Þifre

  SIFRE - Cemal Ener

 

Arap bilgini el-Harezmi'nin, ya da Avrupa'da bilinen adiyla Algoritmi'nin Hint rakamlarini ve bunlarla yapilabilecek islemleri tanitmak uzere yazdigi bir kitabin ("Cebir ve Denkleme"), Salem manastirinda bulunan ve 13. yuzyil basindan kaynaklanan Italyanca bir cevirisine, metni cogaltmakla yukumlu yazici kendi goruslerini de eklemeden duramamis: "Tum sayilar bir'den cikmistir, bir ise sifir'dan. Sifir'da buyuk bir mabedin sakli oldugunu bilmek gerek: O (Tanri/C.E), ne baslangici ne de sonu olan sifir'da simgelenir ve tipki sifir gibi ne cogalir, ne de azalir; ne O'na akan, ne de O'ndan kopan bir irmak vardir. Ve sifir'in tum sayilari on kati cogaltmasi gibi, O da, yalnizca on kat degil, binlerce kat cogaltir, hatta dogrusu, O her seyi hiclikten yaratir, esirger ve yonlendirir."

Bu yazicinin adi bilinmiyor, ama 13. yuzyil baslarinda henuz cok kisitli bir cevrede ve yeni yeni taninmaya baslayan bu "buyulu" rakamin degeri ya da islevi karsisinda kapildigi hayret, hayranlik ve giderek vecd duygulariyla doneminin tipik bir temsilcisi olduguna kusku yok. Yukaridaki not dikkatle okundugunda, yazicinin kapildigi duygunun iki ayri bakis acisinin urunu oldugu anlasiliyor. Bunlardan biri, simgenin bicimiyle ilgili ve o donem icin bile yeni sayilmaz: Kendi uzerine kapanan cizgi, yani daire oldum olasi mukemmelligin, mutlak bir tamamlanmisligin simgesiydi ve bu anlamda tanrisal cagrisimlarla yuklu olmasinda sasilacak bir yan yoktu. Yeni olan, matematiksel bir deger ya da islev olarak sifir'in "varligiydi". Kendinde bir hic olan bu rakam, diger rakamlarla iliski icine girdigi anda buyuk bir guce donusuyordu: sifir'la yeni tanisan bir kesisin gozunde tanrisal bir guce... Sifir'in ve Avrupa'da halen Arap rakamlari olarak bilinen rakamlarin gecmisi 13. yuzyildan cok daha oncelere dayaniyordu oysa. Sayilari bir'den dokuz'a kadar siralamayi, bu dokuz rakami hanelere ayirarak yazmayi ve hicbir sayinin doldurmadigi, yani bos kalan hanelerin dusmesini engellemek icin bir simge yaratmayi ilk dusunenler Hintliler olmustu. Bu simgeye "sunya", yani BOSLUK dediler. Bu sayisal sistem, 9. yuzyilin ortalarina dogru Araplar'a, oradan da Avrupa'ya gecti. Ama onemli bir gecikmeyle: "Algoritmi"nin matematik kitabi, Latince'ye yaklasik uc yuzyil sonra cevrildi. Araplar, bu sistemi Hintliler'den alirken, "sunya" kavramina kendi dillerinden bir karsilik bulma yolunu secmis ve ona "as-sifr" demislerdi. As-sifr; yani BOSLUK. Oysa Arap rakamlarinin Avrupa'da yayilmasina buyuk katkida bulunmus olan Piza'li tuccar Leonardo, daha kestirme bir yol izledi. Avrupa icin henuz yeni sayilabilecek bu rakamlarla neler yapilabilecegini anlatmak uzere yazdigi "Liber abaci" adli kitabinda, dokuz rakami siraladiktan sonra sunlari ekliyordu: "Bu dokuz rakam ve Arapca'da sifr denilen, su '0' isaretiyle, istenilen her sayi yazilabilir." Hesaplanabilir bir deger olarak bosluk kavraminin ve kavrami niteleyen sozcugun Avrupa kulturundeki seruveni belki de bu noktada basladi. "Arap" rakamlariyla gelen sayisal sistemin, Avrupa kokenli bilim ve teknoloji uzerinde ne denli onemli bir katkisi bulundugunu, hatta bu sistemin bilimselligi mumkun kilan bir on-kosul olusturdugunu belirtmeye gerek bile yok. Bu baglamda yalnizca bir noktaya dikkat cekmek istiyorum: "Pozitif" bilimlerin (Almanca'da "doga" bilimleri) dilini kavramakta buyuk guclukleri olan benim gibi biri bile, sozgelimi bir elmayi kafasina dusuren gucu hesaplamak uzere gerceklestirilen islemlerin