In Finalis - Sinan Okan Çavus

 

Adi bir zamanlar Afrika kitasi olan anakaranin güney ucunda bir üste, Antarktika torpraklarini kurakliktan kurtarmak için gerekli bilimsel faaliyetleri yürüten bir grup bilimciydik. Üssümüz, altimizdaki güney kutup topraklarinda patlayan savasin etkilerinden, üstümüzde uzanan ve hiç bir yasam türünün varliina izin vermeyen cehennem topraklarindan güvenli bir uzaklikta kurulmustu. Dünyanin geri kalan kismi kuraklik ve savaslar yüzünden çoktan yasanilamaz hale gelmis, varligimizi sürdürebilmek için elimizde kala kala Antarktikaínin gittikçe kuruyan topraklari kalmisti. Bu topraklar dünyada kalan bir kaç milyon insan için o kadar degerliydi ki, paylasim mücadelesi topyekûn -ve önceki bütün savaslar gibi akildisi boyutlarda- bir savasa dönüsmüs, ve birisi dünya üzerinde kalan her türlü yasam biçimini yok edecek silahi harekete geçiren o mesum dügmeye sonunda basmisti.

Digerleri, yani dünyada kalmayi tercih eden veya buna mecbur birakilan insanlarin disinda kalan herkes, uzun bir süre önce dünyayi terketmis, önce aydaki kolonilere, orasi yasanmaz hale gelince Marsítaki kolonilere gitmisler, orasi da yetmeyince binlerce kisilik gruplar halinde gemilere binip evrenin sinirlarina dogru sonu belirsiz bir yolculuga çikmislardi.

Güney kutup topraklarinda süren savas yüzünden uzunca bir süredir bölgeye gidemiyorduk. Uzun zamandir korku ve endiseyle bekledigimiz haber Cehennem Topraklarinin sinirinda, toplam dokuz kisinin yasadigi yeralti üssümüze ulastiginda, güney ufkunu kaplayan ve siradan bir termal firtina habercisi olmasini umdugumuz kara bulutlarin aslinda insanoglunun o güne kadar yarattigi en öldürücü silahin kaldridigi ölüm bulutu oldugunu anladik. Bulutun bize ulasmasi, hava durumuna ve termal rüzgarlara bagli olarak bir gün de sürebilirdi, bir hafta da. Yaptigimiz durum degerlendirmesi toplantisinda -aslinda yapilacak fazla bir sey olmadigi açikti; kaçacak hiç bir yerimizin olmadiginin, dahasi en ufak bir ümit kirimtisinin bile kalmadiginin hepimiz farkindaydik- içimizden iki kisi hiç bir sey yapmayacaklarini ve hiç bir yere gitmeyeceklerini söyledi. Biz ise, milyonlarca yillik evrim sürecinde degismeden kalan, belki de degismeyen tek dürtü olan hayatta kalma dürtüsüyle mi, yoksa olanlarin, yalniz simdi degil, tüm insanlik tarihi boyunca olanlarin akildisiligi -ya da tam tersi, kendini topyekûn yoketmenin insanlik durumunun en temel ve yadsinamaz en somut gerçegi oldugu- karsisinda duydugumuz isyandan mi pek emin olamadan, ama en ufak bir kurtulma ümidimiz olmadiginin bilincinde ve insan neslini bir sekilde sürdürme ütopyasi tasimaksizin oradan uzaklasmayi, mümkün olan en uç noktaya kadar gitmeyi seçtik. Gidecegimiz bu uç nokta ne cografik, ne matematiksel, ne de felsefi bir uç noktaydi -bilinen anlamda kesfedebilecegimiz ve ulasabilecegimiz bütün uç noktalardaydik zaten. Dünya üzerinde bir avuç toprak parçasi üzerinde sikisip kalmis, evrende ise gidebilecegimiz en uç noktaya kadar gitmek için yola koyulmustuk. Bizim yolculugumuz, bütün bunlarin disindaki bir uca, belki de ta en basa, kapanmasi gereken bir döngünün iki ucunu birlestirmeye dogru bir yolculuktu.

Kalan yedimiz, her türlü arazi ve hava kosullarinda kullanilabilen amfibik bir portör ve su sentezleyicisi, besin isleyicisi gibi yasamsal destek ünitelerini tasiyan bir araçla -bütün silahlarimizi geride birakarak- yola çiktik.

Göz alabildigine uzanan çöllerden, kizgin günesin altinda eriyip yok olmaktan simdilik kurtulmus çelik bina iskeletlerinden baska geriye hiç bir sey kalmamis hayalet sehir kalintilarindan geçerek kuzeye dogru ilerledik. &laqno;evremizdeki her sey koyu sari renkteydi. Gökyüzü bile. Zararli günes isinlarini süzecek atmosfer katmanlari yüzyillar önce yok oldugundan gökyüzü, dedelerimizin masallarinda bahsettikleri maviligini yitirmis, yeryüzü ile ayni rengi almisti. Yerçekiminin bizi yere baglayan fiziksel gücünü hissetmiyor olsaydik, koyu sari bir boslukta asili uçuyor oldugumuzu sanabilirdik.

