Kötü

  Armageddon - Zeynep Aktüre

 

Tarihte uzun vadeli etkileri oldugu ve kitleleri etkiledigi düsünülen "önemli" olaylar ve kisiler hakkindaki yorum, genellikle, yorumcunun kim olduguna, nerede ve hangi zamanda durduguna bagli olarak degisir. Örnegin, bizler için Hellen uygarligini Dogu Akdeniz'e ve Orta Dogu'nun içlerine kadar tasiyan "fatih" olan Büyük Iskender, kendi döneminin Atinali tarihçileri için, Atina kültüründen yoksun "Makedonyali barbar"di. Iste bu yüzden, bu "barbar" karsisinda bozguna ugramak, Atina için tarihine kazili bir küfür olarak kaldi. Ege kiyilarina kadar dayanan Pers Imparatorlugu'na karsi büyük basariyla yürüttügü ünlü Dogu Seferi sonunda Hindistan'in kuzeyinde Kasmir'e kadar giden ve buralarda kendi adina kentler kuran Iskender'in Pers kültürünün incelmisliginden etkilenmesi, bu sefer de kendi Makedonyali komutanlarinin "yumusama" elestirileri ve seferi yarida birakip, ülkelerine geri dönme tehditlerine neden oldu. Bugünden geri bakildiginda ise pek çoklari için Büyük Iskender'in dönemi, etkileri bugünlere kadar uzanmayan, bu nedenle de çatallarinin içine dalinmasi pek de gerekmeyen tozlu bir yol. Bugünün politik cografyasi, Iskender'in Dogu seferini "fetih" ya da "isgal", izledigi politikayi ve kendi devlet adami kisiligini ise "iyi" ya da "kötü" terimleriyle yorumlamamiza gerek duyulmayacak kadar farkli. O dönemin "taraf"lari bugün artik yok; kuskusuz deger yargilari da öyle. Bu nedenle, çogunlukla bu benzersiz tarihsel dönemin "tarafsiz" oldugunu sandigimiz bir "taslak" portresi ile yetinebiliyoruz.

Yakin geçmis ise farkli. Yakin geçmiste yasanan olaylarin ve olaylarin kahramani kisilerin etkilerinin bugünlere kadar uzandigini düsünüyor, bu nedenle de bugünü yorumlamaya çalisirken, biraz geriye bakip dönüm noktalarini saptamak ve böylelikle bugünlere nasil gelindigini anlamak istiyoruz. Genellikle de tüm yorumcular, dönüm noktalari gibi görünen önemli olaylar üzerinde anlasiyor. Olaylarin yorumu ise bugünün politik cografyasinda nereden bakildigina bagli olarak degisiyor. Örnegin, "Kibris Sorunu" konusunda, herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin müdahalesinin önemli bir olay oldugu üzerinde fikir birligi içindeyken, adanin Türk nüfusu için "kurtulus" demek olan müdahale, Rum kesimin gözünde bir "isgal". Bu tür olaylarin ve Stalin gibi bir dönemi adiyla özdeslestiren kisilerin biraktigi izlerin önemli toplumsal dönüsümler gerçeklestikten sonra yokedilmeye çalisilmasi da iste bundan. Artik devrin degistigini kanitlamak istercesine tarih kitaplarindan bir dönemi kazimak, sehirlerin adlarini degistirmek ve meydanlarindan bir dönemin kahramanlarinin heykellerini toplatmak hep kendisini "iyi" ve "muzaffer" gören tarafin "kötü" ye karsi savasimi kazandiginin kaniti simgesel eylemler.

Ancak, tarihin henüz toz tutmamis yollarinda biraz daha yol alinip, "zafer" biraz daha gerilerde kaldiginda, geçmiste kaldigini sandigimiz tüm bu izlerin gerçekte bugünden silinmemis oldugunu görüyoruz. Bir yol ayrimindan bir kez geçildikten sonra artik geri dönülmez bir yola girilmiyor kuskusuz; ama o ayrimdan hiç geçilmemis gibi de olmuyor. Degisiklikler hep yeni çatallardan geçildiginde ortaya çikiyor ve çogu zaman oralara nasil gelindigini fark bile etmiyor insan. Aniden ulasiliveren dönüm noktasi ve ardindan gelen kökten degisiklikler bir an saskinlik yaratiyor. Bir anda kapkaranlik ya da toz pembe görünebiliyor gelecek. 1990 Yili Temmuz ayinda gittigim Budapeste'de buldugum huzur ve güven ortaminin bende yarattigi da tam böylesi bir saskinlik olmali.

