Dede Korkut Oğuznameleri

Tezcan ve Boeschoten Yayımı Üzerine Notlar

 

 

Türk dilinin en önemli yadigârlarından biri, elbette Dede Korkut Kitabı olarak bilinen Oğuznamedir. Bu metin mitolojik, epik ve tarihî kıymetinin yanında edebî değer açısından da üstün bir anlatı olma özelliği taşır.  Dede Korkut Kitabı' nın 19. yüzyılın başında Almanya’da tespit edilip tanıtılmasından bu yana geçen iki yüzyıllık süre içinde bu alandaki araştırmalar farklı disiplinlere mensup bilim adamlarının  çalışmaları ile verimli, istifadeli ürünler ortaya çıkarmıştır. İki yüz yıllık süre bir bakışa göre çok uzun gibi görünebilir; ancak Türkoloji araştırmaları için bunun kısa bir süre olduğunu kabul  etmeliyiz. Her ne kadar H. F. von Diez’in konuyla ilgili ilk yayını 1811’e dayansa da metnin bir bütün olarak yayımlanması bundan yaklaşık yüz yıl sonra 1916’dadır. Bu yayın Kilisli Rifat’ın olup, asıl nüshaya değil, H. F. von Diez’in asıl nüshadan istinsah ettiği Berlin nüshasına dayanmaktaydı; o yıllarda Türkoloji çalışmaları pek az olduğu ve Türk dilinin tarihî gelişme süreci iyi bilinmediği için de Diez’in istinsahında birçok yanlışlar vardı.

Kilisli Rifat’tan yirmi iki yıl sonra 1938’de Orhan Şaik Gökyay’ın Dede Korkut isimli eseri yayımlandı. Bu, Türkiye’de latin harfleriyle yapılan ilk neşir  olup Diez’in istinsah ettiği nüshaya dayanmaktaydı. Elbette  Kilisli Rifat’ın çalış-masından çokça yararlanılmış; kimi yanlışlar düzeltilirken kimisi tekrar edilmiştir. Gökyay, kitabında  kendisine kadar Dede Korkut ve Oğuznameler üzerine yapılan münferit incelemelerin kazanımlarına da yer vermiştir.

1950 yılında İtalyan bilgin Ettore Rossi Dede Korkut  Oğuznamesinin Vati-kan Kütüphanesinde yeni, lâkin eksik bir nüshasını bularak bilim âlemine tanıtmış ve bu metni 1952’de yayımlamıştır : Il “Kitab-ı Dede Qorqut”, Città del Vaticano. E. Rossi’nin keşfi, Dede Korkut çalışmaları için önemli merhalelerden biridir.

Gökyay’ın neşrinden yirmi sene sonra Muharrem Ergin’in Dede Korkut Kitabı I (Giriş – Metin – Faksimile, Ankara 1958 ) isimli eseri çıkmıştır. Bu eserin ikinci cildi (İndeks ve Gramer) 1963’te yayımlanmıştır. Ergin’in çalışması, metnin bütünü üzerinde filolojik metodu gözeten ilk bilimsel çalışma olarak değerlen-dirilir. Ergin, metnin transkripsiyonunu hazırlarken Dresden nüshasını esas almış, Vatikan nüshasındaki farkları aparatta vermiş, yer yer bu ikinci nüshadan yararla-narak metni tamir yoluna gitmiştir. Metin ile ilgili o güne kadar elde edilen malû-matın etraflıca verilmesi, esaslı bir transkripsiyon oluşturulması, metnin o günkü teknik imkânlar çerçevesinde herkesçe ulaşılamayan tıpkıbasımlarının eklenmiş olması; ikinci ciltteki gramer ve sözlük-indeks, bu çalışmayı Dede Korkut araştır-malarının vazgeçilmez, klâsik bir kaynağı hâline getirmiştir.

Muharrem Ergin’in 1958’deki neşrinden on beş sene sonra Orhan Şaik Gök-yay, yeni çalışmasını Dedem Korkudun Kitabı (İstanbul 1973, 360+DCLXXI s.) adıyla yayımladı. Bu hacimli kitapta transkripsiyon teknikleri kullanılmamış; metin fonolojik açıdan nispeten modernize edilmiş; edisyon kritik yapılmış olmak-la birlikte ilmî bir metot gözetilmemiştir. Ancak bu eser geniş bibliyog-rafyası, Dede Korkut ve Oğuz toplumuyla ilgili tarihî ve etnografik malûmatı bir araya toplamış olmasıyla önemli bir kazanç sağlamıştır. Bu kitabın tıpkı basımı 2000 yı-lında yeniden yayımlandı.

Ayrıca Azerbaycan’da Hamit Araslı’nın Kitab-ı Dede Korkut (1939 ve 1962) isimli çalışması zikredilmelidir.

Bunların dışında halk için yapılmış yayımlar, yurt dışında yapılmış çeviriler de vardır. Dede Korkut, Oğuznameler ve Oğuzlar üzerine yapılan çalışmalar da pek çoktur ve önemli bir bilgi birikimi sağlanmıştır.

