burasi neresi, Baskent'teki hiçbir haritacida böyle bir yer görünmüyor. Ayrica burasi gerçekten neresi, köy mü, bir okul mu yoksa sadece bir komün mü..."

"Sen ne istiyorsan burasi da odur" dedi sadece. Ona kisaca hikayemi anlattim ve Büyük Hikaye Ustasi'nin köyüne nasil gidebilecegimi sordum. Bakislarini pencereye çevirerek, "Bu havada hiçbir yere gidemezsin. Burada kalirsin, hava düzelinceye kadar." dedi umursamaz bir ifadeyle. Tekrar Usta'yi sordum. Dönüp tekrar bakti bana. Hiçbir cevap vermedi, donuk, soguk bir ifadesi vardi. "Buradan gidemeyecegine göre bu soruna cevap vermenin de bir anlami yok. Simdi müsaadenle çalismam gerekiyor" diyip basini önüne egdi.

Odadan çiktim, genç kesis beni beklememisti. Öfkeliydim, birilerine bagirip çagirmak, tüm bunlarin ne anlama geldigini ögrenmek istiyordum ama bir misafirdim orada. Bana sicak bir yatak, yiyecek vermisler, misafir olarak kabul etmislerdi. Sorularima bir cevap vermiyorlardi ama beni kovmuyorlardi da... "Yarin hatta belki bugün ayrilirim buradan, kar firtinasi bitince" diye geçirdim içimden ve yürüdüm... Ama Komün'ün labirenti andiran koridorlarinin, geçitlerinin arasinda kayboldum. Kapali küçük kapilarla dolu koridorlar arasinda belki bir saat yürüdüm. Bütün Komün'ün sekiz binasini da nerede oldugumu hiç bilmeden, hiç kimseye rastlamadan dolastim... Herkesin ya derste ya da iste oldugunu düsünüyor ama yine de bu ürpertici tenhaliga bir anlam veremiyordum... Sonra birden yemekhanenin bulundugu ana binaya çiktim ve herkesin nerede oldugunu anladim. Ögle yemegi vaktiydi, herkes nese içinde yemek yiyordu. Sabah bana verdikleri giysilerle ben de onlardan biriydim sanki. Sabah kahvaltimi ettigim masaya baktim, yerim bostu. Gidip oturdum, masadaki ögrenciler gelir gelmez önce çorbami koydular önümde duran büyük kaseye, uzun boylu kesis "sanslisin" dedi, "tavsan yahnisi var yemekte". Insanlar neseliydi. Kimse bana yabanci biri muamelesi yapmiyordu. Sogan çorbasindan sonra nefis bir tavsan yahnisi ikram ettiler, ardindan da kuru meyvelerden yapilmis sicak bir hosaf. Yemeklerini bitirenler masalardan kalkmiyor, tütün içiyor, sohbet ediyorlardi. Benden de köyümü anlatmami istediler. Anlattim, ilgiyle dinlediler. Ama sorularima yine bir cevap vermediler. Dayanamayip, "Nedir bu, tanri askina benden ne gizliyorsunuz ki?" diye sesimi yüksettigimde hepsi sustu. Masanin basinda oturan ve az önce Baskent hikayeleri anlatan mavi gözlü kesis, anlayis isteyen yumusak bir yüz ifadesiyle: "Yenilere açiklayacagimiz seyler sinirlidir. Bizim de kurallarimiz var. Bu sorularin cevabini sadece sen bulabilirsin." dedi... "Ayrica burada ne amaçla bulundugun da bizi ilgilendirmiyor. Derslere gir, atölyelere katil, kütüphaneye git. Vaktini ziyan etme..." dedi sabah beni uyandiran kesislerden biri. Bir baskasi da Komün'de yapilacak çok is oldugunu söyledi. Sonunda masanin basinda oturan mavi gözlü kesis daha açik söyledi: "Burada misafir yoktur. Bizim gruptansin artik ve bizim grubun da çalisma programi belli. Burada kaldigin süre içinde bu çalismalara katilmak zorundasin. Mutfak, ambar görevi, çiftçilik ve atölye isleri..." Gülerek onu susturdum. "Kar firtinasi bitince ben gidiyorum" dedim.. Yine hepsi birden sustu. Hemen yanimda oturan sisman kesis tütün dumanindan derin bir nefes çektikten sonra bana hiç bakmadan fisildadi: "burada kis aylar sürer. Kar firtinasi da kolay kolay bitmez. Bitse bile disari çikip hayatta kalmak çok zordur." Ne diyecegimi bilemiyordum, donup kalmistim. Aklima o an gelen sorunun cevabini yine sisman kesis verdi: "Tabii buraya geldigin köye geri dönmek istersen o baska. Buradan sag salim gidilebilecek tek yer o köydür. O da rehbersiz mümkün degil." O an bir sey söyleyemedim. Ama o ilk gün bir daha grubumdaki arkadaslarimin keyfini kaçirmamak için cevaplamayacaklari sorular sormadim. Yolculuk bir maceraydi ve Komün bu macerada kabullenmek zorunda oldugum bir durakti. Ayrica derslere girmenin ve orada yasamanin çok da kötü bir sey olmayacagini düsündüm bir an. "Yemekler hep böyle güzel mi olur" dedim gülerek. Hepsi bir anda rahatlayip güldüler ve beni rahatlatan dostça bir ifadeyle: "Sen bir de aksam yemeklerini gör" dediler.

