Göz

  Görmek ve Inanmak - Mehmet Açar

 

Michelangelo Antonioni¹nin Türkiye¹de "Cinayeti Gördüm" adiyla oynayan "Blow Up"ini ilk izledigimde yaklasik 14 yasinda bir yatili okul ögrencisiydim. O zamanlar her sali aksam teneffüsünde, okulun salonunda gösterilen filmlerin hiçbirini kaçirmazdim. Filmler hakkinda elimizdeki yegane bilgi kantine asilan afis olurdu. "Cinayeti Gördüm"ün afisi, bir macera filmi seyredecegimize dair isaretler veriyor, birkaç yari çiplak kizin görüntüsü de erotik sahne beklentilerimizi arttiriyordu.

Film bitip kalabaliklar halinde etüde dogru yollandigimizda kimsenin filmden memnun olmadigini farketmistim. Rahatsizligin temel nedeni afiste vaat edilen macera duygusunun filmde bulunamamasiydi... Ayrica büyük bir çogunluk filmin yarisinin kesildigini iddia ediyordu çünkü filmde bir cinayet islenmesine ragmen katil ortaya çikmiyor, hatta cinayetin neden islendigi bile anlasilamiyordu. Erotizm mi? Filmi daha önceden seyredip hatirlayanlarin iddiasina göre bazi sahneler ne yazik ki makaslanmisti.

O zamanlar yeni yeni bir film defteri tutmaya basladigim yillardi. Gördügüm her filmin elestirisini okumaya ve filmlerin yönetmenlerine dikkat etmeye çalisiyordum. Elimden geldigince, bir sinema kültürüne sahip olma çabasi içindeydim ve "Cinayeti Gördüm"ü, sirf farkli ve beni sasirtan bir film oldugu için begenmistim ama hiç süphesiz neden begendigimi hem kendime hem de arkadaslarima anlatmakta güçlük çekiyordum.

Özellikle final sahnesinin önemli olduguna inaniyordum. Fotografçi parkta dolasirken bir grup pandomimci bir tenis sahasinda topsuz ve raketsiz tenis oynuyordu; olmayan topun nereye gittigini, kimin vurdugunu ve nereye düstügünü hep birlikte "görüyorlar" ve kamera da "topu" takip ediyordu. Sonra "top" disari çikiyor ve fotografçinin yanina düsüyordu. Bütün pandomimciler fotografçiya topu atsana anlaminda bakarlarken, fotografçi "topu" yerden egilip onlara dogru firlatiyordu...

O sahnenin ne anlama geldigini tartisirken, fotografçinin topun varligini kabul ederek cesedin varligini da inkar etmis oldugunu söylemistim... Filmi bilmeyenler için "ceset meselesi"ni de kisaca özetlemem gerekiyor. Fotografçi bir gün evde filmlerini basarken, parkta çektigi karelerden birinde, çalilarin hemen arkasinda belli belirsiz bir karalti görür. Daha sonra büyültme teknigiyle (blow up) bu belirsiz karaltiyi büyük kagitlara bastikça bunun bir ceset olabilecegine karar verir... Oysa fotografi çekerken cesetten habersizdir; tek gördügü parkta dolasan bir çifttir... 14 yasindayken, fotografçinin topun varligini kabul edip onu yerden almasiyla, cesedin varligini inkar etmesi arasinda kurdugum iliski, bugün bana pek de dogru gelmiyor. Ama bu iliskiyi hala tam olarak sözlere döküp anlatabildigim de söylenemez...

Bugün "Blow Up"in ya da ironik türkçe ismiyle "Cinayeti Gördüm"ün, hayatimda gördügüm en iyi 10 filmden biri oldugunu düsünüyorum... Gerçi her seyrettigimde yeni bir sey kesfetsem ve bir türlü nihai yorumu yapmaya hazir olmadigimi düsünsem de, filmin etrafinda döndügü ana temalarindan birinin "görmek" oldugunu rahatlikla söyleyebilirim...

