18. Yüzyıl Türkiye Türkçesi Üzerine[1]
Hayati
Develi
Türkiye Türkçesinin
tarihî ve doğal gelişim süreci dikkate alındığında 18. yüzyıl “Yeni Türkiye
Türkçesi”nin[2] gelişimini
büyük ölçüde tamamladığı bir devre olarak karşımıza çıkar. Eski Türkiye
Türkçesi’ne hakim olan dudak uyumsuzluğundan sonra günümüzdeki telaffuz
şekillerinin çoğu 18. yüzyılda artık oluşmuş durumdadır. Bu iki devre arasında
ise 17. yüzyıl bir geçiş devresi özelliği taşır. Ancak bu söylediğimiz, bilhassa
konuşma dilini ilgilendirmektedir. Bunun yanında “standart” diyebileceğimiz bir
yazı dili ve bunun yerleşik imlâ kaideleri de oluşmuş bulunduğu için 18
yüzyılda üç ayrı dil grubu ile karşılaşırız :
a.
Konuşma dili
b.
Yazı dili
c.
Okuma dili
Böyle bir
sınıflandırma “dil-imlâ” ve “imlâ-telaffuz” ikiliklerini ve bunlar arasındaki
ilişkilerin ele alınmasını gerektirmektedir. Zamanla sese dayalı doğal dil ile
yazı dili ve bunun kuralları demek olan imlâ arasındaki ayrışma ile yazılı
metin ile bunun seslendirilmesi, yani okunması arasındaki ayrışma kaçınılmaz
olarak her dilde karşımıza çıkmaktadır. Ancak Osmanlı Türk alfabesinin
Türkçenin ünlülerini göstermekteki yetersizliği sebebiyle zamanla bu farklılaşma
Türkçe için daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Bunun sonucu olarak tarihî süreç
içinde yukarıda bahsettiğimiz üç dil grubunun oluştuğunu kabul edebiliriz.
Konuşma dili, sese dayalı tabiî insan
dilidir. Kişilerin günlük hayatın türlü alanlarında kullandıkları, yazılı bir
metne dayalı olmayan bu dil yazılı dilden her zaman farklı olmuştur. En
önemlisi ise bir standartlaşmadan veya kalıplaşma eğiliminden ziyade devamlı
bir gelişme ve değişme içerisinde oluşudur. Ancak yüksek bir edebî dilin
oluştuğu toplumlarda konuşma dilinin kurallarına bağlı bir yazı dili de
oluşabilir veya başka bir ifadeyle insanlar yazıyı konuştuklarını olduğu gibi
aktarmakta da kullanabilirler. Bu her zaman şuurlu olarak yapılmaz, bilhassa az
eğitim görmüş kimselerin kalem faaliyetleri sonucunda yazıya geçirilmiş “konuşma
dili” metinleri ortaya çıkar; sadece okuma yazma bilen kimselerin yazdıkları
mektuplar böyle metinlere ilgi çekici örneklerdir. Bu tip metinleri “konuşma
dili”nin metinleri olarak kabul etmek doğru olur.
Yazı dili ise bilimden edebiyata kadar her alanda
kullanılan, doğal olmayan, zamanla geliştirilmiş standartları bulunan dildir.
“İmlâ” adını verdiğimiz kolay değişmeyen bir kurallar sistemine sıkı sıkıya
bağlıdır. Genellikle dilin önceki devrelerinde üzerinde uzlaşmaya varılmış bu
kurallar manzumesi, zamanla konuşma dilinin ses değerlerinden farklılaşır,
birebir standart seslilendirmeyi aksettirmekten uzaklaşır. Her ne kadar imlâ
ile telaffuz arasındaki bu farklılaşma bir “öğrenme” ameliyesi ile
örtülebilirse de her zaman bir tartışma konusu olarak kalır, zaman zaman
imlânın konuşma dilini yansıtacak şekilde değiştirilmesi gündeme gelir. Yazı
dilinde tek ölçüt herhangi bir alfabe ile yazılmış olması değildir, bu dile
başka bir tabirle “edebî dil” de denilebilir.
