Tuzak

  Gocmenler - Cemal Ener

 

Murat C. omrunun dokuz yilini Orta-Avrupa'nin, barok yapilariyla unlu bir sehrinde gecirmisti. Sonralari soz ne zaman o donemden acilsa, Almanca ogrenirken nedense pek cekici buldugu bir deyimi anadiline cevirerek "kulak arkalarimin henuz yemyesil oldugu yillardi" diye konusmayi aliskanlik haline getirdi. Belki de yalnizca konustugu kisilerle arasina koydugu bir mesafeydi bu deyim; neredeyse kiskanc bir hassasiyetle kurdugu mahremiyetini korumak uzere, tek tarafli olarak oynadigi bir oyunun baslangic vurusuydu. Yuzyillarin deneyimlerinden damitilmis bilgelikleri boylesi gorsel mecazlara dokmek bakimindan hic de fukara sayilamayacak anadilinin dagarciginda, bu Almanca deyimi andirmak bir yana, cagristiracak bir ifade bile bulunmamasi, Murat icin yeterince saglam bir guvenceydi: Eger konustugu kisi bu ayrintiya takilmaz, bu tuhaf ifadenin anlamini merak etmezse, o da kendiyle ilgili soyleyeceklerini beylik ifadelerin otesine tasimamasi; dahasi o insanla fazla icli disli olmamasi gerektigine dair bir isaret aldigina inaniyordu. Boylece olasi tuzaklara dusmekten ve mahremiyetini "kurda kusa yem etmekten" kurtuldugunu dusunuyordu. Hayatinda, uzerine boylesine titizlikle titremesini gerektiren bir sir olup olmadigina oyle uzun boylu kafa yormadi hic. Kimligini soylediklerinden cok sakladiklariyla kurdugunu bilmek ona ne kadar kirilgan olursa olsun, bir guven duygusu veriyordu. Ve gecip giden yillar icinde o deyimin anlamini soran insanlarin azligi bile, onu bu "mahremiyet oyunundan" kuskuya dusurmeye yetmedi.

Onu yurtdisina gitmeden once de tanirdim, ama aramizda bir dostluga benzer bir seyin gelismesi, donusunden bir yil sonraya rastlar. Yakinlasmamizda, o mahremiyet sinavindan gecmek zorunda olmayisimin da bir rol oynayip oynamadigini hep merak etmisimdir. "Kulaklarimin arkasi yesildi" derken, toylugunu, pismemisligini vurgulamak istedigini anliyordum, cunku ben de Almanca biliyordum. O bozbulanik Orta-Avrupa gogunun altinda, kunt binalarin onunde, tramvay duraklarinda, agir mobilyalarla dosenmis los kahvelerde, ama en cok da insana bir kutsallik cagristiran uzun universite koridorlarinin iki yanina dizillmis eski ogretim uyelerinin bustleri arasinda cekilmis fotograflarina bakarken, toylukla neyi kastetigini sezer gibi olurdum. O resimlerdeki yuzde biraz da igreti duran kayitsiz ifadenin ardindan, baskaliginin farkinda bir insan bakardi. Ve galiba bu farkindaligin verdigi kibri denetleyememis olmaktan oturu hep hafif bir utanc, bir sucluluk duydu.

Ogrenim hayati cok basarili gecmisti. Liseden sonra onemli bir burs kazanmis ve alti yilda tamamlayanlarin bile basarili sayildigi bir ortamda, tip ogrenimini bes yila sigdirmisti. Bu arada, tip tahsili icin zorunlu olarak ogrendigi Latince sayesinde felsefeye merak salmis ve bir donem felsefe fakultesindeki bazi derslere de devam etmisti. ogreniminin ardindan iki yil boyunca bir hastanede calistigini biliyordum, ama sonrasi biraz bulanikti. Yurtdisinda gecirdigi son iki yila iliskin bilgilerim, daginik konusmalarindan cikardigim boluk porcuk izlenimlerle sinirli kaldi: Bir tur sehirici seyyahlik olarak adlandirdigi avare bir hayat surdurmus; Kraliyet Tiyatrosu'nda figuranliktan, sebze halinde tam olarak tanimlanmamis agir islere kadar bir dizi gecici ise girip cikmisti. Karli bir kis gunu, haldeki bir depoda ulkesinden gelen mandalinalari ayikladigini anlatmisti bir seferinde. Gorevi, hatali paketleme yuzunden daha sandiktayken kuflenen mandalinalarin arasindan saglamlarini kurtarmakmis: Eksi bes derecede solugunun buharina karisan kuf tozunun burun deliklerinde biraktigi kapkara izleri buruk bir keyifle hatirliyordu nedense.

