Yumak - Buket Türkmen

 

Koridorlarindan hijyen ve modern binalara özgü o keskin demir-mermer-cam kokulari yayilan büyük binanin kapisindan içeri girdim. Oldukça heyecanliydim. Bu, tez hocamla ilk dogru düzgün görüsmemiz olacakti. Dünyanin çesitli yerlerinden insanlarin geldigi, görece olarak daha "kültürlerarasi" bir bilimsel konumlanmayi benimseyen bu batili enstitü, yillarca adini duyup da uzak bir hayal olarak kabul ettigim bir yerdi. Ama simdi buradaydim iste! Bütün o isimlerini duydugum, kafalarinin üstünde haleleriyle dolasan adamlarla bire bir görüsebilecek, yazdiklarimi okutup fikirlerini alabilecektim. Seminerlerini izleyebilecek ve agzim bir karis açik dediklerini dinledikten sonra, oradaki dünyanin her yerinden gelmis diger insanlar gibi, iyi birseyler yapmis, ulvi birseylere karismis hissi ve kafamda ünlemler, soru isaretleriyle oradan ayrilacaktim. Bu güzel sehrin sokaklari bile dikkatimi dagitamayacakti. Ben de onlar gibi, o hep hizli yürüyen, saçi-basi daginik, pardesüsünün etekleri ve kaskollari kendilerini hep bir adim geriden, biraktiklari rüzgarda dalgalanarak izleyen, o deri çantali, gözlüklü, o kafelerde ve metrolarda geçen bos üç dakikalarinda ellerindeki kitaptan üç satiri üzerlerine kahve dökerek ya da metronun aldigi virajda saga-sola savrularak okuyan adamlar gibi, birseyler YAZACAKTIM.

Daha onbes dakikam vardi. Her zamanki gibi erken gelmistim. Kendi ülkemde, insanlar heryere gecikirler, tabii ben de. Ama burada, bu dalgin bakisli, bu her zaman kaçan birseyleri kovalar gibi kosturan adamlarla bulusmalarimda gecikmeyi asla göze alamamistim. Kahve içip oyalanmak için, ceplerimde bozukluk arayip makineye gittim. Önümdeki, afrikalilarin, modern kiyafetlerimizin sefilligini daha da ortaya çikaran o sik ve renkli kiyafetlerinden birini giymis olan kocaman siyah bir kadin, yanindaki avrupali görünümlü adama anlatiyordu:

"Yok, diyorum sana, bir yerde yanlis girmis olmalisin yumagi çözmeye. Aldatici uçlar var, oradan çekmeye hemen baslayabilirsin ve bir süre sonra ilmik ilmik dügümlenir bütün yumak. Asla açamaz ve jüri gününde, dügümlenmis koca yumagin ve ondan sarkan ucu dügümlere varan sefil iplerinle karsilarina çikmak zorunda kalirsin."

"Ama hâlâ açilacak gibi yumak, söyledim sana, birazcik dügümün arkasini görebilseydim"

"Bak, iki tip sosyal bilimler doktora ögrencisi vardir. Birincisi, buldugu ilk uçtan hemen çekistirmeye baslar. Yumagin bütünlügünü göremedigi için de, bir süre sonra hepsini dügümleyebilir, ve içinden çikilmaz duruma getirebilir. Ikinci tür, daha temkinlidir. Yillarca, birsey yapmadan, yumaga bakar. Bütün ilmiklerini, onlarin neden orada olduklarini anlamaya çalisir. Bu ikinci kategori de ikiye ayrilir. Birinciler, yumagin bütünlügünden büyülenir, onu açmaya bir süre sonra üsenirler ve hayatlari boyunca yumagi anlamis ama birsey yazmamis isimsiz dahiler olarak kalirlar. Onlarin tartismalarda ve entellektüel ortamlarda her zaman saygideger konumlari ve bol bol düsmanlari olur. Yumagin bütünlügünden öylesine haberdardirlar ki, hiçbir yapilan "çözümleme" onlari tatmin etmez, her çalismayi elestirirler. Ikinci tür ise, basaranlardir. Yillarca herkes onlarin hayatlarinin kaydigini düsünür. Birsey yapmaz gibi görünürler. Oysa birgün, bütününü kavradiklari yumagi dogru ucundan çekmeye baslarlar. Yumak çözülüverir. Dügümler inat etmeden açilirlar. O insanlara böyle binalarda odalar tahsis edilir. Arkadan gelenlere yeni yumaklari çözmelerinde yardimci olmalari için."