Bir sehir düsünün ki, dolunayli bir yaz gecesi saat dörtte, siz kenti yarip geçen irmagin bir yakasinda yüzkirk metre yükselen yemyesil tepeden etrafi seyretmekten gelirken, yeni bebekli bir çift bebekleriyle birlikte dolasmaya çikmis olsun. Üstelik de onbes gün hiç asker ya da polis görmeden dolasabileceginiz sokaklarda, en ufak bir güvenlik endisesi bile duymaksizin. Bazi lokantalarin, bizim iskembeciler misali, sabaha kadar servis sundugu, gecenin istediginiz saatinde nefis ev yemekleri yiyebileceginiz bir sehir düsünün; sizi günün her saatinde doyuran, lafta degil, gerçekten yirmidört saat yasayan ve yasatan bir sehir. Öyle bir sehir olsun ki bu sehir, her biri digerinden baska bir mekansal nitelik sergileyen üç ayri sehirden olussun ve bu üç sehrin tarihindeki her bir dönüm noktasinin damgasini tasiyan sokaklar, meydanlar, yapilar, anitlar ve o kökten degisikliklerin bas kisilerine dair bugünlere ulasan ani ve belgeler, size digerlerininkinden apayri, bambaska bir öykü anlatsin. Üstelik acilarla dolu bu öykülerin hepsi de en sonunda tatliya baglansin ve tüm gözler güzel günler vaadettigine inanilan gelecege çevrilsin. Sonradan anladim ki, o yillarda Budapeste, benim gibilerin böylesi bir kent yasaminin varolabilecegini farketmeleri için bulunmaz yermis.

Tuna boylarinda dolunay sefalarim bitip, Türkiye'ye dönmemden sonra, ayni yil, politik sinemanin önde gelen isimlerinden dünyaca ünlü Yunan asilli Amerikali yönetmen Constantin Costa Gavras'in, basrollerini Jessica Lange ve Armin Mueller-Stahl'in paylastigi filmi The Music Box (Müzik Kutusu, 1989) ülkemizde gösterime girdi ve büyük begeni kazandi. Film, benim saskinlik ve hayranlik içinde gezindigim Budapeste sokaklarinda, hem de yaklasik ayni zamanda çekilmisti ama yarim yüzyil kadar önce geçen bambaska bir öyküyü anlatiyordu: Amerika Birlesik Devletleri'nde avukatlik yapmakta olan Macar asilli bir kadin, Nazi isgali sirasinda "düsman"la isbirligi yapmakla suçlanan babasinin savunmasini suçsuzluguna gönülden inanarak üstlenir. Ancak, Budapeste'de yaptigi arastirmalarin ve görüsmelerin sonrasinda, ögrendiklerine inanmakta güçlük çekerek, suçlamalarin gerçegi yansittigini zorlu bir kendiyle mücadele sürecinin sonunda kabullenir. Avukatin eline geçen belgelerin belki de en çarpicisi, Yahudiler'i birbirlerine zincirleyip ayaklarina tas baglayarak, Tuna'nin Karadeniz'e dogru yolu üzerinde ikiye bölüp geçtigi Budapeste'nin Buda ve Peste yakalarini birbirine baglayan ünlü köprülerinin birinden atarak yok eden Nazi subaylari arasinda babasini görüntüleyen fotograflardir. Film de adini iste bu fotograflarin bir gün kesfedilip gerçekleri açiga çikarmak üzere kapagindaki bir bölmeye gizlendigi müzik kutusundan alir.

Tanklarin Gölgesinde: Nazi Isgali'nden Kizil Ordu'ya Budapeste'de "Iyiler" ve "Kötüler"

Ikinci Dünya Savasi'ndan önce Tuna'nin Buda ile Peste yakalarini birbirine baglayan yedi köprü vardi. 1944-45 Kisinda, Sovyet kusatmasi altinda yavas yavas geri çekilen Naziler, zaman kazanmak için, bu köprüleri birer birer havaya uçurdular. Üstelik, yitirilen yalnizca köprüler olmadi: Kizil Ordu'nun hizini kesebilmek için Budapeste'yi feda eden Naziler, tüm güçleri tükenip teslim oluncaya degin, en son saglam tutunma noktalari olan Buda'nin Kale Tepesi'nden Peste'yi topa tuttular. 1944 Aralik ayindan 13 Subat 1945'e kadar süren Sovyet kusatmasi sonrasinda kentteki Nazi isgali son buldugunda, 33,000 bina ve 80,000 daire yerle bir olmustu. Kentte zarar görmemis tek bir yapi bile kalmadigi gibi, tüm kentsel altyapi da yokolmustu.

