Parça/Bütün

  Bu Bir Yapboz - Nazli Okten

 

"Ornegin kiz cocuklari yasamayan bir kadin, hepsi de eriskin yasa gelmis cok sayida kizi olan bir kadin arar. Bu kadin, onun penceresinin (sanssiz kadinin oturdugu evin penceresinin) altina gelir ve sorar:

-(Bana satacak) bir cocugunuz yok mudur?

-Var! diye cevap verir evdeki kadin, ama yasadigini gorme sansimiz yok.

-O halde onu bana satin, cunku Tanri'ya sukur ben yeterince sansliyim.

-Peki satayim...bana ne verebilirsin ?

-Ne istiyorsun?

-Ah...ne desem!...cok isterim cunku cocugum bir cicek gibi guzel.

-Sana sadece bu kadar verebilirim daha fazla yok!

-Parayi bana ver.

Yabanci kadin pencereden bir tavuk ya da biraz para uzatir. Kizin annesi parayi alir ve kizini pencereden uzatir. Yabanci kadin, kollarinda cocukla evin etrafinda dolanir ve daha sonra kapidan iceri girer. Girerken soyle der:

-Beni misafir eder misiniz? Yabanciyim ve uzaktan geldim, nereye gidecegimi bilemiyorum...ustelik yanimda bu cocuk var ve artik onu tasiyamiyorum...

-Tabii bizde kalabilirsin, neden olmasin, der cocugun annesi...yaklas.

Kadin kucuk kizi yatagina ya da daha buyukse yere birakir; cok yorgunmus gibi yaparak bir koltuga ya da sandalyeye oturur.

-Peki ama kucugun adi ne? diye sorar annesi.

O zaman kadin kucuk kiza verdigi (yeni) ismi soyler."

Simion Florea Marian'dan aktaran Paul Henri Stal*

Bu kucuk oyun, ismin ve ona bagli olgularin (vaftiz gibi) buyuk onem tasidigi Romanya'da oleceginden ya da hastalanacagindan korkulan cocuklari korumak icin oynanirmis ve belki de hala oynaniyor. Bu kucuk hurafenin ic mantigina gore cocugun adi degistirilerek kotu ruhlar sasirtilir ve boylece -adini bilmeyecekleri icin- ona zarar veremezler. Ismimiz bizi biz yapan, kimligimizi tanimlayan en onemli unsurlardandir. Adimizin Gizem mi yoksa Fadime mi, ozgur mu yoksa Sakir mi oldugu, geldigimiz yer, ailemiz ve yetistirilme bicimimiz hakkinda cok sey soyler. Koy yasantisi icin ve geleneksel toplum yapisinin duvarlarinin saglamligini koruyabilmesi icin karsilastiginiz insani mumkun oldugu kadar cabuk taniyip siniflandirmak hayati onem tasir. Boylece toplumsal iliskilerin hassas dengesini bozacak yakinlasmalara ya da surtusmelere girmek konusunda dikkatli olabilirsiniz. Koyden kente gocun ve kentlesmenin hizlandigi yillarda Yesilcam sinemasi birbirinin kardesi olduklarini anlayip asklari utanca donusen (sonradan bunun da gercek olmadigi "mutlu son" geregi ogrenilir) kadin ve erkeklerle ya da ayni cati altinda yasasalar da ozlemleri dinmeyen kardes cocuklariyla (zengin, neseli ve kayitsiz teyze kizina asik olan ama onu yine zengin ve kayitsiz bir erkege kaptiran, onlarin neseli eglencelerine yabani bir mesafeyle bakan yoksul, caliskan ve hassas, "tahsil" icin koskun oldugu kente gonderilmis gencler...Yesilcam ortak hafizamizin en canli kayitlarindan biri degil mi?) dolup tasar. Cunku kentin anonimligi, ailenin dagilmisligi, calismak icin yasadiginiz yerden baska bir yere gitme dusuncesi korku vericidir. Buralarin kendi yabanciligi bir yana, gitmek icin kullanilan araclar, otobusler, minibusler bile ozellikle kadinlar icin tehlike dolu alanlardir. Gercekten de oyledir: otobuse binip te taciz edilmemis kadin yok gibidir. En korkusuzunun bile taksi issiz bir yoldan gecerken yurek carpintisi duydugu olmustur. Cunku "sahipsiz" kadin, kocasinin, babasinin, ailesinin baglarindan gecici de olsa uzaklasan kadin tehdit altindadir.