ardinda - bunlar ne denli soyut ve kavranilmaz olursa olsun- dogrudan kendi deneyim alanina giren, yani duyusal bir ilginin varligini sezebilir. Oysa bugun vardigi noktada fizik, alabildigine somut ve islevsel sonuclar yaratan bir bilgi urettigi halde (hain bir ornek vermek icin, atom bombasindan soz edebilirim), insanlarin duyusal deneyimiyle tum baglarini koparmis gibi gorunuyor. Ama bu nokta konumuzla dolayli bir iliski icinde. Bilindigi gibi, kavramin (BOSLUK) ve sozcugun (SIFR) Avrupa'daki seruveni yalnizca pozitif bilimlerle sinirli kalmadi. Piza'li Leonardo, Araplar'dan aldigi sifr sozcugunu Latince yazim kurallarina uydurmak amaciyla "cephirum"a donusturmustu. Ve bu sozcuk buyuk bir hizla, belli basli tum Avrupa dillerine sizdi. Burada "sizmak" fiilini ozellikle kullaniyorum, cunku sozcugun dilden dile aktarimi, kavramdan kopmayla sonuclanan bir dilsel kaymaya neden oluyordu. Sozgelimi Almanca'ya "Ziffer" olarak gecen sifr, cok gecmeden yalnizca sifir'i degil tum Arap rakamlarini niteleyen bir kavrama donustu. Yani parca butunun yerini aldi. Benzer bir surecin Fransizca'da da gerceklestigi biliniyor. Ancak bu kez -tipki Almanca'da oldugu gibi- tum Arap rakamlarini karsilayan "chiffre" sozcugu bir de yan-anlam kazaniyordu: Gizli haberlesmeye yarayan isaretlerin tumu; yani SIFRE. Boylece ana soruma geliyorum: sifrenin gizledigi nedir? Bu soruya verilebilecek birinci yanit, sozcugun etimolojik seruveninde ortaya cikmisti zaten. Sifre sifr'den koptugu olcude kokenindeki kavrami, yani boslugu gizliyor. Ama bu etimolojik karsilikla yetinmek, onemli bir firsati kacirmak olurdu, cunku sifrenin orttugu bosluk kavraminda cok daha guncel ve hayati bir anlam kaybinin gizlendigini seziyorum: Buna mekan duygusunun kaybi diyecegim. Yirminci yuzyilin en temel dinamiklerinden biri, belki de en onde geleni, goc olgusudur. Bu olgunun ilk isaretleri, John Berger'in belirttigi gibi, 16. yuzyilda baslayan kole ticaretiyle gelmis olabilir. Ama gunumuzde kazandigi anlam ve boyutlariyla goc surecine bir "sifir" noktasi arandiginda, 19. yuzyila ve sanayi devrimine donmemiz gerek. Bu anlamiyla goc, paradoksal bir bicimde emegin "ozgurlesmesine", yani topraktan koparak, alinip satilabilen bir isgucune donusmesiyle mumkun olabilmistir. Emegi isgucune donusturen sureci dusuncesinin odagina yerlestiren Marx, gercekten de en ozgun goc filozoflarindan biriydi. Kentlesme sureciyle baslayan "modern" goc, yirminci yuzyilda, once iki buyuk savasin yerinden ettigi kitleler, ardindan ulusal sinirlarin otesine tasan yeni bir isgucu akimiyla global bir nitelik kazandi. Bir bakima cagimizi simgeleyen bu gocun, geleneksel gocebelikle ne tarihi, ne de analojik acidan hicbir bagi bulunmadigini vurgulamak bile gereksiz. Gunumuz gocu, herseyden once vahsi bir yurtsuzlas(tir)ma surecidir. Ve vahsetin, tarih boyunca oldugu gibi, insanlarin konustuklari dile de yansiyan bir uzantisi vardir Sozgelimi Turk dili uzerindeki "uygar" (yerlesik) baskiyi gormek icin, Turk Dil Kurumu'nun 1988 tarihli sozlugune basvurmaniz yeter. "Yurt" sozcugunun kokendeki anlami bu sozlukte en arka siraya, onuncu siraya kadar itilmistir: "Yurt: (...) 