Son yıllarda Dede Korkut Oğuznameleri konulu önemli toplantılar da yapıl-mıştır. Bilhassa 1988 yılında Baku’da toplanan I. Sovyet-Türk Kollokyumu, “Kül-tür Anıtı Olarak Dede Korkut Kitabı” konusuna hasredilmiş ve önemli bildiri-ler sunulmuştur. Bu bildiriler TDAY Belleten 1992’de (Ankara 1995) yayımlandı.

Saim Sakaoğlu’nun 1998 yılında yayımladığı  Dede Korkut Kitabı I ve II (Selçuk Üni., Konya 1998), halkiyat cephesinde elde edilen birikimlerin mühim bir kısmını bir araya toplamıştır.

Bütün Dede Korkut araştırmalarına kaynaklık eden yazma nüshaların, yani asıl metnin yayımıyla ilgili silsile kısaca Kilisli Rifat – Gökyay – Rossi – Ergin şeklinde gelişmiştir diyebiliriz. Bunların içinde en geniş ve bilimsel neşir Ergin’e aittir. Ne var ki, bunca araştırmaya rağmen, metnin filolojik kurgusu üzerindeki şüpheler ve eksiklikler tam olarak giderilememiş; çalışmalar kemâle ermemiştir. Belki filolojik çalışmalara hiçbir zaman son nokta konulamayacak. Bugünkü durumda yapılan metin neşirlerinin en büyük eksiği olarak her iki nüshanın ayrı ayrı metinler halinde kurulmamış olması görülmekteydi. Bir çok araştırmacı bili-nen iki nüshanın da muahhar bir dönemde yazıya geçirilmiş olduğunu ve bunlara kaynaklık etmiş bir veya birden fazla nüshanın bulunabileceğini kabul ediyor, inanıyordu. Buna göre, filolojik araştırmada bir merhale katedilebilmesi için atıl-ması gereken adım, öncelikle her iki nüshanın birbirinden bağımsız olarak yayım-lanmasıydı.

Şimdi, Semih Tezcan ve Hendrik Boeschoten’in Dresden ve Vatikan nüsha-larını ayrı ayrı kurdukları Dede Korkut Oğuznameleri (Yapı Kredi Yay., İstanbul 2000, 316 s. ISBN 975-08-0226-8) adlı çalışmalarının yayımlanmasıyla, Ergin’in 1958’deki neşrinden kırk iki, Gökyay’ın 1973’teki ikinci neşrinden yirmi sekiz yıl sonra bu adım da atılmış bulunuyor.

Bu önemli çalışmada Dresden yazması (s. 27-194) ve Vatikan yazması (s. 195-286) ayrı ayrı yayımlanmış; yazmalardaki imlâ ile ilgili sorunlara, kimi istin-sah hataları, fazlalık/eksikliklere “Yazılışlara İlişkin Notlar” bölümünde (s. 287-315) kısaca temas edilmekle yetinilmiştir.

Semih Tezcan, bundan birkaç ay sonra Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar (Yapı Kredi Yay., İstanbul 2001, 424 s., İSBN 975-08-0088-5) isimli çalışmasını yayımladı. Bu kitap birincisindeki metin kuruluşları ve anlamla ilgili notlardan oluştuğu için ikisi arasında organik bir bağlantı vardır. Sanırım, iki eser bir boy büyük kitap halinde bir arada basılmış olsaydı her iki çalışmanın bütün-lüğü bozulmamış olurdu.

Dede Korkut Oğuznameleri (DKO), Tezcan ve Boeschoten’in ortak çalışma-sının sonucunda ortaya çıkmıştır. Çalışmanın girişinde (s. 9-25) “Yazmalar ve önemli metin yayınları” hakkında muhtasar bilgi verilmiş, bu neşirlerdeki açık ve gizli sorunlara dikkat çekilmiştir. Daha sonra bu neşirde izlenen temel yaklaşım, uygulanan transkripsiyon ve transliterasyon üzerine bilgi verilmiştir. Hazırla-yan-ların temel yaklaşımı, her iki nüshayı müstakil metinler olarak yayımlama gerek-liğidir; zira bu metinler sözlü geleneğin ürünü olmalarından dolayı biri diğerinden veya ikisi de bir başka nüsha veya ayrı ayrı nüshalardan istinsah edil-miş olabile-ceği gibi, tamamen ayrı yollardan sözlü anlatıların yazıya geçiril-mesiyle de teşek-kül etmiş olabilirler. Şu halde filoloji ve diğer disiplinler açısından doğru olan bu metinleri bağımsız olarak yayımlamaktır. Bununla birlikte bu metinler tamamen farklı olmadığı için, gerektiğinde ve tutarlı olmak kaydıyla metin tamiri için kulla-nılabilir. İşte elimizdeki çalışma bu temel yaklaşımın bir ürünüdür.

