Göz

  Disarida - Zeynep Aktüre

 

—Asksarkilarinin ne denli tehlikeli oldugunu bilmiyor insanlar, diye gizemli bir uyarida bulundu Russell altin yumurtasi. Dünyada, ihtilallere yol açan hareketler bir dag köylüsünün gönlündeki düs ve vizyonlardan kaynaklanir. Onlar için yeryüzü bir sömürü alani degil yasayan bir anadir. Akademinin ve kamu makamlarinin kapali atmosferi altisilinlik romanlarla meyhane sarkilarini üretir. Fransa, en mutena irtikâp çiçegini Mallarmé ile üretmisse de imrenilecek hayat sadece, Homeros'un Phaiaklari gibi alçakgönüllülere nasip olur.
James Joyce, 1999. Ulysses, çev. Nevzat Erkmen. Istanbul: Yapi Kredi Yayinlari, 226.

 

"Gerçegin çölüne hos geldin!" "Gerçek" gerçeklige adim attiginda Baudrillard'in bu sözleriyle karsilanacak "Neo-Mesih'i mi bekliyoruz gerçekten? Ondan mi bu kadar sevdik o filmi? Öyle olmali. Jake Horsley'in dedigi gibi, eger filmin üzerine kurulu oldugu, gerçek sandigimizin bizi kul köle yapan "gizil güçler" tarafindan kontrol edilen bir "rüya" ve bu köleligin zincirlerinden tek kurtulusun da bilinçle hayal kurup, "ilahî" özümüze geri dönme savasimi vermek oldugu düsüncesini kabul etmeye hazirlikli olmasaydik, milyonlarin tekrar tekrar keyifle seyredip üzerinde konusma zahmetine girdigi bir film olabilir miydi, The Matrix?

Yirmi birinci yüzyilin baslarinda yapay zekanin bulunusuyla yavas yavas gerçek olmaktan çikan dünyada gündüz sirketteki isine gidip gece de program kirip yasa disi pazarlayan bir bilgisayarcinin, Morpheus'un egitiminden geçerek bedenin yasalariyla sinirlandirilmadigini, yalnizca öyle olduguna inandigi kesfettikten sonra, mutfaginda kurabiye pisiren Oracle tarafindan "O" ol(may)arak tescillenisini hep birlikte izledik, heyecanla. Neo Oracle¹in bekleme salonunda bir çocuktan "kasik" üzerine dersini alirken, ben de dersimi almis, Eflatun'un yatagini düsünüyordum: "Bos yere kasigi egmeyi deneme; imkansizdir. Yalnizca gerçegi kavramaya çalis: Kasik falan yok. O zaman, egilenin kasik degil kendin oldugunu göreceksin."

Tabii ya! Bir "taklit"le karsi karsiya oldugunu nasil unutursun, Neo? Binyillardir biraz okur yazar olan herkes bilir ki "en hakiki kasik," Idealar dünyasinda varolandir ve "öz kasik" olarak Formlar dünyasina intikal eder. Bedenimizin sinirlandirmasindan kurtulamamis biz fanilerin fani ellerimizle tuttugumuz her fani kasik, aslinda bu "öz"ün beden bulmasinin binbir biçiminden biri olmaktan baska nedir ki? Sonra.

Magara

-Simdi, dedim, insan denen yaratigi egitimle aydinlanmis ve aydinlanmamis olarak düsün. Bunu söyle bir benzetmeyle anlatayim: Yeraltinda magaramsi bir yer, içinde insanlar. Önde boydan boya isiga açilan bir giris. Insanlar çocukluklarindan beri ayaklarindan, boyunlarindan zincire vurulmus, bu magarada yasiyorlar. Ne kimildanabiliyor, ne burunlarinin ucundan baska bir yer görebiliyorlar. Öyle siki sikiya baglanmislar ki, kafalarini bile oynatamiyorlar. Yüksek bir yerde yakilmis bir ates parildiyor arkalarinda. Mahpuslarla ates arasinda dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani su kukla oynatanlarin seyircilerle kendi arasina koyduklari ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar. Böyle bir yeri getirebiliyor musun gözünün önüne?

-Getiriyorum.

-Bu alçak duvar arkasinda insanlar düsün. Ellerinde türlü türlü araçlar, tastan, tahtadan yapilmis, insana, hayvana ve daha baska seylere benzer kuklalar tasiyorlar. Bu tasidiklari seyler, bölmenin üstünde görülüyor. Gelip geçen insanlarin kimi konusuyor, kimi susuyor.

-Garip bir sahne dogrusu ve garip mahpuslar!

-Ama tipki bizler gibi! Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarindakileri nasil görürler? Ancak arkalarindaki atesin aydinligiyle magarada karsilarina vuran gölgeleri görebilirler, degil mi?

-Ömürleri boyunca baslarini oynatamadiklarina göre, baska türlü olamaz.

-Bölmenin üstünden gelip geçen bütün nesneleri de öyle görürler.

—Süphesiz.

-Simdi bu adamlar aralarinda konusacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattiklarini sanirlar, degil mi?

-Öyle ya.

-Bu zindanin içinde bir de yanki düsün. Geçenlerden biri her konustukça, mahpuslar bu sesi karsilarindaki gölgenin sesi sanmazlar mi?

-Sanirlar tabii.