Ancak, kentin yeniden insaasi, en iyimser tahminlerle, 30-40 yil sürer sanilirken, Kizil Ordu'nun denetimi altindaki Budapeste bes yil içinde büyük ölçüde yenilenmisti bile. Ayni yillarin bir baska önemli girisimi de 1945 yilinda baslayarak özel mülkiyete son veren toprak reformu olmus ve tüm bu uygulamalarin sonunda komünist rejimin Macaristan'da örgütlenmesi de basbakan Rákosi'nin diktasi altinda tamamlanmisti. Nazi isgali dönemini yasamislar için belki gerçekten de adina yarasir bir olayi simgeleyen, Kale Tepesi dorugundaki Kurtulus Aniti adeta bu dönemin bir özeti gibi: Kurtulus, elbisesi ve saçlari güçlü bir rüzgardan geriye dogru savruluyor gibi duran ve elinde zaferi simgeleyen bir hurma dali tutan bir gençkiz olarak ifade bulmus. Toplam boyu 40 metreyi bulan heykelin kaidesinde 1944-1945 kisinda kusatmada ölen Sovyet askerlerinin isimlerinden olusan bir yazit var. Kurtulus figürünün önünde de bir Sovyet askeri heykeli ile biri yikimi ve yokolusu simgeleyen, digeri ise ilerlemenin mesalesini tasiyan iki yardimci figür. Tuna'nin her iki kiyisina da en hakim noktada konumlanan bu alan, heykelin tamamlandigi 1947 yilini izleyen yillarda adeta Macaristan'daki Sovyet varligina duyulan saygi ve minnetin ifade edildigi bir tören alani islevi görmüstü.

Ancak, Naziler'in son kalesinin düsmesinden sonra tam da o noktaya dikilen bu heykelin Kizil Ordu ve komünizm eliyle gelen bir "kurtulus"u simgeledigi dönem uzun sürmedi. 1953 Yilinda, Stalin'in ölümünden sonra Kremlin'de basa geçen Krusçev, Dogu Berlin ayaklanmalarinin yeniden canlanmasi üzerine, Avrupa'da denetimleri altinda olan ülkelerde ortaya çikmaya baslayan huzursuzluktan endiselenerek, ilimli bir politika izlemeyi yegler göründü. Bu çerçevede, Macaristan'daki gerilimi yatistiracak ideal isim olarak düsünülen, 1945 toprak reformlarinin mimari, ortaklasaciligin güç kullanarak saglanmasina karsitligi ile taninan, Moskova egitimli Imre Nagy, böylesi bir dönemde Rákosi görevden alinarak basbakan atandi. Ancak Nagy, Batili yorumculara göre, komünistten çok liberal ve bir Sovyet isbirlikçisinden çok bir Macar vatanseverine yarasir bir politika izledi. Daha sonra Alexander Dubek tarafindan ünlü "Prag Bahari"nda benzeri izlenen yenilik ve direnis izlencesini gelistirdi: hem tek partili sistem hem de devlet mülkiyetinde sanayilesme demokrasi ile tanisti; fabrikalardaki çalisma kosullari iyilesti, zanaatkârlarin kendi atölyelerini açmasina ve köylülerin topraklarini geri almasina izin verildi; siyasal tutuklular serbest birakildi, gizli polisin yürüttügü mahkeme ve infazlar sona erdi ve sansür kurumu büyük ölçüde ortadan kalkti. Kisacasi, kendisinden beklenen yatistirma görevinden oldukça ileri gitti, Imre Nagy ve 1955 Nisan ayinda yalnizca basbakanliktan degil, partiden ve hatta üniversitedeki kürsüsünden uzaklastirildi. Böylece, meydan yine komünist parti liderligini korumus olan Rákosi'ye kalmisti.