"Yumagi çözen nice yeteneksizler yok mu yani?"

"Birak onlari, onlar kurnazdirlar. Dügümleri kürsünün altina gizleyip, yalnizca çözülmüs ipleri büyük bir pazarlama kabiliyetiyle sunarlar. Jüri ise, kürsünün altinda gizlenen dügümleri görmezden gelir. Bunlar vasat islerle ugrasirlar ömür boyu, çözülmüs kisacik ipleri, gitgide daha da dügüm olup yok olur ve onlar kisa sürede sönerlerken, hep haklarinin yendigini düsünürler utanmadan."

Agzim bir karis açik, onlari dinliyordum. Kahve falan almaiyi unutmustum. Diyebilirim ki, ödüm patlamisti. Neler diyordu bunlar böyle? Bu ne biçim bir tuzakti Tanrim? Kimse bana üniversitede, kocaman yumaklarin dipsiz kuyusundan bahsetmemisti! Zaten neden bahsetmislerdi ki?

O sirada enstitünün sade ve sik giyimli muhafizlarindan biri, serin bir yüz ifadesiyle adimi söyledi. Bana, hocamdan bir mesaj getirdigini belirtip, siyah mermerden oyulmus soguk bir kutuyu verdi. Geldigi gibi serin bir ifadeyle gitti. Kutuyu korkarak açinca, içinde bir anahtar ve onun altina katlanarak yerlestirilmis bir kagit buldum. Kagit, hocamin imzasi ve mührünü tasiyordu. Içinde yazili olan notu okudum:

"Ne yazik ki, acil olarak yurt disina gitmem gerekti. Size bu anahtari ve onun açtigi kapinin yerini tarif eden krokiyi byrakiyorum. Kapinin açildigi odada, teziniz için gerekli bütün malzemeyi bulacaksiniz. Bu malzeme de, size verilen bursa dahildir. O odada çalisabilirsiniz. Içindeki malzemeyle beraber oda, bursunuzun sonuna kadar sizindir. Bu asamada size daha fazla bir yardimim dokunamaz zaten. Öncelikle sizin birseyler yazmaniz gerekiyor ki, onlarin üzerinden birseyler yapabilelim. En içten basari dileklerimle"

Ugradigim düs kirikligini anlatmama gerek var mi? Yine de, bana bir görev verilmisti. Derhal toparlandim ve mektubun arkasindaki krokiye baktim. Kapiyi kolayca buldum. Anahtar delige tipatip uydu ve kapiyi açtim. Açmamla yüregim agzima geldi: Içerde kocaman, canliymis da soluk alip-veriyormus gibi bir büyüyüp bir küçülen, ne plastik, ne yün, ne et, ne sivi diyebilecegim bir maddeden yapilmis iplerden olusan bir yumak vardi! Boyumun on misli büyüklügündeydi. Bu devasa yaratigin içinden ugultular geliyordu. Sanki düzenli sarilmamis bir yumakti. Bir süre, ne kadar zaman bilmiyorum, kaçip-gitmekle, yumaga yaklasip yakindan incelemek arasinda bir yerlerde donup-kaldim. Bu da neyin nesiydi? Neden sonra, yavasça yaklasinca, çevresinde, sanki yaklasani çekimine alan bir manyetik alan oldugu hissine kapildim. Biraz ötede, üzerinde tezimin basligi yazan bir pirinç levha gördüm: "Türkiye'de Islamci Öznenin Ikilemi: Cemaatten Bireye". Basligin altinda bir ok, yumagi gösteriyordu. Asagidayken, kahve makinesinin orada duydugum konusma aklima geldi. Demek buymus! Demek bundan bahsediliyormus! Yumagin içinden, birçok yerinden, o afrikali kadinin bahsettigi aldatici uçlar çikiyordu. Bana dogru egilip-bükülüyorlar, sanki cazibelerine kapilmami ve onlari çekip tuzaga düsmemi istiyorlardi. "Iyi ki o kadinin dediklerini duymusum" dedim kendi kendime. Ve yumagi, telaslanmadan, yalnizca izledim bir süre.