Dil tarihî
araştırmaları için ise imlâ-konuşma dili ikiliğinin yorumlanması, dilin gelişim
çizgisini öğrenme açısından hayatî önem taşımaktadır. Dil tarihçisi, inceleme
konusu yaptığı metnin imlâsının eserin ya-zıldığı devrin dil özelliklerini
yansıtıp yansıtmadığını tespit etmek, bu konuda bir ön bilgi edinerek çalışmaya
başlamak zorundadır. Bir örnek verecek olursak: Tevfik Fikret veya Ömer
Seyfettin gibi yakın devre edebiyatçılarının eserlerinde (vyrdm) şeklinde
yazılan bir kelimeyi virdüm şeklinde
okumak ve bu okuyuştan kalkarak XIX. yüzyıl sonu Türkçesinde i/e seslerinin
özelliği veya dudak uyumu konusunda fikir yürütmek ne derece doğru olur? Bu
örnek de gösteriyor ki, herhangi bir devrenin metinleri incelenirken
“imlâ-konuşma dili” arasındaki ilişkinin önceden bir takım kaynaklara dayanarak
halledilmesi gerekmektedir.
Yazı, 18. yüzyıldan
daha önce konuşma dilini, yani telaffuzu aksettirmekten büyük ölçüde
uzaklaşmıştır. Bu konuda dil tarihi araştırmacıları “transkripsiyon metinleri”
denilen çoğu latin harfleriyle yazılmış metinlerden, dilbilgisi ve sözlüklerden
yararlanırlar. Bunlardan meselâ Carbognano’nun gramerinde Arap harfli
örneklerin yanında latin harfleriyle okunuşları verilmiştir ki, yazı ile
telaffuz arasında oluşan ayrımı açık bir şekilde göstermektedir. Bu eserden bir
kaç örnek vermek istiyoruz :
gendiñe |
|
vurmuş |
|
doldurursun |
|
kaldırır |
|
on
üçüncü |
|
Okuma dili kavramı ise genel bir
yaklaşımla, herhangi bir yazılı metnin konuşma dilinden farklı esaslara bağlı
olarak seslilendirilmesini ifade etmektedir (Duman 1996). Başta ve sondaki kısa
ünlüler dışında kısa ünlüleri göstermeyen, ayrıca Türkçe’nin ünlü sisteminin
ön/art, dar/geniş gibi karşıtlıklarını göstermekte yetersiz kalan Arap harfleri
temelli alfabe, metinlerin seslendirilmesi konusunda hem bir karışıklık
doğuruyor, hem de bir tür “özgürlük” alanı açıyordu. İşte bu özgürlük alanı
yükselen entellektüel zevklerin zamanla “metin”le sınırlı bir özel fonolojik sistem
geliştirmesine imkân tanımıştır.
Okuma dili dediğimiz bu
alanda metni okuyan kimsenin yazıyı bazı etkilere göre yorumlaması söz
konusudur. Geliştirilen yorumlama kriterleri yazılı metnin zamandaş dilin
sesletim kurallarına göre seslendirilmesi değil, hem dilin eski devrelerini hem
de Arapça Farsça gibi yabancı dillerin tesini gösterecek tarzda
seslendirilmesini icab ettiriyordu. Burada bilhassa şiir dilinin önemli etkisi
vardır. Bununla ilgili olarak Muallim Naci’nin Istılâhât-ı Edebiyye’sinde “Kafiye” bahsinde yaptığı açıklamalar
son derece önemlidir. Muallim Naci burada Nedim’in bir şiirinde geçen tenhâda /
sahrâda / âmâde kelimelerinin birbirine kafiye olabileceğini ve fasih kimselerin
bu gibi kelimelerdeki kalın sıradan +da bulunma hali eklerini ince ünlülü
telaffuz ettiklerini (tenhâde / sahrâde / âmâde) ifade etmektedir (Saraç, 106).
Yine aynı yerde yazar şöyle demektedir :
“Azmizade Haletî’nin
Sen idin
külbe-i ahzana koyan Ya’kûbı
Âyırıp Hazret-i Yûsuf gibi göz nûrından
Getirip aşk-ı ilâhîyi gönül hânesine
Kapıdan bakdırayım ey gam-ı dünyâ seni ben
kıtasındaki “dan” edatını da “ben” gibi fetha-i hafife (e ünlüsü) ile okumak için bir mani yoktur. Hatta asla muvafık olan da bu surettir. Fesahat ehli “nûrından” demeye “nûrinden” demeyi tercih eder. Bununla beraber “cândan, cânândan” gibi “dan”ın fetha-i sakîle (a ünlüsü) ile telaffuzu fesahatin gereği olan yerler buna kıyas olunmaz.” (Saraç, 106)
Elbette bu, metnin
özel bir bilgi ve zevk derecesine göre okunmasıdır. Yoksa aynı metin zamandaş
dilin ses düzenine bağlı olarak da okunabilir. Bu konudaki ikilikten Viguier
bahsetmektedir. Viguier’in yazdığına göre bir metni iki türlü okumak mümkündür.