Transkripsiyon : Hazırlayanlar, metinde esas olarak Arap harfli metinlerin transkripsiyonunda Türkiye’de alışılagelen sistemi kullanmışlardır. Metni işaret-lere boğmamak için Türkçe ünlülerin yazılışı işaretlenmemiştir; he ه harfiyle gös-terilen /a/ ve /e/ fonemleri bunun istisnasıdır. Bu harf ile yazılan söz konusu fonemler (ą)  ve (ę) işaretleriyle gösterilmiştir. Kanaatimizce bunların metne vaz-geçilmez bir katkısı olmamış, aksine daha ayrıntılı transkripsiyonun oluşturacağı işaret kalabalığına bir oranda sebep olmuşlardır. Bunun dışında /p/ fonemi be ب harfiyle yazıldığı zaman transkripsiyonda  (b,); /ç/ fonemi ج harfiyle yazıldığı za-man transkripsiyonda (c,) işaretiyle gösterilmiştir.

Hazırlayanlar metni yayımlarken uyguladıkları transkripsiyon sistemini etraflıca açıklamışlardır.  Ülkemizde yayımlanan bir çok metinde transkripsiyon sistemi başlığı altında Arap harflerini karşılamakta kullanılan harf listesi verilir. Oysa asıl bu harf listesinin nasıl kullanılacağını açıklamak gerekir. Elbette bu açıklamayı yapabilmek için hazırlayanın metnin bütününün diline dair  bir kanaat sahibi olması, metni dil açısından bir döneme bağlaması; o “dil”in fonolojisini göz önünde bulundurarak metnin transkripsiyonunu yapması gerekmektedir. Fonolo-jisi en iyi araştırılmış dönem olan 13.-15. yüzyıl metinlerinde kimi harfler, günümüz Türkiye Türkçesinin fonolojisine uydurularak okunmaktadır ki, bunu doğru kabul etmek mümkün olmaz. DKO’yu hazırlayanların -her ne kadar bununla ilgili bir açıklaama  yapılmamışsa da- metni Eski Türkiye Türkçesi metni olarak değerlendirdikleri ve bilhassa ünlülerin ses değerini buna göre tespit ettikleri anlaşılıyor. Meselâ böyü-, yörü-, gögercin, yokaru. Ancak bu konuda sisteme uymayan, yani tutarlılığı bozan okuyuşlar da vardır : güzel 7b/5, uğra- 122b/10,  uğraş- “savaşmak” 67a/2. Bizim kanaatimize göre bu kelimeler de geniş yuvarlak ünlülü olarak okunmalıdır : gözel, oğra-, oğraş-. Bu gibi ünlülerin yuvarlak veya düz olduğu konusunda Molino (mes. oyanmak, gögercin, gözel), Meninski (mes. yokaru, gögercin) gibi Latin harfli sözlüklerden faydalanıla-bileceği gibi diğer Türk şivelerinin verilerinden de faydalanılabilir. Meselâ bugünkü Tatarca’da Eski Türkçe’nin yuvarlak geniş ünlüleri darlaşmakta, Türkiye Türkçesinde ise genişlik korunmaktadır. Bizde bugün dar olan şekilleri Balkanlar üzerinden bir Kıpçak tesiri olarak yorumluyoruz. Bu gibi darlaşmalar daha çok İstanbul ağzından standart Türkiye Türkçesine geçmiş olup bir çok kelime Anadolu ağızlarında yuvarlak geniş ünlülü olarak yaşamaktadır. Tatarca ile Türkiye Türkçesi arasındaki bu gibi düzenli ses denkliklerinin bir listesi “Türkiye Türkçesi ile Tatarca Arasında Bazı Ses Denklikleri” (İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. XXVII, 1997, 73-99) isimli çalışmamızda verilmiştir.

göreş kelimesinin ise (41a/13, 41b/6) niçin geniş ünlülü okunduğu belli değildir. Eğer Türkmencedeki geniş ünlülü şekle bakılarak böyle okunduysa, niçin Türkmencenin tercih edildiği belirtilmeliydi. Tatarca ile Türkiye Türkçesi arasın-daki ses denklikleri tablosuna göre bu kelime Türkiye Türkçesinde dar ünlülü olup güreş şeklindedir.

Benzer bir durum, öndamaksı /k/ ve /g/ fonemlerinin tespitinde de söz konusudur. Bilindiği gibi her iki fonem de kef harfiyle yazılmaktadır. Ön damaksı /g/ fonemini ancak üç noktalı kef harfiyle tespit edebiliriz. Eski Türkiye Türkçesi döneminde bu fonemi söz konusu harf ile gösteren epeyce metin vardır. Şu halde bunların okunuşunda bugünkü Türkçe’nin esas alınması doğru olmaz. M. Ergin /k/-/g/ değişmesi olan kelimelerde kef harfini düzenli olarak modern Azeri Türk-çesinin fonolojisine göre okumuştur. Tezcan ile Boeschoten ise bu konuda da kararsız görünüyorlar. Tezcan, DKON’da güy- (5a/6) kelimesi ile ilgili olarak, Eski Türkçe küd- “beklemek” fiilinin EAT’de güy- olduğunu belirtiyor. Bu doğru bir tespittir (Bize göre göy- olması gerekir.). Ergin’in /k/’li okuduğu gölge, göç-, göçür- gendü, gendüzin, gez, gibi, gömlek, geyim, göñül kelimelerinin /g/’li okun-muş olması isabetlidir. Ancak aynı durum keleci, kiçi, küçücek, kimse, kimesne, kişi kelimeleri için de geçerlidir. Bu kelimeleri de  /g/’li okumak gerekir (geleci, giçi, güçücek, gimse, gimesne, gişi).

