Odin'in Diski - Cemal Ener

 

Oturmus düsünüyordum: "Uç"un sinirlari nerede baslar; nerede biter, diye. Tabii sözcügü "uçmak" fiilinin emir kipi olarak anlamiyorsak eger. "Uç" yalnizca cisimsel tasarimlara baglanan; cisimsellik disinda kurgulanamayan bir kavram midir? Yoksa bu nesne baglaminin disina tasan bir "ucu" da var midir? Ve eger varsa, "uç" kavraminin bu ucu, en temel anlamiyla soyutlamanin "sifir noktasina" gönderen bir "topik" olabilir mi? Bu sorulara (özellikle de sonuncusuna) olumlu ya da olumsuz bir cevap vermek olanaksiz gibi görünüyor bana. Olsa olsa bazi noktalara (özellikle de soyutlamanin o "sifir noktasina") isaret etmekle yetinebilirim. Bu kadari bile cüretkârliktir bir bakima.

Ama daha önce dil pratigimize dönebilir; gündelik dilde karsilastigimiz "uç"lardan söz edebilirim. Ya da bir sözlükteki "uç" maddesine basvurabilirim. Gündelik dilde yalnizca cisimlerin sözgelimi bir biçagin ya da mizragin ucundan konusmadigimiz ortada: Yasamin, dahasi fikirlerin ucunu (hatta "asiri" ucunu) da düsünebiliyoruz. Sözlükler de bu sözcügün, mutlaka cisimleri tarif etmeye yönelik bir kavram olmadigini söylüyor. Yine de öncelikli tanimlar genellikle hep bu nesne baglamindan geliyor. Sözgelimi TDK'nin Türkçe Sözlügü'nde (Ankara 1988), "Bir uzakligin son noktasi" karsiligi, "uç" maddesinin ancak dördüncü sirasinda yer aliyor. Sözcügün birinci karsiligi ise su: "Genellikle uzun bir nesnenin incelerek biten son noktasi". Yani sözlükler, bu sözcügün soyut kavramlara uygulanabilecegini kabul ettiginde bile, tanimi daima duyusal deneyimden kaynaklanan bir analoji iliskisi içinde vermeye özen gösteriyor. Bu tür bir yaklasim, "uç" kavraminin iki kullanimi arasinda gerçekten niteliksel bir fark tanimiyor. Kisacasi, "uçtaki" bir fikir, "genellikle" uzun bir fikirler silsilesinin "incelerek biten son noktasi" olmaktan baska bir anlam tasiyamiyor. Hal böyle iken, "incelerek biten son noktalarinin", yani sivriliklerin er ya da geç kirilmak zorunda oldugunu, bir tabiat (ve devlet) gerçegi olarak kabullenmekten baska seçenek kalmiyor tabii. Ama zaten sözlüklerin herhangi bir seyi isaret etmek için elverisli araçlar olduklarini kim söyledi ki? Isaret etmek, parmagini durdugun yerin disina, ötelerde bir yere dogru uzatmak demektir. Oysa sözlükler, daima kazanilmis topraklari tahkim ve iskan etmek için hazirlanir.