Okuyuşlardan birisi standart konuşuma dilinin ses düzenine göre olmaktadır;
diğeri ise bilhassa entellektüellerin geliştirdiği ve -yuyarıda bahsettiğimiz
gibi- bir takım özentilere, dış tesirlere bağlı okuma tarzıdır. Burada
Viguier’in verdiği örneklerden birkaçını karşılaştırma yapılabilmesi için
aktarıyoruz (bk. Duman 1996) :
1. seslilendirme: Allah'e aşık olan göñül ainesini Hakk'e
tutar: Ani acısöz le paslandiran Tañri'niñ düşmeni dir.
2. seslilendirme: Allah'e aşık olan, gönül ayinesini Hakk'a
tutar: Anı acı sözle paslandıran, Tañrının düşmanıdır.
*
1. seslilendirme: Kibir göñülünden xayinlik tutan ademde Allah
nazari olmaz. Tañrı dâima kendü rızasi ile korkusi ile olan kimselere merhamet
ider. Dünya mali ile kibirlenen kendini zengin sanur, henüz xarab olmış xaberi
yok, Allah'den ayrılmış.
2. seslilendirme: Kibir göynünden hayınnık tutan ademde, Allan
nazarı olmaz; Tañrı dâima kendi rızasıyla, korkusuyla olan kimselere merhamet
eder. Dünya maliyle kibirlenen, kendini zengin sanır; henüz harab olmuş haberi yok,
Allah'dan ayrılmış.
*
1. seslilendirme: Allah yoline can viren eziyyetlerine sabr ü
tehammül iderse doste vasıl olur söz ile söyleyüb özinde olmazsa ol adem
Allah'e vasıl olmaz.
2. seslilendirme: Allah yoluna can veren, eziyyetlerine sabrı
tehammül ederse, dosta vasıl olur. Söz üle söyleyib, özünde olmazsa, ol adem
Allah'a vasıl olmaz.
Bu metinlerdeki 1. ve 2. okuyuşlar arasında temel ses düzeni farkları olduğu açıktır. Bilhassa kalınlık/incelik uyumunun birinci okuyuşlarda hiç göz önünde tutulmadığı görülmektedir. Birinci okuyuşlar “okumuş-lar”a, ikinci okuyuşlar ise her sınıftan insanlara göredir. Şu halde birinci okuyuşlardaki kalınlık/incelik uyumundan kaçmayı bir tür fesahat arayışı olarak değerlendirebiliriz.
18. yüzyıl Türkiye
Türkçesi ile değerlendirmelerimizin iki farklı grupta toplanan kaynakları
vardır. İlk grubu o günün dilini bilhassa latin harfleriyle tespit eden dil
bilgisi kitapları gelir. Burada Viguier ve Carbognano’nun hazırlamış oldukları
gramerlerin verilerinden faydalanacağız.[3]
İkinci kaynak grubu
ise Arap harfli Osmanlı metinleridir. Bu yüzyılda kalıplaşmış olan imlânın
dışına çıkmış, bilhassa halk diliyle yazılmış veya müstensihi çok bilgili
olmayan üç metin bize 18. yüzyılın ses düzeni özellikleri hakkında ilgi çekici
bilgiler vermektedir. Bunlar Saatnâme,
Nasihatnâme-i Dildâde ve Risâle-i Garîbe isimli eserlerdir.[4]
Bu iki grup kaynağın verilerini değerlendirerek 18. yüzyıl Türkçesinin hususiyetlerini genel hatlarıyla şöyle ifade edebiliriz:
Bu yüzyıl artık
bugünkü standart yazı dilimize temel teşkil eden “Yeni Türkiye Türkçesi”nin ses
düzeninin esaslı olarak oluştuğu bir dönemdir. Söz konusu dilin temelinde
elbette İstanbul ağzı vardır ve bu ağız da bir Rumeli ağzıdır (Németh).
