Osmanlı devletinin en güçlü olduğu devirde, bozulma emareleri de görülmeye başlamış, zamanla yükselişin dinamizmini, heyecanını kaybeden toplumun içten içe süren bozulması, öncelikle entellektüelleri rahatsız eden bir çürümeye dönüşmüştür. Askerlik sisteminin bozulmaya başlamasıyla birlikte zaman zaman görülen isyanlar, adalet mekanizmasına (ve aslında bürokrasinin her yerine) girmeye başlayan rüşvetin yarattığı rahatsızlıklar, ekonominin bozulmasıyla görülen enflasyon, hazinenin gittikçe fakirleşmesi vs. kalem sahiplerinin eserleriyle dile getirilmiş, çözümler önerilmiştir. Bunların en meşhurlarından biri Koçi Bey Risalesidir. IV. Murad’a sunulan bu risalede devletin işleyişinde görülen aksamaların sebepleri ve çözüm yolları üzerinde durulmaktadır. Ancak bundan daha eski olmak üzere, tarih kitaplarında satır aralarına sıkıştırılmış çok önemli tespitler, tahlil ve tenkitler de vardır. Peçevi ve Selanikî’nin eserleri gibi. Gelibolulu Mustafa Âlî’nin de (ö. 1600), türlü toplum kesimlerindeki bozukluklara temas ve bunları tenkit ettiği eserleri vardır ki, Mevâidü’n-nefais fi kavaidi’l-mecalis bunların en meşhurudur. Ancak bunların çoğu Saray’a sunulmak üzere hazırlanmış, edebî dilin en ince örneklerinin sergilendiği eserlerdir.

Bizim bu çalışmada metnini latin harfleriyle ortaya koymaya çalışacağımız eser de bu gibi sosyal tenkitlerden addedilebilir. Ancak bu eserin diğerlerinden oldukça farklı yönleri vardır. Herşeyden önce kimliğini bize bildirmeyen müellif, âleme nizamat verme çabası içinde değildir; eserini Padişah’a veya bir vezire, devlet adamına sunmak, ekonomik ve siyasî meselelere çareler önermek için kaleme almamıştır. Evine, işine giderken, bir dost meclisinde otururken, alışveriş ederken gözlemlediği “edebe mugayir” davranışlardan duyduğu rahatsızlıkları dile getirmiş, belki böylece biraz kendini rahatlatmıştır. Zaten kullandığı dil de, yüksek bir edebî dil olmayıp, günlük konuşma dilidir. Müellif söz sanatları peşinde koşmamış, ancak halkın kullandığı deyimlere, beddualara, küfür ve argolara sık sık müracaat etmiştir.

Bu eserin bir başka farklı yönü, hiç süslü ifadelere kaçmadan, lafı gevelemeden söylenecek olanın söylemesidir. İfade edildiği gibi, eserin gayesi zaten toplumun hal ve gidişindeki aksamaları tahlil edip çözüm önerileri getirmek, devlet ricalini bu konuda uyarmak değildir. Müellif sadece kendi “şahsî” rahatsızlıklarını ve kızgınlıklarını dile getirmiş, bahsedilen kusurları kendi nefsinde görenlerin bunlardan “tövbe” edip temizlenmesini temenni etmiştir.

Elimizdeki eser, bir “adab-ı muaşeret” yani görgü kuralları risalesi gibidir. Ancak burada edebe uygun davranan bir toplumun renkli fotografını değil, “arabını” görürüz. Meçhul müellif, toplumun bize negatif bir resmini vererek, pozitifinin nasıl olduğunu hissettirmiştir. Elbette toplumda bir davranış “edebe mugayir” bulunuyorsa, yaygın ve geçerli olanın, “adab-ı muaşerete uygun” bulunanın, bunun tersi olduğunu kabul etmek gerekir. Biz metni hazırlarken bu düşünceden hareket ettik. Küfürler, argo ifadeler, ağır tenkitler, zaman zaman galiz sözlerle dolu, bugün yaşamayan pek çok âdete, kişi ve kuruma göndermelerin yapıldığı; unutulmuş, sözlüklere girmemiş söz ve deyimlerin yer aldığı bu metni anladığımız kadarıyla istifade edilebilir hale koymaya çalıştık. Bununla birlikte çözemediğimiz, başka bilim adamlarının himmetine muhtaç yerler de kaldı. Bu noktada, hazırladığım metni kontrol edip yol göstermeleriyle, bilgilendirmeleriyle metnin ikmaline yardımcı olan hocam A. Mertol Tulum Bey’e, benim farkına varmadığım pek çok âdete, telmihe dikkatimi çeken M. Sabri Koz Bey’e; hususiyle metni tespit ederek üzerinde çalışmamız için bize veren İsmail Kara ve İhsan Fazlıoğlu Beylere teşekkür ederim.