Kesisler Komünü'nün Kralligin Kuzey bölgelerinin uç noktalarina gizlenmis büyük bir okul oldugunu anlamam için çok fazla zaman geçmesi gerekmedi. Ama nasil bir okul oldugunu bugün bile anlayabildigimi söylemem çok zor. Komünde verilen derslerin belirli bir adi yoktu, hatta bunlara ders demek bile çok zordu. Bütün dersliklere girebilir, her dersi dinleyebilirdiniz. Bunlarin çogunda ne ögretildigini anlamak kolay degildi. Fakat kisa sürede sanirim herkes benim gibi nereye ait oldugunu, hangi derse katilmasi gerektigini hissediyordu. Anlayabildigim ilk seylerden biri de Kesisler Komünü'nde meslek egitimi verilmedigi olmustu. Mimarlar, mühendisler, ressamlar, doktorlar yetismiyordu burada. Ama içlerinden birçogunun Baskent'teki üniversitelerden yeni mezun olmus ögrenciler ya da bir zanaati yeni ögrenmis, kalfa mertebesine erismis kisiler oldugunu hissedebiliyordum. Hissedebiliyordum diyorum çünkü kimse kendisi hakkinda fazla bir bilgi vermiyordu.

Ikinci gün katildigim derslerden birinde hoca tipki bir ögrenci gibi siralardan birine oturmustu ve herkes susuyordu. Sonra birden birisi çikip problemi çözdügünü söyledi. "Adam sagir" dedi... Sonra da açiklamaya basladi. Basini kaçirdigim bir bilmeceydi bu. Sonra tekrar sustular. Birkaç dakikalik bir suskunlugun ardindan baska bir ögrenci baska bir bilmece sordu. Herkes cevabini düsünmeye basladi. Ben daha bilmecenin ne oldugunu anlamaya çalisirken, birisi söz alip "Bu kötü, hem de çok basit" dedi ve hemen cevabini verdi. Sonra tekrar sustular. Hemen kaçmistim oradan. Girdigim bir baska derslikte hocanin anlattigi bir hikayeyi dinledim. Matematikle ilgili oldugunu sandigim bu hikayeden asagi yukari hiçbir sey anlamadim. Çünkü ögrenciler birçok yerde kahkahayla gülüyorlar ve hocanin arada sordugu sorulara büyük bir hevesle cevaplar veriyorlardi. Hikaye sayi sistemini degistirmeye çalisan bir adamla yeni bir takvim kesfetmek için ugrasan bir saray bilgininin arasindaki tartismalar üzerine kuruluydu. Sonuna kadar sabrettigim bu dersin sonunda bir ögrenciye yaklasip hikayeyi bana açiklamasini istemistim. Ögrenci son derece ciddi bir ifadeyle, bunun bir hikaye degil, bir matematik probleminin çözümü oldugunu, asil amacin bu çözümü küçük bir soru haline getirmek oldugunu söylemisti. Ikinci gün derslikler arasinda dolasmami sürdürerek zor da olsa ilgimi çeken bir ders bulabilmistim. Burada ögrenciler kalkip degisik hikayeler anlatiyorlardi... Bana sikici gelen hikayelerdi bunlar. Belki hikaye bile denemezdi, daha çok gündelik hayatin içindeki küçük ayrintilar üzerineydi. Dersin sonunda bir ögrenci bana sinifin iki ayri gruba bölündügünü, bir grubun Tanri'nin varligini kanitlamaya çalisirken digerlerinin de bu tezi çürütmeye çalistiklarini söyledi. Ait oldugum yeri bulana kadar Komün'deki birçok derse girip çiktim. Ne yalan söylemeli, bunlarin büyük bir çogunluguna çok az dayanabildim. Sonra bir gün bir ögleden sonra girdigim yuvarlak duvarli, kubbeli, genis pencereli bir sinifta herkesin duvara asili bir resmi sessizce seyrettiklerini gördüm. Sinif o kadar sessizdi ki Komün binasinin altindaki sicak su kanallarinin akisini bile duyabiliyordum. Sessizce bir köseye oturup resme dalip gittim. Resimde bir köy evinin odasinda tavanda kanatli bir melek, çamasir yikayan bir anneyi ve ona yardim eden küçük kizini seyrediyordu. Küçük kiz pencereden disariya, elindeki beyaz bir çamasirin suyunu sikan anne gözucuyla kizina, kanatli melek ise odaya bakiyor ve gülümsüyordu. Pencerenin disinda ise dallari içeri giren limon agaçlari görülüyordu. Bir yaz günüydü. Ders bitene kadar digerleri gibi resmi izlemeye devam ettim. Teneffüsten hemen sonra tekrar merakla ayni derslige girdim. Bu kez bir baska resim konmustu. O gün aksama kadar her ders ayri bir resimi sessizce izledik. O ilk gün bunun ne dersi oldugunu bile sormadim kimseye. Artik soru sorup cevap alamamaktan bikmistim, ayrica belli ki ressamlarin sinifiydi bu ve ben baska siniflarda hiç ilgimi çekmeyen tuhaf bilmeceleri, hikayeleri, tartismalari dinlemektense orada oturup o resimleri seyretmeyi çok sevmistim. Ertesi sabah yine o genis pencereli derslige gittim. Ilk derste bir ögrenci kalkip bir hikaye anlatti, güzel bir hikayeydi. Hikayenin sonunda bir güney köyünde anne çamasir yikiyor, kizi pencereden portakal agaçlarina bakiyor ve bir melek de onlari seyrediyordu. Sonra isteyenler kalkip önceki gün seyrettigimiz resimlerde tasvir edilen o anlari, hikayelerin ya basinda ya sonunda ya da ortasinda kullanarak degisik hikayeler anlatmaya basladilar. Iste bu hikayeler sirasinda Komün'de gitmem gereken bir baska ders olmadigini anladim. Üçüncü dersin basinda da izin isteyip bir önceki gün o ilk resimi seyrederken zihnimin içinde filizlenen bir hikayeyi anlattim. Hikayenin sonunda hoca basini kaldirip bakti bana. O ana kadar hiçbir hikayeyle ilgili tek bir yorum yapmayan, basini kaldirip tek bir ögrencinin yüzüne bakmayan hocayla gözgöze geldik. Alt dudagini biraz öne çikarip, basini asagi dogruya salladi, tipki küçük çocuguna aferin diyen ya da onu onaylayan bir baba gibi... Bu minicik hareket bile mutluluktan tikanmama yol açti. Günlerdir o derslikten bu derslige dolastiktan sonra ilk kez bir yerdeki gizli ve sessiz iletisimin bir parçasi olabilmistim. Heyecandan ne yapacagimi sasirmistim. Kalbim heyecan içinde çarpiyordu. Köyümden çikip yollara düstügümden beri ilk kez bu kadar mutlu hissediyordum kendimi. Kesisler Komünü'nün bir parçasiydim artik.