Lévi-Strauss, Endonezya'da bazi topluluklarin, insanin herbir organinda, bedeninin herbir uzvunda ve uzantisinda yasayan sayisiz ruhtan olustuguna inandiklarini aktarir. onemli olan bunlarin dagilma arzusunun onune gecmek, surekli olarak birarada tutabilmektir. Kisi ancak boylelikle butunlugunu koruyabilecektir. Belki de hepimiz bunu yapmanin farkli yollarini ariyor, ya da kacip giden bazi ruhlarin yerine yenilerini koymaya calisiyor ya da yerine bir sey bulamadiklarimizin acisini cekiyoruz. Kimligimiz adini verdigimiz sey her an yeni degisikliklere ugruyor dunyanin o guzel saldirisi altinda. Dunya artik daha da cok saldiriyor o kulturel kimligimiz, butunlugumuz adini verdigimiz seye; ve biz melezlesmeleri reddedip kendi icimize kapanmaya ve olmayan bir butunun parcalarini rahatsiz edilmeden yerlestirmeye calistikca yapbozunun parcalarini kaybetmis cocuklar gibi davraniyoruz. Kimimiz onu atip bir yenisiyle basliyor ise (diyelim ki sadece itrî dinleyip sadece Divan edebiyati okumaya; ya da sadece Beethoveen dinleyip Goethe okumaya calisiyor; ya da sadece rock dinleyip Bukowski okuyor); kimimiz kaybolan parcalarin yerine baska parcalar uydurmaya calisiyor (diyelim ki Islamiyet'in Altin Cagi'ni Osmanli kulturunde ariyor; ya da Kuran'i hatmetmeyi basaran kizlara bir guzellik yarismasinda oldugu gibi tac giyme toreni duzenliyor). Oysa biliyoruz ki bu bir yapboz ve adi uzerinde parcalardan olusan bir butun ve o parcalar her donem yeniden tanimlanip bazen de kesfediliyor.

Gectigimiz Agustos ayinda dunyadan buyuk bir muzisyen goctu. Nusret Fatih Ali Han 49 yasinda cok ta yerel sayilabilecek bir muzigi, Pakistan'li Sufiler'in Kawwali gelenegini, Hollywood sinemasindan, rock gruplarina oradan caz sanatcilarina kadar uzanan Batili bir yelpazeye soktu. Gerci son donemde muziginin ruhunu olduren, elinden alan bazi "remix"lerle diskoteklere girmis olmasindan sikayetci olduysa da onu yayginlastirmaktan hep mutluluk duydu. Cennetten cikma diye nitelenen sesi muziginin ozgur olanaklarini sonuna dek zorladi. Bir meczubun esrik haykirisiyla, bir bebegin kayitsiz mirildanisi arasindaki tum yerlerde dolanan sesi, ruhunu kaybetmek uzere olanlari "ruhu olmak'" diye bir seyin hala varoldugunu hatirlatarak sarsti. Bizler onu Bati kulturunun kendi kopya ve tekrarlarindan sikildigi, "yerlilerin" de bir ruhu olmaya basladigina ikna oldugu bir donemde World Music furyasiyla tanidik. Bati kulturu disindakileri kesfedip cesitlenmemize olanak saglayan yine o kulturun kanallariydi cunku bir dukkana girip muzik satin almak belli bir metalasma surecinin urunuydu ve biz yerel sanatcilari dinlemek icin ulke ulke gezmek bir yana kendi ulkemizdeki farkli bolgelerin muzigini tanimak icin bile ozel caba sarfedecek uzmanlar degildik. Elbette bize kolay ulasana uzatacaktik elimizi. Bunun icin sucluluk duyup "ulusal kulturu"muze yabancilikla suclandigimizda "ulusal" olanin ne kadarinin "bizim" oldugu sorusunu hepimiz sorduk kendimize. Kultur emperyalizmi denen yagmurdan kacarken resmi ideolojiyle belirlenen bir ulusal kultur kozasina kapanmak akillica midir? Koklerimiz deyip durduklari sey cocuklugumuzdan, yetistigimiz yerden, kentten, sokaktan, okuldan, gordugumuz yuzlerden, duydugumuz dilden, muzikten ayri bir sey olarak genetik kodlarla mi ya da savas sonralarinda cizilmis sinirlarla mi tanimlanir? Yerel kulturlerle zenginlesmeyi degil onlari bastirarak guclenmeyi secmis bir ulusal kultur mirasi sahiplenilmeli mi yoksa yeniden mi tanimlanmali? Bizi bir kulturun parcasi yapan sey o butunlugun icinde kendimizi bulmamiz midir yoksa girmek icin cabalayip durmamiz ya da birilerinin bizi sokmak icin oramizi buramizi cekistirip durmasi mi?

Kimlik adini verdigimiz sey bizim tekilligimizde gizli. Onu baski ve siddetten korumak icin, her yol mubah. Bunu yapan ister seckinci bir "yuksek kultur", ister populer bir yaygin kultur, ister dayatmaci bir karsi kultur olsun. Bunu yapmanin yolu simdilik alt-kulturlerden geciyor; insanlar oraya siginip dogustan gelen dayatlamalarla degil sectikleri sekilde sectikleri insanlarla yasamak istiyor. Ama bir sure sonra tuketim toplumunun aradigi yeni oyuncak olmaktan kurtulsalar da sistemin izin verdigi olcude nefes alabildikleri oranda yasiyorlar. Turlerin, kulturlerin icice gectigi bir cagda yasiyoruz. 'Dunya kuresellesiyor aman ne guzel kulturel cesitlilik artiyor' iyimserligi elbette safca. Evet, korkunc bir kulturel bir turdeslesme yasaniyor, ama bundan kacisin yolu hani o guzellik yarismalarinda kizlara giydirilen ulusal kiyafet hoduklugunde olmasa gerek.

*"Soi même et les autres quelques exemples balkaniques" in L'identité, PUF, Paris, 1977.

 

Hosted by www.Geocities.ws

1