Sonraki günler, yumagi kesfetme çalismalarimla bir alt kattaki kütüphanede geçti. Bu günlerde, çok ilginç bir kesifte bulundum. Bir yumagin, tek bir çözülme yolu yoktu. Aksine, yumagi inceledikçe, çözülme yolu olma süphesini tasiyan uçlar çogaliyor, bir müddet sonra bütün o disariya sarkan uçlardan süphelenmeye basliyordunuz. Tam ümitsizlige kapilmak üzereydim ki, bir seminerdeki bilimadaminin söyledikleri beni derinden sarsti: "Hangi uçtan çekerek yumagi açtiginiz degil, yumagi çözmeye girisirkenki kafanizdaki soru önemlidir. Bu soruyu dogru sorarsaniz, yumagi çözme yönteminiz de bundan etkilenecek, ve neresinden baslarsaniz-baslayin, sonunda yumagi çözebileceksiniz. Önemli olan dogru ucu bulmak degil, yumagin bütününü görmek, içindeki uçlarin karsilikli etkilesimlerini dogru tespit etmektir."

Bu sekilde aylar geçti. Insanlardan tamamiyle kopmus, takintili bir biçimde yalnizca yumagimla yasar olmustum. Gittikçe yumaktaki ugultunun, birbirini tamamlayan sesler bütünü oldugunu anliyordum. Öyle ki, o ugultuyu çözmeye basladikça, bir karmasik müzik ortaya çikiyordu. Ve her yumagin kendine özgü bir sesi, bir müzigi vardi.

Ama bir türlü cesaret edemiyordum o manyetik alani geçip ona dokunmaya. Yanlis yerine dokunmaktan, ve dokundugum yerin çekimine kapilip, yetersiz birikimimden dolayi çabucak hatali ve eksik çözümleme, yanlis bilgi alma tuzaklarina kapilmaktan korkuyordum. Çünkü dokunur dokunmaz, bir uç seçmek zorunda kalacaktim, içeri girmek için; ya da bana öyle geliyordu. Oysa o uçlara hiç güvenmiyordum, hiç! Önemli olan yumagin bütününü anlamamdi, çeliskilerini, iliskilerini, uçlararasi etkilesimleri Bu ise, teorik bilgiyi gözardi etmememi ve kütüphane tozlarina daha da asina olmami gerektirirdi.

Iyi ama, yumaktan kopuk bir kütüphane çalismasi bir yerde hiçbirsey demek degildi. Yumak, yasiyordu. Soluk alip-veriyor, aci çekiyor, cosuyor, çeliskileriyle ugrasirken dönüsüyordu. Hiçbir yumagin sabit olmadigini ögrendim aylar geçtikçe. Yumaklar, yasayan varliklardi. Biz onlari çözmeye çalisirken, onlarin her gün disariya verdikleri uçlar da degisiyordu. Bir süre sonra, yumagin disariya verdigi uçlarinin degisme hizinin, medyanin gündem degistirme hiziyla olan paralelligi gözüme çarpti. Üstelik medyada, sadece "uç"lari paranteze alip insanin burnuna sokuyorlar, "uç"ta aslinda "bütün" yumagin oldugunu görmezden geliyorlar, ya da sadece görmüyorlardi. Birgün odaya girdigimde, yumagin burnuma dogru harekete geçen ucunda, basi örtülü, güzelce bir genç kizin, gözyaslariyla islanmis "itirazci" yüzünde, yillarca varolusunu içinden tanimladigi cemaate karsi çikisini, tereddütlerini, bir birey olmaya çalisirken yok olma korkusunu ve bütünün içinde erimekten vazgeçme sancisini okudum. O aksam ise ayni genç kiz ülkemin televizyon kanallarindan "karsi kutup"tan olanlarini seçmis, birlikte basildigi tarikat seyhinin çoraplarini arabasina asan diger tarikat üyelerini sikayet ediyordu karsi kutbun insanlarina. "Bizim inancimizi sömürdüler" diye hiçkiriyor, toplumdaki gençlerin inanç boslugu içinde oldugunu söyleyip devlete önerilerde bulunuyordu: Devlet inanç islerini üzerine alsin! ("Çildirmak isten degil, bir duvardan firlayip ötekine mi çarpmak lazim her zaman?", dedirtiyordu izleyenlere) O cemaate girmeden önce kendinden hiç emin olmadigini, nasil davranmasi, nasil giyinmesi gerektigini bilmedigini, diger kizlar gibi mini etekler, dar kiyafetler giyerek dikkat çekmek ve edepli olmak arasinda tereddüt ettigini, bu isteklerinden utandigini söylüyor, cemaate girince bu sorunlarinin ortadan kalktigini, zira artik hepsine birden sirt çevirmek için bir nedeni oldugunu belirtiyordu. Yasadigi deneyim, onun için bir kirilma noktasiydi, bireylesme istegiyle bagiriyordu televizyon ekranindan, cumhuriyetçi çagdas annelerin "Vah vah! Gitmis kizin namusu, kirletmisler" diyerek dizlerini dövmelerine inat!

