Göz

  Ögleden Sonra Budapeste'de - Yekta Kopan

 

Gün, üstümüzden beklenmedik bir sevgili gibi geçerken, günes böylesi bir heyecani unutmamamiz için, ellerimin saginda solunda simarik oyunlar yapiyor. Buralarda kolay kolay rastlayamayacaginiz kadar sicak bir ögleden sonrasi. Otelimizden bu güzel pastaneye elli adimda geldik. Dün de öyle olmustu, yarin da öyle olacak. Bahçedeki, ihlamur kokan küçük masanin basina kurulduk. Dün de öyle olmustu, yarin da... Ayse farkli yerler görmemiz, yeni güzellikler kesfetmemiz için israr edip duruyor. Tembel oldugumu düsünmesin diye her seferinde ayni yalani uyduruyorum: "Ben daha buranin güzelligini yeterince kesfedemedim."

Üç yildir üstünde ugrastigim oyunumu burada bitirmek istedigimi söyledigimde Ayse hem sasirmis hem de sevinmisti. Genelde bürosunun disinda çalismayi sevmeyen biriyim. Aslinda bu konuya bir açiklik getirmem gerekiyor. Yillardir evimin bir odasini büro olarak kullaniyorum. Bu durumda evimin disinda çalismayi sevmeyen biriyim demeliyim. Böylesine evine kapali bir adamin, yillar sonra disari çikmak istemesi çok sasirtmisti Ayse'yi. Bence saskinliginin tek nedeni disari çikmak istemem degil, çalismak için burayi tercih etmemdi. Buda'da dalindan savrulan bir kestane çiçeginin, rüzgarin hoyrat melodisiyle Tuna boyunca sürüklenip, Peste'de bir askin ayaklari dibine düstügü, yasayan tarih Budapeste'yi...

Ayse'yle alti yildir birlikteyiz. Bir gün, bir dostum telefon edip, genç bir master ögrencisinin, tez konusuyla ilgili olarak benimle görüsmek istedigini söyledi. Aslinda bu tip görüsmeler beni her zaman rahatsiz etmistir. "Neden yaziyorsunuz, ne kadar zamandir yaziyorsunuz, konularinizi seçerken nelere dikkat ediyorsunuz, su eserinizdeki kahramaniniz aslinda siz misiniz?.." Bütün bu sorulara kuru, keyifsiz cevaplar verip geçistiririm. Arkadasima da, genç, hevesli bir ögrenciyi bu sinirli tavrimla incitmek istemedigimi söyledim ama pisman olmayacagimi, piril piril bir beyinle tanisacagimi öne sürerek beni kandirdi. Hakliymis. Ayse o güne kadar benimle tanismaya gelen okurlardan, röportaj yapmaya gelen gazetecilerden, dergi editörlerinden çok farkliydi. Simdi bana bu farklari soracak olsaniz, anlatamam. Bunu anlamaniz için Ayse'yi tanimaniz gerekiyor. Belki bir gün tanisirsiniz, kim bilir? Bu sözümü bir kenara yazmanizda fayda var. Çünkü inaniyorum ki, benim sekreterligimi yapmayi birakip, kendi yolunda yürümeye basladiginda gerçekten iyi bir yazar olacak. Günün birinde de, büyük bir yazar. Bu yüzden, sürekli olarak "Birak beni, artik kendin için çalismaya basla."diyorum ama dinletemiyorum. Hep ayni cevabi veriyor: "Hazir degilim."

Önceleri yazdiklarini okumazdi bana. Sonra yavas yavas, öykülerinin bazi bölümlerini okumaya basladi. Iki yil önce bir gece, kendiliginden "Size bir sey okumak istiyorum."dedi. 'Hepimiz Ayni Yere Bakiyorduk' gerçekten de o güne kadar duydugum en güzel öykülerden biriydi. Dilerim bir gün sizler de bu öyküyü okuma sansina erisirsiniz. O geceden sonra bir çok öyküsünü okudu bana. Kimilerinin kurgusu aceleye gelmisti, kimilerinde kendini tekrar ediyordu, kimilerinde semantik hatalar vardi, kimilerinde de tikanip kalan bir konu... Ama bir çogu, usta bir kalemin müjdecisiydi. Özellikle son alti aydir okuduklari, çogu zaman sasirtiyor, içimin bir kiskançlikla dolmasina neden oluyordu. Yoo, buna sakin sasirmayin. Yazarlar kiskançtir.