O günden sonra vakit artik daha güzel geçiyordu. Disarida hiç bitmeyen kar firtinalari, komünde ise dersler ve tabii ki bulasik, çamasir, yemek, temizlik gibi grup isleri sürüp gidiyordu. Aksam yemeginden sonra uzayip giden sohbetler ediliyor, çaylar ve sicak saraplar esliginde sarkilar söyleniyor, hikayeler anlatiliyor, zeka oyunlari oynaniyordu. Olagan grup islerinden vakit buldukça Komün'ün kütüphanesine kapaniyor, okuyor ve yaziyordum. Evet, artik anlattigim hikayeleri yazmaya baslamistim. Sadece derslerde degil, yemek sonrasi sohbetlerde de hikayelerimi anlatiyordum. Bana artik "Hikayeci" diyorlardi.

Yeni ve yakin arkadaslar edindikçe bütün ögrencilerin Komün'ü tipki benim gibi kesfettiklerini anlamaya basladim. Bütün ögrenciler Kralligin bu kus uçmaz kervan geçmez bölgesine özel bir seyi aramak için gelmisti. Kimi bir matematik kitabinin, kimi gizli bir haritanin, kimi yasayip yasamadigi belli olmayan bir ustanin, kimi bir formülün, kimisi de bir ilacin pesine düsmüslerdi. O yil en geç gelen ögrenci oldugumu da ögrendim. Her yaz Komün'den ayrilip kislari tekrar dönenlere de, yillardir Komün'den hiç ayrilmayanlara da rastliyordum. Ama bu kalis sürelerinin nedenini kimse kimseye anlatmazdi. Ayrica Komün'ü kimin yönettigini, islerin nasil yürüdügünü, kimin gidecegine kimin kalacagina kimler tarafindan karar verildigi de bilinmiyordu. Peki bizi buraya gönderenler kimlerdi? Bu da cevaplanamayan çünkü hiç sorulmayan bir soruydu. Komün'ün tarihi ve kurulusu hakkinda da soru sorulmasi hos karsilanmazdi. Orada dersler ve yapilmasi gereken isler vardi sadece. Oraya gelen herkes kisa sürede önce gündelik hayatin akip giden bir parçasi sonra da bir ögrenci oluyordu. Herkes hem konuk hem de evsahibiydi. Ya da bir baska ifadeyle, Komün evsahiplerinin kendilerini hiç göstermedigi bir yerdi. Ev sahiplerine hiç gerek de yoktu aslinda. Konuklar hiçbir sorun çikarmadan hayatlarini sürdürüp gidiyorlardi.