Bir baska gün, o kiza benzer birileri yumaktan fiskirmis uçlar olarak, yumruklari havada üniversite bahçesinde bagiriyorlardi. Yillar öncesinin, yine yumruklari havada, baska sloganlar atan kizlarini barindirmis bahçenin degisen görüntüsünün kirildigi yerden yankilanan uzak bir askeri mars, tekbir seslerinden basi dönmeyenlerin kulaklarina çaliniyordu. Medyada duyulanin yalnizca ugultulu ve korkunç "Allahüekber"ler oldugunu söylemeye gerek yok.

Büyülenmeye vakit bile bulamadim. Kütüphane tozlari bana, bir dönüsümü anlatmaktaydi. Yillar öncesinin üniversite bahçesinde parçalanmis ve "patlamis" bir versiyonunu görüp çocuk-hafizamiza korkuyla beraber kazidigimiz "toplumsal hareketler"in, o tarihsel projeleriyle beraber artik geçerliliklerini yitirdiklerini, her yeri saran liberalizmin ideolojik getirisinin, kültürel kimliklerin karsi çikis ve sorgulama mekanizmalari oldugunu söylüyorlardi. Eski toplumsal hareketlerin bugün söndügünü buyuranlar, onlarin ölümünün yasini tutanlar vardi ve yalnizca gündelik sorunlarini birseylerin sinirlarini zorlamak, sistemlerin üzerine kurulduklari zeminleri kaydirmak için kullanan insanlari küçümseyerek, dizlerini dövüyorlardi aldatilan insanlik için. O küçük gündelik hayatlarin, sirtlarinda tasidiklari kimligi ifade edebilmek için, her türlü askin ideali sarsma gücünü küçümsemek, belki de bütün olan-biteni yalnizca bir kriz, degerlerin ve sistemlerin krizi olarak görmek mantiginin bir devamiydi. Tüketim toplumunun "degersiz degerleri"nin insanlari mahvettigi ve pasiflestirdigi bu yeni ortamda, bütün bu kimlikler de bu çilginliga karsi tepkisel cemaatvari içe kapanmalar olarak algilanip, onlarin dizlerini iki kat dövmelerine sebep oluyordu. Bireyin kurtulusu için hiçbir ümitleri kalmamisti. Birey tüketen, eglenen, yiyen-içen, ve sahte seçimlerin büyüsüyle, yabancilasmayi bile yasayamayan, yabancilasmanin ötesinde "gerçekten de gerçek" yanilsamasini yasayan bir yaratiga dönüsmüstü. Birseyler kusursuz bir cinayet örnegine yakin olarak öldürülmüstü* .

Kütüphane tozlarindan bazilari ise, baska seyler söylemekteydi. Sosyolojinin ve özgür bireyin tarihinin asil simdi basladigindan, bu kimlik hareketlerinin artik bireyi askin hiçbir seyin kalmadigi bir ortamda asil "sistem dönüstürücü-sorgulayici" unsurlar olduklarindan, gündelik hayattaki tüketim normlarinin zaten cemaatvari bir içe kapanmayi mümkün kilmadigindan, her içe kapanmanin "pazar" ile eklemlenmesi sonucunda baska birseye dönüsmesinden ve onlarin da pazari dönüstürdügünden söz ediyorlardi. Kamusal alandaki görünürlük, söz söyleme hakki ve kararlara etki etme gücünden olusan iktidar üçgeninin her kösesini ayri ayri zorlayan bu kimlikler, gerekirse bu üçgenin içine yerlesmis "tarafsiz"larin mesruluklarini aldiklari o ulu Aydinlanma düsüncesine de bir omuz atmaktan geri kalmiyorlardi bu teorilere göre. Herseyin kaydigi bir boslukta düsme tehlikesine ragmen.

Bu noktada, söylemini askinliga dayandiran bir tarihsel dönüsüm ve inanç projesinin içinden varolusunu tanimlayan, kendini ideallere adamis erkek ve kadinlari gördüm yumagimda: Kocaman bir kumsalda, bas örtülü kadinlar, tesettür mayolarinin içinde günesleniyorlar, bes yildizli bir otelin hoparlörlerinden yayilan pop müzikte sohbet ediyorlardi. "Hele sükür bizim de gidecegimiz böyle bir otel açildi." Biraz ötede ise bir genç kiz grubunun içinden biri digerlerine gazeteden birsey okuyordu. Islamci bir gazetede bir kadin yazarin erkek yazarlara verip-veristirmesini okurken ve dinleyenler de baslarini sallayarak onaylarken, 60'li yillardaki feministlerin sloganlarini bir ugultu olarak duydum uzaklardan gelen Sonra bir cep telefonunun mekanik melodisi kesti ugultulari. Genç bir kadin plajin erkek tarafindaki kocasiyla konustuktan sonra digerlerine yemege gideceklerini söyleyip izin istedi ve kalkti. Onu gören, yaziyi digerlerine okuyan kiz ise herkesin gözünü alan altin saatine bakarak kendisinin de kalkmasi gerektigini belirtip, tezi için biraz çalisacagini da özenle vurguladi.