Ve bir gun ansizin donmeye karar verdi. Yoksa dokuz yil once ayrildigi ulkeye yeniden "gocmeye" karar verdi demek daha mi dogru olur? Cunku o her yere yabanciydi bir bakima. ustelik onu bu ulkeye baglayabilecek ne bir kardesi, ne de yakin bir akrabasi vardi. Babasini hic tanimamis; annesini de henuz lisede okurken bir trafik kazasinda kaybetmisti.

Sahip oldugu az sayidaki esyayi (bir yatak, bir calisma masasi, bir kitaplik ve bir koltuktan ibaretti bunlar) tanidigi birkac insana dagitmisti. Yalnizca kitaplarindan ayrilmak istemiyordu. Ama donecegi yerde h�l� darbe kosullari hukum suruyordu ve Murat boyle bir ortamda kitaplarin insana tehlikeli tuzaklar hazirlayabilecegini, yurtdisinda gecirdigi uzun yillara ragmen unutmamisti. Alisilmadik olcude soguk gecen bir kasim ayinda, kitaplarini toplamaya giristi. Basina dert acabileceginden korktugu kitaplari bir kenara ayirdiktan sonra, kalanlari halden topladigi elma sandiklarina yerlestirdi ve tren kargosuyla ulkesine yolladi.

Murat ulkesine ucakla dondu. Kitaplariysa yeniden alismaya calistigi Istanbul'a, ondan neredeyse bir bucuk ay sonra vardi. Kitapla dolu uc sandigi teslim almak uzere gittigi gumrukte, temkinli davranmakla ne denli yerinde bir karar vermis olduguna sevinemedi bile. Cunku gumruk memurlari, sandiklari olaganustu donemlere ozgu bir isguzarlikla didik didik ararlarken, uzerine titredigi bir kitabin digerlerinin arasinda bulunmadigini farketmisti. Evegelir gelmez sandiklari bir kez daha altust etti. Ama neredeyse bir panik icinde surdurdugu bu arayisin sonuna geldiginde, kitabin sakincali sayarak ayikladigi oteki kitaplarla birlikte, ayrildigi sehirdeki bir sahafin raflarini boyladigini anlamisti.

Ayni sahaf miydi bilmiyorum, ama kendisinin de o kitabi bir sahafta buldugunu anlatmisti bana. Donusunun uzerinden bir yil gectigi halde, her hatirladiginda ici sizlayarak soz ettigi kitabin neye benzedigini, kisa surede neredeyse ezberlemistim: Pek eski olmadigi halde, nadir ve kiymetli bir kitapti bu. 1958 yilinda Avusturyali kucuk bir yayinci tarafindan, sinirli sayida (yanlis hatirlamiyorsam 999 adet) basilmisti. Pek iri sayilamayacagini ve nefti yesil, deri bir cildi oldugunu da ogrenmistim. Kitabin basligi, sirt derisine altin yaldizli harflerle daglanmisti: "Gocmenler". on ve arka kapagin ic yuzleri ebru desenli kalin kartonla kaplanmisti. Bunlar ve buna benzer birkac ayrinti daha, kitabi gozumun onunde tum somutluguyla canlandirabilmeme yetiyordu, ama icerigi konusunda hemen hicbir fikre sahip degildim. Ama beni asil hayrete dusuren sey, Murat'in da bu konuda benden daha fazlasini bilmedigini ogrenmek oldu. Yillarca kitapliginin bas kosesinde sakladigi halde; zaman zaman eline alip sayfalarini karistirdigi; ustelik icerigini ogrenmek icin yakici bir merak duydugu halde, kitabi okuma isini, ustesinden gelemedigi bir tedirginlik yuzunden hep belirsiz bir tarihe erteledigini soyluyordu. Yalnizca bu tedirginligini degil, boylesine onem verdigi bir kitabin gozden cikardigi esyalar arasina karismasina neden olan dalginligini da anlayamiyordum. Dogrusunu soylemek gerekirse bunun icin buyuk bir caba da sarfetmedim. Onun da buna verebilecegi doyurucu bir cevabi olmadigini hissettigim icin belki. Zaten kendisi de bir sure sonra kitabi unutmus gorundu. Gorundu, diyorum, cunku gercegin cok farkli oldugunu, yaklasik iki yil sonra Martina P.'den ogrenecektim.