Ama Rákosi'ye kalan meydan, artik bos degildi. Nagy'nin çevresinde sessizce toplanan yiginlar, bir direnis baslattilar. Direniste aktif görev üstlenen gruplardan biri de, Budapeste'de komünist parti tarafindan finanse edilen bir tartisma grubu olan Petöfi idi. Grup adini, Macar halkinin Habsburg hanedaninin egemenligine baskaldirdigi, kanli bir sekilde bastirilan 1848-49 devrim girisiminin "Davran, Macar, simdi ya da asla!" diyen sairi Sándor Petöfi'den aliyordu. Bu grup çevresinde baslayan tartismalarda, Imre Nagy'nin partideki görevine geri dönmesi gerektigi yönündeki, herkesçe kuvvetle desteklenen görüsler ifade buldu ve bu kitlesel bildiri, Sovyetler Birligi'nin Rákosi'nin komünist parti baskanligindan alinmasi gerektigine karar vermesine ve yerine isbirlikçisi Ernö Gerö'yü atamasina neden oldu. Ancak Petöfi grubu, muhalif görüslerini devrimin Gerçek adli ilk gazetesi ve kentin çesitli yerlerinde sayisi gittikçe artan yiginlarla yapilan heyecanli toplantilar yoluyla paylasmaya devam ediyordu.

Bir gün, Buda'da 1848-49 halk devrim ordularindan birinin Leh komutani General Josef Bern'in heykeli önünde yapilan toplantida, Yazarlar Dernegi baskani Péter Veres, "bagimsiz bir ulusal izlence" öngören yedi maddelik bir program okudu ve Nagy'nin göreve iadesi talebini dile getirdi. Ardindan, coskuyla Macar milli marsi okundu. Göstericilerden pek çogu, komünist yönetimin simgesi çekiç ve basaktan arindirilmis, kirmizi-beyaz-yesil renkli Macaristan bayragini tasiyordu. Derken kalabalik, köprülerden Peste'ye, Parlamento Binasina akti. Her ne kadar Nagy tam o siralarda ortaya çikarak, kalabaligin dagilmasini istediyse de, ayni dakikalarda Ernö Gerö'nün radyoda göstericileri Sovyetler Birligi'ne kara çalmakla suçladiginin haberinin gelmesi üzerine, bazi göstericiler Kent Parki'na giderek, oradaki kocaman Stalin heykelini devirdiler ve sokaklarda sürükleyerek, Ulusal Tiyatro'ya kadar getirdiler. Heykel, Tiyatro'nun önünde, paramparça edildi. Bir baska grup gösterici, Sándor Sokagi'ndaki Radyo Binasi'na gitti ve binanin Rákosi tarafindan Stalin'in gizli polis örgütü model alinarak olusturulan Macar gizli polisi AVH'nin denetimi altinda oldugunu gördü. Göstericilerin Gerö rejimine karsi bir dizi suç duyurusunun yayimlanmasini istemesi üzerine, Radyo Binasi'nin kapilari içten kapandi ve binadan göstericilerin üzerine ates açildi. Açilan ateste 100 kadar gösterici yasamini yitirdi. Tarih 23 Ekim 1956 idi ve o gün, ünlü 1956 Macar direnisinin ilk günüydü.

Ikinci gün, 24 Ekim 1956 sabahi, Nagy Kremlin tarafindan bir kez daha kendi istemi disinda basbakan atanmis, Krusçev'in o gün Budapeste'ye yolladigi Sovyet Presidium'u üyesi Mikoyan ve Suslov'un zoruyla radyoda "Macaristan'da üstlenmis Sovyet olusumlarinin düzenin yeniden insasinda görev almakta olduklari" duyurusunu yapiyordu. Ayni iki görevli, Gerö'yü görevden aldi ve parti genel sekreterligine 1954 yilinda Nagy'nin serbest biraktigi tutuklular arasinda bulunan ve Nagy'nin hükümetinde yer aldigi dönemlerde eger Budapeste'ye tekrar girmeyi denerlerse, Rus tanklarina çiplak elleriyle karsi koyacagini açiklayan János Kádár'i atadi.

