İmparatorluk Mirası. Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, L. Carl Brown (editör), İletişim Yay. İstanbul 2000, ISBN 975-470-746-4, 469 s.

 

Onlar Oğuz neslinden ve Kayı boyundan beyler idiler. Kutlu ve ulu beyler idiler. Oğuzun evvel kişisi ve geleceği bilicisi Korkut Ata’nın “âhir zamanda hanlık girü Kayı’ya değe!” dediği boyun beyleri idiler. Ve onun dediği gibi beylik âhir zamanda onlara geçmişti. Selçuk devleti müthiş Moğol sadmesiyle sendeleyip yıkılınca imâmesiz tespih taneleri gibi  kala kalan Oğuz beyleri evvelden beri ulu beylik makamında olan Kayı’nın etrafında toplandılar. Osman Bey’in beyliğini kabul edip Oğuz töresince üç defa önünde yer öptüler.

Kutlu Kayı beyleri hakikaten bu makama lâyıktı. Hedeflerini iyi tayin edip uygun stratejiler izlediler. Selçuklunun bürokratik birikimini devralmışlardı. Selçuk geleneğinden, Oğuz ve Çingiz törelerinden bir yönetme anlayışı geliştirdiler. Yönleri Batıya dönüktü ve karşılarında Koca Roma’nın son halefi duruyordu. Oradan da çok dersler aldılar. Kısa zamanda kurdukları sistem o kadar sağlamdı ki, önce güçlü bir Haçlı darbesini hezimete uğrattı; arkasından Timur’un parçalayıcı sadmesini atlattı; parçalanan unsurları kolayca toparladı. Enerjisinden hiç bir şey kaybetmemişti. Birkaç asır içinde Önasya, Balkanlar ve Kuzey Afrika’ya yayılan, onlarca halkı hakimiyeti altında birleştiren muazzam ve çoğu zaman aksamasız işleyen bir imparatorluk hâline geldi.

Ahir zamanda hanlığın yine Kayı boyuna değeceği kehaneti tutmuştu Korkut Ata’nın, ancak kehanetin ikinci ve son kısmı tutmadı : “Kimse ellerinden alamaya, kıyamet kopuncaya kadar!” Burada kehanetin değil, bilimin sözü geçti ve İbni Haldun’un dediği gibi, bu hanedan da ihtiyarladı ve öldü. O bir zengin olarak öldü ve ölen her zengin gibi bir miras bıraktı. Ne yazık ki, bu ölen, önce “hasta adam” damgası yemişti, ağır borçlar altındaydı. Hızla küçülüyordu.

Bugün Osmanlının mirası yeniden tartışılıyor.

Aslında imparatorluğun mirasını onu kuranlar almışlardı, yani Türkler. Nakdî borçlarını ödediler. Ellerinde bazı saraylar, camiler, kimi çanak çömlek kaldı. Devletin arşivi kaldı. Görünüşte doğal mirasçı idiler. Çünkü Türkiye Cumhuriyetini kuranlar da Osmanlının yetiştirdiği bürokratlar idiler. Görevlerine devam ettiler. Bununla birlikte bir kimlik sorunu da yaşanmadı değil. Evet, bu yeni devlet görünüşte mirasçı idi, ama bazı şeyleri almak istemiyordu. Bunların başında da kimlik geliyordu. Yeni devlet millet esasına dayanan bir millî devlet, üniter devlet olmayı hedeflemişti. Zaman zaman redd-i miras etmedi değil.

Evet, Osmanlı İmparatorluğunu kuran unsurun kimliği, geriye kalan maddi mirası devralmış olması açısından bakılınca Osmanlı İmparatorluğunun vârisi Türkiye Cumhuriyetidir. Reel politikte de Türkiye Cumhuriyeti'nden başka vârislik iddia eden yok gibidir. Ondan ayrılan unsurların büyük bir kısmı baştan redd-i miras etmiş, o babanın oğlu olmadığını söylemiştir.