Tezcan ve Boeschoten’in –(U)p zarf-fiil ekinin yazımı konusundaki yakla-şımları da aslî /p/ foneminin ب harfi ile yazıldığı durumlarda kullandıkları (b,) işa-reti yüzünden sorunludur. Söz konusu zarf-fiil ekinin ب ile yazılmasının kalıplaş-ması 16.yüzyıldan sonradır. Önceki dönemlerde birçok metinde bu ek pe harfiyle de yazılmıştır. Şu halde yapılan işin transliterasyondan farklı olabilmesi için elbette bu eki -up/-üp şeklinde veya kendi sistemlerine uygun şekilde -ub,/-üb, şeklinde okumaları beklenirdi.

DKO’nin 30. sayfasından itibaren metin başlamaktadır.

Bu metinde ilk dikkati çeken husus Ergin ve Gökyay metinlerinden daha ileri derecede manzum kısımlara yer verilmiş olmasıdır. Mitolojiden halk hikâye-sine ve oradan yazılı kültüre ulaşan çok katmanlı bir metinde manzum parçaları tespit etmek çok kolay değildir. Eski Türk şiirindeki kafiye ve ölçü sistemlerinin unutulması metnin bir çok yerinin mensur zannedilmesine sebep olmuştur. Oysa böyle bir anlatıda doğal olan manzum kısımların daha çok olmasıdır. Hazırlayanlar böylece daha otantik bir metne doğru bizi yaklaştırmışlar, kimi yerinde metin tamirleriyle metnin şiirselliğini tamamlamışlardır. Bu gibi tamirlerde her nüshanın ayrı ayrı iç yapısından, bunun yetmediği yerde de diğer nüshadan faydalanılmıştır. Yine de metnin böyle metin tamirine ihtiyaç duyduğu yerler kalmış olabilir. Meselâ “Bamsı Beyrek Boyu”nda (39b/3) Ergin’in Vatikan nüshasına dayanarak yaptığı tamir, Tezcan ve Boeschoten’in yaklaşımlarına (burada hece sayısı) uygun olmakla birlikte tamir yoluna gidilmemiştir :

"[Ünüm añla] sözüm diñle Bay Büre Beg!"

Aynı şekilde Drs. 58b.4'deki

And içmişem ı¬ır ı¬raa bindügüm yo,

aravata varduum yo.

ibaresine, 58b/13'deki

binübeni aravata varduum yo

ibaresine dayanarak [binübeni] ilâve edilebilir.

Birkaç yerde ise bizce metin gerektirmediği hâlde tamir yoluna gidilmiştir. Meselâ “Begil Oglı Emre boyu”nda geçen “Yad kâfir gelse başın [kesüb] Oguza armagan gönderdi.” (120a/12) cümlesindeki tamir gereksizdir. Burada orijinal metinde anlamca gerçekten bir “kesmek” fiili olmalıdır, ancak belâgatçilerin icaz dedikleri söz sanatı yoluyla bunun söylenmesine gerek kalmamıştır; başın kesile-rek götürülmesi tâ İskitlerden beri bilinen bir savaş âdetidir.

Hazırlayanlara, 63. sayfadaki küçük bir dizgi hatasını da hatırlatmakta fayda görüyorum : 31a/11’de yanlışlıkla Yayhan yerine Yahyan dizilmiştir. 

Dresden nüshası 194. sayfada bitiyor ve Vatikan nüshasının metni başlıyor (196-286). Böylece Dede Korkut araştırmaları tarihinde ilk defa iki nüsha ayrı ayrı, bağımsız metinler olarak, aynı kitabın içinde yayımlanmış olmaktadır. Trans-kripsiyon usûlü yine aynıdır ve her iki metinde başarı ve tutarlıkla uygulanmıştır.

Kitabın 287-315. sayfalarında ise “Yazılışa İlişkin Notlar” bölümü yer alıyor. Burada her iki nüshadaki istinsah hataları, imlâ yanlışları, fazlalıklar vs. küçük notlar halinde, ayrıntıya girilmeden ve niçin yanlış kabul edildikleri açık-lanmadan belirtilmiştir. Bu bölümde kitaptaki orijinal yazılışlara işaret edilirken transliterasyon metodu kullanılmıştır. Söz konusu düzeltmelerle ilgili açıklamalar ise Semih Tezcan’ın hazırladığı Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar kita-bında yapılmıştır.