Grup islerinin olmadigi günlerde hocalarimizla, özellikle aksam yemegine kadar olan uzun teneffüslerde Büyük Çayhane'de biraraya gelir, sohbet ederdik. Hocam ilk birkaç haftadan sonra bana kütüphaneden okuyacagim kitaplar, girmem, izlemem gereken baska dersler önermeye baslamisti... Bazen alisildik anlamda ders gibi dersler de oluyor ve Hoca resim, edebiyat ve tarih üzerine herkesin büyük ilgisini çeken bilgiler veriyordu. Bir gün Büyük Çayhane'de dayanamayip ona Büyük Hikaye Ustasi'ni sordum. Buraya onu bulmak için geldigimi söylememe pek sasirmadiysa da cevap vermek yerine beni Komün'e ilk geldigim gün karsisina çiktigim Hoca'ya gönderdi... Ikinci kez karsisina çiktigimda o Hoca bana yine oturmami isaret etti ve bir sey söylemeden benim konusmami bekledi. Büyük Hikaye Ustasi'ni sordum ona. Basini önündeki büyük defterden hiç kaldirmadan "Karsilasmaya hazir hissediyor musun kendini?" dedi... O an birden bu soruya "evet" cevabi vermemle Komün'den ayrilmam arasinda bir bag oldugunu hissettim. Oysa ben Komün'den ayrilmayi gerçekten hiç istemiyordum. "Hayir" dedim. "O halde hazir oldugunda gel" dedi..

Kar firtinalari bitmis, Komün'den bazi ögrenciler yollara çikmaya baslamisti bile. Ben de güney köylerine ulastirilmak üzere aileme uzun bir mektup yazip, ögrencilerden birinin eline tutusturdum ve bir daha Büyük Hikaye Ustasi'nin adini bile anmadan Komün'deki hayatima devam ettim. Kaldi ki kütüphanede özel bir bölümde Büyük Hikaye Ustasi'nin benim bile bilmedigim bütün hikayelerinin oldugu el yazmalari elimin altindaydi. Daha da önemlisi Hocam bütün bu hikayeleri tek tek çok iyi biliyor ve bana hikaye kurma ve anlatma sanati hakkinda çok sey ögretiyordu. Karlar eriyip de bahar gelince uzayip giden yemyesil tarlalar, meyve agaçlari, baglar, bahçeler, Ikizler dagindan akan pinarlar, dereler çikti ortaya. Artik iç mekanlardaki dersler azalmis, grup isleri artmisti. Komün disaridan çok az sey alarak kendi basina yasayip giden bir köydü ve kislik erzak için tarlalarda, bahçelerde yapilmasi gereken çok is vardi. Bu arada gidenler oldugu gibi aramiza yeni katilanlar da oluyordu. Yeni gelenler daha çok açikhava derslerini izliyordu. Yaza dogru isler iyice artti ve dersler tümüyle durdu. Artik Hoca'yla açikhavada yürüyüslere çikiyor, uzun sohbetlere dalip gidiyorduk. Böyle yürüyüslerden birinde Ikizler daginin dogu kolunun zirvesine çiktigimizda çok çok uzaklarda, ovalarda çalisan köylüleri gördüm. O an köyümü, ailemi ve köyümün güzel kizlarini çok özledigimi anladim.

O günden sonra Komün'den ayrilma istegiyle Komün'de kalma istegi arasina savasip durmaya basladim. Sonunda dayanamayip Hoca'ma derdimi açtim. Ailemi, köyümü özledigimi ama bir müddet köyümde kaldiktan sonra buraya tekrar geri dönmek istedigimi söyledim. Hocam, "Istedigin zaman gidebilirsin" demekle yetindi... Asil ögrenmek istedigim seyi yine söylememisti. Bunu Komün'de kimse söyleyemiyordu. Ögrenciler arasinda dolasan söylentilere göre "Komün'den gitmenin bir vakti" vardi ve bu vakit herkese göre degisiyordu. Örnegin kimileri yillardir buraya gidip gelebiliyordu ama kimileri de terkettigi zaman asla geri dönemiyordu. Komün'den çikmak sorun degildi ama tekrar kabul edilmek... Bu hiç kimsenin bilmedigi çok gizli birtakim kurallara bagliydi belli ki... Yine de arastirdim, herkese sordum. Genelde iki çesit cevap aldim. Bazi ögrenciler henüz buradan hiç çikmadiklarini söylüyorlardi. Bazi ögrenciler de, bu sorulari sormamam gerektigini... O zaman anladim ki Komün'den çikip tekrar geri dönenler, bir sessizlik yemini etmislerdi. Bir süre sonra gitme fikrini kafamdan tümüyle uzaklastirdim. Zaten Komün yazin ayri bir güzeldi. Haftada bir, masalar bahçeye çikariliyor, büyük sölenler veriliyor, sarkilar söyleniyor ve eglenceler gece yarilarina dek sürüyordu.