Okuyucudan şu hususu istirham ederiz: Eserde yer yer bahsi geçen o devir İstanbulu’unun fuhuş âlemleri ve bunların müdavimleri tenkit edilirken kullanılan ifadelere, eserin sadece o satırlarına takılıp kalınmasın. Zira risalenin müellifi sadece haddi aşmış zinakârları, fahişeleri, oğlancıları söz konusu etmiyor; sofra âdâbına uymayanları, hasta ziyaretinde hastaya eziyet edenleri, alışveriş, temizlik, ahde vefa vs. gibi günlük hayatın her anında, her adımında “edepsizlik”, “hayasızlık” edenleri de tenkit ediyor. Hatta modernleşme çabalarıyla birlikte başlayan Batılılara özenti hastalığı, müellifin dilince “kefereye taklid” edenler de şiddetle eleştiriliyor. Sihir-büyü, kurşun döktürme, fal açtırma gibi hurafeler; medrese sahibi olup da derslere devam etmeyen müderrisler, vakıf şartlarını bozan  mütevelliler, işini yeterince temiz yapmayan ekmekçiler, hamamcılar da tenkitten nasibini alıyor, Risalede zikri geçen hemen her husus başka Osmanlı kaynaklarında da şu veya bu şekilde zikredilmiştir. Biz gücümüzün yettiği kadarıyla metni ortaya koymaya, bazı tabir ve âdetleri açıklamaya çalıştık. Meçhul müellifin özel bir gayret ve dikkatli gözlemler sonucu oluşturduğu bu tenkit mecmuasının XVII. - XVIII. yüzyıl Osmanlı toplumu için ne mana ifade ettiğini araştırmak tarihçilerin, toplum bilimcilerin vazifesidir.

Eserin Kimliği, Müellifi ve Şekil Özellikleri

İstanbul’da Nuruosmaniye Kütüphanesi nr. 4925’te kayıtlı bir risale mecmuasının 48b-76a sayfaları arasında yer alan bu risalenin müellifi ve müellif tarafından konulmuş bir ismi malûm değildir. Harekeli nesih ile, aharsız bir kâğıda yazılmış olan eserde her sayfada 13 satır vardır. Dahil olduğu mecmuanın 1b yüzündeki kayıtta 5. sırada “Risale‑i uhrâ bi’t-Türkî” ifadesiyle kaydedilmiş olmakla birlikte, aslında 3. sıradaki risaledir. Buna dayanarak, bir cilt tamiri esnasında bu risalenin 3. sıraya yerleştirildiğini, 1b’de ise 5. risale olarak kaydedildiğini tahmin edebiliriz. Mecmuanın yine 1b yüzündeki Sultan II. Osman (Genç Osman)’ın (1618-1622) vakfı olduğu yolundaki kayıt, h. 1132 (m. 1720) istinsah tarihli bu risalenin mecmuaya sonradan girdiğini gösterir. Risalenin 48a yüzündeki "Sâhibü’l-kitâb Derviş İsmâil" kaydı yer almaktadır.

Eserin ismi ve müellifi hiç bir yerde zikredilmemiştir. Ancak aladla- “acele etmek” 74b/12 ve engeç “yengeç” 52b/4 kelimelerinin Derleme Sözlüğü’nde verilen kaynaklarının ekseriyetle Anadolu’nun batısına ait olması, müellifin Anadolu’nun batı kısmındaki şehirlerin birinde doğmuş olabileceğini tahmin ettirmektedir.

Eserin ismi de kayıtlı değildir. Müellifi tarafından konmuş bir isim bulunmadığı için biz, onun kendi eserini tanımlarken kullandığı “risâle-i acîbe ...makâle-i garîbe” ifadelerinin ilhamıyla eseri “Risâle-i Garîbe” olarak isimlendirmeyi uygun bulduk.