-Bu adamlarin gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden baska bir sey olamaz ister istemez, degil mi?

-Ister istemez.

-Simdi düsün: Bu adamlarin zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirsen, her seyi oldugu gibi görürlerse, ne yaparlar? Mahpuslardan birini kurtaralim; zorla ayaga kaldiralim; basini çevirelim, yürütelim onu; gözlerini isiga kaldirsin. Bütün bu hareketler ona aci verecek. Gölgelerini gördügü nesnelere gözü kamasarak bakacak. Ona demin gördügün seyler sadece bos gölgelerdi, simdiyse gerçege daha yakinsin, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha dogru görüyorsun, dersek; önünden geçen her seyi birer birer ona gösterir, bunlarin ne oldugunu sorarsak ne der? Sasirakalmaz mi?

-Demin gördügü seyler ona simdikilerden daha gerçek gibi gelmez mi?

-Daha gerçek gelir.

-Ya onu aydinligin ta kendisine bakmaya zorlarsak? Gözlerine agri girmez mi? Boyuna basini bakabildigi seylere çevirmez mi? Kendi gördügü seyleri, sizin gösterdiklerinizden daha açik, daha seçik bulmaz mi?

-Öyle sanirim.

-Onu zorla alip götürsek, dik ve sarp yokustan çikarip, disariya, gün isigina sürüklesek, cani yanmaz, karsi koymaz mi bize? Gün isigindan gözleri kamasip bizim simdi gerçek dedigimiz nesnelerin hiç birini göremeyecek hale gelmez mi?

-Ilkin bir sey göremez herhalde.

-Yukari dünyayi görmek isterse, buna alismasi gerekir. Rahatça görebilecegi ilk seyler gölgeler olacak. Sonra, insanlarin ve nesnelerin sudaki yansilari, sonra da kendileri. Daha sonra da, gözlerini yukari kaldirip, günesten önce yildizlari, ayi, gökyüzünü seyredecek.

-Herhalde.

-En sonunda da, günesi; ama artik sularda, ya da baska seylerdeki yansilariyle degil, oldugu yerde, oldugu gibi.

-Öyle olsa gerek.

-Iste ancak o zaman anlayabilir ki, mevsimleri, yillari yapan günestir. Bütün görünen dünyayi günes düzenler. Magarada onun ve arkadaslarinin gördükleri her seyin asil kaynagi günestir.

 

Isik/Göz

Gerçegin çölüne hos geldin, Neo! Burada ne gölgeler, ne de gölgelerin yansilari; sadece günes var. Ne o, gözlerin mi kamasti? Bekle biraz; alisirsin yavas yavas; ne de olsa soyumuzu kurtaracak olansin sen. Hem zaten insan kavranan dünyanin sinirlarindaki "iyi" Ideasini kolay kolay göremez. Görebilmek için, su fani dünyada iyi ve güzel ne varsa, hepsinin ondan geldigini anlamis olman gerek. Ama bir kere de gördün mü, bir daha dönemezsin o karanliklara. Ne demis, Eflatun?

Tanrisal dünyalari seyretmis bir kimse, insan hayatinin düskün gerçeklerine inince, saskin ve gülünç bir hale düser. [...] Ama akli basinda olan bilir ki, insanin gözü iki karsit sebepten, iki türlü bulanir. Biri aydinliktan karanliga geçiste olur, öbürü de karanliktan aydinliga geçiste. Onun gibi düsünce de bir seyi açik seçik göremeyince, buna gülecek yerde düsünmeli: Acaba daha isikli bir dünyadan gelip karanliklara alisamadigi için mi, yoksa bilgisizlikten aydinliga varip asiri bir parlaklikla kamastigi için mi bulanik görüyor göz? Birincisi, övülecek, ikincisi acinacak bir haldir. Karanliga alisamayan göz, isikli bir dünyadan geliyor demektir. Ona gülersek, gülünç oluruz. Ötekineyse hakkimizdir gülmek. (Eflatun, 1995: 202)

Yasamsal özümüzü sömürmek üzere yapay zeka tarafindan siberuzayin gerçekliginde sanal bir yasamin düsü içinde yasamak üzere kitleler halinde uyutulan, aglanacak halimize gülmeye aliskin bizleri uyandiracak olan sensin, Neo. Bizler de aydinlanip özgür kalma vaadiyle okullara gittik, kitaplar okuduk, yillar boyu kafa patlattik varlolusumuzun bilmecesi üzerine ama disariya açilan o çatlagi bir türlü yakalayamadik. Böylece de, siz aydinlanmislara katilmak yerine, köle kaldik gündelik yasamlarimizin geçtigi o büyük komplonun içinde. Senin için oyuncak olan sanal gerçeklik programlarini kirmayi bilmeyen, kimi mutlu kimi mutsuz köleler...