Egitimin, eglencenin ve üretimin büyük, kesintisiz bir senlik gibi sürüp gittigi Komün'ü birinin kendi istegiyle terkedebilecegini aklim hiç almiyordu o zamanlar. "Komün'den gitmenin vakti" nasil gelebilirdi ki? Yaz bitip, güz geldiginde hatta Komün'deki ikinci kisim bittiginde de bu soruya hala bir cevap bulamamistim. Ama artik ailemi, köyümü ve köyümün o güzel kizlari burnumda tütüyor, bir an önce Sicak denizin berrak sularina ve o masmavi upuzun yaz günlerine kavusmayi herseyden çok istiyordum.

Ilk geldigim gün karsisina çiktigim Hoca'nin odasina üçüncü kez gittim ve ona köyüme dönmek istedigimi söyledim. Basini hiç kaldirmadan, "Bana bir sey söylemen gerekmez, istedigin zaman gidebilirsin" dedi o soguk, umursamaz tavriyla. "Ama ben buraya geri dönmek istiyorum" dedim heyecanla ve sefkat bekleyen bir çocugun acziyle ekledim: "çünkü henüz hazir hissetmiyorum kendimi.". Neye hazir hissetmedigimi bile sormadi bana. Basini önündeki defterden hiç kaldirmadan çalismaya devam etti. O ne sefkat beklenecek bir baba, ne de konuksever bir evsahibiydi. Ama üsteledim: "Simdi köyüme dönüp sonra geri gelip Büyük Hikaye Ustasi'yla karsilasmaya hazir olana kadar burada kalabilir miyim?" dedim. O belki de ilk kez basini kaldirip büyük bir dikkatle bakti yüzüme ve konustu: "Bunu hâlâ anlayamaman çok tuhaf. Komün'de sorularin cevabini sadece sen bulursun."

Kralligimizda hüküm süren adetler geregi kimseyle vedalasmadan bir sabah erkenden safak sökmeden kalkip gitmem gerekiyordu. Komün'de geçirdigim o ilk gece yattigim konuk odasindaki bos sepeti unutmamistim. Safak vaktinden önce uyanip Komün'de kaldigim süre içinde yazdigim bütün hikayeleri bos sepete biraktim, kesis giysilerimi çikardim, yine ayni odada dolapta duran giysilerimi giydim ve mutfaktaki depoya ugrayip heybemi kuru yiyeceklerle doldurup sessizce yola çiktim. Komün'ü ardimda birakip sabahin kör karanliginda çikis yolu oldugunu bildigim ama hiç adimimi dahi atmadigim patikayi takip etmeye basladim. Patika hiç bitmiyor, agaçlarin arasinda kivrila kivrila ilerliyordu. Karlarin Ikizler daginin her iki kolunun sisli zirvelerinde belli belirsiz göründügü serin bir ilkbahar sabahiydi. Birden agaçlarin arasinda bir kulübe gördüm, sabahin alacakaranliginda kulübeden çikan iki adam beni yanlarina çagirdilar. Içeri girdim, küçük bir soba, iki yatak ve bir masadan baska hiçbir sey yoktu. Ikisini de daha önce Komün'ün hiçbir yerinde görmemistim. Bana sobanin üstünde kaynayan çaydan ikram ettiler. Bunun bir adet oldugunu söylediler. Çayimi içerken onlara köyümden sözettigimi hatirliyorum. Sonrasi derin siyah bir bosluk... O anla ilgili olarak ileride, agir bir uyku bastirdigini ve kendimi sicak sobanin yanindaki yataga biraktigimi hatirlayacaktim sadece.