Ne var ki, toplumların kültürel, siyasal ve sosyal kimliklerini oluştururken neyi miras aldıklarını, yani neyin devamı olduklarını yahut bugünkü kimliklerini, dolayısıyla bugünkü var oluş biçimlerini, sınırlarını, sorunlarını neyin belirlediğini tespit etmek kişilerin miras hukukundaki durumlarını tespit etmek kadar kolay olmuyor. Balkanlarda, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, Kafkaslarda yaşananları Osmanlı dönemini atlayarak değerlendirmek, anlamak, çözmeye çalışmak pek mümkün görünmüyorsa, bugünkü sıcak çatışmaların, krizlerin altında hep o dönemde oluşan anlaşmazlıklar yatıyorsa, bugünkü kimliklerin Osmanlı dönemi olmadan anlaşılması mümkün görünmüyorsa, nasıl olur da bütün bu halklar Osmanlının mirasçıları olmadıklarını iddia edebilirler veya nasıl sadece Türkiye Cumhuriyeti veya Türkiye’nin aydınları Osmanlının yegâne varisi olduklarını varsayabilirler. Evet, Osmanlıdan ayrılan etnik unsurlar her ne kadar o dönemin maddi ve kültürel izlerini silip yok etmeye çalışmışlarsa da çok derine inen, kimliklerinin genetik kodlarına sinen izleri silip atmaları mümkün görülmüyor.

İşte L. Carl Brown editörlüğünde hazırlanan ve çeşitli ülkelerden on beş kadar tarihçinin yazılarıyla katkıda bulundukları İmparatorluk Mirası (Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Mirası) isimli kitap bu miras sorunsalına yeni bir yaklaşım getiriyor ve öncelikle şu soruyu soruyor : Bir devletin mirası ne demektir?

Halil İnalcık “Mirasın Anlamı : Osmanlı Örneği” başlıklı yazısında (s. 32-49) tarihte mirasın nasıl anlaşılması gerektiğini Osmanlı örneğinden yola çıkarak ortaya koymaya çalışıyor ve eğer yanlış anlamıyorsam en kısa ifadeyle tarihsel mirası, “herhangi bir devletin bugünün dünyasının biçimlenmesindeki etkisi” olarak değerlendiriyor. Buna göre, Osmanlı İmparatorluğu tarih panoramasından çıkarılırsa Ortadoğu'nun; Doğu, Orta ve Batı Avrupa’nın; Kuzey Afrika’nın doyurucu bir tarihi yazılamaz. Bu ülkelerin yönetici ve aydın elitlerinin Osmanlıya bakışı genelde olumsuz olsa bile şehirleri hâlâ Osmanlıdan izler taşır, dillerinde birçok Türkçe kelime vardır, popüler kültürleri (mutfakları, yaşayış tarzları) açık bir şekilde Osmanlı dönemi izleriyle doludur.

İmparatorluk Mirası’nda yer alan yazılar Türkiye’de, Balkanlarda ve Arap dünyasında kültürel, siyasî ve toplumsal yaşamın türlü alanlarındaki Osmanlı mirasına bakışın ne olduğunu ana hatlarıyla özetliyor. Türkiye dışındaki siyasi ve entellektüel elitlerin bu mirasa bakışlarının olumlu olduğu söylenemez. Osmanlı dönemi genellikle kötülüklerin sebebi gibi görülmektedir. Ancak yazıları okuyunca şu da anlaşılıyor ki, bu olumsuz bakış açısı bile son dönemlerin mirasından başka birey değildir; son dönemdeki çoğu zaman kanlı ve facialı parçalanmanın düşmanca izlerini taşımaktadır. Kitabı hazırlayanlar, bugün ve gelecek için bu mirası sadece son dönemin olumsuz hatıralarıyla değil, bütünüyle değerlendirmenin, yeni bir yaklaşım getirmenin mümkün olup olmadığını da anlamaya çalışıyorlar veya daha doğru bir ifade ile böyle bir yaklaşımı teklif ediyorlar.