Dudak uyumunun
bulunmadığı Eski Türkiye Türkçesi (13. - 15. yüzyıllar) döneminden sonra 17.
yüzyıl bu uyumların gerçekleşmeye başladığı bir geçiş dönemi niteliğindedir.
18. yüzyılda ise bu uyumların artık bütün olarak gerçekleştiğini
söyleyebiliriz. Ne var ki, bu gelişmeyi Arap harfli metinlerden sağlıklı olarak
tespit etme imkânına sahip değiliz. Her şeyden önce kalıplaşmış yazılışlar bunu
engellemektedir. Zaman zaman karşımıza çıkan halk diliyle yazılmış, belki
eğitimi daha az müstensihlerin elinden çıkma eserlerde gördüğümüz uyumlu
yazılışlar bile sık sık, standart imlânın baskısıyla değişmektedir. Bilhassa
ı/i sesleri ile biten ve ye harfi ile yazılan eklerde durum böyledir. Bunların
dudak uyumuna bağlı olarak vav ile yazıldığı örnekler oldukça seyrektir. Böyle
bir kalıplaşma +dAn, +dA, +dIr, -dI gibi eklerde de söz konusudur.
Hem latin harfli
metinlerin, hem de Arap harfleriyle yazılmış Türkçe metinlerin malzemesinden
yola çıkarak, 18. yüzyılı önceki dönemlerden ayıran fonolojik özellikleri şöyle
tespit edebiliriz[5] :
1. Dudak uyumları sürecinin
tamamlanmış olması :
2. ETT’deki kelime başı /i/
fonemlerinin /e/’ye dönüşmesi
3. Bazı eklerde görülen,
ancak henüz tamamlanmamış olan /ñ/ > /n/ gelişmesi
“Yeni Türkiye Türkçesi”
olarak adlandırılabilecek ve ses düzeni itibariyle günümüzde de sürmekte olan
devrenin belli başlı özelliklerinden olan bu gelişmeleri ayrı ayrı ele almak
istiyoruz:
ETT genel olarak bulunmayan dudak uyumunun 17. yüzyıldan itibaren gelişmeye
başladığı bilinmektedir (Develi 1995). Viguier ve Carbognano’nun tespitleri ise
bize 18. yüzyılda dudak uyumunun bütün olarak tamamlanmış olduğunu
göstermektedir (Gümüşkılıç, 1992 ve 1997). Ancak standart imlâda bu gelişmeler,
standart dışı birkaç metin bir kenarda tutulursa, gösterilmez. Bu genel uyum
tablosuna aykırı düşen örneklerin sayısı birkaçı geçmemektedir. Belli başlı
eklerdeki dudak uyumu tablosu şu şekildedir :
Yapım ekleri
+lık, +lik, +luk, +lük
: eylik, delilik, günlükdür, doğruluk
+lı, +li, +lu, +lü : adlı,
atlı, yürekli, gözlü, sulu
+sız, +siz, +suz, +süz
: anasız, güneşsiz, kolsuz, gölsüz
+cı, +ci, +cu, +cü : ekmekci,
yolcu, bügücü “büyücü”
+cık, +cik, +cuk, +cük
: ayacık, devecik, koyuncuk, kuyucuk
Hal ekleri
+(n)ıñ, +(n)iñ, +(n)uñ,
+(n)üñ : eliñ, ayağıñ, bunuñ, dördümüzüñ
+(y)ı, +(y)i, +(y)u, +(y)ü
: bunu, burnu, kuyuyu, sözünü
İyelik ekleri
+(ı)m, +(iı)m, +(u)m, +(ü)m
: ayağım, elimden, dostum, yürüdüğüm
+(ı)ñ, +(i)ñ, +(u)ñ, +(ü)ñ :
ayağıñ, eliñden, koyunuña,
yürüdügüñ
+sı, +si, +su, +sü : ayağı,