Gözlerimi açtigimda yoksul bir köy evinde buldum kendimi. Kalkip disari göz attigimda bir buçuk yil önce o karli kis gününde Kesisler Komünü'ne gitmek için bir rehber bulmak için geldigim o En Son Köy'de oldugumu anladim... Tipki bir buçuk yil önce oldugu gibi o tenha köyde kimse benimle fazla konusmadi. Oraya nasil geldigimi sordugumda bos bos baktilar yüzüme. Ben de üstelemedim. Hersey çok açikti. Kulübedeki bekçiler uyutmuslardi beni. Komün'e giden yolu bilmem istenmiyordu. Fazla konusmasalar da konuksever olan köylülerle ögle yemegini yedikten sonra yola koyuldum. Ilk önceleri kirgindim, Komün'ün bana güvenmemesi gücendirmisti beni. Belki o çayi bana içirmeleri bir daha oraya asla geri dönemeyecegimin de bir isaretiydi. Neden beni istememislerdi ki? Hem istemeyenler kimlerdi ki? Fakat yol aldikça ve Kralligin içlerinde Baskent'e dogru ilerledikçe bu tatsiz sorulari bosverip Kesisler Komünü'nün disindaki hayatin da çok güzel oldugunu anlamaya basladim. Bahar gelmisti ve ugradigim her köyde sicak bir konukseverlikle karsilaniyordum. Içimdeki hüzün azaliyor, yasam sevincim artiyordu. Üstelik güneye dogru ilerledikçe köyümü, ailemi ne kadar özledigimi, oraya vardigimda beni karsilayacak o ilkyazi düsünüyor ve daha da hizli yürüyor, bazi geceler köylere hiç ugramadan agaç diplerinde birkaç saat uyuyup vakit kazaniyordum. Öylesine iyi hissediyordum ki kendimi, Komün'e geri kabul edilmeme düsüncesi bile önemini yitirmisti artik. Bir aksam hava kararmadan hemen önce, Baskent'e bir gün uzakliktaki o köye girdigimde de sicak bir yatakta uyumaktan baska bir sey düsünüyordum. Kapisini çaldigim ilk evdeki kadin bos yatak olmadigini söylemis ve bana birkaç tane baska ev tarif etmisti. Ikinci evdeki yasli kadin ise beni hemen kabul etmis, önüme mis gibi dumani tüten bir sebze çorbasi koyduktan sonra istersem biraz uyuyabilmem için misafir odasina sakiz kokulu çarsafli, yumusak bir yatak sermisti. Uzanip yattigimda gökyüzü koyu laciverde bürünmüstü ve açik pencereden içeriye giren gül kokularinu soluyarak uykunun kollarina teslim etmeye hazirdim kendimi. Ama birden kendi aralarinda konusan iki kizin sesini duydum. Belli ki komsu evin bahçesindeydiler ve biri digerine hikaye anlatiyordu. Anlatanin öyle güzel bir sesi vardi ki kulak kesildim. Hikayeyi hemen tanidim. Tanri meleklerini topluyor ve onlarin her birinden dünyaya inip bir iyilik yapmalarini istiyordu. Ama yaptiklari iyilik öyle bir iyilik olacakti ki bu, üç kisinin hayatini kurtaracakti. Meleklerden biri ümitsizlik içinde köyleri dolasirken evlerden birine giriyor ve evde çamasir yikayan bir kadin ile pencereden disari bakan bir kiz çocugu görüyordu...

Bu, Kesisler Komünü'nde sinifta anlattigim ilk hikayeydi. Sonuna kadar dinledim. Tümüyle benim hikayemdi... Öteki kiz hikayeyi çok begendigini söyledi. Bunun üzerine güzel sesli kiz bir baska hikaye daha anlatti. O hikayeyi de biliyordum çünkü o da bana aitti. Yatagimdan kalkip kizlarin yanina giderken yorgunlugun ve uykusuzlugun da etkisiyle bu köyde Komün'deki eski bir arkadasimi bulmaktan baska bir sey düsünmüyordum. Sahi kim olabilirdi benim hikayelerimi anlatan bu ögrenci?

Kizlar beni gördüklerinde sustular. Kralligimizin adetleri geregi kendimi uzun uzun tanitip onlara katilip katilamayacagimi sordum. Hikayeyi anlatan kiz beni tepeden tirnaga süzüp, "Hikayelerimizi dinlerseniz katilabilirsiniz" dedi ve yarida kalan, bana ait üçüncü hikayeyi de anlatmaya devam etti. Sonuna kadar ses çikarmadan dinledim. Bitince hikayeyi begenip begenmediklerini sordum. Dinleyen çok begendigini söyledi. Anlatan kiz ise, "Siz bunlari ilk kez mi duyuyorsunuz" dedi. "Hayir" dedim. "Onlari ben yazdim."