Fotografçinin sanki iki görme organi vardir. Birinci organi elbette gözleridir... Ikincisi ise, fotograf makinesinin objektifi... Bazen "ceset meselesi"nde oldugu gibi gözlerin görmedigini, fotograf makinesi tespit eder ve saklar. Ne var ki, görme organi olarak fotograf makinesini kullanmaya çalistigimizda da meseleler bütünüyle çözülmemektedir. Ortada sadece gerçegin küçük bir parçasi vardir ve bütünden kopuk bu parçayla gerçege ulasmamiz mümkün degildir. Evet, fotograf makinesiyle bir seyleri görmüsüzdür ama gerçeklik yine bizden uzaktir...

Peki, final sahnesinde fotografçinin ne gözüyle ne de kamerasiyla gördügü bir topu yerden almasi ve pandomimcilerin oyununa katilmasi neyi ifade eder? Artik gözüne de, kamerasina da inanmadigini mi? Büyük ihtimalle, evet... Kaldi ki Antonioni pandomimcilere film boyunca sürekli arka planda yer vermistir. Onlar herseyin disinda, olmayan bir gerçekligi kendi aralarinda yeniden üretirler. Olmayan bir tenis topuyla oynarlar ve sonunda fotografçiyi da oyuna dahil ederler...

"Inanmak için mutlaka görmek gerekmez" türünde bir önerme midir bu? Belki de...

Ama bu soruya fotografçiya ve yasadigi döneme biraz baktiktan sonra cevap vermemiz gerekiyor.

Londra, 60¹li yillarin ortasi... Pop art çagi... Kahramanimiz ise tam da bu çagin adami, yani usta bir moda fotografçisi... Çektigi fotograflarla gerçegi göstermiyor, gerçegi imgeler halinde yeniden kurguluyor. Twiggy gibi siska mankenlerle beraber stüdyosunda sürekli çekimler yapiyor, onlari soyuyor, giyindiriyor...

Onu kadin modellerle çalisan bir eski zaman ressamiyla karsilastirirsak Antonioni¹nin söylemek istedigi sanirim biraz daha berraklasiyor. Eskiden ressamlar yüzlerde buldugu bir anlami tabloya aktarmaya çalisirken, 60¹li yillardaki moda ve reklam fotografçisi, modelleriyle birlikte stüdyoda o an kesinlikle olmayan, baska bir seylere tekabül eden "sahte bir anlam" yakalamaya çalismaktadir. Amaç mali sattirmak ya da begendirmektir, yakalanacak anlam da buna hizmet edecektir.

Stüdyoda bu "sahte anlamlar"in pesinde kosan usta moda fotografçisinin bir antikacida begenip aldigi esyanin bir uçak pervanesi olmasi süphesiz bir tesadüf degildir. Pervane bir asri zaman makinesine aittir ve yine ayni asri zamanin estetik kodlarina göre bir sanat eserine de tekabül etmektedir... Aslinda bu pervane, sadece fotografçinin dekoratif zevklerini yansitmaktan öte bir sey, tipki fotografçinin stüdyosunda çektigi kadin fotograflari ve fotografçinin kendisi gibi bütünden kopup anlamini yitirmis bir parçadir...

Iste böyle bir fotografçi, parkta dolasirken gerçegi kurgulamaya ya da sahte bir anlam yaratmaya çalismadan doganin içinden birtakim kareler çekmistir... Eve dönmüs, kareleri basmis ve karsisina bir cesetin karaltisi çikmistir... Bu "karalti" gerçegin bir yansimasidir ama sonuç olarak o da bütünden kopuk bir parçadir. Ama fotografçi bu "parça"dan bütüne, yani gerçege ulasmayi dener...

Parçayi büyütür ve yeniden, yeniden basar... Ne yazik ki karalti büyüdükçe anlam kaybolmustur...

Fotografi çektigi sahneye dönersek, stüdyoda sahte anlamlar yaratan fotografçinin parkin yesilligi içinde Antonioni tarafindan giderek küçülen bir figür olarak çekildigini görürüz. Filmin bütününü görsel olarak en iyi özetleyen sahnedir bu... Kontrol edemedigi gerçekligin -yani parkin içinde- nasil kaybolup gittiyse, gerçek anlam pesinde kosma çabasi sirasinda da yine kaybolup gidecektir...