Osmanlıyı etnisiteyi temsil eden ve dolayısıyla diğer etnisiteler üzerine çullanmış bir karabasan gibi değerlendirmek yerine bir çok ulus ve kültürün katkıda bulunduğu orijinal bir tecrübe olarak değerlendirmek kolayca reddedilemeyecek bir tekliftir. Bugün her biri kendi dar sınırları içine sıkışmış etnik kimlikler böyle bir tecrübenin insanlık kültürüne neler kazandırabileceğini düşünmek zorundadırlar.

Norman Itzkowitz yazısında (Algılamalar Sorunu, s. 50-61) “Osmanlı” ve “Türk” kavramlarının daha çok da Batılılarca nasıl algılandığı üzerinde duruyor. Avrupalıların sözlüğünde bu iki kavram da eş anlamlı olarak kullanılmış ve kullanılmayı sürdürmektedir. Bilhassa 19. yüzyıldan sonra da bunların olumsuz kavramlar olarak genç Batılı nesillere aktarıldığı görülmektedir. Itzkowitz, Osmanlı coğrafyasında etnik çatışmaların sürmesinde yedi unsur belirler: Benlik ile ulus arasındaki gittikçe güçlenen bağlantı, tarihte yaşanan acılar, tutumların kuşaktan kuşağa aktarılması, tarafların her ikisinin de ötekisi hakkında pek az bilgisi olması vs. Söz konusu çatışmaların sona erdirilmesinin yolunu bu olumsuz unsurların düzeltilmesine bağlı gibi görmektedir.

***

Ben bir dilci olarak “dilde Osmanlı mirası”na daha yakından eğilmek istiyorum.

Toplum hayatının her yanında görülen ortak bakış açısı dil mirasına bakışta da kendini belli eder. Ancak Osmanlının tarihini, bürokrasisini, maliyesini tevarüs eden Türkiye Cumhuriyeti entellektüel elitleri dil mirasına karşı daha reddiyeci bir tavır takınmışlardır. Bu reddiyeci tavır, toplumsal kimliği yeniden tanımlama, plânlama ve kurma projesinin en esaslı ayaklarından biriydi elbette ve kimi kesimlerce inatla sürdürüldü. Sonuçta “Osmanlıca” günümüz Türk aydınlarının birçoğu tarafından “yabancı bir dil” olarak algılanmaktadır. Burada bir hatırama nakletmeme müsaade ediniz :

Bir gün ders verdiğim başka bir fakülteden bir grup öğrenci odama geldi. Bazı soruları vardı. Bu aradan içlerinden biri hazırlamış olduğum “Osmanlı Türkçesi Kılavuzu” isimli ders kitabının duvardaki kapak resmine baktı ve sordu : Hocam bu ne demek? Burada bir mantıksızlık yok mu? Osmanlı Türkçesi diye bir şey olur mu? Osmanlıca ve Türkçe iki ayrı dildir!”

Bu sadece eksik bilgili bir öğrencinin kavrayışı değil, günümüz Türk entellektüelince yaygın olarak paylaşılan tipik bir algılama durumudur. Oysa Osmanlı yüzyıllar boyunca kendi diline Osmanlıca dememiş, onu “Türkçe” olarak nitelendirmişti. Meseleye kimlik değiştirme projesinin bir taraftarı olarak bakanlar, Osmanlı aydınlarının Türkçeyi küçümsediklerini, beğenmediklerini, kaba bulduklarını onların eserlerine dayanarak söylerler; ama burada gözden kaçırdıkları bir durum vardır : Şikâyet etmiş bile olsalar bu eserlerin dili Türkçedir. Osmanlıca Anadolu Türkçesinin modern zamanlardaki ismidir. Osmanlı dediğimiz kişiler dilleriyle birlikte yok olmadıkları gibi Türkçe de cumhuriyetten sonra var olmuş değildir.