Garson yiyecek bir seyler isteyip istemedigimizi soruyor. Siparis verme isini her zaman oldugu gibi Ayse'ye birakiyorum. Aslinda birakiyorum demek yanlis olur, insanlarla konusmayi sevmedigimi bildigi için, ben yokmusum gibi kendiliginden siparislerimizi veriyor. Kendisine pasta ve çay istiyor, bana da her zamanki gibi sadece kahve. Tanistigimiz gün dört saat kadar konustuk. Sadece minik röportaj teybinin kasetlerini degistirmesi gerektiginde susuyorduk. Yazidan, yasamdan, yazar olma durumundan, ögrenci olmanin zorluklarindan, egitim sisteminden, Ayse'den ve benden konustuk. Gitmesi gerektigini söylediginde ne kadar üzüldüysem, iki gün sonra beni ziyaret etmek istedigini söylediginde de o kadar sevinmistim. Böyle seylerden nefret etsem de tanismamizdan iki gün sonra Ayse'ye benimle çalismasini önerdim. Bu öneriyi nasil bir dürtüyle yaptigimi soracak olsaniz bugün bile cevaplayamam. Bir çok kisi güzelliginden etkilendigimi düsünebilir. Benden en az yirmi yas küçük bir kizin gençligiyle basimi döndürdügünü de düsünebilirsiniz. Ya da o deli dolu konusmasi, bitmez tükenmez enerjisi beni kendine çekmistir. Bilemiyorum. Tek bildigim, alti yildir okuldan arta kalan zamanlarinda Ayse'nin benimle çalistigi ve bundan büyük bir mutluluk duydugum.

Son yillarda verdigim eserlere bakacak olursaniz, bunun verimli bir beraberlik oldugunu siz de kabul edersiniz. Hayatimin hiç bir döneminde bu kadar üretken olmamistim. Romanlarim genis kitlelere ulasmaya basladiktan sonra, yazi serüvenimin baslangici olan öykücülügüm bana küsmüs, kalemim yürümez olmustu. Bu sorunumu da Ayse araciligiyla tanistigim genç bir öykücü sayesinde astim. Genç yazar, uzun yillardir amatör olarak çikardiklari bir dergilerinin oldugunu, bu dergide benim de öykülerimi görmekten büyük keyif alacaklarini söylediginde sasirmistim açikçasi. Yillardir sagda solda küçümsedigimiz, bir avuç gencin yetersiz heyecani olarak gördügümüz yayinlardan birinde yer almami büyük bir içtenlikle öneriyordu. Hem de istersem takma bir isim kullanabilecegimi, amaçlarinin herhangi bir ismin söhretinden yararlanmak degil, kendi adini yaratacak metinler yayinlamak oldugunu söylüyordu. Bu içten öneri, öykücülügümü yeniden kesfetmemi sagladi. Takma bir isimle yazmak da ayri bir heyecan ve rahatlik veriyor. Ayrica öykü ve roman disinda bir seyler yazmayi da kafama Ayse soktu. "Bu harika bir konu, neden bir tiyatro oyunu olmasin?" Iste, 'Sahne Tasarimi' böyle dogdu. On gündür Budapeste'de son seklini vermeye çalistigim ilk tiyatro oyunum 'Sahne Tasarimi'.

Baska hiçbir yerde tadamayacagimi düsündügüm olaganüstü güzellikteki kahvemi yudumlarken, zamaninda Thomas Mann'in da burada oturup, bu kahveden içip içmedigini düsünüyorum ister istemez. Dalip gittigim düsüncelerden, Ayse'nin yumusacik sesiyle siyriliyorum. "Dünkü tembelligimizi gidermek için bu gece daha fazla çalismaliyiz. Ikinci perdenin girisini bitirsek iyi olacak." Bazen, oyunu benden çok sahipleniyormus gibi geliyor. Beni durmadan çalismaya yöneltmesine kiziyorum ama bunu o kadar sakin, huzurlu bir sekilde yapiyor ki bir sey diyemiyorum. Gündüz çalismayi sevmem. Hep gecenin sessizligini yeglerim. Burada da öyle yapiyoruz. Gündüz uzun uzun konusuyoruz. Bütün bir ögleden sonra bu güzel pastanede oturup çevrenin büyüleyici hareketliligini, ihlamur çiçegi ve kahve kokusuna karistiriyoruz. Aksam yemeginden sonra odamiza kapanip, sabahin ilk isiklarina kadar çalisiyoruz. Alti yillik bu birliktelik kimilerinin aklina bazi sorulari getirebilir. Hayir, Ayse'yle aramda bir sey yok. Bir çoklarina inandirici gelmeyecek bir durum bu, biliyorum. Ama yok iste... Ona hayranligim sadece isle, yaziyla, konustuklarimizla sinirli degil, kabul ediyorum. Ayrica bu kadar yil yanimdan ayrilmamasinin tek nedeninin, bir yazarla ayni havayi soluma tutkusu olmayacagini da biliyorum. Sesindeki ani heyecanlar, nefesindeki beklenmedik sicaklik, kimi zaman kokusunun bas döndüren bir hizla içime dolmasi, sasirtici bir temas yüregimin ortasindaki adaya serseri dalgalarin vurmasina neden oluyor. Ama ben, onun bana göstermedigi bu sirlari degil gösterdigi gerçekleri seviyorum.