Dede Korkut Oğuznameleri bizim için ne kadar önemli ve heyecan verici bir çalışma ise, Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar da o kadar önemli, heye-can verici ve öğretici bir kitap olmuştur. DKO, tek başına ele alınsa elbette bir çok cevaplanamaz soruya yol açar. Yeni okuyuş teklifleri ikinci kitap olmadan anlaşı-lamaz. Hatta kimileri dizgi hatası bile sanılabilir. Bunlar ancak dikkatli bir filoloğun önümüze serdiği delillerden sonra yerli yerine oturmakta, anlam kazanmaktadır. Sayın Semih Tezcan ikinci kitapta işte bunu yapmıştır. Uzun yılların birikimiyle ulaştığı çözümleri, düşünüş mantığını ve buluş silsilesini anlatarak gözler önüne sermiş; Dede Korkut araştırmalarına önemli bir atılım sağlamıştır. Meselâ Kan Turalı adıyla ilgili açıklama, bugüne kadar kazavat olarak okunan kelimenin karavat (< harâbât) olarak düzeltilip “genelev” anlamına geldi-ğinin tespiti (s. 194-196); boga “boğa” / buga “geyik” ayrımları; kara koç > kazaguç vs.  pekçok önemli katkıdan birkaçıdır. Sayın Tezcan, birinci kitapta yaptıkları pekçok metin tamirinden daha önce başka araştırmacılar tarafından önerilenlerini de belirtmiş; böylece hakşinaslık da göstermiştir. Genç bir araştır-macı için, Türkiye Türkçesine ait tarihî bir metnin anlaşılmasında ve filolojik olarak hazırlanmasında hangi kaynakların nasıl kullanılabileceğini göstermek açısından da bu yayım öğreticidir. 

Tezcan, notlarında Dede Korkut Kitabı üzerindeki bütün esrarın ortadan kalkmadığını, bütün soruların henüz cevaplanamadığını ifade ediyor; bir çok notta bize çözüm önermiyor, açık olmayan sorunları gösteriyor; kendi düşüncesini açık-lıyor. Demek ki, gelecekte de Dede Korkut üzerine ciddi araştırmalar yapılacak. Ancak bundan sonraki her çalışmaya Tezcan ve Boeschoten neşirleri ile Tezcan’ın buna yazdığı “notlar” vazgeçilmez birer çıkış noktası olacaktır. Tezcan’ın ikinci kitabın önsözünde ifade ettiği “Türk filolojisinin gelişimi için yararlı olabilme” dileği elbette gerçekleşmiştir. Sanırım bundan sonra birçok ciddi metin neşrinde, ortaya konulan bu çalışma tarzı da yol gösterici olacaktır.  

Burada, metne katkıda bulunur ümidiyle birkaç noktayı kaydetmek istiyo-rum.

Tezcan, Dresden metninin dilini, Ergin’in aksine, Azerî Türkçesi olarak kabul etmez. Kitabın başında asıl notlardan ayrı olarak yazılmış “bre ~ mere soru-nu” başlıklı bölümde söz konusu ünlemlerden yola çıkarak metnin ait olabileceği ağız grubuyla ilgili öngörülerde bulunur; esasen bir “Doğu Anadolu ağzı” metni olarak kabul ettiği Dresden nüshasında bu ünlemin bulunmasının yadırgatıcı olduğu görüşünü belirtir. Öte yandan bir “Batı Anadolu ağzı” metni olan Vatikan nüshasında niçin bre değil de mere olduğu da ayrı bir sorundur. Mere şekli Eski Türkiye Türkçesi metinlerinde tespit edilemediği için Ali el-Amasî’nin Tarîku’l-Edeb (Süleymaniye Kütüphanesi, Laleli 1876) isimli eserinde geçen tanığın önemli olabileceğini düşünüyorum. 1453 tarihinde telif edilmiş olan bu metinde söz konusu ünlem şöyle geçer “...Mu‘allim da¦i yanında bir edeb aacın ¨āzır-lamış-ıdı. İçerü girdügi gibi pādişāh [=Yıldırım Bayezid] eydür : Mere مَرَه  dānişmend! Ben saña olumı outmaa virdüm sen niçün benüm olumı kölelerle berāber dögersin? diyince, mu‘allim urugelür...” (14b/1)

7b/6 : koyul- ~ kuyul- fiillerinin iki ayrı köke dayandığını belirten Tezcan bugüne kadar koyul- okunan bazı kelimelerin kuyul- “dökülmek” okunması gerektiğini belirtmiştir. Bugün koy-/koyul- şeklinde tek şekilli olan iki ayrı fiilin varlığını daha önce Gürer Gülsevin yazmıştı. Bibliyografyada bu makale unutul-muştur : G. Gülsevin, “Türk Dilinde koy- (<kod-) ve kuy- (<kud-) Üzerine”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 1, 1998, s. 51- 57b.

8a.11  : adınum, ziregüm, dölegüm

Gökyay bunu "kadınum, viregüm,  dölügüm" okumuştur; ancak sonra bunu "diregüm, dölegüm" olarak düzeltmiş (yanlış-doğru) ve sözlükte de dölek kelime-sine "uslu, mütevazi, temkinli, şerefli..." anlamlarını vermiştir. Sanırım, sayın Tezcan Gökyay'ın (Yanlış-doğru) cetvelini karşılaştırmadı; aşağıdaki vereceğim birkaç örnekte de Gökyay metindeki kimi okuyuşlarını düzeltmiş, değiştirmiştir. O zamanın şartlarında bunları metin içinde değiştirme fırsatı olmamıştır.

9b/13  : gene yazın boayı saraydan çıardılar.