Zaten bugün için sorun sanırım bu da değildir. Sorun bir dil mirasının nasıl değerlendirilmesi gerektiğindedir. Kütüphaneler dolusu “Osmanlıca” eser; milyonlarla sayılan “Osmanlıca” arşiv belgesi kimin dilindendir? Bunları kim okuyup anlamalı ve geleceğe aktarmalıdır? Daha kolay cevaplanabilecek bir soruyu şöyle düzenleyebiliriz : Yazma kütüphanelerinde bulunan ve Arapça yahut Farsça olmayan metinlerin sıklıkla yazıldığı dil, Batılı literatürde “nece” olarak zikredilmektedir?

İmparatorluk Mirası’nda “Dilde Osmanlı Mirası”nı (s. 316-328) kaleme alan Geoffrey Lewis, yazısına dikkat çekici bir tespitle başlıyor : “Dünyanın dilleri içinde kelime haznesinin zenginliği bakımından İngilizce’ye yaklaşmış tek dil Osmanlıcadır”. (s. 316)

G. Lewis daha sonra eski Osmanlı topraklarında kurulan devletlerin Osmanlıca adı verilen bu zengin dilin ne kadarını miras aldıklarını sorar ve işe Araplardan başlar. Araplar da, diğer halklar gibi başka alanların yanı sıra dillerindeki Osmanlı tesirini silmeye çalışmışlardır. Suriye’de Kral Faysal tarafından bu yeni dönemde (1918-20) Türkçe terimlerin yerine kullanılacak Arapça terimleri tespit etmek için bir komisyon kurulmuştu. Askerî alanda bir süre daha yaşayan “onbaşı, yüzbaşı, binbaşı” gibi terimler de bugün artık kullanılmaz olmuştur. Bununla birlikte konuşma dilinde, maddî kültür alanında yaşayan kelimeler vardır. Mesela Mısırlılar oda kelimesini hâlâ kullanmaktadırlar : odati’l-ekl “yemek odası”, odati’l-nevm “yatak odası” (s. 318)

Türkçe –ci yapım eki Farsçada bir hayli kelimede görülmektedir : eczaci, kahveci, sofraci “garson”, arbaci vs.

Balkan halkları da Araplar kadar gayretle dillerindeki Osmanlıca (yani Türkçe) kelimeleri atmaya çalışmışlardır. Buna karşın konuşma dilinde yemek adlarında, alet-edevat isimlerinde bu kelimeler hâlâ yaşar.

Diğer halklarda Osmanlı dil mirasının reddi, dillerindeki “Türkçe” veya “Türkçe yoluyla geçmiş” unsurların atılması olarak gerçekleşirken, Türkiye’de bu işlem dildeki “Arapça ve Farsça” unsurların atılması olarak gerçekleşmiştir. G. Lewis, Türk dil devrimine bakışını şu şekilde bir karşılaştırma yaparak ortaya koyar :

“İngilizcede bir dil devrimi yapıldığını tahayyül edin; to state, to communicate, to affirm, to declare, to assert, to express, to narrate, to impart, to report fiilleri atılmış, yalnız to tell fiili kalmış olsun. Türkçenin başına gelen de aşağı yukarı budur. İngilizcede “değişim” kavramını ifade etmek için change kelimesinin yanı sıra aleration, mutation, transformation, variation, metamorphosis terimleri bulunmaktadır. Bu anlam ayrımlarının birçoğu Osmanlıcada ifade edilebiliyordu. İstihale, tahavvül vb. Oysa modern Türkçede seçeneklerimiz değişmek ve başkalaşmak’la sınırlıdır.” (s. 320)

G. Lewis, yazısını şöyle bitiriyor .

“Kelimeler doğar, kelimeler ölür. Osmanlıca mirasının büyük bir kısmı, sadece zamanın etkisiyle, devrimcilerin müdahalesi olmaksızın kaybolup gitmiştir. Ama o miras görkemli bir dilin mirasıydı.” (328)