"Neden hep yazma serüveni üstüne yaziyorsunuz?" Ilk bulusmamizda, biraz kitaplardan sözettikten sonra bu soruyu sormustu. Ben aslinda dogrudan "Neden yaziyorsunuz?" diye sormasini beklemistim. Böyle sorarak, yazdiklarima hakim oldugunu kanitlamak istiyordu belki ama sesinde öyle bir masumiyet vardi ki, onu 'sorgucu' rolünden zevk alan gazetecilerle ayni kefeye koyamamistim. O güne kadar sik sik düsündügüm ama hiç bir zaman kelimelere dökmedigim cevabimi alti yildir her firsat buldugumuzda tartisiriz: "Yasam kurgulanmalidir."

Tuna'nin sessiz bir kararlilikla ikiye böldügü bu kent yillarca düslerime girmistir. Çingenelerin kanlari kaynatan müzikleri, yüzünü gösterdiginde ilikleri isitan kuzey günesi, binbir çesit sarabin buruk tadina eslik eden kahkahalari, ninni söylemeyi seven ihlamur çiçekleri ve geçmis yüzyillarin kokusunu fincanima tasiyan o güzelim kahvesiyle Budapeste. Ama su anda Ayse'den yayilan sabun kokusu, herseyden daha çok ilgilendiriyor beni. Çocuklugum geliyor aklima... Bayramin ilk gününde annem, beni sabah erkenden kaldirir, hamama sokup, derim yüzülünceye kadar yikardi. Elimden gelen huysuzlugu yapar, hatta keselenmekten açilan gözeneklerime sicak su dökülünce bagira bagira aglamaya baslardim. Ama bütün huysuzluguma ragmen, kurulanip, saçlarim limonlu suyla taraninca, bir de 'adam pantolonuyla adam gömlegimi' üstüme geçirince dünyalar benim olurdu. Bütün bayram yüzümden silemedigim gülümsememe iste bu güzelim sabun kokusu eslik ederdi. Annem kitaplari elden ele dolasan bir yazar oldugumu göremedi. Ama ne kadar huysuz bir adam olacagimi daha o günlerden görmüstü herhalde. Ne yapayim, böyle olmayi ben istemedim...

"...kaçmaktan yorulmustur degil mi?" Dalmisim, Ayse'nin ne dedigini duymadim. Ama üzülmemesi için duymus gibi yapiyorum ve onaylarcasina basimi salliyorum. Uzaklarda bir yere baktigindan öylesine eminim ki, onu dinlemedigimi biliyor çünkü. Oyundan sözetmeye basliyor. Dün aksamki çalismamiz oldukça gergin geçti. Bir cümle üstünde saatlerce düsündüm, bir türlü içime sinmedi. Gece boyunca büyük bir sabirla "dogru cümle"nin gelmesini bekledik. Ayse, bu gün o bölümü atlayip bir sonraki bölümden devam etmemizi öneriyor. Ah küçügüm, hersey güzel ama bir de su yazilarimin pesinde bir gölge gibi dolasma huyun olmasa. Birden bu fikir hosuma gidiyor. Genç editörümüz, derginin önümüzdeki sayisi için "Göz" konusunda bir seyler yazmami istemisti. Her zamanki sogukkanli, kendinden emin tavrindan uzakta, uzun suskunluklarla, çaresizlik öksürükleriyle dolu bir istekti bu. Bu güne kadar bütün konusmalarimiz soguk bir havada geçtigi halde ilk kez o gün, çaresizligine üzülmüs ve onu sasirtacak kadar sicak bir ses tonuyla "Memnuniyetle."demistim. Iste simdi, yazacagim öyküyü buldum: "Gölgesini Cebinde Tasiyan Adam" . Gölgesi tarafindan izlenen, gözlenen, giderek gölgesinin gözleriyle yürüyen bir adamin öyküsü. Ayse'ye bunu not etmesini söylemeyi düsünüyorum ama son anda vazgeçiyorum. Belki de baska bir sey yazarim. Belki de Budapeste giriverir öyküme. Belki de ihlamur çiçekleri, kahveler, düsünceler ve yerini yurdunu bilmeyen bir sevdanin arasinda oyununu bitirmeye çalisan bir yazarin öyküsü dökülür son anda kalemimden.