10. hlk. Yoruklerin yazin veya kisin oturduklari yer." Bu tanimda, kavramin yorukler, ya da gocebeler icin ifade ettigi anlami "uygarlik" adina sacmalastirmaktan cekinmeyen sinik bir vurgu seziliyor: "... yazin veya kisin oturduklari yer." Neden yoruklerin yasam alani, yoruklerin mekni veya evi degil de, "...yazin veya kisin oturduklari yer"? Ama TDK'ya boyle bir soru yoneltmek bile anlamsiz, cunku bu kurum icin "yuruk" sozcugunun gocebelikle iliskisi, "cok cabuk yuruyen, hizli giden" ve "Osmanli'da timarli asker" anlamlarindan sonra geliyor. Gocebeligin biraktigi tum izlerin ve anlamlarin dilden kazindigini dusunmeden edemiyor insan. Oysa yurt, gocebenin eviydi gercekten de; Berger'in vurguladigi anlamda, "yeryuzunun merkezi; bir dikey ve bir yatay cizginin kesistigi" noktaydi: "Dikey olani yukarilara, goge tirmanir; asagida yeraltina inerdi. Yatay olani yeryuzu trafigini temsil eder, baska yerlere uzanan tum olasi yollari gosterirdi. Boylece insan evindeyken gokteki tanrilara ve yeraltindaki olulere en yakin konumdaydi. Bu yakinlik her iki duruma da ulasabilmeyi vaad ediyordu. (...) Gocebe insanlarin dusunce ve inanc hamuru herhalde bu iki cizginin kesistigi, kesismenin vaad ettigi guven duygusuyla yogrulmustu ve her gittikleri yere bu dikey cizgiyi bir cadir diregi gibi (abc.) tasiyorlardi. (...) Evini terkettikten sonra gocmen, asla iki cizginin kesistigi bir baska yer bulamaz. Dikey cizgi yoktur artik, oluler ile arasinda bir sureklilik de kalmamistir; oluler yokolmustur, tanrilarsa ulasilmazdir simdi. Dikey cizgi hicbir yere ulasmayan, yalniz insanin ustune kapanan bireysel, biyografik bir daireye donusmustur."* "...hicbir yere ulasmayan, yalniz insanin ustune kapanan bireysel, biyografik daire..." Bu noktada dongu tamamlaniyor; yine daireyle, yani bir sifir'la karsilasiyoruz: Ama bu kez merkezini tanrilari ve atalariyla yasayan insanlarin olusturdugu, -Nietzsche ve Foucault'nun yukledikleri anlamiyla- soykutuksel bir dongu degil, bireyin biyolojik omruyle sinirli, biyografik bir daire cikiyor karsimiza. "Insan 'gorulebilir' sayesinde uzami fiziksel varolusun onsarti olarak tanir," diyor Berger. Goren varlik, tam da bu gorme edimiyle goremedigi, goremeyecegi seylerin bilincine varir. Gorme eylemiyle kazanilan mekn duygusu, imgelemin de yardimiyla 'gorulemeyen'i icerir. Kisacasi, sila daima gurbetle birlikte anilir, gurbetin yarisidir. Varlik her zaman yoklukla birlikte yasanir; gocebe, yurdunu kurdugu her yere 'yok'larini, artik goremediklerini (atalarini) ve gormeden tanidiklarini (tanrilarini) tasir. Iste yeni goc olgusuyla modern bireyin deneyim alanindan silinen sey, tam da budur: mekn kavraminin kurucu unsuru olarak, varlikla yokluk arasindaki uyum ve birliktelik. Sifir'la, yani islevsellestirilen bir boslukla gelisen, Avrupa kokenli bilim anlayisinin ayirdedici ozelligi teknoloji ve uretimle kurdugu iliskidir. Bilgi, sayilabilir bir nicel degere donusturulur ve uretimin emrine verilir. Belli basli tum Avrupa dillerinde "uretmek" kavramini karsilayan sozcuk, Latince kokenlidir: producere; yani ileriye surmek, one cikarmak, gorulebilir kilmak. Bir zamanlar, ontolojik anlamda gerceklik kavraminin icini dolduran; insanin mekn duygusunu kuran gorme edimi, bilgi"sayar" teknolojisi sayesinde yeni bir evreye girer boylece. Gerceklik duygusunun, postmodern dunyadaki karsiligi, sanal gercekliktir; gorme edimiyse artik "gordugunu sanmak"tan gecer. Bu dunyada gorulebilenler (varlar) ve hayal edilenlerin (yoklar) yerini, sifir'lar ve bir'ler alir; "Algoritmi"nin kitabinda karsilastigi sifir'in ardinda tanrisal gucu goren yaziciysa, yerini bilgisayar oyunu oynar gibi savasan askerlere birakir. Iste gunumuz varolusunun sifresi: sifira sifir...

* John Berger, Ve Yuzlerimiz, Kalbim, Fotograflar Kadar Kisa omurlu, cev. Zafer Aracagok.

 

Hosted by www.Geocities.ws

1