eli, birisi, borcu, oğlu, yürüdügü
+(ı)mız, +(i)miz, +(u)muz, +(ü)müz : ayağımız, elimiz, kuşumuz, dördümüz
+(ı)ñız, +(i)ñiz, +(u)ñuz,
+(ü)ñüz : ayağıñız, evleriñiz,
yürüdügüñüz
Fiil yapım ekleri :
-(ı)r-, -(i)r-, -(u)r-,
-(ü)r- /span>: bitirir, geçirir, yatırmak, doyurdur, düşürür
-dır-, -dir-, -dur-,
-dür- : añdırır, yedirmek, doldurur, okutdurur
-(ı)ş-, -(i)ş-, -(u)ş-,
-(ü)ş- /span>: yetişir, buluşurum, görüşürüm
-(ı)n-, -(i)n-, -(u)n-,
-(ü)n- /span>: bilinmek, gezinir, görünür, soyunur
-(ı)l-, -(i)l-, -(u)l-,
-(ü)l- /span>: açılır, sevildi, bozulurum, örtülür
Zaman ekleri :
-dım, -dim, -dum, -düm : aldım, istedim, sevdim, gördüm, vurdum
-dıñ, -diñ, -duñ, -düñ : aldıñ, etdiñ, vardıñ, yürüdüñ, vurduñ
-dı, -di, -du, -dü : gördü, kovdu, oldu, vurdu, yürüdü
-duk, -dik, -duk, -dük : başladık, yazdık, verdik, gördük, okuduk
-dıñız, -diñiz, -duñuz,
-düñüz /span>: yaraladıñız, severdiñiz, verdiñiz, gördüñüz
-mış, -miş, -muş, -müş : etmiş, sevmiş, dögmüş, görmüş, yürümüş
-ıyor, iyor, -uyor, -üyor : duruyor, görüyor, yürüyor
-ır, -ir, -ur, -ür : alır, bilir, çağırır, gezinir, ögredir, vurur, sürünür
-ıñ, -iñ, -uñ, -üñ : geliñ, veriñ, seviñ, görüñ, dolduruñ
-ıñız, -iñiz, -uñuz, -üñüz :
geçiñiz, veriñiz, görüñüz,
vuruñuz
-sın, -sin, -sun, -sün (emir) : etsin, sevsin, olsun, vursun
-alım, -elim : añalım, olalım, sevilelim, vuralım
Zarf-fiil ekleri:
-ıp, -ip, -up, -üp : bakıp, çıkıp, yaralayıp, duyup, olup
Bildirme ekleri :
+dır, +dir, +dur, +dür : böyledir, degildir, nerededir, budur, yokdur
Şahıs ekleri :
+ım,
+im, +um, +üm : açarım, ararım,
alırım, düşürürüm, yürürüm
+sın, +sin, +sun, +sün : açarsın, alırsın, etmeyorsun, okumuşsun, vurursun
+ız,
+iz, +uz, +üz : ederiz, eririz, okuruz, oluyoruz, okurumuşuz, görürüz
+sıñız,
+siñiz, +suñuz, +süñüz : erirsiñiz, görseñiz, görmüşsüñüz,
okuyorsuñuz vs.
Arap harfli Türkçe metinlerde dudak uyumunu takip etmek her zaman kolay değildir. Çünkü burada metni yazıya geçiren kimse (gerek müellif, gerek müstensih) standartlaşmış imlânın baskısı altındadır. Standart imlâdan belli oranda uzaklaşmış eserlerde bile kelime sonunda ye harfi ile yazılan eklerin kolay kolay değişmediği gözlenir. Ancak aynı ekler kelime içinde kaldıklarında dudak uyumuna bağlı bir yazılış daha kolay ortaya çıkabilmektedir (burnuna gözüne, qolunı, öñüne, ucundan, üstünde, yüzüne vs. Risâle-i Garîbe). Transkripsiyon metinlerinin verileri ise uyumsuz yazılışların sadece imlâyı yansıttığını, bunların konuşma dilinde uyuma bağlanmış olduğunu göstermektedir.