Tezcan saray kelimesinin üstünde durmamıştır. DKK'de bir defa geçen bu veri "ahır" anlamındadır. Gökyay sözlük kısmında bilinen anlamları sıraladıktan sonra bunu da sonuncu olarak verir. Gökyay'ın vülgarize neşirlerinde kelimeyi "saray" olarak verdiği görülüyor. Geoffrey Lewis'in Penguin'den çıkan The Book of Dede Korkut (1974) isimli İngilizce çevirisinde kelime "palace" olarak çevril-miştir. 

Hasan Eren, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü'nde kelimenin "ahır" anlamlarıyla ilgili verileri de gösterir. Bir hayvanın saraydan değil de ahırdan çıkarılması daha akla yakın olduğuna göre DKK'deki verinin anlamını kesinlikle "ahır" olarak tespit etmek gerekir. Burada asıl cevaplanması gereken "hükümdar evi" anlamındaki saray ile, "ahır" anlamındaki saray'ın eş kökenli olup olmadığı sorusudur.

13b/3 :  ... olancıunuñ üstine güvleyüp...

Tezcan, metinde "gürleyüp" okunabilecek şekilde yazılan kelimenin "güvle-yüp" okunması gerektiğini söylüyor. Güvle- "istekle atılmak". Oysa aynı düzelt-meyi evvelce Gökyay yapmıştır (Yanlış-doğru cetveli). Ancak Gökyay aynı dü-zeltmeyi Sözlük kısmında yapmayı unutmuştur.

26a/13 : Ap alaca kalkanunı... 68b/11 : ala alan baını ı¬a dügdiler..

Tezcan, buradaki ala "renkli" sıfatının kalkan için kullanılıp kullanıla-ma-yacağı sorusunu açık bırakmış. T. N. Eralp'in Tarih Boyunca Türk Toplumunda Si-lâh Kavramı isimli eserinden öğrendiğimize göre renkli, nakışlı kalkanlar da vardı.

Drs. 32b8 : ur urama uşalu

Kaynaklarda hep ur uşak şeklinde geçmektedir. Şu halde istinsah sırasın-da urama kelimesinin yerinin değişmiş olduğu düşünülemez mi? :  urama ur uşalu. 

Azerbaycan Dilinin İzahlı Lügati'ndeki urama kelimesi elbette buradaki anlama uzak sayılamaz. Bence bu kelime ile aynıdır. Kelime, kuşağın yapılışını / işlenişini anlatan bir sıfat gibi değerlendirilebilir. Tatar Tilinin Anlat-malı Süzli-gi’nde kórama kelimesi için “artık kumaş, deri, tahta vs. parçaları; bu gibi parça-lardan yapılmış eşya” anlamı veriliyor. Dankoff’un An Evliya Çelebi Glossary’de kurama maddesine verdiği açıklamalarda kaydettiği Azerbaycan Türkçesi gura- fiilinin “birlikte katılmak to join together” anlamı belki DKK’daki kelimenin de tabanını oluşturmaktadır.

Drs. 33a/1 : olı budı ¦ızanca

Buradaki ¦ızan okunan kelimenin aslı, Erm. hecan. Bu kelime kaynaklarda hep geniş ünlülü olarak geçtiğine göre DKK'da da geniş ünlülü okunmalıdır. Ayrıca ¦ızan başka bir Erm. alıntı kelimedir. Kelimenin harfiyle yazılmış olması dar ünlülü okunması için delil teşkil etmemelidir.

54a/2-3 : aralı göklü otaı.

Gök rengin matem alâmeti olarak kullanılmasıyla ilgili  şu notu da biz nakledelim :

"(Akkoyunlularda) Hükümdar ailesinden biri vefat edecek olursa sarıklar yere vurulur (baş açılır), matem elbisesi giyilir ve matem tutulurdu. Akkoyunlularda matem yedi gün olup matem elbisesi de gök renginde idi." İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, TTK Yay. Ank. 1988. s. 274.

Bu parağrafa ait dipnotta da şu bilgiler yer alıyor : Şehzade İbrahim Bey İbn Sultan Cihangir vefat ettiği zaman Akkoyunlu Hükümdarı Sultan Yakub ve erkânı devlet sarıklarını yere vurup matem tutmuşlar ve gök renkli elbise giymişlerdi. Matem yedi gün sürmüş ve bunun hitamında Sultan Yakub, İbrahim Beyin kardeşini matemden çıkarıp hil'at giydirmiştir. "

57a/9  :  cān yacuın egmişsin / u-cuazın urmışsın

Daha önce Ergin ve başkaları tarafından ok "savaş âleti" olarak okunan kelimeyi Tezcan, Ettore Rossi'nin okuyuşuna uyarak  uk "çadırın üst kısmını oluşturan çubuklar" olarak okur ve genişçe açıklar. Tezcan, Ergin, Gökyay ve Tekin'in bunu okcuğaz olarak yanlış anladıklarını söyler; ancak Gökyay'ın neşrinde bu okuyuş sonradan değiştirilmiş, yanlış/doğru cetvelinde uk çığrın şekli önerilmiş, sözlüğe de kelime uk "yurtun tavan çubukları, alaçuk değnekleri, ala-çuğun üst çöpleri, çadır çatısı" olarak alınmıştır. Gökyay, çığrı'ya da "çadırın du-man deliğinin ağaç halkası" Sanırım Tezcan, Gökyay'ın bu teklifini görmemiştir.