Hatirlarsiniz, Morpheus'un çevresindeki o kirmizi hapi içmeye layik görülmüs, bir daha karanlik magaranin gündelik/fani dertler ve mutluluklarla dolu gölgeler dünyasina geri dönüs olmayacagini (tam da neyle karsilasacaklarini kavrayamasalar ve Cypher gibileri sonradan pisman olsalar da—eh, ne de olsa, Eflatun'un dedigi gibi, herkese göre degil disaridaki o aydinlik!) bile bile kendi rizasiyla içen o seçkin azinlik, siberuzayin bilgisayar benzetimli gerçekliginden, bulduklari zayif bir noktada programi kirarak açilan gedikten çikiyorlar, böylece de bedenlerini "gerçek" gerçeklikte kurulu enerji çiftliginden kurtariyorlardi. Ama sonra, ayni yoldan aramiza geri dönüyorlardi; soyumuzu kurtarmak için. Köseye sikistiklarinda kendilerine yol gösteren her seyi bilen tanrisal koruyucu meleklerinin bilinçlerine bilgisayar yoluyla yerinde ve aninda (ve ille de hep son anda) yükledikleri bilgi, iletisim veya her türden egitim ve yönlendirme de "siyahli adamlar" karsisinda yetersiz kaldiginda, yine ayni yoldan (ve de yine son anda) tekrar "gerçek" gerçeklige dönüyorlardi.

Bunlari düsününce, Jake Horsley'in The Matrix'i neden "Gnostiktigin yeniden dogusu" olarak niteledigini anlamak pek de güç degil. "Gnosis," büyüsel bir farkindalik demek; yani, bireyin aydinlanisi. Bu kökenleri çok eskilere giden gelenegin sürdürücülerinin, isin dogasi geregi sayica çok sinirli bir grubun nüfuz kazanmasi ve bireyin yaratici evrimi pesinde olduklari söylenir. Süreç, bireyin aydinlanisi ile baslar ama zorlu bir asamadir bu. Morpheus'un henüz bilgisayarci Thomas Anderson iken Neo'yu içine attiklari gibi zorlu deneyimlerden geçen birey, ya isigi yakalayip özgürlesir ya da köle olarak kalir. Umut vaat edenlerin sinavdan geçirilerek kabul edildigi bu zorlu egitimi verenler, ögrencilerini, törenselligi baskin yöntemlerle edilgenlik ve unutustan kurtarip, o güne kadar dogru bildikleri veya sandiklari ne varsa sarsarak, asama asama dogaüstü bir güçle tinsel birlesmeye hazirlarlar.

Horsley, Keanu Reeves'in Thomas/Neo olarak tam da bu isin adami oldugunu düsünüyor. Aslinda çekici ama böylesine yogun bir dramin merkezi olmak için fazla siradan gözüken bu kisilik, "gönülsüz kahraman" ilkörnegine, içten içe gülümseyecek enerjiyi bile bulamayacak kadar yanip tükenmis dünün adami olmaya çok uygun. Herkes gibi uykuda ama digerlerinden biraz farkli oldugunun farkinda ve sürdürdügü yasamdan hosnutsuz. Iste size dünyayi kurtarmak için ideal aday! Morpheus Thomas'i kirmizi ve mavi haplarin birini seçmek zorunda biraktiginda, bir yandan hayatinin seçimini yaptigini hissettirirken, diger yandan da aslinda tek seçenegi olduguna inandirir onu: "Bizden degilsen, onlardansin demektir." Film boyunca asama asama gerçegin ("gerçek" gerçegin) farkina vararak tinsel yeniden doguslarini izledigimiz Thomas/Neo'nun, bu durumu kabullenmekte çektigi güçlüklere tanik oluruz. Soyumuzu kurtarmak için, korkularini yenip, "NeO" olduguna öncelikle kendisinin "uyanmasi," bunu en önce kendisine kanitlamasi gerekir, Thomas'in. Henüz "O" asamaya ulasmadan kurtariciligin yükü altinda ezilmemesi, böylece kendisini oyunculuktan üstatliga, siradanliktan samanliga ve yari-tanriliga o siçrayisa (hatirliyorsunuz degil mi, o çatidan çatiya siçrayislari?) daha rahat hazirlamasi için, Oracle ona "O" olmadigini söyler önce‹zaten ilk denemesinde de basarisiz olmamis miydi? Ama, biliyorsunuz, Thomas'in meraki bas düsmani korkuya üstün gelecek ve Morpheus'un hayatini kurtararak korkusunu yenmeyi bir kez basarinca, imgelem gücünü kendi denetimi altina alinca, bambaska bir NeoThomas görecegiz karsimizda: Kavranamayan bilinmez—Horsley'in ifadesiyle "kendi kimligi"—ile yüzlesmeyi basaran Thomas, böylece gerçegi—yani dünyanin bir benzesimden, kendisinin bile olmayan bir bakis açisindan ibaret oldugunu—kabul etmek, bu gerçekle de yüzlesmek ve onu degistirmek gibi zorlu bir mücadelenin içinde ve kahramani olarak bulacak kendisini.

Ama, yine hatirlarsaniz, bundan önce, siyahli adamlarla mücadelelerinden biri sirasinda, dirimsel bir bedenden ibaret oldugunun bir yalan oldugunu bir anda unutuveren Neo'nun, ölmesi ve yeniden dogmasi gerekti; Trinity'nin dünyaya bedel öpücügüyle. O öpücükle özgür kalan Neo, gözlerini tekrar açtiginda, artik oyunu farkli kurallarla oynuyordu. Artik gökkusaginin üstünden yürümüs ve ten yerine tin olarak dönmüstü aramiza. Artik biliyordu ki Kiyamet Günü gelip geçmisti de, derin uykularda, kimseler farkina varmamisti. Pek az kisi, dünyanin sonunun geldiginin ve tehlikede olanin artik—çoktan elden giden dünya degil—dünyanin ruhu oldugunun, bilinçsizce karanligi besleyen çogunluktan olmayan "uyanmis" birilerinin henüz ciliz isiginin da bu ruhu kurtarmak için karanlikla savastiginin farkindaydi.