Dudak uyumunun 17 yüzyıl ortalarında oldukça gelişmiş olduğunu Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin verilerine dayanarak ve bunları başka kaynaklarla mukayese ederek göstermiştik (Develi 1995). 18. yüzyılda telif yahut istinsah edilmiş metinlerde de sık sık uyumlu yazılış örnekleriyle karşılaşmaktayız. Burada kaynak olarak kullandığımız Saatnâme, Nasihatnâme ve Risâle-i Garîbe’de uyumlu yazılış örnekleri azımsanamayacak orandadır. Aşağıda 18. yüzyılın ses düzenini aksettirdiğini düşündüğümüz uyumlu yazılışlardan bazı örnekler verdik :
İlgi hali eki : Baladın, quşağın, mürşidin, sabrın, şeyxin (Nasihatnâme); âdemiñ,
‘avratınıñ, odanıñ, eviñ, yârânıñ (Risâle-i Garîbe);
1. tkl. şhs. iyelik
eki : alacağım, dilim, işim, yayım (Risâle-i Garîbe)
2. tkl. şhs iyelik
eki : bildiğinden, gendin, işitmediğin, isti’dâdın, sevmediğin, sözüni (Nasihatnâme); cânıñ, nârıñı, yüzüñe (Risâle-i Garîbe);
+lIK eki : meyxanacılıq,
akçalık, qomşuluq, boqçuluq (Risâle-i Garîbe);
+lU : ayaqlı,
Eginli, qıyâfetli, saqallı, yağlı
(Risâle-i Garîbe)
2. teklik şahıs eki
: bulursun, dinledin mi, gördün mi,
(Nasihatnâme); nerede idiñ (Risâle-i
Garîbe);
2. çokluk şahıs emir
: hall idin, lutf idin (Nasihatnâme);
18. yüzyıl Türkçesinin ikinci önemli özelliği ise /i/ fonemlerinin standart dilde /e/’ye dönüşmüş olmasıdır. Saatnâme metni bu açıdan çok kıymetli bir karşılaştırma yapma imkânı sağlamaktadır : Bu metinde bir yandan ETT’nin /i/’li şekilleri yazıda gösterilirken, bir yandan da /e/’li şekiller yaygın bir şekilde görülmektedir : beş, dedi, deyü, deyi, deye, deyelim, deyicek; deyüp (bunun yanında müellifin dönemindeki dili aksettiren /i/’li şekiller : didi, didügi, didük, dimeñ vs.); eder, ederken, etmeyüp, etmişler (krş. ide, iden, ider, itdi, itdügi vs.); geymiş, geymedi, geydüreler, geydügi, geydüreler (krş. giyer, giyerdi, giymişler); yedügi, yedüreler, yedürüp, yemek, yemesin, yeyelüm, yeyüp (krş. yidügi, yimedim, yimek vs.); yere, yerden, yerinde vs. (krş. yir, yirde, yirlerde vs.). Yine 18. yüzyılda istinsah edilmiş olan Nasihatnâme-i Dildâde isimli eserde de deyi, dersen vs. örneklerle karşılaşırız. Risâle-i Garîbe’de de /i/’li şekillerlerle birlikte ve oldukça önemli oranda /e/’li şekillerle karşılaşırız : beş, etmek, yel, yer, deyü, ver-, ye- vs. örneklerinde görüldüğü gibi. Kanaatimizce /i/ > /e/ gelişmesi 18. yüzyılda tamamlanmıştır. Bunun bir takım ses benzeşmelerinin gerektirdiği istisnaları olabilir : yemek ~ yiyecek; demek ~ diyecek vs. gibi. İmlâdaki kalıplaşma da sonuna kadar bu gelişmeyi gizlemiştir. Bu sebeple ye’li şekilleri pek çok durumda imlâ hususiyeti sayabiliriz.
18. yüzyıl için tespit ettiğimiz önemli fonolojik özelliklerden biri de bazı eklerde geniz ünsüzü /ñ/’nin diş ünsüzü /n/’ye dönüşmeye başlamasıdır. Bu, bilindiği gibi İstanbul ağzını diğer Anadolu ağızlarından ayıran temel hususiyetleridir. Bu gelişmenin tamamlanmış olduğuna dair elimizde yeter sayıda örnek bulunmadığını düşünüyoruz, ancak gelişmenin bir hayli ilerlemiş olduğunu kabul ediyoruz. Viguer ve Carbognano’nun dil bilgisi kitaplarında bu konuda bilgi verilmez. Ancak Risâle-i Garîbe’de, Nasihat-nâme-i Dildâde isimli bir başka 18. yüzyıl metninde, istinsah tarihi bulunmamakla birlikte bizim 17.-18. yüzyıl dil hususiyetlerini de taşıdığını düşündüğümüz Gazavat-nâme-i Sultan Murad Han’da bu gelişmeyi gösteren hayli örnekler vardır. Nasihat-nâme-i Dildâde ve Risâle-i Garîbe’deki bazı örnekler şunlardır:
İlgi hali eki : Baladın (< Baladıñ), quşağın (< quşağıñ), mürşidin (< mürşidiñ), sabrın (< sabruñ), şeyxin (< şeyxiñ),
2. teklik. şahıs
iyelik eki : bildiğinden (<
bildiğiñden), gendin (< gendiñ), işitmediğin (< işitmediğiñ), isti’dâdın (< isti’dâdıñ), sevmediğin (< sevmediğiñ), sözüni (< sözüñi);
2. teklik şahıs eki
: dinledin mi (< dinlediñ mi), gördün mi (< gördüñ mi), dersen (< derseñ);
2. çokluk şahıs emir
: hall idin (< idiñ), lutf idin (< idiñ).
