Sonsuz

  Bir Mayis Ikindisi Bir Askerin Dalip Gittigi Tuhaf Dusunceler - Selim Ergun

 

Bundan yaklasik uc bucuk yil onceydi. Mayis sonlarinda gunesli, piril piril bir gun. Arkadasimla sabahtan beri sokaklarinda dolasip durdugumuz kucuk kentte, caminin hemen onundeki cinar agacinin altindaki kahveye oturmus, caylarimizi iciyorduk...

Ikimiz de iyi hissediyorduk kendimizi. Gunlerce suren yagmurlu hava ve o soguk gunler geride kalmis, hava isinmis ve terhisimize bes gun kalmisti.

Kisa donem askerligimi yaptigim o kucuk tasra kentini sevmistim. Tek bir anacaddesi ve bu anacaddeden iceri dogru kivrilan kucuk sokaklari vardi... Kentin butun guzelligi de o kucuk sokaklarda sakliydi...

Daha oraya geldigim ilk gun dikkatimi cekmisti, seyyar saticilar ve esnaf disinda insanlar burada yabancilarin, yani askerlerin yuzune hic bakmiyorlar, onlarla ilgilenmiyorlardi. Oysa tasrada yabancilara hep merakli gozlerle bakilir. Burada ise kente gelip kisa donem askerligini yapan tek bir insan tipi vardi galiba onlar icin. Ve bu ilgisizlik, kayitsizlik hosuma gidiyordu.

Zaten taninmayacak haldeydim, gec geldigim icin bana en az uc belki de dort numara buyuk gelen bir uniforma kalmisti. Ayrica toz, gunes ve kuru hava... Dudaklarim catlamis, sismis; kulaklarimin arkasi soyulmus, yuzum kiremit kirmizisi bir renk almisti. Sadece fiziksel olarak degil, ruhsal olarak da ben orada bir baska bendim. Etraftaki ciplak daglara, ileride uzanan gumus renkli gole bakarak hayatin anlami uzerine cok dusunmustum orada... Ðki aylik bu uzun meditasyonun ardindan aldigim kararlar tek bir cumleyle de ozetlenebilirdi. Geri donunce degisecektim. Ama nasil? Bilmiyordum, tek bildigim degisme istegimdi.

Ama o pazar ikindisi carsi izninin bitmesine bir saat kala geldigimiz o kahvede cay icerken boyle seyler dusunmuyordum. Ogleden sonra o dar sokaklarda dolasmaya basladiktan sonra zihnimde tatli bir hafiflik demlenmisti agir agir...

Gunesin tatli isigi altinda yikanan o daracik sokaklar, uyusuk kediler, huzunlu basibos kopekler, bahcelerden gelen cicek kokulari, minderlerin ustunde elisi yapan kadinlar, bisikletle dolasan cocuklar, kahvede oturan yaslilar, cinarin golgesinde mis gibi demli guzel bir cay servisi yapan garsonlar, ikindi namazi icin abdest alanlar, hamamin onunde ipe dizilmis nemli beyaz havlular ve butun bunlarin ortasinda varolmaktan keyif alan, terhisine bes gun kalmis bir kisa donem er, yani ben...

Istanbul'dan bir gece otobusune binip yola ciktigimda bile hala bir oyun gibiydi hersey. Otobus sirketleri uc gece boyunca Turkiye'nin dort bir tarafindan insan tasiyordu o kente. Dolayisiyla mola yerlerinde bile liseden, universiteden ve baska yerlerden tanidigim insanlarla karsilasiyor, hep birlikte kendimizle dalga gecip duruyorduk.

Sabaha karsi henuz aydinlik basmadan dalip gittigimi hatirliyorum. Otobusun acilan kapisindan iceri giren soguk havayla uyandigimda, alacakaranlikti ve her yerim tutulmustu. Bir Anadolu kentindeydik, gri bir devlet binasinin hemen yaninda duruyordu otobus. Herseyi unutup yatagimda olmak istedim ama birden yatagima, evimin rahatligina cok ama cok uzak oldugumu anladim. Hersey tam da o vakit baslamisti galiba. Yanimdaki arkadasim uyandigimi gorunce "Afyon'a geldik, az kaldi" demisti...

Ama o an, cinar altinda otururken Afyon'da safak vakti girdigim alacakaranlik kusagindan artik ciktigimi hissediyordum. Bir kere bahar coktan gelmis, havalar iyice isinmis, yazin ilk gunlerindeki o tatli sicaklar baslamisti. Daha da onemlisi ben artik Afyon'da otobuste uyanip etrafina umitsizce bakan insan degildim artik. Degismistim...