Kahkahalarla güldüler. Karsilarinda asagilik bir yaratik varmis gibi bakarak, "Sen ne cüretle Büyük Hikaye Ustasi'nin hikayelerini ben yazdim diyebiliyorsun ki?" dedi uzun saçli olani. Öteki de hemen ekledi: "Ayrica Büyük Hikaye Ustasi hikaye yazmaz. Onun hikayeleri dilden dile dolasir." Donup kalmistim. "Ama" dedim, "bu hikayeleri önce ben anlattim... Bunlar benim hikayelerim." Uzun saçli olan kiz küstah bir ifadeyle bana uzun uzun bakti. "Az önce deli oldugunuzu söylememistiniz." dedi ve beni kibarca bahçeden kovdu. O aksam konuk oldugum eve ugramadan önce o güzel köyün meyve bahçeleri arasinda karanlik bir gölge gibi saatlerce dolastim. Belli ki Komün'de yazdigim hikayeler Kralligin her yerinde Büyük Hikaye Ustasi'nin hikayeleri olarak anlatiliyordu. Büyük Hikaye Ustasi'ni görene, onunla konusana hiç rastlamamistim. O Kralligin tarihi kadar eski biriydi. Babam bir keresinde Büyük Hikaye Ustaligi'nin babadan ogula geçtigini iddia etmisti. Bir baska aile büyügümüz ise Büyük Hikaye Ustalarinin Kral tarafindan seçildigini söylerdi. Ben çocuklugumdan bu yana görebilecegim, elimle dokunabilecegim bir Büyük Hikaye Ustasi'nin olduguna hep inandirmistim kendimi. Yasli, beyaz sakalli, nur yüzlü bir ihtiyar belirirdi hep kafamda. O öldükten sonra Kralin yine öyle bir Büyük Hikaye Ustasi seçecegine de inanirdim. Ve ne yalan söylemeli, Komün'de geceleri yatmadan önce, yasli bir adam olarak kralin karsisina çikacagim o büyük günü, Kralin herkesin önünde "Iste Büyük Ülkemizin Yeni Büyük Hikaye Ustasi" diyecegi ani çok hayal etmistim. Komün'e geri dönmek istememin sebebi de buydu. Cüret edip hocama soramasam da istedigim bir Hikaye Ustasi olmakti. Ama simdi Büyük Hikaye Ustasi'nin ta kendisiydim belki de... Ya da sadece onun gölgesi.

Ertesi gün gittigim köyde her önüme gelene Büyük Hikaye Ustasi'nin yeni hikayelerini sordum ve dinledim. Hayir, sadece benim hikayelerim anlatilmiyordu. Ayni derse devam ettigim ve hikayelerine hayran oldugum baska arkadaslarimin hikayeleri de anlatiliyordu. Sonunda köyüme gelene kadar son bir buçuk yilda o derste anlatilan ve benim de begendigim bütün güzel hikayelerin Kralligin her yanini dilden dile dolastigini anladim.

Köyüme dönmeden önce Kesisler Komünü'yle ilgili bildigim herseyi kendime saklamaya karar verdim. Anlatsam bile bunun sadece güzel bir hikaye olarak dinlenecegini biliyordum zaten. Köyümde uzun bir süre kaldim, bir müddet sonra evlendim, çocuklarim oldu. Ama bir gün tekrar yola çikmaya, Kesisler Komünü'ne gitmeye karar verdim. Baharin ilk günlerinde yola çikacak, orada kisa bir süre kalip, yaz ortalarinda yeniden köyüme dönecektim. Çünkü çocuklarimin ve karimin özlemine fazla dayanamayacagimi biliyordum. Yine bir sabah erkenden çiktim evden. Gittigim ilk köyde, kendimi bir Hikaye Anlaticisi olarak tanittim. Yillardir köylerine bir Hikaye Anlaticisi gelmedigini söyleyen köylüler o gece atesin etrafinda toplanip hikayelerimi dinlediler. Onlara daha önce hiç duymadiklari Büyük Hikaye Ustasi'nin bes yeni hikayesini anlattim. Hepsini de köyümde yazmistim. O gece bana türlü armaganlar ve paralar verdiler. O geceden sonra ugradigim her köyde ve Baskent'in çayhanelerinde bütün yeni hikayelerimi, daha dogrusu Büyük Hikaye Ustasi'nin yeni hikayelerini anlattim. Heybem hediyelerle, cebim parayla doluyordu. Kesisler Komünü'ne giden yolu uzattim, Kuzey'de yoluma yakin bütün köyleri dolastim. Sonra bir yaz günü ögleden sonra o En Son Köy'e vardim... Niyetim, rehberi alip aksama Komün'e varmakti... Yillar önceki rehberimi hemen buldum ama o beni tanimadi. Yola çiktigimda heyecanliydim. Komün'ü özlemistim. Hocalarimi, meyve bahçelerini, yemekleri, sohbetleri... Ikizler daginin dogu kolunu takip ederken uzakta dagin hemen yamacinda eski zamanlardan kalma sato gibi bir bina görünce rehbere hemen sordum: "Suradaki bina nedir, daha önce hiç görmemistim."