Stüdyosunda ise sahte anlamlar yaratmak için gerçegi parçalarina ayirdikça kendi benliginden uzaklasacaktir...

Simdi, toplumun disinda kalan pandomimcilerin olmayan "top"unu yerden alip atmasini nasil yorumlayabilecegimiz sorusuna yeniden dönebiliriz. Iki ihtimal var: 1. Inanmak için görmek gerekmez. 2. Görmek için önce inanmak gerekir.

Benim için birinci ihtimal biraz daha agir basiyor. Ama belki daha da önemli olan, fotografçinin ilk kez bir bütünün parçasi olmayi, basit, saf bir oyuna katilmayi ve anlam bulmayi becermis olmasi...

Yillar önce sadece daha önce seyrettigim filmlerden farkli oldugu için sevmeye cüret ettigim "Blow Up"i bugün, 20. yüzyilin tüketim toplumunda görsel sanatlarin "anlamdan kopmasi" üzerine bir film olarak okumayi tercih ediyorum. Ayrica bu film, "görmek ve inanmak" arasindaki karmasik iliskileri desmeye çalisan daha birçok filmin öncüsü de oldu. Üstelik "görme biçimleri" teknolojiyle birlikte giderek daha da gelismeye ve hayatimiza hükmetmeye basladilar. Sinema da bu durumu sürekli sorgulamaya devam ediyor. Bütün bu filmlerden tek tek bahsetmek çok zor ama içlerinden birinin adini anmadan geçmek istemiyorum. Barry Levinson¹in "Baskanin Adamlari" (Wag The Dog) adli filmi bu... Bu filmde muhtelif görsel teknolojik imkanlar kullanilarak televizyon ekranlarinda ABD ile Arnavutluk arasinda hiç gerçeklesmemis bir savasin nasil yaratilacagi gösteriliyordu. Bütün bu organizasyonun ardindaki kisinin söyledigi bir laf hala aklimda: "Kimse televizyonda görmedigi müddetçe bir seye tam olarak inanmaz."

Yine ayni ikilem çikiyor karsimiza: Görmek için inanmak ya da inanmak için görmek...

Antonioni meseleye fotografçinin cephesinden bakarken gerçegi parçalamis, onun ele geçirilebilirliginin zorlugunu göstermis ve inanmak ile görmek arasindaki karmasik, tekinsiz iliskilere dikkat çekmisti.

Meseleye benzer bir cepheden (ünlü bir Hollywood yapimcisi ve Baskan¹in siyasi danismanlari) bakan "Baskanin Adamlari" ise gerçegin masa basinda nasil üretildigine isaret ettikten sonra bütün bunlarin tek bir sey adina yapildigini vurguluyordu: "Insanlar gördügüne inanir..."

Evet bu çagda ekranlarin karsisinda oturanlar için görmek, sorgulamadan ve düsünmeden gerçege vakif olmak anlamina geliyor. Yeni bir sey söylemedigimin farkindayim. Ama hem çiplak gözümüzle hem de fotograf makinesiyle gördüklerimizin bizi her zaman gerçege ulastiramayacagini tartisan "Blow Up"in perspektifinden baktigimizda, "Wag The Dog"ta sergilenen durumun vehameti daha iyi ortaya çikiyor...

Sonuç olarak, insanlar hâlâ gördüklerine inandiklari için çagimiz görsel bir cehenneme dönüsmüs durumda ve bunun çok uzun bir süre devam edecegi de kesin... Radyo çagini ucundan kösesinden yakalayan biri olarak, görsel cehennemin dünya sahnesine agirligini tüm siddetiyle koymadigi o yillari hatirladigim için çok sansli hissediyorum kendimi. Çagimdan sikayetçi oldugum için degil, görsel cehennemden öncesinin neye benzedigini biraz olsun bilebildigim için... Ama bu, hiç süphesiz baska bir yazi konusu...

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1