Dogasi ve yetistirilisi geregi devrim degil reform yanlisi olan ve bu ikinci basbakanligi da Sovyet tanklariyla gölgelenen Nagy'nin çabalari, kalabaliklari yatistirmaya yetmedi. Direnisin ilk gününde yasamini yitiren onca kisi, bir "ara çözüm" için kaybedilmis olamazdi. Ruslar'a duyulan nefret her saat, her dakika artiyor ve ifadesini sokaklarda buluyordu. 25 Ekim 1956'da Parlamento Meydani'nda, Sovyet tank birlikleri etrafinda toplanan sayilari 20,000'i asan kalabalik, isçi yoldaslarina karsi yürütülen bir eyleme neden katildiklari üzerine "dostça" bir sorgulama yürütürlerken, AVH güçleri tarafindan çevredeki binalarin çatilarindan üzerlerine aniden ates açildi. Bu sefer ölü sayisi 300'ün üzerindeydi. Öfkeli direnisçiler AVH karargahina saldirdilar. Saldirida sivil polisler elleri havada binadan disari çikarken vuruldular. Yanit, kadin ve çocuklarin sigindigi bodrumlari havaya uçuran el bombalariyla geldi ve yüzlerce silahsiz sivilin ölümüne neden oldu. Budapeste'de duruma hakim olmaya çalisan Sovyet tanklarinin barikatlarla önleri kesildi; tanklara ates açildi ve bazilari havaya uçuruldu.

27 Ekim günü Vác tutukevine bir eylem düzenlenerek, 1,000 kadar siyasi hükümlü serbest birakildi. AVH subaylariyla yapilan çetin bir çarpismanin ardindan, Cumhuriyet Meydani'ndaki Komünist Parti Karargahi'ndan da baska politik tutuklular serbest birakildi. Bu saldiri sirasinda yakalanan altmis polis agaçlardan basasagi asildi ve ölesiye dövüldü. Kitlenin nefreti, Ruslar'a ve AVH'ye yönelmisti. Gellért Tepesi'ndeki Kurtulus Heykeli'nin önündeki Sovyet askeri heykeli, iste bu nefretin bir ifadesi olarak, kaidesinden koparildi.

30 Ekim geldiginde otuzdan fazla Sovyet tanki imha edilmis ve Nagy, direnisçiler tarafindan iyice sindirilen AVH'nin dagilmasini emretmisti. O gün Sovyet birlikleri Budapeste'den çekilmeye basladi ve Kremlin Nagy'nin kabinesine Sovyet birliklerinin tüm Macaristan'dan çekilmesinin sartlarini tartisma konusunda istekli olduklarini bildirdi. Ancak, tuhaf bir rastlanti eseri, ayni gün, Macar direnisini ilgi ile izleyen ve disaridan destekler görünen Bati'dan, Ingiliz ve Fransizlar'in Süveys Kanali'nin denetimi konusunda Misir'a bir gözdagi verdigi haberi geldi ve bir kaç saat içinde de yeni Sovyet birliklerinin kuzeydogu Macaristan'i isgale basladigi duyuldu. Kremlin, dramatik bir geri dönüsle, "isyan"i bastirma karari almis gibi gözüküyordu.

Ruslar'in isgalinin haberini alan Nagy, sonunda, 1 Kasim 1956'da, halkin bagimsizlik talebini dile getirdi ve Macaristan'in Varsova Pakti'ndan çekildigini açiklayarak Birlesmis Milletler'den ülkenin tarafsizligi konusunda garantörlük istedi. Böylelikle, 1956 direnisinin son günlerinde, Nagy'nin Rus tanklari gölgesindeki reform hükümeti, ulusal bagimsizlik için çalisan bir devrim hükümeti niteligi kazandi. Ancak, Süveys Kanali'nin Ingiliz ve Fransizlar tarafindan isgal edilmis olmasi nedeniyle, Macaristan'a Bati'dan herhangi bir destek söz konusu bile olamazdi. Nagy, sonradan, yaptigi bu açiklama ile Kremlin'e müdahale disinda baska bir seçenek birakmadigi için büyük elestiri aldi. Ancak belki de elestiriler yersizdi çünkü Nagy açiklamalarini yaptiginda Macaristan'in Sovyet birlikleri tarafindan "isgali" zaten baslamisti.

4 Kasim'da Sovyet birlikleri, tüm ülke çapinda önemli havaalanlarini, otoyollari ve demiryollari denetim altina almislardi. Ayni gün, Nagy kabinesinin Savunma Bakani ve Macar Ordusu albayi Pál Maléter, Sovyet birliklerine Budapeste önlerinde karsi koydugu ve Sovyet subaylariyla tartistigi için tutuklandi. Budapeste yeniden "saldiri" altindaydi. Saldiri karsisinda Macar Ordusu ve gönüllü siviller direnisi sürdürmeye çalistilar ancak cephanelerinin kisitliligi, kentteki örgütlü direnisin ancak tek bir gün sürdürülebilmesine olanak verdi.