59a/11-12 : Burada geçen cümleyi önceki naşirler şu şekilde okumuşlardı :

Ergin : ... oyuna girdi, ayıtdı : Mere delü ozan çal, ere varan kız menem, oynayayım didi. Beyrek aydur :

Gökyay : Oyuna girdi, ayıtdı : Mere delü ozan çalındı, ere varan kız menem, oynayayım, dedi. Beyrek aydur :

Tezcan-Boeschoten : Oyuna girdi: “Mere [çal!]” Delü ozan çaldı, eydür :

Tamire gerçekten ihtiyaç duyan bu cümlelerde önceki naşirler Vatikan nüs-hasından faydalanmışlardır. Tezcan-Boeschoten neşrinde ise Vatikan nüshasından yararlanılmadan tamir yapılmıştır.

Burada metinde çaldı şeklinde bitişik yazılmış olan ibarenin, çal di! şeklinde olabileceği de gözden ırak tutulmamalıdır.  di, “haydi” anlamında bir edat olarak bu metinde zaman zaman kullanılmıştır. Bu edat hakkında yeterli açıklama-yı Tezcan DKON, s. 167-168’de yapmıştır.

62b/4 : ...¦anlar ¦anı  Bayındıra pencik çıardılar.

"Pencik" hakkında yalnızca Düsturnâme'den bir tanık göstermekle yenitilmiş. Daha ayrıntılı bir kaynak olmak üzere şu da zikredilebilir : Dr. Hasan Köksal, "İslami Dönem Türk Destanlarında "Pencik Çıkarma" Motifi",  Ege Üni. Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi III, İzmir 1984, s. 121-127.

68a/3  : Kazan Beg gördi ki kâfir katı (yaklandı) > yaklaşdı..

Burada metinde yaklandı okunabileccek şekilde yazılmış olan kelimeyi yaklan- diye bir fiil olmadığı için Tezcan yaklaşdı olarak düzeltmiştir. Gökyay bu kelimeyi önce bağlandı olarak okumuş; onra bunu yanlış-doğru cetvelinde yaklan- olarak düzeltmiştir. Kanaatimce bağlan- okunuşu da tamamen ihtimal dışı değildir; bağlan- fiilinin TS'deki anlamlarından biri de "kuşanmak"tır.  Burada verilen tanık şudur : "Olar Resul ile çok ahd edüp gerü sıdılar, Mekke ehline muâvenet edüp silâh bağlandılar. (Tefsir-i Ebilleys Tercümesi).

68b/10  : Kâfirler Uruzun üzerine ço¦dı.

Tezcan, "Son sözcük şimdiye kadar ço¦ idi "çok idi" okunmuştur, oysa burada söz konusu olan ço- "toplanmak, üşüşmek, çullanmak" eylemidir." demektedir. Oysa bu kelimeyi Gökyay da çohdu şeklinde okumuş ve doğru anlamı vermiştir.

81b/9 : Buradaki cümleler naşirler tarafından şu şekilde okunmuştur :

Ergin : Azrailüñ gözini eyle korhutdum ki giñ kapuyı kodı tar bacadan kaçdı, çünki menüm elümden gögerçin kibi  kuş oldı uçdı, mere men anı kor-mıyam togana aldurmayınça didi.

Gökyay : Azrailüñ güzünü eyle korhutdum ki geñ kapuyu kodu, dar bacadan çıkdı. Çünki menüm elümden gögercin gibi kuş oldu uçdu. Mere men anı kormuyam doğana aldurmayınca, didi.

Tezcan-Boeschoten : Azrâyilüñ gözini eyle korhutdum ki geñ kapuyı kodı, tar bacadan  kaçdı. Çûnki menüm elümden gögercin gibi kuş oldı, uçdı, mere men anı kormıyam  togana aldurmayınca” dédi.

Burada bilhassa çûnki/çünki ile başlayan cümleye dikkat çekmek istiyorum. Kelime bu Farsça edatla başladığında Gökyay’ın okuyuşu kabul edilemez; zira bu edat bağlı cümleler kurmaktadır. Diğer naşirler bu bağlamda cümleyi dilbilgisine uygun olarak yayımlamışlardır. Ancak ben buradaki çünki kelimesinin çönge olması gerektiğini düşünüyorum. Çönge چونكه  “Zayıf, fersiz, nuru kaybolmuş göz” kelimesi aynı metinde birkaç satır yukarıda 81a/1 : “gözcügezi çönge koca” ve 81a/3 “Gözüm çönge idügin ne begenmez-sin?” şeklinde geçmektedir. Şu halde cümleyi “Çönge menüm elümden gögercin gibi kuş oldı, uçdı.” şeklinde okursak, çönge’den mecaz-ı mürsel yoluyla Azrail kastedilmiş olur.