Arapça ve Farsçadan Türkçeye pekçok kelimenin geçtiğini hepimiz biliyoruz. Toplumlar arası kültürel ilişkilerin doğal sonucu olarak Arapçaya da Türkçeden kelimeler girmiştir. Bu kelimelere yazı dilinde daha az rastlanmakla birlikte konuşma dilinde bir hayli bu cinsten kelime vardır. Farsçadaki Türkçe kelimelerin sayısı ise bir hayli kabarıktır. Farsçaya geçen Türkçe kelimeler Fuat Köprülü (“Yeni Farisî'de Türk Unsurları”, Türkiyat, VII-VIII/1, 1-16, 1942) ve G. Doerfer (Türkische und Mongolische elemente im Neupersichen, I-IV, 1963-1975) tarafından incelenmiştir. Bilhassa ikincisi bu alanda belli başlı kaynaklar arasında olup Farsçaya geçmiş 2500 civarında kelime tespit etmiştir.  Arapçadaki Türkçe unsurlar ise T. Halasi-Kun (“The Ottoman Elements in the Syrian Dialect”, Archivum Ottomanicum, I , 1969, 14-91 ; V (1973), 17-95; VII (1982), 117-267); V. A. Gordlevsky  (“K voprosuo vilianii turetskogo yazıka na arabska”, V. A. Gordlvsky izbraniyye soçineniye, Moskva 1961, II, 138-154); A. Ateş (“Arapça Yazı Dilinde Türkçe Kelimeler (X. Yüzyıla Kadar)”, Reşit Rahmeti Arat İçin, Ankara 1966, s. 26-31) tarafından ele alınmıştır.

“Çağdaş Arapçanın Siyaset terminolojisinde Osmanlı Mirası” isimli yazısında (301-315) ise Bernard Lewis konunun bir başka yönünü, Türkçeden Arapçaya giren Arapça kökenli kelimeleri inceliyor. Kolayca tahmin edilebileceği gibi aslen Arapça olan kimi kelimelere, hem klasik Osmanlı döneminde hem de Batıyla temas ve modernleşme sürecinde Arapçada hiç taşımadıkları yeni anlamlar yüklenmiş, bu yeni anlamların pek çoğu Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra da korunmuştur. B. Lewis’a göre bu kelimeler iki gruptur : Bir kısmı klasik Osmanlı döneminin ürünüdür: müftü, zâbit, liva gibi... Bir kısmı ise modernleşme döneminin Batılı terminoloji ihtiyacını karşılama zaruretinden doğan kelimelerdir. Bilhassa bu ikinci gruptaki kelimeler Osmanlı eğitim sistemi vasıtasıyla Arapçaya geçmiştir. Mülkiye ve Harbiye’de okuyan Arap kökenli öğrenciler Türkçeyi en iyi derecede öğreniyor, iş hayatlarında bu dili kullanıyor, kendi aile ortamlarında Arapça konuşuyorlardı. Bu gibi kelimelerin ArapçayaTürkçede kazandıkları anlamlarla yerleşmesini sağlayan bir başka kanal da hukuk sistemi idi. 19. yüzyıldan sonra yeni bir hukuk ve adliye sisteminin kurulmuş olması, Batıdaki kavramların karşılığı olarak kullanılan Arapça kelimelerin yeni anlamlarıyla tekrar Arapçaya girmesine yol açtı. “Bu kelimelerin büyük bir kısmı Türk dilinde yapılan değişikliklerle Türkçeden atıldı, ama bu kelimeler Arapçada varlıklarını korumuştur.”

Osmanlı Türk aydının yeni kavramlara Arapça ve Farsçadan karşılıklar bulması Türkiye aydınlarınca yadırganan bir durum olmuştur. Oysa benzer bir durum Batı dillerinde de yaşanmaktadır; özellikle İngilizcede. Meselâ metaphysics “metafizik” ve telegraph (telgraf) kelimeleri etimolojik olarak Yunancaya dayanan İngilizce kelimelerdir. Metaphysics antik Yunancadan alınmış, telegraph kelimesi ise İngilizceden Yunancaya dönmüştür (s. 305). Böyle yüzlerce kelime vardır.