Budapeste'deki Yugoslav Elçiligi'nin kayitlarina göre, Imre Nagy ve ailesi, 5 Kasim'da Yugoslav Elçiligi'ne sigindi. Kremlin'in yeni atadigi Basbakan Kádár, Yugoslav diplomatlari Nagy'i yaptigi politik "hatalar"i itiraf etmeye "ikna" etmeye zorladi. Özelestiri yapmasi durumunda, Nagy yalnizca evine güvenle dönmekle kalmayacak, politik yasamina da kaldigi yerden devam edebilecekti. Tito'nun rengi tam belli olmayan politikasinin da etkisiyle, Nagy bir anda kendisini Yugoslav Elçiligi'nde "istenmeyen misafir" konumunda buldu ve-Tito'nun yapmis göründügü gibi-Kádár'in Elçilik'den ayrilmalari durumunda Nagy ve yardimcilarinin tutuklanmayacagi ve kendilerine bir zarar verilmeyecegi yönünde Yugoslav Hükümeti'ne verdigi yazili güvenceye inanmak durumunda kaldi.

Binadan ayrilmalarini izleyen dakikalar içinde tutuklandilar ve 25 Kasim 1956'da Kádár, Radyo Budapeste'de koruyucu gözetim altina alindiklarini açikladi. Açiklamaya göre, ülkede mevcut gizli karsi-devrimci güçlerin Imre Nagy veya yardimcilarindan birini öldürüp sonradan halki eylemden Macar hükümetinin sorumlu olduguna inandirarak provokasyona niyetli olduklarina inanmalari için hakli nedenleri vardi. "Koruyucu gözetim" altinda bulunduklari süre boyunca Kádár yönetimi Nagy ve yardimcilarini yaptiklari hatalari itirafa "ikna" etmeye çalistilar.

17 Haziran 1958'de kisa bir radyo haberi, Imre Nagy ve aralarinda General Maléter'in de bulundugu üç yardimcisinin ölüm haberini dünyaya duyuruyordu. Durusma yapilmis, hüküm verilmis, infaz tamamlanmisti. Cesetler ailelerine verilmedi; geride mezar kalmadi.

Sovyet "isgal"ini izleyen günlerde Kizil Ordu'nun ekmek kuyruklarina bile ates açtigi, binlerce "özgürlük savasçisi"nin Sovyetler Birligi'ne sürüldügü ve yaklasik 200,000 Macar'in Avusturya ve Yugoslavya sinirlarindan ülkeyi terk ettigi söylenir. Izleyen bir yil, Macaristan'da Sovyetler Birligi'nin dogrudan yönetimi altinda geçti. Stalin çoktan gözden düstügünden Kent Parki'nda "zorla" edindigi yer bos kaldi ama Sovyet askerin heykeli Kurtulus Aniti'ndaki eski yerine yerlestirildi. Her ne kadar ne halkin ne de Kremlin'in güvenini saglayamamissa da, Kádár'in bir süre daha sürecek olan yönetimi altinda Budapeste'nin bir kez daha yeniden insaasi baslatildi. Bu dönemde Sovyetler Birligi'nden Budapeste'ye bagislar ve insaat malzemeleri yagdi.

Derken, Sovyet askerleri yavas yavas kentin disindaki barakalarina çekildiler, politik tutuklulara af çikarildi ve onyil içinde devrim anilarda geçmise ait bir projeye dönüstü. Yine de, yilin iki gününde, Habsburg hanedanina karsi 1848 Devrimi'nin patlak verdigi 15 Mart ve 13 gün süren 1956 baskaldirisinin basladigi 23 Ekim günlerinde tüm polis ve asker izinleri iptal edilmeye ve Sovyet ordu birlikleri "teyakkuz" durumuna geçirilmeye devam etti.

Ancak, tüm bu önlemlere karsin, Kizil Ordu garantörlügünde Macaristan'daki ömrü böylece biraz daha uzatilan komünist sistemin sonu yakindi. Üstelik, devrim, "kansiz" oldu.