O halde hedefime en uygun gibi görünen yola, edebiyat dolambacina sapacagim yine: Borges'in "Disk" adli öyküsü, bir oduncunun agzindan anlatilir. Bu yasli oduncu, orman kiyisindaki kulübesini neredeyse tüm hayati boyunca hiç terketmemis; ne ormanin bittigi yerde tüm dünyayi kaplayan denizi, ne de ormanin öteki ucunu görmüstür. Bir aksamüstü kulübesinin kapisi çalinir ve yüzündeki yara izine, üzerindeki paçavralara ve tüm düskün haline karsin heybetli görünümüyle saygi uyandiran yasli bir yabanci girer içeriye. Yabanciya yatacak bir dösek hazirlar oduncu; ögününü onunla paylasir. Ertesi sabah kulübeden çikarlarken, yabanci yere düsürdügü bastonunu almasini emreder oduncuya. Oduncu, biraz da sasirarak, "Neden sana itaat edecekmisim ki", diye sorar. "Çünkü ben bir kralim", diye karsilik verir yabanci ve kader saati çaldiginda, zaferlerden zaferlere götürdügü halkini yitirdigini anlatir. Üstelik Tanri Odin'in soyundan gelmektedir. Oduncu, deli gözüyle baktigi bu yabancinin anlattiklarindan pek etkilenmis görünmez; ta ki, yabanci hep kapali tuttugu elini açana dek. Oduncu, önce hiçbir sey görmez yabancinin avucunda, ama parmaklarini elinin ayasina götürdügünde, soguk bir seye dokundugunu hisseder ve zayif bir isiltinin parladigina inanir. "Odin'in diski bu," diye açiklar yasli yabanci, "yalniz tek yüzü var." Yeryüzünde tek yüzü olan baska hiçbir sey yoktur gerçekten de ve oduncu bu nesneye sahip olmak arzusuyla yanip tutusur. Ama yabanci, oduncunun diski satmasi için yaptigi tüm teklifleri reddeder. "Eh öyleyse git yoluna", der oduncu ve yabanci sirtini döndügü anda, bir balta darbesiyle öldürür adami. Yere düserken, düskün kralin açilan avucundan havaya dagilan soluk isigi bir kez daha görür ve isigin düstügü noktayi isaretler. Amaci cesedi irmaga atar atmaz, dönüp Odin'in diskini bulmaktir. Ama bulamaz. Ve "Iste," der öykünün sonunda, "yillar geçti, aramayi sürdürüyorum."

Oduncunun, diske sahip olma arzusunun ardinda gizlenen niyet hiç önemli degildir: Diski bir altin külçeyle takas ederek zengin olmayi ya da onu elinde tutarak, güç ve iktidar sahibi olmayi düslemesi hiçbir seyi degistirmez. Tüm bunlari aklindan geçirmistir gerçekten de. Ama ilerlemis yasinin kör ettigi gözleri, onu pek de sevilmedigi köyüne bile gitmekten alikoyarken, arayisini hâlâ sürdürüyor olmasinin ona kazandiracagi hiçbir sey kalmamistir. Yol hedefin yerini almistir bir bakima. "Uç", daha dogrusu "uçta olmak" böyle bir varolusu sürdürme inadinin ta kendisidir. Ve bu haliyle Odin'in diskini çagristirir: Tek yüzü olan bir varolustur; bir baslangici olsa bile, asla bir sonu, bir siniri olamayacaktir, çünkü arayis bir sinirin, daha dogrusu en soy anlamiyla Sinir'in ihlal edildigi noktada baslamistir zaten: Tanri'nin, ya da öyküye dönecek olursak, Odin'in soyundan gelen kralin öldürüldügü noktada. Kralin açilan avucundan havaya firlayan o soluk isik, hiçligin pariltisindan baska bir sey olamaz.