Ardimizda ölüm bulutu, günlerce süren yolculuktan sonra öyle bir yere geldik ki, yasadigimiz bu hayat eger bir son degilse, ve eger öldükten sonra gidecegimiz bir cehennem varsa -cennetten ümidimizi çoktan kesmistik- geldigimiz bu yerden daha kötü olamazdi.

Varabilecegimiz en son nokta...

Uç...

Herseyin basladigi ve son bulacagi yer...

Ayaklarimizin altinda, insanligin bilinen tarihinin basladigi topraklar uzaniyordu. Üzerine yüzyillardir hiç bir canlinin gölgesinin düsmedigi, ulasabildigi her seyi eritip kupkuru bir toza döndüren günesin altinda kirik kemik uçlari gibi yerden firlayan kayalar ve bunlarin arasinda göz alabildigine uzanan, basildigi anda pudra inceliginde bir toza dönüsüp dagilan bu topraklar üzerinde bir zamanlar insanlik tarihinin en renkli ve gelismis medeniyetleri yesermis -ve solmus-, Dionysos bu topraklarda yetisen üzümden yapilan sarapla sarhos olmustu. Buralarda bir zamanlar, fizyolojik ve anatomik olarak bize pek benzemeseler de, insanlar, bizim atalarimiz yasamis, tarihin bize bir masal gibi anlattigi muhtesem kentler, muhtesem medeniyetler kurmuslardi.

Orada, küçük bir tepenin üzerinde durmus altimizda düsmanca uzanan topraga bakarken, bize tarih diye anlatilanlarin aslinda insanlarin birbirlerini daha çabuk ve kolay yok etmek için yaptiklarinin, savaslarin, yikimlarin, kan ve gözyasinin bir özeti oldugunu kavramistim.

Iyi seyler mi? Vardi elbet. Ama ölüsevici tarih bunlarin hiç birini gelecek kusaklara aktarilmaya deger bulmamisti. Masallarimiz gibi rüyalarimiz da kan ve kum rengiydi.

Ve ardimizdaki kara bulutlar gittikçe yaklasmaktaydi.

Kayalarin arasinda siginabilecegimiz, daha dogrusu son anlarimizi gölgesinde geçirebilecegimiz bir kaç küçük magara bulduk. Bizi bir süre idare edecek kadar suyun disinda kalan her seyimizi araçlarda birakarak magaralardan birine girdik.

Son sözler, son dokunuslar, son bir kucaklasma.

Sessizlik.

Bekleyis.

Simdi, burada, oturmus magaranin duvarlarina bakarken, yasadigimiz bütün bunlari, öncesini, onun da öncesini düsünüyorum. Uzun, çok uzun yüzyillar önce burada, benim oturdugum yerde oturmus magaranin duvarina bakan birisi. Bir insan.

Bir kavrayis; öylesine net, öylesine yalin ve öylesine somut bir kavrayis:

Yasanilan onca sey (tarih?), insanlik için bir trajedi olsa da, simdi ve buradaki benim,o zaman ve buradaki, veya herhangi bir zaman ve herhangi bir yerdeki birisi için, diger bir degisle bir tek insanin dogumundan ölümüne kadar geçen süreyi kapsayan bireysel tarih için hiç de o kadar önemli degil.

Ya da...

Tarihin, zamanin, dünyanin, dünya üzerindeki gelmis geçmis tüm insan yasamlarinin en uç noktasinda, su anda ve burada, kalan son yedi kisinin sigindigi bu magaranin bombos sari duvari önünde, bütün her sey önemini yitiriyor.

Etrafima bakiniyorum. Magaranin zemininde, duvarlardan kopup düsmüs kuru kaya parçalari. Bir kaçini toplayarak suyla karistiriyorum. Suyu korkunç bir istahla çeken kaya topaklari bir anda çözülüp koyu sari bir çamura dönüsüyor. Toprak, magaranin duvarlari, etraftaki her sey koyu, kirli bir sari. Bu tekdüzelige renk verebilecek tek sey, bu gezegen üzerinde yasamaya baslayan ilk insanla benim aramdaki yeg,ne somut bag olan ve damarlarimda dolasan yasam kaynagim: Kanim. Sol avucumda bir kesik açiyorum. Damla damla akan kan bulamaca gittikçe koyulasan bir kirmizilik veriyor. Bu bulamaçtan parmak ucumla bir miktar alip, duvarda gizli görüntüleri, ama en altta ve en derinde olanlari çizmeye basliyorum. Bir zamanlar bu topraklar üzerinde yasamis insanlar, yürüyen, konusan, sevisen, avlanan insanlar çiziyorum. Korkan, üzülen, sevinen, aglayan, gülen insanlar; soylari çoktan tükenmis hayvanlar; agaçtan, tastan, topraktan, kamistan yapilmis evler... Sonra elimi oldugu gibi bulamaca batirip avucumu magaranin duvarina dayiyorum.

Ben bu dünyada yasayan en son -ilk- insan degilim.

Ben, benim... Simdi ve buradayim.

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1