Lewis’ın üzerinde durduğu bazı kelimeler şunlar : cumhuriyet, hükûmet, devlet, kanun, belediye, Hariciye, dahiliye, Maliye, Adliye gibi bakanlık adları; vilâyet, zâbit, vatan, kavmiyet, iştirâkî  “sosyalist”, 

Bernard Lewis’in yazısına ek olarak. yukarıda zikrettiğimiz G. Lewis’ın yazısında da aynı hususa değiniliyor. G. Lewis, Türk dil devrimiyle Türkçeden atılan Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin etimolojik olarak bu dillere ait olsa bile semantik olarak Türkçe olduklarını söyler ve şöyle der : “Gerçekten bu kelimeler Arapça ve Farsça kökenlidir, ama asırlarca kullanıldıkları için Osmanlı Türkçesinin bir parçası haline gelmişlerdir. Yukarıda andığım – permutation, vicissitudes gibi- İngilizce kelimelere, sırf kökenleri Latince olduğu için “İngilizce değil” denilebilir mi? Dahası, Türklerin Arapçadan yararlanarak türettikleri pek çok kelime vardır. Bu kelimeler giderek Arapların sözdağarında da yer edinmiştir  [medeniyet, vatan, müessese, içtimâî, salâhiyet, idam, tayyare vs. gibi] ve bunları Osmanlı mirasının parçası saymak yerinde olur.”(s. 321)

İmparatorluk Mirası’nı okurken yoğun olarak hissedilen duygulardan biri de bu mirasın yok edilmek niyetiyle karşı karşıya kaldığı kültürel vandalizmin dehşet verici boyutu oluyor. Başka kültürlere karşı hoşgörülü olan Osmanlı yönetimi gerçekten de “çok dilli ve çok kültürlü” bir toplum oluşturmuş; bunları uzun asırlar boyu barış içinde bir arada tutmayı başarmıştı. Türkiyeli aydınlar zaman zaman -yine Osmanlı mirasını kötüleme açısından- Osmanlının çekildiği yerlerde hiçbir kültürel iz bırakmadığını iddia ederler. Bu tümüyle doğru olmayan bir iddiadır elbette. Bir sohbet sırasında bir zat “İngilizler de çekildiler, ancak çekildikleri yerlere dillerini ve kültürlerini bıraktılar, Osmanlı bunu yapamadı” dedi. Aslında böyle bir bakış açısı anakronik bir yaklaşım içeriyor. Osmanlı çekilirken yenik bir medeniyetin/kültürün temsilcisi durumundaydı. İleriye dönük bir gelişme ümidi taşımıyordu. Batı ise gelişen, geleceğe dönük, galip bir medeniyet idi. Nitekim, Osmanlının küllerinden çıkıp da onu doğal olarak benimsemesi umulabileceklerin (yani Türklerin) dahi bu mirası reddetmesi böyle bir gelişmenin sonucu idi. Daha da önemlisi Osmanlı kültürel mirası acımasız bir yok edicilikle karşı karşıya kalmıştı. Osmanlı mirasının bilinçle korunmaya çalışıldığı hiçbir yer yoktu.