Murat ulkesiyle birlikte,yurtdisinda gecirdigi son iki senenin anlasilmaz bir bicimde uzaklastirdigi meslegine de donmustu. Uzun yillar ayri kaldigi sehre yerlesmekle gecen ilk uc ayin ardindan, ozel bir hastanede is bulmakta gucluk cekmedi. Martina'yi da bu is sayesinde tanidi. Yabanci bir ilac firmasinda calisan Alman bir kimyagerdi Martina. Tanismalarinin uzerinden bes ay bile gecmeden, her ikisi de yalniz yasadiklari dairelerinden ayrilip, birlikte kiraladiklari daha buyuk bir eve tasindilar. Iliskileri birinci yilini doldururken cocuk yapmaktan soz etmeye bile baslamislardi. Ve Murat'in nobetleri bu donemde ortaya cikti.

Tip dilinde boylesi nobetlere nasil bir teshis konuldugunu bilmiyorum. Murat'in agir bir melankoli yasadigini dusunuyordum ben. Ama kendisi tibbi yardim onerilerine inatla sirt ceviriyordu. Nobete girdigi zamanlarda, karanlik bir ifade cokuyordu yuzune. Cogunlukla hicbir sey yemiyor, ya da ogunlerini bir dilim peynir ekmekle gecistiriyordu. Bazen oturdugu bir koltuktan saatlerce kalkmadan, gozunu bir noktaya dikip baktigi oluyordu. Zorunlu haller disinda kimseyle konusmuyor; zaman zaman basladigi bir sozun sonunu bile getirmeden susuyordu. onceleri cok sik tekrarlanmiyor ve gorece cabuk atlatiliyordu bu nobetler. Bu donemde yorucu bir gayretle de olsa, hastanedeki gorevlerini surdurebiliyordu henuz. Ama durumu bir yil icinde hizla agirlasti ve onu isinden ayrilmak zorunda birakti. Bu bir mayis ayindaydi. Bunu izleyen iki ay icinde olaylar basdondurucu bir hizla gelisti.

Haziran basinda Martina'dan bir telefon geldi. Bir gun sonra, isi geregi kisa bir sure icin ulkesine gitmesi gerektigini soyluyor ve kendisini havalimanina birakmami rica ediyordu. Benimle Murat hakkinda konusmak istedigini anladim. Ertesi gun Murat'in yine o kitabi sayiklamaya basladigini ogrendim. Ancak Martina bu kez kitabi bulmakta kararliydi ve bu konuda bir hayli yol da almisti. Yaklasik bir bucuk ay once, Alman Yayincilar Birligi'yle baslattigi yazismalar sayesinde, ulkesinde eski ve nadir eserlerin el degistirdigi bir tur kitap borsasinin varligindan haberdar olmustu. Duzenli olarak yayinlanan bir bultende, bu tur eserleri satmak ya da almak isteyenlerin ilanlarina da yer veriliyordu. Martina bunu ogrenir ogrenmez, bultene kendi adiyla bir ilan vererek, aradigi kitabin basligini, yayincisini ve yayinlandigi tarihi bildirmisti. Havalimaninin kafeteryasinda, bana bunlari anlattiktan sonra cantasindan bir mektup cikardi. Cok kisa ve resmi bir dille yazilmis bu mektubun belki de tek ilginc yani, o siralarda henuz Dogu Bloku'nun bir parcasi olan Demokratik Almanya'daki kucuk bir sehirden postalanmis olmasiydi. Mektubu yazan kisi, elinde Martina'nin aradigi kitabin bir nushasi oldugunu belirtiyor ve satmak icin istedigi fiyati bildiriyordu. Cok yuksek bir fiyat degildi bu. Martina, mektubu yeniden cantasina yerlestirirken kalkti. Mektubu yazan kisiyi gormeye calisacagini soyledi ve yoklugunda Murat'a goz kulak olmami tembihledi.

On gun sonra dondugunde, kitap bavulundaydi. Onu havalimaninda karsiladim ve evine biraktim. Yolda, kitabi Murat'a agustos basindaki dogumgununde vermek istedigini soyledi. Ama o kadar bile sabredemedi. Isi biraktiktan sonra, Murat'in durumunda hafif bir duzelme olmustu, ama bu pek koklu bir degisiklik sayilmazdi. Yine de is baskisinin uzerinden kalkmasi, ona iyi gelmis gibiydi. Seyrek de olsa evden cikiyor; yuruyus yapiyor; bazen deniz kiyisindaki bir kahvede saatlerce oturuyordu. Bu arada Martina'nin ve benim ustelemelerimize daha fazla direnememis ve bir konusma terapisine girmeyi kabul etmisti. Martina iste boyle bir donemde, Murat'in toparlanmasini hizlandiracagini dusundugu icin, birlikte tatile cikmalarina karar verdi ve isinden izin aldi. Murat buna da direnmedi. Iki haftaligina, guneydeki kucuk bir kasabaya gittiler. Donduklerinde Murat kitabi okumustu.