Eldeki nüshanın istinsah tarihi h. 1132 (m. 1720) olup müstensihi belli değildir. Bu nüshanın müellif hattı olarak kabulünü engelleyen, bir fonetik hadiseyle izah edilemeyen istinsah yanlışları vardır. Mesela zurna kelimesi (54b/10) zuverna okunacak şekilde, Kızılbaş kelimesi (58b/12) azılbaş şeklinde, ihtiyar berbere (61a/12) ihtiyarlar bire okunacak şekilde harekelenmiştir. Unutulan ekler ve kelimeler de vardır. Bunlara bakarak nüshanın müellif hattı olmadığını kabul etmek mümkündür. Bu durumda ise, eserin telif tarihinin tespiti meselesi karşımıza çıkıyor. Tam bir tarih tespit edemesek de hangi tarihler arasında telif edildiğini bir takım ipuçlarından yola çıkarak tahmin edebiliriz:

Eserde kadızade tabiri dinî/içtimaî içerikli bir hareketin adı olarak değil de marjinalleşmiş bir sınıfın tanımı olarak geçtiğine göre (¼aceb uş ıy€fetli adızadeler 49b/6), eserin telif tarihinin, Kadızade Mehmed Efendi’nin ölümünden (m. 1636) ve bu cereyanın isminin giderek marjinal sınıfları tanımlamakta kullanılmaya başlamasından sonraya ait olması gerekir. Kadızadeli tanımına verdikleri semantik değer açısından Evliya Çelebi Seyahatname’si de bu eserle ortaktır (bk. Açıklamalar).

“Biñ seksenden ¬oñra evlenen ¨ar-ı l€-yefhemler”  ifadesi, manasını tespit edememiş olmamıza rağmen - ve eğer bir değerlendirme yanlışımız yoksa - telif tarihiyle ilgili bir ipucu olabilir: h. 1080 tarihi m. 1669-1670 yıllarına tekabül eder.

Metinde yer yer bahsi geçen tütün, Peçevi’nin kaydına göre Türkiye’ye h. 1009/m.1600 yılında İngilizler tarafından getirilmiştir (Peçevi, 259). Bu da metnin telif tarihinin XVII. yüzyılda olduğunu gösteriyor.

52b/10’da bahsi geçen Sinan Paşa Köşkü en geç 1590’da tamamlanmış olduğuna göre, metin bu tarihten önce yazılmış olamaz.

Bütün bunlardan yola çıkarak ve bilhassa “kadızade” teriminin kazandığı manayı göz önünde bulundurarak, metnin XVII. yüzyılın ikinci yarısında veya XVIII. yüzyıla yakın bir tarihte yazıldığını kabul ediyoruz. Bu istinsah tarihine çok yakın bir tarih de olabilir.

Eserin Dili

Eser, hiç külfetsiz, tamamen konuşma diline dayanan bir üslûpla yazılmıştır. Müellifin “şütûm-ı mugallaza” olarak tanımladığı küfürler, küfür makamında kullanılan sözler, argo ifadeler, deyimler, beddualar hep halk dilinin mahsulleridir. Diğer metinlerde çok fazla rastlanmayan sakal döken, kekez, kızmış, deli göt, kulanpara, kavara, kodoş, merhumcı, şulfa vs. gibi kelimeler sıkça kullanılmaktadır. Ayrıca kelimelerin semantik gelişimini takip etme açısından da zengin bir metindir.

Metnin, konuşma dilinin fonolojisini, ses düzenini aksettirecek şekilde harekelendiği, alıntı kelimelerin Türkçeleşmiş şekillerine yer verildiği görülüyor. XVII-XVIII. yüzyıllardaki Türkiye Türkçesinin, yani Orta Osmanlıca ismi verilen devrenin ses düzeninin tespitinde, bilhassa uyumların gösteriminde ilgi çekici bir malzeme vermektedir. Bu devre bilhassa ses uyumlarının gerçekleşmesi, gelişmesi açısından tam bir geçiş devresi özelliği taşıyor. Bu devrede eklerin dudak uyumuna bağlı okunması, kelimelerin ses değerlerinin tespiti hususunda daha çok “transkripsiyon metinleri” diye isimlendirilen Latin, Grek, Ermeni, Kril gibi alfabelerle yazılmış Türkçe metinlere müracaat edilmektedir. Ancak Osmanlı alfabesiyle yazılmış, Osmanlılar tarafından ve konuşma dilinin fonolojisine göre yazılmış eserlerin tetkikinden çıkan sonuçlar daha ilgi çekici ve belki daha güvenilir olmaktadır (bkz. Develi 1995 ve Duman 1995). Bu eser de devrinin halk dilini, İstanbul’da konuşulan dilin fonolojisini tespit eden bir eserdir. Eserde pek çok ek dudak uyumuna (labial harmony) bağlanmış olarak karşımıza çıkıyor. Konuşma dilini tespit eden metinler klasik devrede çok sık karşımıza çıkmadığı için eserin bu yönünü ayrıca inceleme konusu yaptık.