O genç kizin gözlerindeki hirsli, inançli ve inatçi piriltidan büyülenmistim. Ve odada açip önüne koydugu dizüstü bilgisayarinin gelismisligi, otel rafinda duvara dayali duran Kur'an CD-Rom'u, yere serili seccade görüntüsü ile beraber kulaklarimda yankilanan, daha önce hiç duymadigim bir müzik aklimi basimdan almisti. Çekistirecektim bu küçük ucu. Küçük "Uç"lari küçümseyip bütün yumak hakkinda kocaman sözler söylemeyi yegleyenlere inat "Uç"un varliginin öneminden dem vuracaktim, stratejilerden degil, gündelik hayatin dönüstürücü gücünden söz edecektim. O sirada bir baska uç, omuzumdan dürttü. Aci ve eksimis bir koku yayildi ortaliga. Hüzünlü bir agit duyuldu, arka planda tekno müzigine bulanmis türkülerle karisik. Bir baska cemaati terk etmis genç bir delikanli, zeki piriltilar saçan gözleriyle bana bakip "Artik hiçbirseye inanmiyorum" dedi. Bu delikanlinin kendini anlatirken "Ben, girdigim bütün imtahanlarda basarili oldum, her okulu birincilikle bitirdim. Üniversite giriste ilk otuz arasindaydim. Ama köyümden çikip-geldigimde, cemaatler basarimi desteklediler, ve benden bir kukla yaratmak istediler. Ben Devlet diye birsey bilmiyorum, yok zaten. Hayatimda benim devlet falan yoktu. Ben insanlara hiçbirsey borçlu degilim. Hiçbir ideal için kendimi feda etmem, hiçbirine de inanmiyorum zaten. Tek bir seye inaniyorum: Para! Param olsaydi, güçlü olurdum. Artik tek bir amacim var: Bir sekilde zengin olmak." sözleriyle biten hikayesi de olasi bir çözümleme ucu muydu yoksa? Korktum. Daha hiçbirsey anlamamis olmaktan korktum. Aceleyle yumagin disina çiktim yeniden. Anladigim sey, yumagin disariya verdigi uçlarda bütünü barindirmasinin çok ötesindeydi. Artik bütün diye birsey yoktu. Bütün'den yana tavir koyanlarin adlandirdiklari sekliyle "uç"lar, yumagi olusturmaktaydilar. Ona baktim: Her zamanki gibi soluk alip-veriyor, her saniye degisiyor, her zamanki korkutucu görüntüsüyle kibirini doya doya yasiyordu. Ona dogru olanca gücümle bagirdim: "Iyi ama sen gerçek bir yumak degilsin ki, uçlarini küçümseyebilecek! Sen uçlardan olusuyorsun artik!" Ve elimi uzatip ona dokundum. O karmasik müzik kafami doldururken, bütün mesafeli durma çabalarimi, manyetik bir alanin çekimi yerle bir etti ve yumak olanca gücüyle beni içine aldi. Kütüphane tozlarinin sakin ve huzur verici ortamindan kopararak o insani sersemleten karmasanin müzigini içime saldi. Basim bu müzigin akil-almaz ritmiyle zonklarken, delirmemek için parazit yapan kendi müzigimi susturmaya çalistim. Kendi müzigimin filtresinden onu dinlemeye devam edersem, beynimin zonklamasinin asla dinmeyecegini, ayaklarimin hiçbir yere basamayacagini, geçmisimden gelen görüntülerin uçlari dügümleyecegini, en korkuncu da, yumagin o özgün ezgisini hiç duyamayacagimi anladim. Müzigimi susturmaya çalisip yumaginkiyle içimi doldururken, artik hiçbirseyin eskisi gibi olamayacagini hissediyordum.

* Fikir Baudrillard'dan alinmistir. Bk. Jean BAUDRYLLARD, Le Crime Parfait, Ed. Galilée, Paris 1995

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1