Horsley, yapay zekanin bu uyanista oynadigi ilginç role dikkat çekiyor: Bireyin ruhunu baskilayan ve ona karsi çalisiyor gibi görünen makine aklinin, karsisina sürekli aslinda alt ettikçe isiga dogru yeni bir asamaya geçmesi için birer firsat olan engeller ve zorlu savasimlar çikardigi için, gerçekte hâlâ aydinlanmak isteyen bireye hizmet ettigi gibi bir sonuca varmak mümkün. Bundan hareketle de—Latince kelime anlami, en azindan Isik'in pesindekiler için, "rahim"olan—matrisi, sakinleri için, bir tutukevinden çok, hayatta kalma savasimi içinde kendi gerçek dogalarini kesfedebilecekleri ve tinsel düzeyde bir dogal ayiklanmanin sürdügü bir okul olarak yorumlayabiliriz. Bu dünyada düsman her yerde ve hiçbir yerde. Her yere yayilmis, çok odakli, kavranmasi güç oldugu kadar kökleri de insanligin ta içine kadar uzaniyor. Uyanmaya hazirliksiz olanlarin tümü, düsmanla istemsiz bir isbirligi içinde‹"Bizden degilsen, onlardansin demektir." Yapay zeka insanin kendi yaratisi oldugu için, düsman da aslinda kendimizden baskasi degil. Horsley'e göre, bu yorum, binyilin sonunda ortak imgelemimizde (en azindan Bati dünyasininkinde) gittikçe daha saglamlasan korkulari, inançlari, fantezi, umut ve paranoyalari özetliyor: insanin seytanî konumu ve bu konumun geregi aymazlik. Ayni aymazlik içinde izliyoruz The Matrix ile sunulan sanal gerçekligi. Filmin sonunda, kursunlarin da tipki kasik gibi aslinda varolmadigini ve egilenin yalnizca kendisi oldugunu kapan Neo, kendisini siyahli Düsman'in bedenine sokarak, içten patlatiyor o gerçekligi. Buradan da, Neo'nun üzerine düsenin, eski programin saltanatini onu yok ederek sona erdirmenin ötesinde, bilesenlerini—zamansizlikta takili olmak yerine, yasamini sürdürebilir, daha açik, özgürlüge firsat taniyacak sekilde—yeni bastan düzenleyerek, mutlu unutustan gerçegin cehennemine geçisi, kendi basina, aklini özgürlestireyim derken oynatmadan gerçeklestirmeyi basaramayacak çogunluk için olanakli kilmak oldugu anlasiliyor. Özellikle, Horsley'e göre tam da samanin kendinden geçtigi o esrimeye karsilik gelen, Neo'nun sanal gerçekligi belki de asiri bilgi yükleyerek içten patlattigi o sahne ile, The Matrix, katilimci sinemanin, sanal gerçekligin ilk örnegi olarak degerlendiriyor ve "minyatür" bir yolculuk olarak niteleyerek, buradan sanatin özüne iliskin, binyillardir sürdürüldügü halde henüz bir sonuca baglanmamis ve belki de hiçbir zaman baglanmayacak tartismaya geri dönüyor.

 

Beyin/Sanat

Horsley¹e göre, The Matrix¹in hepimizin bilinçaltinda tasidigi paranoya üzerine kurulu ve (dinsel) efsaneler temelinde gelistirilen konusunun ötesine geçen, Metropolis, Alien, Terminator gibi bilimkurgu sinemasinin en basarili örnekleriyle boy ölçüsebilir nitelikte olan ve, onlar gibi, "ortak bilinçalti"miza dayanan, içsel bir itkisi ve mantigi var. Dogasi geregi, bugünü oldugu kadar gelecegi de içerdigi için, ortak imgelemi gelecege yansitarak bugün olan bitenin (gidisatin nereye oldugunu görerek) daha iyi algilanmasini saglamayi hedefledigi için, bilimkurgu, Horsley¹e göre‹bilinçaltini yagmalayan korku ve fantezi filmleri hariç‹digerlerinden çok daha aydinlatici bir tarz. The Matrix¹i, Fritz Lang¹in Metropolis¹inden bu yana, ortak korku ve arzularimizin en büyük basari ve heyecanla kavrandigi film olarak degerlendiren Horsley, basarili zamanlamasiyla da filmin geçtigimiz binyili kapatan film olma sifatini hak ettigini düsünüyor. Binyil sonu, bilinçaltiyla yüzlesmenin tam da zamani.