Ikinci caylar geldiginde yanimdaki arkadasim bir baskasiyla muhabbete dalip gitmisti ve ben de sandalyemi yan dondurup etrafi seyretmeye baslamistim. Birden dort bes metre ilerimde, bir sandalyenin ustune oturmus yasli bir adam gordum. Ðki eliyle bastonuna tutunmus, hizli hizli soluk alip veriyordu. O kadar masum ve sefkate muhtac bir yuzu vardi ki... Belli ki ikindiyi kilmak icin, hava guzel diye evinden tek basina cikip yurumus ama camiye geldiginde halsizlikten ilk buldugu sandalyeye cokup kalmisti. Evden cikarken ustune basina ozen gostermis, temiz pak giyinmisti. Bogazimda bir seylerin dugumlendigini hissettim...

Gozumun onune onun yilin bu ilk sicak gununde evinden cikarkenki yasam sevinci geliverdi, hazirlanisi, sehrin dar sokaklarindaki yuruyusu... Amaci belli ki ikindi namazindan sonra bu kahveye gelip oturmak, etrafi seyretmekti. Ama nefes nefese kalmis ve kahveye zar zor gelmisti. Yanina gidip bir seyi olup olmadigini sormaya karar verdigimde, kahveci yanina gidip konustu onunla biraz. Sonra sirtini sivazlayip ayrildi. Demek ki ciddi bir sey yoktu. Hem her gecen an nefes alip verisleri biraz daha duzeliyordu. Yine de gozlerimi ondan ayiramiyordum ama bir sey olmadi, sonra yanina baska bir yasli geldi, birlikte hic konusmadan etrafi seyretmeye devam ettiler. Bir an, onun omrunde gorecegi ilkyaz ikindilerinin sayisinin giderek azaldigini dusundum.

Sonra da etrafima bakip "Bundan 150 yil sonra bu ikindi vaktinin tek bir tanigi dahi kalmayacak artik" diye gecirdim icimden..

Orada o cinar altindaki sesleri dinledim, etrafta hayat vardi ve hersey cok guzeldi ve hayatin hep devam edecegini bilmek guzeldi. Canlilarin tek gorevi buydu belki, varolma keyfini yeryuzunde surdurebilmek...

Yillar once tek kanalli TRT doneminde bir cumartesi aksami "On The Beach" diye bir film oynamisti. Nukleer bir savas sonrasinda yeryuzunde hayat sadece Avustralya kitasinda devam ediyor ama nukleer felaketin getirdigi olum oraya da yavas yavas yaklasiyordu. Sag kalanlardan bir grup Amerikali bir denizaltina binip vatan ozlemlerini gidermek icin ABD'ye geliyorlardi. New York'a geldiklerinde iclerinden biri dayanamayip bos caddelere atiyordu kendini... O ana kadar sakin ama huzunlu bir tonda ilerleyen film insansiz New York goruntuleriyle beraber tanimlanmasi zor bir patetizme ulasiyordu... Film beni o kadar cok etkilemisti ki birkac gece ruyalarima girdi... Hala da en buyuk kabusum kiyamet kabusudur, bir gun yeryuzundeki hayatin tumuyle bitebilecegi dusuncesi kendi olumumden daha cok korkutur beni...

Ama ironik de olsa bir gun, milyonlarca yil sonra, er ya da gec Gunes patlayacak ve insan irkinin Yeryuzu'nde kurdugu uygarlik da yokolup gidecek. Suphesiz bes milyon yil sonra insanoglunun uzayi fethetme ihtimali de azimsanacak gibi degil. Bu noktada, hayat ve varolus kavramlarini gezegenimizle degil de evren fikriyle iliskilendirmek daha dogru bir seymis gibi geliyor bana. Ozellikle de bilimkurgu edebiyatiyla ilgilenmeye basladiktan sonra... Evren fikri de en genis anlamda hepimizin o Buyuk Patlama'nin cocuklari oldugu gercegine goturuyor insani ister istemez. Tek bir an ve tek bir kaynak... Bir de uzay zaman boyutu dusunulurse, gecmis ve gelecegin tek bir anin icinde donup durdugu da soylenebilir... Her an sonsuzluga acilan bir kapi belki.

Butun bunlari terhisine bes gun kala bir asker, bir caminin hemen onundeki bir acik hava kahvesinde bir cinarin altina oturmus cayini yudumlarken dusunuyordu. O ani bir daha unutamadi. O anin icinde nelerin sakli oldugunu da tam olarak anlayamadi. Tek bildigi, olumun o dayanilmaz gercekliginin aklina dusup de onu rahatsiz etmedigi nadir bir an yasadigiydi...

"Ne o nerelere daldin?" dedi arkadasi... Gulumsedi asker ve "Burasi cok guzel, biraz daha oturalim" dedi. Sonra ikisi de ayni anda saatlerine baktilar, yarim saat sonra carsi izni, bes gun sonra da askerlik bitecekti.

Iclerinden biri, o Mayis ikindisini asla unutamayacagini henuz bilmiyordu. Bugun bile neden hala unutamadigini tam olarak bilmiyor. Dusunsenize, her birimizin boyle onemini tam olarak kavrayamadigi ama bir turlu de unutamadigi ne kadar cok an vardir... Varolusa dair bir sir varsa, bu sir o anlarda gizlidir belki...

 

Hosted by www.Geocities.ws

1