Temmuz ortasinda aniden bastiran dayanilmaz sicaklar h�l� suruyordu. Murat, dogumgununden uc gun once, bir aksam vakti evime geldi. Kapiyi actigimda onu gorunce sasirdigimi hatirliyorum. Bana gelmeyeli cok uzun zaman olmustu. Onu, ya kendi evinde ya da nadiren birlikte ciktigimiz yuruyuslerde gormeye alismistim. Hava artik adamakilli kararmisti, ama sicak insana nefes aldirmiyordu. Balkona ciktik. Elindeki kitabi masanin uzerine birakirken, "Sonunda okudum", dedi. Bana kitaptan soz etmek istedigini sanarak sustum ve yuzune baktim. Ama baska bir sey soylemedi. O gece kitap disinda her seyden konustuk. Yuzune renk, hareketlerine canlilik gelmisti. Giderken masanin uzerindeki yesil cildi gostererek, "Sende kalsin simdilik," dedi "belki okursun." Murat ciktiktan sonra, nedenini bilmeden kitabi masadan aldim ve misafir odasi olarak kullandigim, kucuk odadaki calisma masasinin bir gozune koydum.

Bu Murat'i son gorusum oldu. Ertesi sabah, Martina telefon etti ve onun gece eve gelmedigini soyledi. Sesi endiseliydi. Onu yatistirmaya calistim. Ama benim sukunetim de kisa surdu. Iki gun sonra Martina'yla hastaneleri dolasmaya basladik; kaybolusunun onuncu gununde de polise haber verdik.

Tum aramalar sonucsuz kaldi. Murat'in kaybolusunu izleyen sekiz ay icinde, Martina kendini insanustu bir gayretle isine verdi. Ama bu tempoya da ancak sekiz ay dayanabildi. ulkesine donme kararini bana bildirirken, Murat'i bir daha gorebileceginden tum umudunu kesmis gibiydi. Bense bir sure daha beklemeyi ve ondan her an haber alacakmis gibi yasamayi surdurdum. Ama sonunda korunma durtum unutkanligi cagirdi yardima. Zaten Martina'nin gidisinden sonra onu bana hatirlatacak pek fazla bir sey de kalmamisti. Kitap disinda tabii...

Kitabi okudum. Ama tam bes yil sonra! Murat'in o eski tedirginligi bana da bulasmis gibiydi. Okumak gelmiyordu icimden; hatta kapagina dokunmaktan bile tuhaf bir urkuntu duyuyordum. Aradan gecen zaman icinde onu dusunmemeye zorladim kendimi. Tumuyle aklimdan ciktigi donemler bile oldu. Yine de tum bu cabalarimin beyhude, hatta anlamsiz oldugunu basindan beri biliyordum. Ayrica yasananlarin anisi siliklesip, yakiciligini yitirdikce, kitapla yuzlesecek gucu bulabilecegimi de biliyordum. oyle de oldu: Yine bir agustos basinda, artik vaktin geldigini hissettim. Yillik iznimi kullandim; kitabi cantama yerlestirerek, Murat'in izinden, guneydeki o sahil kasabasinin yolunu tuttum.

Murat'in anlattiklarindan kafamda canlandirdigim kitap, aslinin tipatip aynisi diyebilirim. Yalniz kapakta (daha dogrusu cilt sirtinda) yer verilmedigi icin, bir de altbasligi oldugunu bilemezdim. Ilk sayfayi acinca ogrendim bunu: "Gocmenler" basliginin altinda, daha kucuk puntolarla "Dort Uzun Hik�ye" yazisi okunuyordu. Eserin bir basyapit oldugunu soylemek abartili olur. Ancak etkileyici bir kesinlik tutkusu ve ozenli bir dil isciligiyle yazilmisti. Yazildigi donem icin bile (ki bu yayinlandigi tarihle ayniydi) biraz "eskimis" sayilabilecek bir asalet tasiyordu.