Havaniza bagli olarak, filmin size sundugu samanist yolculugu iyi bir firsat olarak degerlendirebilirseniz, salondan bezgin ve hasta ruhlariniz birazcik olsun tedavi görmüs olarak çikabilirsiniz. Hatta, siradan izleyici olarak, film sizin için bir nimet bile olabilir‹filmi görüp, gördüklerinize inanabilirseniz eger, çocuklugunuzda ya da rüyalarinizdaki sinirsiz özgürlük duygusunun getirdigi canliligi, umutlu bekleyisi ve mutlulugu yeniden yakalayabilirsiniz. Gelecegin sanatçilari, hayalperestleri ve sözde samanlari içinse üzerinde saatlerce kafa patlatilacak bir gerçeklik haritasi olabilir, The Matrix; tipki Foucault Sarkaci¹ndaki Plan gibi. Filmdeki her seyin bütünüyle ve kesinlikle dogru, dolayisiyla filmin kendisinin de gelecegin (yani gerçek dünyanin) gizil asi güçlerinin izledigi propaganda-aydinlanma programinda düsmanin hatlarini yaran bir hamle olmasi olasiligi, Horsley¹e göre, kendisininki gibi siddet üzerine bir sinema kitabinin sonunda göz ardi edilmemesi gereken bir olasilik. Üzerinde kafa yormaya gerçekten de deger bir olasilik bu. Özellikle de Neo¹yu‹görme, koklama gibi duyularla kavrandigi düsünülen‹"gerçek"in aslinda beyindeki elektriklenmelerden ibaret olduguna ve, bu nedenle de, yapay yollardan benzestirilmesinin mümkün olduguna‹aklima hemen Wim Wenders¹in Until The End of The World filmi geliyor‹ikna eden Morpheus¹un pek de haksiz olmadigi düsünüldügünde. Belki de, bilinçaltimizdan, filmde sunulanin gerçekten de olasi oldugunu kavrayacak olursak eger, o olasiligin aslinda gerçeklesmis oldugunu da kavrayiverecegimizden duydugumuz gizli korkudan dolayi geri çekiliyor ve bu yazinin basindaki türden bir alaysiligin arkasina siginiyoruz. Aksi halde, aklimizi dönüstügü ölüm tuzagi olarak algilayacagiz ve bu noktada da iki seçenekten biri‹mavi hap ya da kirmizi‹arasinda seçim yapmak zorunda oldugumuz bir noktada buluverecegiz kendimizi. Böyle bakildiginda film, Horsley¹e göre, sanatin en köklü ve saygideger varlik nedenine hizmet ediyor olarak da degerlendirilebilir: kitleleri (büyük harfle) "Gerçek"in isigiyla aydinlatmak.Ancak Horsley, filmdeki Gnostik ögretileri yakalayan binde birin bile, filmin anlatimindaki güçlülük yüzünden, aslinda o ögretiye etkin olarak maruz kaldigini düsünüyor. Ayni nedenle, filmin, (büyük harfle) "Gerçek" gibi görünenin takildigi güvenilirlik maskesini bilimkurgu yoluyla düsürerek, aslinda bunun tam da tersine hizmet ettigi yolundaki savlar da zayif kaliyor. Horsley¹e göre filmin en basindan beri vaat ettigi ve samanist yolculuk süresince asama asama yaklasilan doruk noktasina ulasilan an olan Thomas¹in NeO oldugunu (yani erkek ile disinin, us ile bedenin, benzesim ile gerçegin, beynin sagi ile solunun, mantik ile imgelemin Bir oldugunu) kesfettigi an bile, aslinda opus magnum yani (büyük harfle) Bas Yapit¹in, sinemanin, filmle yolculuk eden izleyicinin aklinda uyanabilecek her türden elestirel degerlendirme ve kusku belirtisini gölgesinde yok eden "gerçekten daha gerçek"ligiyle gerçeklesmesinden ibaret. Buradan hareketle, Susan Sontag¹in fotograf ve gerçeklik üzerine su meshur makalesine neden "In Plato¹s Cave" (Eflatun¹un Magarasinda) diye baslik verdigini belki daha iyi anlayabiliriz.

Makale, "Insanlik islah olmak bilmeden oylaniyor Eflatun¹un magarasinda, hâlâ eski aliskanligi olan gerçegin önemsiz imgeleriyle eglenmeyi sürdürerek" cümlesiyle basliyor; "Ama, fotograflarla egitilmek, daha eski, daha sanatsal imgelerle egitilmeye benzemiyor." Ortalikta dolasan imgeler gittikçe daha da artiyor ve fotografin gözünün bu doymak bilmezligi, magarada yani dünyamizda tutsakligin kosullarini degistiriyor. Bize yeni bir görsel düstur ögreten fotograf, neyin bakmaya deger oldugu ve neyi izlemeye hakkimiz olduguna iliskin fikirlerimizi degistiriyor. Bize sanki tüm dünyayi kafamizda tutabilecegimiz hissini veren fotograftan sonra, Ulysse uzun yolculugundan evine bir bavul dolusu kartpostalla dönüyor. Deneyimi donduran, ona ölümsüzlük veren fotograf... Gerçek insanlar orada bir yerlerde kendilerini veya baska gerçek insanlari öldürürken, fotografçi makinesinin arkasinda kalarak, yarattigiyla bir baska dünyaya‹hepimizden çok dayanacagini söyleyen imge dünyasina‹ufak bir katkida bulunuyor. Bu nedenle de, fotograf çekmek, özünde, müdahale etmemeyi seçmek demek. Thomas¹in ikisinden birini seçmesi gereken mavi ve kirmizi haplar gibi, fotografçi da fotografi ya da yasami seçmek zorunda oldugu bir durumla karsi karsiya. Çünkü müdahale eden, kaydedemez; kaydedense, müdahale edemez. Sontag¹in verdigi örneklerden biri olan, Hitchcock¹un Rear Window [Arka Pencere] filmini animsayin: bir bacagi kirik ve tekerlekli sandalyeye mahkum oldugundan, sahit olduklarina kendisi müdahale edemedigi için, filmde James Stewart¹in canlandirdigi fotografçinin fotograf çekmesi daha da büyük önem kazaniyordu.

