Vardım Seyreyledim Frengistanı

 

 

Seyahatin Kültür Tarihi, Winfried  LÖSCHBURG, Türkçesi : Jasmin Traub, Dost Kitabevi Yayınları, Ağustos 1998, Ankara, 160 s.

 

W. Löschburg’un “Seyahatin Kültür Tarihi” isimli kitabını okuyunca içimi müthiş bir merak duygusu doldurdu. Löschburg, evet, Batıdaki seyahat kültürünü pek güzel anlatıyordu, ama Doğu hakkında ketum davranıyor, harcıâlem bir iki isim dışında neredeyse hiç birşey söylemiyordu. Hele bizim sevgili Evliya Çelebi’mizden hiç bahsetmemesi doğrusu bağışlanır gibi değildi.

Bugün bildiğimiz birçok şeyi aslında seyyahlara borçluyuz. Bilme açlığını iliklerine kadar hisseden o adamlar olmasaydı yeni bilgiler, yeni kıtalar nasıl keşfedilir; farklı kültürler nasıl tanışır, bilişirlerdi? İnsanların hiç seyahat etmediği bir dünya düşünün: Âlemi, ufkunu sınırlayan dağlardan yahut denizden, çölden ibaret zanneden köylüler... Yenilenmeyen, hiç değişmeyen, biteviye sürüp giden bir hayat.

İyi ki radyolar çıktı, iyi ki televizyon icad edildi, iyi ki naklen yayın arabaları var, iyi ki internetle dünya elimizin altında... Ama seyahat... İnsanın yüzüne vuran serin rüzgârlar, börtü böcek sesleri, damları altından evlerle dolu şehirler... kayıp ülkeler... Bunlar yok artık.

J. Guitton, düşünceyi tetikleyen mekanizmanın hayret/hayranlık üzerine kurulduğunu söyler. İnsana bu duyguyu veren, yani beyni kıyaslamalar/karşılaştırmalar yoluyla düşünmeye iten etkilerin başına da “seyahat”i, gurbete çıkmayı koyar. Tebdil-i mekânda ferahlık vardır, zihne ferahlık, düşünceye genişlik, açılım... Eskiler dememişler mi, çok okuyan değil, çok gezen bilir diye! Aklım da bir taraftan soruyor bana, nasıl gezme peki, nasıl gezme?... Yazıya geçirilmemişse, yarattığı düşünce kıvılcımlarından yangınlar oluşturamamışsa ona seyahat  denir mi?

İnsanlık yüzyıllardır geziyor, mekân değiştiriyor. Avcı/toplayıcı insandan beri bu böyle. Savaşmak, öğrenmek, şifa bulmak ... ne için yola çıkarsa çıksın; yolcu yeni şeyler öğrenen, bilen ve getiren adamdır. Seyyahın makbulü ise, “seyahat seyahat içindir!” diyendir.

Löschburg’un kitabında Eski Yunan’dan bu yana seyahatin tarihi ana hatlarıyla anlatılmış. İnsanlık tarihinin birikimini aktaran ilk seyyahlar arasında M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan Halikarnaslı Herodot’u zikreder Löschburg ve onun uzun gezilerinin meyvesi olan efsaneler, mitoslar külliyatı “Tarih”ini. Sonra Roma.. Yollar, deniz rotaları, haritalar.. Roma aynı zamanda bir yol medeniyeti. Seyahatin hem hem içerik, hem de tarz olarak bugünkü şeklinin ortaya çıkışı da çok eskiye dayanıyor. Yine Roma’da bilim amacıyla, sağlık amacıyla, macera için yola çıkanlar eksik değil... Seyahat danışma büroları, güzergâh haritaları, mil taşları ve yol levhaları, otuz kırk km’de bir hanlar ve ahırlar Roma devrinde görülmüş ilk defa. Avrupa’da seyahat kimi zaman bir aristokrasi histerisine de dönüşmüş... Seyahatin demokratik bir eylem haline gelmesi 19. yüzyılda demiryolu ağlarının gelişmesiyle mümkün olmuş. Yolculuk hızlanmış, ucuzlamış, kitleselleşmiş. Aslında modernleşmenin her alanda eşyayı tabiatinden uzaklaştırması gibi, belki seyahatlerin doğallıktan uzaklaşması da makinalaşma ve hızlanma ile başlamış. Evet, trenler maliyet açısından seyahati ucuzlatıyor ama, istediğiniz yerde durup yemek de yiyemiyor, merak ettiğiniz bir tepenin ardını göremiyorsunuz. Böyle bir seyahat tarzı elbette karşıtını da doğuruyor : Kimi zaman yaya olarak, kimi zaman bisikletle yolculuk edenler de görülüyor. Nedense Löschburg bisiklet yolculuklarından, daha doğrusu bisikletten hiç bahsetmemiş.

Kitabın kütüphane tanıtım bilgilerinde her ne kadar “Batı ve Doğuda Seyahat” anahtar kelimeleri verilmişse de Löschburg’un kitabının en temel eksiği bence Avrupa-merkezli olmasıdır; bir iki isim dışında doğunun (İslâmın ve başka kültürlerin) seyahat kültürleriyle ilgili dikkate değer bir kayıt yoktur. Ancak, bildiği ve mensubu olduğu bir kültürün birikimini yansıttığı için yazarı nasıl muahaze edelim?. Yazmamış bile olsa, içinde yaşadığımız toplumun nasıl bir “seyahat kültürü” ürettiği merakını uyandırmış olması yetmez mi?

Bu kitabı okuyup da bir türlü oturamamış bir toplumun nasıl gezdiğini, nelere bindiğini; “Seyyah olup şu âlemi gezerim, bir dost bulamadım gün akşam oldu” diyen halk ozanının ya da Peygamberi rüyasında görüp de “şefaat yerine seyahat” isteme kurnazlığını gösteren Evliya Çelebi’nin yolculuklarını; deve kervanlarını, yüğrük atları, topkeşan camus arabalarını, göç borularını, çatal atlı tatar postacıları, hinto koçuları, hanları, kervansaray kültürünü merak etmemek mümkün mü?

 

 

*  Hayati Develi

 

 

Ana Sayfa

Hosted by www.Geocities.ws

1