Müellif eserine dünya sevgisini ve dünyayı sevenleri yeren, ayrıca hayanın imanın bir şubesi olduğunu ifade eden iki hadisle başlamaktadır. Haya konusunda zikredilen hadisin iktibasında bir eksiklik olsa gerektir. Daha sonra iz’ansız, hayasız, edepsiz kimselere ağır bir beddua etmekte ve sonra bu beddua ettiklerinin kimler olduğunu sıralamaktadır: Bundan sonra artık farklı bir söz dizimi kullanmadan adeta bir liste vermektedir. Çok dikkatli bir gözlemci olduğu anlaşılan müellif, genellikle türlü sosyal sınıfları, çeşitli meslek mensuplarını, etnik grupları bir araya toplamaya çalışmıştır. Yüksek sınıfları da gözlemlemiş ve arasıra bahsetmiş olmakla birlikte, genellikle toplumun orta ve alt tabakalarını, çarşı-pazarda, sokakta, orta halli zenginlerin konaklarında olan biteni tenkit etmiştir. Cami-medrese ve tekkeler, bazı asker sınıfları, türlü meslek erbabı, kadınlar ve evli erkekler, meyhane ve fuhuş âlemleri, konaklardaki ziyafetler, yemek adabı, köle ve cariyelerle olan ilişkiler, çocuk eğitimi, giyim kuşamla ilgili hususlar, aç gözlü dilenciler, hasis zenginler, temizliğe yeterince riayet etmeyenler, büyücüler, muskacılar, Türkler, Ermeniler, Yahudiler, Arnavutlar vs. Osmanlı toplumundan yaşayan türlü halklar, riyakârlar, hilebazlar... hâsılı, hemen herkes müellifin eleştiri oklarından nasiplerini almıştır. Müellifin de toplumun orta sınıfına mensup bir kimse olduğunu tahmin edebiliriz.

Kullanılan dil özentisiz, sanatsız bir dildir. Müellif hiç bir zaman söz sanatlarında maharet gösterme yoluna gitmemiş, sadece halkın kullandığı deyimleri, istiare, mecaz ve kinayeleri kullanmıştır. Hasislerden bahsederken kullanılan “Pinti Hamid”, Hz. Eyyub’un türbesi civarında dağıtılan adak kurbanından pay kapmak için itişip kakışanlar için kullanılan “Eyyub Kuzgunları” gibi tabirler istiare örnekleridir. Bunun dışında geyikler, eşekler, hımarlar, bakarlar, uyuzlar, gidiler, hîzler, püzevenkler vs. hep halk dilinde, konuşma dilinde kullanılan canlı istiare örnekleridir. O  yoldan gelmişler  “orospu veya oğlancı”, burnı taşağında “sarhoş veya esrarla kendinden geçmiş” gibi kinayeler; aşçı köpeği tabiatlu kulanparalar, geyik gibi baş çevirüp bakan, Firenk borusu gibi burnını öttüren, ördek gibi her bulduğı bokı yéyen, demür bokı gibi, dilber taşağı gibi, abhane camı gibi , bencik esîri gibi vs.  teşbihler sık sık karşımıza çıkıyor. Bunların hemen hemen tamamı günlük konuşma diline has teşbih, istiare ve mecazlardır.

Alıntı kelimelerin Türkçenin ses düzenine uydurulduğu örnekler çoktur, bunlardan aşağıda daha geniş olarak bahsedeceğiz. Bunun dışında anlam değişmeleriyle de karşılaşıyoruz. Meselâ tekebbür “büyüklenme” manasında iken metinde “mütekebbir” manasında kullanılmıştır. Aynı şekilde nedamet’in “pişmanlık” değil “çabuk fikir değiştiren, kolay cayan” manasında, peşiman’ın “pişman” değil “pişmanlık” manasında, yadigâr’ın “hediye” değil “baş belâsı, musallat” manasında küfür gibi kullanıldığını görüyoruz.

 

 

Önceki sayfa

Ana sayfa

Hosted by www.Geocities.ws

1