Ancak Sontag, her ne kadar fiziksel anlamda müdahale ile boy ölçüsemese ve ilk bakista bir gözlemci konumu gibi gözükse de, fotograf çekmenin de bir tür katilim oldugunu vurguluyor‹en azindan zimnen, çogunlukla da açikça olmakta olanin sürmesini desteklemek yoluyla bir katilim.Fotografini çekmeye deger bulunan kameranin yönlendirildigi seylerin içinde fiilen bulundugu durum oldugundan, çekilen her kare aslinda fiili durumu sessizce destekliyor. Peki ya herkesi sarsan o savas, açlik, deprem fotograflari? Sontag¹a göre, fotografçinin çerçeveledigi durumdan manevi olarak etkilenip etkilenmeyecegimiz tamamen bizlerde o duruma karsilik gelen bir politik bilincin varolmasina bagli oldugu için, kameranin durumlar, olaylar yaratma gücü yok. Sarsiciliklari tamamen çerçeveledikleri durumlarin insanlar için ne kadar yeni ve bilinmedik olduguyla iliskili. 1945 yilinin Temmuz ayinda, henüz on iki yasindayken, Santa Monica¹da bir kitapçida Bergen-Belsen ve Dachau fotograflarina ilk rastladigi anin kendisi için yasamsal bir dönüm noktasi oldugunu anlatiyor Sontag. Daha önce benzerini hiç görmedigi ve neye dair olduklarini ancak yillar sonra tam olarak kavrayabildigi görüntüler... Ardindan soruyor:

Onlari görmek neye yaradi ki? Yalnizca fotografti onlar‹hiç duymadigim ve degistirmek için hiçbir sey yapamayacagim bir olayin, hayal bile edemeyecegim ve dindirmek için hiçbir sey yapamayacagim bir acinin fotograflari. O fotograflara baktigimda, bir sey kirildi. Bir sinira erisildi ve bu yalnizca dehsetin siniri degildi; geri döndürülmesi mümkün olmayacak sekilde kederli, yaralanmis hissettim kendimi, ama bir yandan da duygularim geçirimsiz hale gelmeye basladi... (Sontag, 1992: 287)

Çarpici fotograflar her zaman bilinci artirip, daha merhametli olmayi saglamayabiliyor. Imgeler donduruyor, uyusturuyor. Fotograflariyla bilinen bir olay, fotograflarini görmemis oldugumuz kosuldan çok daha gerçek gelebiliyor önce. Ama imgelere tekrar tekrar maruz kaldikça, gerçekligini giderek yitiriyor. Depremi de böyle böyle kaniksamadik mi? Böylece, Sontag¹a göre, artik endüstrilesen ve herkesin kullanimina açilan fotograf, toplumun bürokratik/ussal idaresine hizmet eder hale geliyor. Dünyadaki aci ve esitsizligin görüntüleri her köse basinda karsimiza çiktikça, korkunç olan bize gittikçe daha siradan gözükmeye basliyor‹daha bildik ama daha uzak (alti üstü bir fotograf, öyle degil mi?). Bu "gerçekçi" görünen bakis açisindan dünyanin bilgisi bizim için yeni bastan tanimlaniyor. Süreklilik, sonsuz sayidaki çerçeveye parçalaniyor ve bu çerçeveler yeni bastan rasgele siralaniyor‹birbiriyle iliskisiz, tek basina duran parçaciklar. Böylelikle "minyatürlesen" gerçeklikle artik basa çikabiliyoruz. Kavramanin da ötesinde, çikarimlarda bulunmaya, üzerinde düsünmeye ve imgelemeye davet ediliyoruz bu minyatürün.

Oysa, Sontag¹a göre, anlamak, dünyayi göründügü gibi kabul etmemekle baslar ve bir fotograftan hiç de bir sey anlasilmaz. Kavramak için, bir seylerin nasil "göründügü"ne asik olmak yerine, nasil "isledigi" önemlidir. Böylece de, zaman girer isin içine; ve anlati. Donmus fotograf, iste bu nedenle, ahlaki veya politik bilgi olmanin çok uzagindadir. Olsa olsa "kelepir" bilgidir, fotograf; bilginin, bilgeligin "görünüsü." Zamani yok ederek, "deneyim"in ta kendisini bir tür "görme"ye çevirir. Nihayette, herhangi bir deneyim, onun fotografini çekmekten ibaret hale gelir; kamusal bir olaya katilim da onun fotografina bakmaktan ibaret hale. "On dokuzuncu yüzyil estetlerinin o en mantiklisi Mallarmé, dünyada her seyin bir kitapta nihayete ermek üzere varoldugunu söylemisti. Bugün her sey bir fotografta nihayete ermek için var." diye bitiriyor Sontag yazisini.