Rehberim, "Orasi Kesisler Komünü" dedi... Ona aradigim yerin orasi olmadigini, beni yillar önce o kar firtinasi sirasinda götürdügü yere götürmesini söyledim. Yillar önce beni öyle bir yere götürmedigini iddia eden rehber, sert bir ifadeyle, "Burada ne baska bir Kesisler Komünü ne de Durgunsu vadisinde sizin tarif ettiginiz gibi büyük bir okul var" dedi. Sonra da beni orada birakip gitti. Kesisler Komünü oldugunu iddia ettigi binanin kapisindan içeri bile kabul edilmedim önce. Kapici içeride inzivaya çekilmis kesisler oldugunu, din adamlari disinda hiç kimsenin kabul edilmeyecegini söylüyordu. Sonunda israrlarima dayanamayip içeri aldi beni. Içerideki kesisler Kralligin sinirlarinda bulunduklari yerden baska ikinci bir Kesisler Komünü'nün varligindan haberder olmadiklarini iddia ettiler. Yine de hayalkirikligi ve saskinlik içindeki halime aciyip, o geceyi orada geçirmeme izin verdiler.

Ertesi sabah erkenden kalkip bütün gün tek basima hava kararana kadar Ikizler daginin eteklerinde Durgunsu vadisine çikan gizli bir geçit aradim. Ama bu geçiti bulmanin aylarca sürebilecegini anlamakta çok gecikmedim. Ikizler daginin dogu kolu bir duvar gibi uzanip gitmiyor, tam aksine oldukça kavisli bir hatta bütün yönlere dogru kivriliyordu. Iniyor, çikiyor, içerilere kadar giriyor, sonra kendimi tekrar dagin eteklerinde buluyordum. Durgunsu vadisine çikabilmek için dagi tepeden asmayi bile düsündüm. Ama dag hiçbir yerde buna izin vermiyordu. Üstelik koca bir gün boyunca dogu kolunun sadece çok küçük bir bölümünü arastirabilmistim. Karanlik çökmeden önce geceyi geçirmek için tekrar En Son Köy'e döndüm ve karsilastigim bütün köylülere beni gizli geçitten geçirmeleri için diller döktüm, paralar, hediyeler teklif ettim ama hepsi de bana bir deliye bakar gibi baktilar. Ben de onlara inat, Durgunsu vadisine çikan o geçidi ne pahasina olursa olsun bulacagimi iddia ettim. Gece hiç kimse beni evine kabul etmedi, köyün hemen disinda bir agaç kovugunun basinda yaktigim ateste tek basima otururken beni yillar önce dogru yere götüren rehber geldi. Bir sigara sarip oturdu ve bana bir hikaye anlatti.

Hikaye bir orman köyünde yasayan bir delikanlinin hikayesiydi. O köyde çocuklar 12 yasina gelince gözleri bagli bir halde evinden çok uzaklarda, ormanin derinliklerinde bir yere birakiliyorlardi. Gelenege göre amaç çocugun ormanda tek basina kalip evinin yolunu bulmasiydi. Dönünce basindan geçenleri köyün büyüklerine anlattiyor ve bir isim almaya hak kazaniyordu. Rehberin anlattigi hikayedeki çocuk, kimisinin günler, haftalar sonra buldugu dönüs yolunu uzattikça uzatiyor, evine bir türlü dönmüyordu. Sonunda bütün ormani gezip evine döndügünde ona Gezgin ismini takiyorlardi. Gezgin birkaç yil sonra büyüklerine gelip "Tekrar gözümü baglayin ve beni ormanin derinliklerine birakin" diyordu. Büyükleri de ona gülüp, "Buna ne gerek var, sen Gezgin'sin diledigin gibi gezebilirsin. Hem sadece bu ormani da degil, bütün ülkeyi gez" diyorlardi. Bunun üzerine delikanli ilk kez isminin ne anlama geldigini anliyor ve köyünden çikip gezmeye basliyordu. Hikaye bittikten sonra rehber atesin basinda derin bir nefes alip, "O ismini hakediyordu ama isminin anlamini bilmiyordu. Kissadan hisse: bir insan isminin anlamini anladigi gün büyüyebilir ancak" dedi...

"Bu köyde sadece tek bir rehber var, o da sensin. Yillar önce o karli günde beni komüne götüren de, dün yanlis yere götürüp birakan da sendin." dedim. Dönüp, gülümsedi: "Bu köyde herkes rehberdir. Ve kimi ne zaman nereye götürecegimizi iyi biliriz." O gece evinde sicak bir yatak verdi bana. Sabah yatagin yanindaki bos sepete bir hikaye yazip biraktim ve erkenden yollara düstüm. Bir daha Kuzey bölgelerine hiç ugramadim, Durgunsu vadisine çikan o geçiti de hiç aramadim. Zaten Baskent'teki haritacilarda Durgunsu vadisine dair hala tek bir iz yok. Kralligin sinirlari kuzeyde belirsizdir, israr eder de sorarsaniz, Ikizler daginin ötesinde uçsuz bucaksiz Sogukdenizin uzandigini anlatir birkaç yasli haritaci.

Ama Kralligin her yerinde Büyük Hikaye Ustasi'nin nerede yasadigina dair çok hikayeler anlatilir.

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1