Kitapta gercekten de dort ayri metin vardi. Ama altbasliga ragmen, bunlari soy anlamda birer oyku olarak degerlendirmek guc. Bumetinlere edebi portreler demek daha dogru olur saniyorum. Bu dort bolumden her biri bir baska kisiyi anlatiyordu ve bunlarin hepsi de erkekti. Aralarindaki tek ortak noktanin gocmenlik, ya da multecilik oldugu soylenebilir. Bir de tabii, yazarla olan dostluklari... Dunyanin dort ayri noktasindan baslayan yolculuklari, bu insanlari tarihte gorulmus en buyuk vahsetin ve yikiminin icinden gecirip, belki de adini bile duymadiklari cografyalara, sehirlere savurmustu. Belki zaman zaman yollari kesismisti; birbirlerine dokunabilecek kadar yaklasmislar, ama hic tanismamislardi. Kaderleri de farkli gelismisti; aralarindan biri eceliyle, ama yoksulluk icinde olmus, diger ikisiyse intihar etmisti. Dorduncu kisinin akibeti bilinmiyordu. Yazar, iliskilerinin kendilerine bagli olmayan nedenlerden koptugunu ve kitabi yazdigi sirada, ondan aldigi son mektubun uzerinden dort yil gectigini anlatiyordu. Bu insanlarin gercekten yasamis kisiler oldugu, metnin icine serpistirilmis fotograflardan da anlasiliyordu.

Kitabin, Murat icin neden boyle buyulu (yoksa "lanetli mi demeli?) bir onemi oldugunu anlamak icin, dorduncu bolume kadar beklemem gerekti. Dorduncu hik�yede anlatilan kisi yari Turk'tu ve metnin icinde yalnizca bir fotografina yer verilmisti: Gunesli bir gunde, Berlin'deki yikik bir binanin onunde, kendisinden daha yasli gorunen yazarin koluna girmis, hafifce geriye kaykilarak kameraya gulumseyen bu adam, Murat'a sasilacak kadar benziyordu.

Kitabin yazari da, tipki anlattigi insanlar gibi, bir multeciydi. 1914 yilinda Budapeste'de dogmus bir Macar Yahudisiydi. Ilk kez, okumak uzere gittigi Berlin'de, Hitler'in iktidari ele gecirmesi uzerine barinamamis ve once Londra'ya, ardindan da Amerika'ya gocmustu. Savasin sonunda, tercuman olarak gorev yaptigi Amerikan birlikleriyle, Berlin'e bir kez daha donmus ve kitapta adini Ismet olarak verdigi kisiyle de bu ikinci Berlin doneminde tanismisti. Yazarin niyeti bir biyografi yazmak degildi. O, kisa surede sevip yakin dost oldugu bu insanla yasadiklarini anlatirken, dramatik bir donemin, belki de tarih kitaplarina hic girmeyecek olan bir baska yuzunu unutturmamaya cabaliyordu. Yine de satir aralarina sikismis bazi ifadelerden, artik Murat'in babasi oldugunu dusunmeye basladigim bu insan hakkinda bir bilgi edinebildim.

Ismet, yazardan on yas daha kucuktu. Ekim devriminden kacarak Istanbul'a yerlesmis bir ailenin Rus kiziyla, Turk bir babanin evliliginden dogmustu. Ruscayi en az Turkce kadar mukemmel konusabilmesinin sirri da buydu. Savas sirasinda okudugu Alman Lisesi'nde, bu dillere bir de Almancayi eklemisti. Savasin hemen ertesinde, okumak amaciyla Berlin'e gelmisti. Burada tanistigi bazi insanlarin da etkisiyle sosyalist fikirlerle ilgilenmeye baslamis ve pek cok insanin tersine, kendi istegiyle Berlin'in Rus denetimindeki dogu bolgesine yerlesmisti. Yazarinkine benzer bir isi o da Rus ordusunda yapiyordu. Yazar, iki bolge arasindaki gecisler serbest oldugu surece, bu kararin iliskilerini engellemedigini anlatiyordu. Ancak bir sabah uyandiklarinda, yerini sonraki yillarda duvara birakacak olan dikenli telerle karsilasmislar ve dostluklarini ancak mektuplarla surdurebilmisler. Ta ki, yazarin israrli mektuplarina hicbir cevap gelmez olana dek... Hik�yenin sonunda yazara gelen son mektubun hangi sehirden postalandigi da belirtilmisti. Martina'ya kitabi satan Alman'in yasadigi sehirdi bu.

Kitap, biraz once son sayfasini da okuyup bir sure denize baktiktan sonra biraktigim yerde, kumsaldaki cakiltaslarinin uzerinde, havlumla birlikte duruyor. Simdi oturdugum kahvenin terasindan bile gorebiliyorum onu. Aramizdaki mesafenin iyice kuculttugu boyutlarina inanmaz gozlerle bakiyorum. Onu okurken, kisacik bir insan hayatina ne cok tarih sigabildigini hayretle farketmistim. Simdiyse kucucuk bir kitaba ne buyuk hayatlar sigdigina sasiyorum.

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1