Osmanlı’nın Dili

3F Yayınları, İstanbul Ekim 2006

 

Önsöz

 

Türkçenin, dil arkeolojisi yöntemleri de kullanıldığında on bin yıla uzanan bir geçmişi olduğu tahmin ediliyor; ondan öncesinde, Türkçenin şimdi akrabası olduğu kabul edilen dillerin hepsinin türediği varsayımsal Altayca vardır. M.Ö. 3. bin yıla kadar uzanan dönemin izleri ise Sümer dilinde bulunan Türkçe kelimelerden ibaret. Miladın ilk yüzyıllarında ait Hunca bir cümlecik, Çin kaynaklarındaki kimi isimler ve kelimeler... Türkçe konuşan halklar daha bu yüzyıllarda iki büyük kola ayrılmış. Bir kol Batıya doğru hareket etmiş; bunlar Bulgarlar, Avarlar vs. İdil boyuna, Tuna boyuna yerleşen bu halklardan Bulgarlar’ın burada kurduğu devlet neredeyse bütün Balkanları hakimiyetine almışsa da, hakimiyetleri altındaki Sılav unsurların arasında sayıca azlık kalmışlar; kendi dillerinden bazı cümlecikler, isimler, ünvanlar ve Bulgar adını bırakarak kaybolmuşlar. İdil Bulgarlarından daha çok malzeme kalmış, bunlar 14. yüzyıla ait mezar taşları. Nihayet onlar da tarihteki derin uykularına yatmışlar. Bugün bizim uzak amca çocuklarımıza ait yaşayan tek iz, Çuvaşlardır. Çuvaş halkı dışındaki Türk dilli halkların hepsi doğu Hunlarının soyundan geliyor. Bunlar tarih sahnesine çıktıklarında Göktürk adını taşıyan bir devletin hükümranlığına tabi idiler. Bunların dillerine ait taşa yazılı bazı mezar kitabeleri ve meşhur Bilge Kağan, Tonyukuk yazıtlarını biliyoruz. Demek ki, Türkçenin yazılı tarihi, aşağı yukarı Arapçanın yazılı tarihi ile aynı. Arapçanın da Kur’an’dan önce dişe dokunur bir metni yok. Uzak coğrafyalarda neredeyse eşzamanlı olarak yazılı tarihleri başlayan bu iki dilin macerası ise oldukça farklı olmuştur. Arapça, Kur’an gibi bir metnin etrafında sürekli ana yapısını korumuş, İslamiyetin ortak dili olmuş, İslamiyetin ulaştığı birçok halk ya Arapçayı benimsemiş yahut da derinden etkilenmiştir. Göçebe veya yarı göçebe halkların dili olan Türkçe ise dağılan imparatorluklarla birlikte dağılmış, her dağılıştan sonra başka bir medeniyet çevresinde yeniden toplanmaya, varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Yazılı metinleri olup da kaderini takip edebildiğimiz Türk halkları gök tanrı dininden Budizm’e, Manihaizm, Hıristiyanlığa, Yahudiliğe kadar birçok farklı kültür alanına sürüklenmişler, ama Türkçeyi yaşatmayı her zaman başarmışlar. Nihayet 10. yüzyıldan sonra kitlesel İslamlaşma süreci başlamış, bu yeni medeniyet havzası Türklerin bütün kimliğini bürümüş, zaman zaman Türk demek Müslüman demek, Müslüman demek de Türk demek anlamını taşımış. Bu derin etkileşim, Türk kimliği üzerinde derin ve değişmez izler bırakmış; Türkçeyi ve Türkçe dil ürünlerini önemli ölçüde şekillendirmiş, ona yeni bir görünüş kazandırmıştır.

 

İslamlaşma, Türk halklarına yeni fırsatlar doğurmuş; dünyanın yeni ve ilerleyen bir gücüne eklemlenmek bu halklar için taze ve verimli coğrafyalar, parlak ufuklar açmıştı. Bunların başında gelen Oğuzlar, bu süreçte göçebe kültüründen imparatorluk kültürüne kadar uzanan değişimler geçirdiler. Tarihin en büyük ve en etkili İmparatorluklarından birini kurdular.

 

Daha hatıraları pek canlı olan bu imparatorluk üzerine çok şey söylendi; lehinde ve aleyhinde olundu. Mirası tartışıldı; kabul edenler oldu, reddedenler oldu. Daha söylenecek elbette çok söz vardır. Tarihin kaydettiği muhteşem imparatorlukların sonuncusu olan Osmanlı İmparatorluğu bunca ülkede, bunca halkı nasıl idare etmişti? Onlarca farklı dili konuşan halkla nasıl iletişim kurmuştu? Bunları bir potada eritip ortak bir kimlik yaratabilmiş miydi? Yüzyıllar boyunca idaresi altında hangi diller konuşuldu? Kendi dili neydi, nasıl gelişti, nasıl değişti? Bütün bu konularda genel bir resim koymak bu kitabın amacıdır.

Hosted by www.Geocities.ws

1