Horsley de The Matrix¹e dair bölümün sonunda ayni noktaya variyor: Zaman. Nasil oluyor da 1999 civarinda Dünya üzerindeki yasam benzesimi sürebiliyor? Dünyanin sonu her seyi sona erdirdigi halde yapay zeka nasil becerip de aslinda hiç olmayan degisiklikleri isleyise dahil edebiliyor? Eger edemiyorsa, insan bilincini zamanin durdugunu, hep 1999 oldugunu ve yeni binyilin hiç gelmedigini fark etmekten nasil alikoyuyor? Zaten Neo ve sürekasinin eski programin bilesenlerini yeni bastan düzenleme misyonun da hedefi, gelismeyi, degisimi yeniden olanakli kilmak degil mi? Tüm yenilikler tükenerek, yerini sonsuz tekrara, ayni unsurlarin tekrar tekrar denenmis ve bildik sekillerde bir araya getirilmesine birakmis. Iste size zamanin durdugu an; yani, dünyanin sonu. Insan bilinci, çöküsü yasamamak için, bir sonraki asamaya o siçramayi yapip bunu asmak durumunda‹bir sonraki asamaya; yani, zaman içinde özgürce dolasmaya; tipki The Matrix¹in bunu basaran kahramanlari gibi. Aydinlanip, zaman içinde özgürce bir seyleri düzenleyebilme yetisini edinerek kazanilan ilahi güç, insanligi uyandiracak; sanatçinin cin fikirliligi, büyücünün sihri, samanin gücüyle... Peki, diye soruyor Horsley, bir kez bu asamaya ulasan Neo¹nun buradan nereye gidecegi sorusuna, bundan sonra çekilmesi planlanan iki The Matrix filminde nasil bir yanit verilecek? Öyle ya, bir kez tüm sinirlandirmalardan özgür kalan us, birinci filmde ulastigi bu yeni asamayi da gerçek kabul edecek degil herhalde. Diyelim ki bir sonraki asama buydu. Peki, bundan sonraki hangisi? Filmde buna iliskin herhangi bir imaya rastlamayan Horsley¹e göre, kimse bu asal soruyu sormuyor henüz; sormaya cüret etmiyor. Bu durumda da, yanilsamanin dogasiyla, yanilsamanin nasil kullanilabilecegi ve nasil üstesinden gelinebilecegiyle ugrasan film, aslinda çikisi olmayan bir durum sunuyor gibi gözüküyor ve gerçekte "gerçek"e gelemiyor bir türlü. (Büyük harfle) Gerçek, insan usunun aslinda (küçük harfle) gerçegi hiçbir zaman dogrudan bilemeyecegi ve hep sonsuz bir yorumlar ve benzesimler dizisi algilayacagi da olabilir pekala. Pekala da tüm gerçegin bundan ibaret ve hep bizimle birlikte oldugunu ama bunu bir türlü kavrayamadigimizi anlayabiliriz bir gün. "Cennet¹deki Yilan¹in ve Isa¹nin ayni sarkiyi mirildandigini; her ne kadar farkli nedenlerle olsa da: Tanrilar gibi olacaksiniz. Öyle görünüyor ki, Cennet herkese göre degil." Horsley de böyle bitiriyor yazisini.

 

Yolculuk/Yasam

Peki, hangi Cennet? Tüm bunlarin üzerine, The Matrix'i izleyen bizler illa ki filmden bir ders alip, bundan hareketle bir seylere inanmak istesek, neye inanabiliriz? NeoMesih¹e mi? Bu yazinin basinda kullandigim alayci dili, film gündelik yasamlarimizdaki sahteligi gözler önüne sererek inançsizliga inancimizi sarsip, bizi kabullenilmesi ilk basta çok zor olan, hatta belki herkesin harci olmayan olan bu "gerçek"le yüzlestirdigi için, bunun verdigi aciyla basa çikmanin (bilinçli ya da bilinçsiz) bir yolu olarak degerlendirenleriniz olabilir belki. Filmi görmeden önce de belki bilinçaltinda varolan bir acinin bilinç üstüne çikmasi... Film üzerine Internet yazismalarinin (The Matrix as Messiah Movie Part 3 baslikli) bazilarindan öyle anlasiliyor ki, filmi gördükten sonra dinsel inançlari pekisenler ya da filmi dinsel ögreti tarafindan belirlenen çerçeve içinde degerlendirenler gerçekten de var. Belki de bu "gölgeler dünyasi"nda yasam, onlar için daha kolay; ya da belki daha zor...

Baska bir seçenek olarak, belki, tüm dünyanin göksel temali ama "insan yapimi" bir komplo içinde yasadigina da inanilabilir—ki böylece komplonun yasama geçecegi söylenmistir "malum" kitaplarda. Filmi bu kadar ciddiye almamiz, üzerinde bu kadar konusup, yazilar yazmamiz bu yönde bir egilimden baska neyle açiklanabilir? Peki, "Komplo" çok mu farkli sizce "Neo"dan? Bence çok da degil...