 

Budapeste 1989: Yol Ayrimi

Komünizmin çözülmesini Macaristan örneginde inceleyen iki Macar sosyolog, Horváth ve Szakolczai, 1980lerin sonlarinin huzur ve güven ortamini saglayan ve kisaca Dogu Blogu'nun dagilmasi olarak açiklanabilecek kökten degisikliklerin Bati'dan bakildiginda ne kadar sasirtici, tüm öngörülerin ötesinde ve tahminlerin disinda gelistiginden dem vuruyorlar. Dogu Avrupa ülkelerinin bir kisminda ve kendi inceledikleri örnek Macaristan'da, "içten" bakildiginda ise, hiç degilse 1980lerin ortalarindan baslayarak, varolan durumun uzun süre devam edemeyeceginin farkina varildigini ve kökten degisikliklerin kokusunun alindigini anlatiyorlar. Yine de, her ne kadar dönemin etkin yazarlari yaygin olarak duyulan endiseyi ve sonun yakin oldugu hissini dile getirseler de, degisimin aniden kazandigi ivme, degisikliklerin boyutu ve özellikle de tüm sistemlerin pespese çöküsü herkesi gafil avlamis. Macaristan'da, 1989 yilinin Ocak ayinda, geri dönüsü olmayan degisikliklerin yolda oldugu hissedilmekte iken, önde gelen aydinlar hâlâ otoriter sag rejimlerle bolsevik örneginde oldugu türden parti-devletler arasindaki en önemli farkin, ilki er ya da geç çözülerek daha demokratik bir sisteme olanak saglarken, ikincisinin-tarihin gösterdigi gibi-asla degismemesi oldugunu büyük ciddiyetle savunabilmisler.

Komünist sistemlerin ani çöküsünün hemen ardindan tüm bu degisimleri açiklamak üzere farkli görüsler ortaya atilmis. Ilk akla gelen, Gorbaçov'un reformlarinin etkisi; ancak bu açiklama Gorbaçov reformlarinin kendilerini neyin gerekli ve olanakli kildigi sorusunu yanitsiz birakiyor. Dogu Blogu'nun varliginin Kizil Ordu'ya dayandigi söylense de, bu açiklama Dogu Blogu ülkelerinin her birinin digerinden farkli olan iç dengelerinin nasil komünist sistemlerin kurulmasini ve devamini saglayacak sekilde korundugunu ve son asamada hizli çöküse neyin neden oldugunu ayrintili olarak açiklayamiyor. Gittikçe derinlesen ve çözümsüzlesen ekonomik krizi ana neden olarak öneren açiklamalar ise ekonomik sorunlarin bastan beri komünist sistemlerin yasaminin parçasi olmasi nedeniyle yetersiz kaliyor; ayrica zamanlamayi ve 1989 olaylarinin agirlikli olarak politik çerçeveye oturmasini hiç bir sekilde açiklayamiyor. Yeni toplumsal hareketler ve muhalefetin "uzun yürüyüsü" ise, temel stratejileri sistemin oldukça saglam oldugu ve degistirilmesinin ancak uzun vadede gerçeklesecek parçaci degisiklikler yoluyla olanakli olabilecegi mantigi oldugu için, gerçeklesen ani çöküsten sorumlu tutulamiyor. Özellikle 1980lerin sonlarinda ortaya çikan alternatif kentsoylu hareketler, neden birden bire bu tür hareketlere ve ortaya çikan muhalefet partilerine hosgörü gösterilmeye baslandigi gibi bir soruyu gündeme getiriyor.

 

Horváth ve Szakolczai'nin kendi çalismalarinda ortaya sürdükleri tez, muhalefetin yavas yavas ve çekinerek doldurdugu, kimsenin nedenini açiklayamadigi boslugun gerçekte komünist partinin içinde gerçeklesen dönüsümlerden kaynaklandigi yönünde. Aslinda onlarin yürüttükleri çalismayi, yasanmakta olan olgulari gündemindeki kuramlarla açiklayamayan modern sosyolojinin söylemini yenileme girisimleri ile baglantili düsünmek olasi. 1960larin ve 1970lerin baslarinin yapisalci yöntemlerinin ardindan yeniden canlanan aktör-temelli yaklasimlarin temel savi, yapilar ne kadar önemli olursa olsun, bilinçli ya da en azindan etkin aktörler olmaksizin hiç bir seyin mümkün olmayacagi idi. Dogu Avrupa'da komünist sistemin çözülüsü, bu savi temel alan yaklasimlari kökünden çürüttü çünkü yasananlar çerçevesinde aktörlerin bilinçliliginden söz edilemeyecegi gibi, çogunlukla aktörlerden söz etmek bile mümkün degildi ya da en azindan onlarin ortaya çikmayi basarmasindan çok önce, sahne onlar için hazirlanmisti. Dolayisiyla, sarsilmaz gözüken bir sistemin hiç kestirilemeyen ani çöküsünü açiklamak için, sistemin dogasina iliskin temel kavramlari yeniden gözden geçirmek gerekiyordu.