Balkanlarda da aynı acımasız yok edicilik sahneye çıkmıştır : “Osmanlı etkisini silmeye yönelik coşkulu hareket esas olarak maddî (görünür ve kamusal) alanda başarı kazandı. En radikal  değişiklikler kentlerin genel görünümlerinde, mimarîde, giyimde meydana geldi. Bütün Balkan ülkelerinde, dili Türkçe etkisinden arındırma ve Türkçe yer adlarını değiştirme yönünde girişimler yapılmıştır...” s. 90

“Yiyeceklerde, yemek alışkanlıklarında ve müzikte Osmanlı mirası daha kalıcıydı... Az sayıda Bulgar kentsel elitinin mutfağı 19. yüzyıl sonlarında gittikçe Avrupalılaşırken, genel Bulgar mutfağı (hem Hıristiyan, hem Müslüman) Osmanlı egemenliğinin sona ermesinin ardından gittikçe daha çok Osmanlılaştı.”  (s. 91)

Bir ara Balkanlarda oldukça yaygın olan çokdillilik (dillerden biri Türkçe olarak), ömürlerinin bir kısmını imparatorluk tebaası olarak geçirmiş kuşakların göçüp gitmesiyle yok oldu. (s. 90)

Bütün şiddetli arındırma gayretlerine rağmen mirasın izleri bütünüyle silinmiş değildir. Siyasî alanda Osmanlı mirası bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin (vaktiyle kendisi de bu miras karşısında diğer devletlerden aşağı kalmayan bir yok etme işlemi gerçekleştirmiş olsa da) Balkanlardaki nüfuzunun kaynağı olarak ortaya çıkıyor. “Türkiye’nin nüfuzunun kendisi de karmaşık niteliktedir. Bu nüfuz bilinçli bir şekilde oluşturulup artırılmaya çalışılmaktadır. Türkiye, en başta Balkanlar’ın Türkçe konuşan halkı (çoğunlukla Bulgaristan’da ve daha küçük bir kısmı da Yunanistan, Romanya ve eski Yugoslavya’da yaşamaktadır) üzerinde nüfuz sahibidir. Aynı zamanda Slavca konuşan Müslümanların (özellikle Bulgaristan’daki Pomakların) yani sıra, Çingeneleri de etkiliyor. Birçok Çingene, dili ve etnik kimliği farklı, ama kendileriyle aynı dinden bir çoğunluk grubuyla daha kolay bütünleşebileceklerini düşünmektedir... Osmanlı mirasından Türk nüfuzuna dönüşümü ortaya koyan olgu, Balkanlardan Türkiye Cumhuriyetine gelen göçmenlerin yalnız Müslüman kimliğine sahip olmakla kalmayıp, asimile edilerek Türk olmalarıdır...” (s. 106-107)

Osmanlı diplomatik mirasını ele alan Roderic H. Davidson, Türkçenin bu dönemdeki önemine işaretle 16. yüzyılda diplomasi üzerine ünlü bir eser (De Legato, Venedik 1566) kaleme yaşamış olan Ottaviano Maggi’nin bir tespitini aktarır. Buna göre 16. yüzyılda işinin ehli bir büyükelçinin Latince, Yunanca, İspanyolca, Fransızca ve Almanca yanında Türkçe bilmesi şarttır. Maggi bu diller arasında İngilizceyi saymaz (s. 264). Benzer bir tespiti İtalyanca-Türkçe bir sözlük yayımlamış olan Giovanni Molino’da yapar. Molino, 17. yüzyılda Türkçenin (isterseniz Osmanlıca deyin) yaygınlığını anlatırken , Osmanlı devletinin sınırları dahilindeki 55 krallık ve beylikte 33 millet ve dil olduğunu, bunların hepsinde güncel olarak Türkçenin konuşulduğunu söyler (Roma 1641).

***

Osmanlı Mirası’nı oluşturan her yazının ayrı ayrı incelemeyi, değerlendirmeyi hak edecek ölçüde önemli olduğunu ifade etmeliyim. Kanaatimce bugün bu kitabı okuyan her Türk aydını yaşanan ve yaşanacak sorunlara daha temelli, olumlu ve çözüme yönelik yaklaşımlar üretebilecektir. Geçmişimizi bilmezsek kendimizi ve çevremizi yeterince tanımamız mümkün olmaz.

 

*  Hayati Develi

 

 

Ana Sayfa

 

Hosted by www.Geocities.ws

1