"Tanri'nin ölümü, varolusumuzu kusatan sinirsizlik sinirini ortadan kaldirmakla, varligin dissalligini ilan edebilecek hiçbir seyin kalmadigi bir deneyime dönüstürdü varolusu; yani içsel ve hükümran bir deneyime."1 (M. Foucault, "Von der Subversion des Wissens" içinde "Vorrede zur Iberschreitung", s.34, Ullstein 1978) Foucault'nun da vurguladigi gibi, Tanri'nin ölümünü tarihsel bir egemenligin, sözgelimi Vatikan erkinin yikilmasi ya da tanrisal bir varligin olmadiginin açikça ilan edilmesi olarak anlamak dogru degildir. Bu ölüm, her seyden önce varolus deneyiminin hiçbir dissal etkene bagimli olmayan bir mutlak haline geldigi, bir sabit degere dönüstügü andir. Ve paradoksal bir biçimde, bu ölüm insana kendi deneyiminin bitimliligini hatirlatarak, varolusu sinir düsüncesinin mutlak hakimiyeti altina sokar. Varolmak artik hep sinir boylarinda oyalanmakla ve mümkün olan her firsatta sinirlari ihlal etmekle özdeslesir. Çünkü, "Sinir ve ihlal", der Foucault, "varliklarinin yeginligini karsilikli olarak birbirlerine borçludur: Ihlal edilemeyecek bir sinir varolamazdi; gerçek bir siniri çignemeyen bir ihlal, ancak bir yanilsama olabilirdi. Bir sinirin, onu hükümran bir tavirla çigneyen ve yadsiyan bir hareket disinda, hakikaten varoldugu söylenebilir mi?"2 (M. Foucault, a.g.e., s. 37) Insan deneyimini mutlaklastiran ve içsellestiren bu süreç, ayni zamanda onu ölümlü, yani sonlu bir varlik olarak sonsuzlukla yüz yüze getirir. Yüz yüze, çünkü artik arada hiçbir dolayim yoktur. Yüz yüze, çünkü adina ister Tanri deyin, ister baska bir sey, sonsuzlugun sahibi yoktur artik. Yirminci yüzyilda "uçta yasamak" bir seçim sorunu degildir, çünkü varolus çoktan "uçta olmakla" özdeslesmistir.

Yönetmen Iara Lee'nin, "elektronik bir yol filmi olarak tasarlanan" uzun metrajli belgeseli "Sentetik Hazlar: Seks, Uyusturucu ve Bilgisayarlar", yukaridaki soyut tartismanin gündelik hayatlarimizdaki izdüsümlerini saptamasi bakimindan son derecede ilginç bir film. Insanoglunun dogayi dizginlemek ve denetim altina almak üzere çiktigi yolculugun, dogadan topyekün bir kopusa dogru gelistigini ve muhtemelen tümüyle insan yapimi, sentetik bir iç-dünyadaki inzivayla sonuçlanacagini görmek yeni bir kesif olmayabilir. Ancak bu gelismenin bazi tezahürleri, yukarida kisaca degindigim "sinir ve ihlal oyununda" verimli pek çok yeni düsünceye kapi açacak kadar ilginç. Örnegin bilgisayarlar yardimiyla artik neredeyse her eve giren sanal gerçekligin, artik salt zihinsel bir deneyim olmaktan çikarak, bedensel hazlar da yaratmaya yönelmesi. Artik kapali salonlarda, tüm günesi, dalgalari, (önceden anons edilen) firtinalari ve çevre kirlenmesinden nasibini almamis kumsaliyla yapay bir okyanus kiyisini bedenen de yasamak mümkün. Zaten beden, yirmibirinci yüzyilin esiginde, geçirdigi tüm sarsintilara karsin evrensellik iddiasini sürdüren Bati kökenli bir kültürün tüm dikkatini yönelttigi odak konumuna geldi. Bilim, analitik bir istahla bedeni durmadan parçalarina ayirirken; genetik mühendisligi yardimiyla onu kusursuz kilmaya çalisirken, gündelik hayatta da, ortak paydalari "bedene eziyet" olarak özetlenebilecek bir estetik anlayisi gelisiyor: Dögme gibi, piercing ya da daglama gibi "süsler" artik yalnizca "marjinal" kesimlerin begenisi olmaktan; toplumsal bir baskaldiriyi simgelemekten çikti. Sanki insan, kendisini sonsuzluk karsisinda aciz birakan bu kusurlu (yani ölümlü) varliga durmadan haddini bildirmek; onu mükemmel (yani sonsuz) kilana dek, her firsatta cezalandirmak zorundaymis gibi...

Ama beden, baslibasina bir yazi konusu: Benim burada yaptigim yalnizca oturup düsünmek iste: "Uç"un sinirlari nerede baslar; nerede biter, diye. Hem fazla oturmak da sirtima iyi gelmiyor.

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1