Garson baska bir istegimizin olup olmadigini soruyor. Ayse, son siparislerimizi veriyor. Kendisine, içine limon dilimleri atilmis büyük bir bardak soguk su, bana da kahve ve konyak. Dün de böyle olmustu, yarin da böyle olacak. Her zaman oldugu gibi, oyunu ve yaziyi bir kenara birakiyoruz. Ayse'nin, çalismaya baslamadan önce havadan sudan konusarak rahatlamamiz gerektigi yolunda bir iddiasi var. Gün boyunca huysuzluklarimla onu yeteri kadar üzdügümü bildigim için, bu iddiasini ses çikarmadan kabulleniyorum. Bugün o kadar yorgunum ki, konusacak halim yok. Dinleyici olmak, bir sürahiden bardaga bosaltilan su kadar duru o sesi dinlemek daha keyifli: "Geçenlerde gazetede okudum. (Yalan söylüyor, yazmayi düsündügü yeni öykünün konusundan sözedecek.) Varlik vergisi döneminde Alen isimli bir Ermeni, yag tüccari diye sürgüne yollanmis. (Böyle konulara her zaman ilgi duymustur.) Çocuklari Herman ve Saten yillarca bunun büyük bir yanlislik oldugunu yetkililere anlatmaya çalismis. (Öyküsünü Saten'in agzindan yazacacagina eminim.) Çünkü Alen bey, yag tüccari filan degil, düpedüz yagciymis. (Bununla ilgili bilgileri geri dönüslerle verecek.) Bütün gün yagdanligi ve firçasiyla dükkan dükkan dolasir, kepenkleri, menteseleri, sürme yuvalarini yaglarmis. (Bütün bunlari bir anlatanin gözüyle yazmasi daha iyi olur. Acaba uyarsam mi?) Ama ne yazik ki yetkililer bu hatayi düzeltene kadar adamcagiz, sürgündeki kosullar ve daha da kötüsü üzüntüden ölmüs. (Her zamanki gibi sonunu nasil baglayacagini bilemiyor...)" Büyük bir ilgi ve saskinlik ifadesi takinmaya çalisiyorum ama agzimdan dökülen sözcüklere hakim olamiyorum: "Güzel bir öykü." Sesinde bakkaldan gofret çalarken yakalanmis bir çocugun utanciyla "Ama bu bir öykü degil ki, gerçek" diyor. "Öykülerin gerçek olmadigini kim söyledi?"

Az ileriden bir keman, bir akordeon ve bir kontrbasin hüzünlü melodisi duyuluyor. Bir çingene agiti olsa gerek. Sirri asirlarda sakli notalar, tatli bir rüzgarla kulagimiza tasiniyor. Müzigi, rüzgari, çiçeklerin güzelim kokularini, konyagimin son yudumuyla yakalayip, hepsini bedenime hapsediyorum.

"Hadi, kalkalim artik."diyor Ayse.

"Neden?"diyorum. "Daha erken."

"Ama bakin, hava çoktan karardi."

Bunu söyler söylemez, özür dilemek istercesine bir nefes aliyor ama konusamiyor. Sesinin bogazinda dügümlendigini hissedebiliyorum. Ellerim yüzünü ariyor, gözyaslarini silmek istiyorum. Gözyaslarini hiç sevmem.

"Biliyor musun, çocukken en çok gölgemin nasil oldugunu merak ederdim. Günesin yüzüme vuran sicakligindan gölgemin önde mi, arkada mi oldugunu kestirebiliyordum ama neye benzedigini hiç bir zaman ögrenemeyecektim. Bir insanin gölgesi kendisine benzer, peki bir insan neye benzer? Sonra biraktim nerede oldugunu aramayi, onu cebime koydum. Nerede oldugu degildi artik önemli olan, kurguladigim yasamda ona verdigim görevdi. Üzülme bu yüzden çünkü ben senden daha sansliyim. Gölgemin nerede oldugunu her an biliyorum; cebimde."

Gözyaslari, gülüslerine karisiyor. Kalkiyoruz. Koluma giriyor ve geceye dogru ilerlemeye basliyoruz.

Istanbul'un bu kadar soguk oldugu baska bir gece hatirlamiyorum.

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1