82a/3 : Baya mırlarıdı, şimdi hırlamaga başladı,

Azrail, Deli Dumrul’un göğsüne basar ve canını almaya hazırlanır. Bu durumda son nefesini vermekte olan Deli Dumrul’dan hırıltılar çıkıyor. Ancak bu durum anlatılırken daha önceki neşeli, sağlıklı haliyle karşılaştırma yapmamızı sağlayan anlatıcı niçin “evvelce mırlardı, şimdi hırlar” demiştir? Mırla- fiili daha çok kediler için kullanılır; kedi mırlaması da aslında bir tür hırıltı çıkarmaktır. Metindeki yazılışta bence mim harfi olduğu çok açık değildir. Kanaatimce bu kelimeyi yırlarıdı şeklinde okumak mümkündür. Müstensih belki iki defa ye yazmamamak için bir tek ye harfi yazmıştır. yırla- “şarkı, türkü söylemek” anlamında olduğuna göre cümlenin anlamı “Evvelce neşeli türküler söylerdi, şimdi ancak hırlayabiliyor” şeklinde oluşur ki, önceki ve şimdiki hali karşılaştırmak için daha uygundur. 

94b/2 : aslanuñ al[n]ın gözedüp

Tezcan, “önceki yayınlarda elin okunmuş olan sözcük herhalde al[n]ın  ‘alnını’ okunmalıdır.” diyerek metni tamir etmiştir. Kelimeyi elin olarak okuyan Ergin’dir. Gökyay ise zaten alnın olarak okumuştur. Sanırım Tezcan, burada Gökyay’ın metnini atlamış. Ancak burada metinde herhangi bir tamir yapmadan da anlam üretmek mümkündür. Söz konusu kelime al “hile, oyun” olarak okunabilir. Bu durumda cümle “..aslanuñ alın gözedüp...” = “Aslanın hilesine/hamlelerine dikkat edip” şeklinde olur.

Döğüş esnasında rakibin yapabileceği türlü hileler Münyetü'l-guzat'ta  zikredilmiştir : "...ammā men bu ¨‰lelerni bu kitābda anıñ içün ıldım kim..." (77a) Tabii, MG'da "al" kelimesi yerine "hile" kelimesi kullanılıyor.

106/5-6 : Segirdüginde sürçmese yügrük ya¦şı

Metinde كسركونده سرچشمه şeklinde yazılan ibareyi Ergin ve Gökyay "keser günde ser çeşme yüğrük yahşı" şeklinde okumuşlardır. Tezcan bu ibarenin yazılışında istinsah hataları bulunduğunu söyleyerek "segirdüginde sürçmese yügrük yahşı" şeklinde düzeltir. Bu makul bir tekliftir. Ancak buradaki "segir-" fiili çok açık değildir. Tezcan bunu "koşma" anlamındaki "segirtmek" ile birleştiriyor. Segir- için TS'de verilen "koşmak" anlamı bence tartışmalıdır. Birinci tanıktaki segirti kelimesi muhtemelen segirtti olacaktır. Diğer tanıklardaki segir- fiillerinin anlamı ise "koşmak" değil "zıplamak"tır. EDPT'deki veriler bunu göstermektedir. Belki düzeltmeyi "segirddüginde sürçmese" şeklinde yapmak mümkündür.

121a/3 : ...kulagı dilük olsa “Begil sevincidür.” deyü Begil’e gönderürleridi.

Tezcan buradaki sevinç kelimesini 119a/6’da geçen “... atasına Basatuñ sevinç verdi...” cümlesindeki kelime ile aynı kabul ediyor ve daha önceki neşirlerde verilen “müjde, muştuluk, sevinçli haber” anlamlarını doğru kabul ediyor. Kelime 119a/6’da bu anlama gelse de, 121a/3’de bu anlama geldiği açık değildir. Zira Begil, avda silah kullanmamakta, yakaladığı avların kulaklarını keserek işaret koymakta, kendine ait olduğunu belli etmektedir. Diğer beyler vurdukları avın kulağının kesilmiş “dilük” olduğunu görünce “Begil sevincidür, diyü” Begil’e gönderiyorlar. Burada “muştuluk” bir durum yoktur. Kanaatimce kelimeyi başka türlü okumalı ve anlamlandırmalıyız. Aranılacak anlam “...tarafından işaretlenmiş, ...filancaya ait, ...filancanın salıverdiği” olmalıdır. Belki sav- "göndermek, bırakmak, salıvermek" fiilinden *savınç.  

Son olarak, DKON’da metinle doğrudan ilişkisi olmayan bir aktarıma de-ğinmek istiyorum. s. 292’de Nemrud’un göğe ok atışıyla ilgili Rabguzî’nin Kısasu’l-Enbiyâ’sından tanık olarak verilen metnin başlığı “Nemrûdnıñ kökge aggan sözleri” Türkiye Türkçesine “Nemrud’un göğe çıkışının öyküsü” olarak çevrilmiştir. Bu çok serbest bir tercüme olmuş. Herhalde daha metne sadık olarak "Nemrud'un Göğe Çıkan Sözleri" şeklinde tercüme edilmeliydi.

Bu iki kitapla Dede Korkut araştırmaları yeni ve ileri bir merhaleye girmiş bulunuyor. Tezcan ve Boeschoten neşri, Dede Korkut yayınları konusunda yüksek bir standart getirmiştir.

 

*  Hayati Develi

 

 

Ana Sayfa

 

Hosted by www.Geocities.ws

1