Sosyologlar kuramlarini Dogu Blogu'nun beklenmeyen çöküsünü açiklayacak ve barindiracak sekilde degistirmekle ugrasa dursunlar, 1990larin baslarinda Dogu Avrupa baskentlerine hakim hava, sikintilarin artik sona erdigi ve gelecegin güzel günler vaadettigi yönündeydi. Budapeste'de kent sakinlerinin sabaha karsi sokaklara dökülüp, dolunayda bebek gezdirdigi günlerde, Dogu Blogu'nun farkli ideolojilere göre farkli sekillerde yorumlanan simgesi ünlü Berlin Duvari, biraz oldu bittiye gelerek de olsa, sonunda yikiliyordu. Simdi anliyorum ki, bu simgesel yikim günlerinin tozpembe havasiydi, beni saskinliga ugratan.

Ayni tozpembe bulutlar, yakin geçmisin üzerine de bir sünger çekmis gibiydi: Müzik kutulari da olmasa, Nazi isgali dönemi belleklerden tümüyle silinmisti sanki. Böyle olunca, "kurtulus" da tüm anlamini yitirmisti. Hatta, ayni adli anit, daha sonralari uyandirdigi "nefret" duygusunu bile uyandiramaz olmus ve "bir zamanlarin pek sevilmeyen aniti"na dönüsmüstü. Savas meydani bosalmis, duman dagilmis, ölüler çoktan gömülmüstü. Kimin ne kazandigi pek belli degildi gerçi ama belki artik bunun pek önemi de yoktu, tipki kazanani ya da kaybedeni olmayan ancak çok ünlü bir savas oldugu halde pek kimsenin bu özelligini bilmedigi Kades Savasi gibi. Yakin geçmis sanki uzaklasmis gibiydi, öyle ki "isgal" ve "kurtulus"larin, "iyiler" ve "kötüler"in yerini, "tarafsiz" yorumlar almaya baslamisti. "Dogu"dan veya "Bati"dan bakmak yerine, artik "tarafsiz" olan bizler, yakin geçmisin bir "taslak" portresi ile yetinebilirdik.

Ama yetinemedik. Çünkü pembe bulutlar dagildi ve sekiz yildir Dogu Blogu'nun çöktügü bir dünyada yasayarak gördük ki o dönemin "taraf"lari artik yok; kuskusuz deger yargilari da öyle; ama Budapeste'de yüzyilin ortasinda kurulan savas meydaninin dumani hâlâ tütüyor ve etkileri bugüne kadar ulasiyor. Iste bu yüzdendir ki sosyal bilimcilerin çalismalarinin sonuçlarini hâlâ merakla bekliyoruz, her gün aralarina bir yenisi eklenen çalismalarini ilgiyle okuyoruz. Ve, böylece, tanklarin gölgesindeki kentin öyküleri bastan, yeni bastan yaziliyor, tekrar tekrar yaziliyor ve yazilacak. Ve bugünü yorumlamaya çalisirken bazilarimiz, Iskender'in Dogu Seferi'nin "taslak" portresi ile yetinmeyerek, hâlâ 2300 yil öteden çatallarini seçebilmek için ugrasiyoruz ve ugrasacagiz. Çünkü bu iki kutuplu öykü o zaman çoktan baslamisti.

 

Kaynaklar

Blunden, G. and The Editors of LIFE, 1965. Eastern Europe - Czechoslovakia, Hungary, Poland, Life World Library. New York: Time Incorporated.

Boldizsár, I. (der.), 1965. Hungary. Budapeste: Corvina Press.

Horváth, A. ve Szakolczai, A., 1992 (Macarca ilkbasimi 1989). The Dissolution of Communist Power. Londra ve New York: Routledge.

Vizinczey, S., 1976. Budapest, 1956 - Memoirs of a Freedom Fighter, Horizon XVIII (Autumn 1976) 4: 56-63.

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1