Geriye kalan belki de tek seçenek olarak‹"Alti üstü bir film; üstelik o kadar da iyi bir film de degil" diyenlerin disindakiler için kuskusuz‹ayni çizgide bir adim daha ilerleyip, tüm dünyanin bir komplo içinde yasadigi yanilsamasini yaratmak için, filmin de dahil oldugu bir komplonun varligina inanilabilir. Komplo, bir yanilsamadan ibarettir; Horsley¹in isaret ettigi gibi belki bir kavrayis aninda bir kenara birakip, bir daha asla geri dönmeyecegimiz tüm o haritalar ve yanilsamalardan yalnizca bir tanesi. Yasam aslinda hâlâ binyillardir süren ayni yolculuktur, nerede baslayip, nerede bittigi aslinda belli, ama "nasil"ini, "niye"sini hâlâ sanimiza yarasir sekilde adlandiramadigimiz; sözlerle ya da imgelerle... Baktik ki olmuyor, basa çikabilecegimiz sekilde kare kare çerçeveleyip, her kare için ayri bir emeklilik sigortasi yaptirarak, bir Plan dahilinde sürdürmeye gayret ederiz bu yolculugu; belki öyle koyabiliriz ismini diye. Sonra bir gün kafamizi kaldirinca gördügümüzden dehsete kapilir ve o karelerden tekrar yasama dönmek isteriz. Kimimiz basarabilir bunu; kimimiz basaramaz. Iste size yasamdan komploya, oradan da Cennete giden yol!

Neden yazdim bunlari, biliyor musunuz? Annemin hastaneden çiktiktan sonra, evde, agrilar ve mide bulantilariyla bogustugu bir gecenin sonrasiydi. Ya gece çok geçti, ya sabah çok erken; simdi çok iyi hatirlamiyorum. Eve geldim; yattim. Uykuyla uyaniklik arasi. Yüzüm pencereye dönük. Perdenin araligindan gelen hafif isik gözlerimde. Birden bir agri saplandi ayak tabanlarima. Sanki yüksekçe bir yerden yere atlamisim da—genelde pek beceremem ya—ayaklarimin üstüne düsmüsüm gibi. Sonra o agri yavas yavas yukari dogru tirmandi; ya da bana öyle geldi. Önce baldirlarima, sonra dizlerime ve bacaklarima. Kasiklarima atladiginda, perdenin araligindan içeriye bakan biri olsa, herhalde fal tasi gibi açilmis gözlerimle karsilasirdi. Agri karnima tirmanirken artik dehsete kapilmaya baslamistim. Diyaframimi astiginda, solugum kesildi; ya da bana öyle geldi. Sanki bir daha hiç soluk alamayacakmisim gibi. O an için tek zaman ölçüsü, sol yanima dönük yattigim için kulagimda patlayan kalp atisimdi. Ne yalan söyleyeyim, duracak mi diye düsünmedim degil bir an. Gerçekten de "bir an için" öyle kalmis olmaliyim. Sonra cigerlerimi paralarcasina derin bir solukla kalkip, oturdum. Her yer kararmisti sanki, zifir gibi. Yavas yavas alisti gözlerim karanliga; ya da belki de aslinda hava aydinlaniyordu yavas yavas. Öylece oturdum biraz. Sonra basucumda duran sisedeki suyu yariladim ve yatip misil misil uyudum.

Yillar önce bir yerlerde bahsini okudugum su Eflatun'un magarasini o gün ya da gece animsadim desem, yalan olur. Ama aldigim o derin solugu en yakinlarima aktarmaya çabalarken, gerçekten de karanlik bir magaranin disariya açikligina dogru nasil ilerledigimi anlatir gibiydim: Tabanlarimin agrisiyla ulasiyorum açikliga. Disaridayim! O agriyla birlikte bambaska bir dünyaya uyaniyorum—bir renkler, sesler, kokular dünyasina. Sevgilimin gözleri hep böyle isil isildi da ben mi yeni görüyorum? Herkes hep böyle bagirarak mi konusurdu? Bebekler hep böyle güzel kokardi da kolonya reklamlari yüzünden ben mi bir türlü fark edemedim? Her köse basinda süren açik örtülü savaslardan arta kalan bunca cesedin, her gün cengaverce içine atildigimiz kentlerin kokusunu nasil oldu da hiç almadim bunca zaman? Ya da bana öyle geldi...

Ne o, aciyor musunuz bana? Körlügüme? Acimayin. Mutluyum ben. Nasil becerdiysem, ayaklarimin üstüne düstüm atladigim yerden. Yüzükoyun yatisim kendi istegimdendir. Güzel böyle. Her nefes alip verisimle kipirdanan otlari seyredebiliyorum böylece. Deniz göbegimi oksuyor; burnumda kokusu. Uzaktan hafifi bir tango çaliniyor kulagima; sokaktan gelen seslere karisiyor. Sirtimda sevgilimin agirligi, saçlarimda solugu; ensemde dis izleri var. Evet, aciyor biraz ama geçer; önemli degil. Sevgilim... Dünya... Artik beraber arayacagiz bir türlü koyamadigimiz o ismi... yasarken... henüz... Yasamaya çalisacagiz... beraber...

Eh, ne de olsa, cennet herkese göre degil!

 

Kaynakça
Horsley, Jake, 1999. "Gnosticism Reborn: The Matrix as Shamanic Journey," The Blood Poets: A Cinema of Savagery 1958-1999, Volume 2: Millennial Blues: From Apocalypse Now to the Matrix.
Joyce, James, 1992. Ulysses. Harmondsworth, Middlesex, England: Penguin Books. Plato

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1