Elbette, /ñ/ sesleri
her zaman /n/ olmaz. Bilhassa yuvarlak ünlülerin çevresinde bu ses dudaksı /m/’ye
dönüşür : toñuz, qoñşuluk yanında qomşu,
qomşuluq, gömlek (Risâle-i Garîbe).
Bu çalışmada “Yeni
Türkiye Türkçesi”nin başlangıç noktasını oluşturan 18. yüzyılın temel ses
düzeni özelliklerini belirlemeye çalıştık. Dudak uyumunun transkripsiyon metinlerinin
verilerine göre kesin olarak tamamlandığını, ancak kalıplaşmış Osmanlı
imlâsının bu gelişmeyi örttüğünü, yine de halk dilini yansıtan kimi metinlerde
uyumlu yazılışlarla karşılaştığımızı ifade ettik. Bilhassa bu dudak uyumu
gelişmesi, 18. yüzyıl ve sonrasına ait Osmanlı metinlerinin yayımlanmasında göz
önünde tutulması gereken bir özelliktir.
Kabul ettiğimiz
diğer özellikler ise ilgili kelimelerde /i/’lerin büyük oranda /e/’ye dönüşmüş
olmasıdır.
18. yüzyıl Osmanlı
Türkçesinin üçüncü temel özelliği ise nazal /ñ/ seslerinin bilhassa eklerde
dişsi /n/’ye dönüşmesidir.
KAYNAKLAR
Develi,
Hayati (1995) : Evliya Çelebi Seyahatnâmesine Göre 17. Yüzyıl Osmanlı
Türkçesinde Ses Benzeşmeleri ve Uyumlar, TDK yay. Ankara.
Develi,
Hayati (1998) : XVIII. Yüzyıl İstanbul
Hayatına Dair ‘Risâle-i Garîbe’, Kitabevi, İstanbul.
Duman,
Musa (1995) : Evliya Çelebi Seyahatnâmesine Göre 17. Yüzyılda Ses Değişmeleri,
TDK yay., Ankara.
Duman,
Musa (1996) : “Klasik Osmanlı Türkçesinde Konuşma Dili”, Türk Dil Kurumu, 3. Uluslar Arası Türk Dili Kurultayı, Ankara
1996’da sunulan bildiri.
Gazavat-ı Sultan murad b. Mehemmed Hân.
İsladi ve Varna Savaşları (1443-1444) Üzerine Anonim Gazavatnâme, Tıpkıbasım ve Türk
Harfleriyle Metin, Notlar ve Bir Lügatçe ile Yayınlayanlar Halil İnalcık
–Mevlûd Oğuz, TTK Yay. Ankara 1989 (Dil özellikleriyle ilgili kısa değerlendirme
için bk. Hayati Develi, TDAY Belleten
1992, 203-213.)
Gümüşkılıç, Mehmet (1992) : Viguier’in Elemens de la Langue Turque (Türk Dilinin Unsurları) Adlı Eserinin Ses Uyumları Bakımından İncelenmesi (Basılmamış yüksek lisans tezi), İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi.
Gümüşkılıç,
Mehmet (1997) : 18. Yüzyıl türkçesinde Ses Hadiseleri (Basılmamış doktora
tezi), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi.
Nasihat-nâme-i dildâde : M. Sabri Koz özel
kütüphanesi.
Németh,
G. : “Bulgaristan Türk Ağızlarının Sınıflandırılması Üzerine” TDAY Belleten 1980-1981, 113-167.
Saatnâme, M. Yelten Özel
kütüphanesi.
Saraç,
M. A. Yekta (1996) : Muallim Naci,
Edebiyat Terimleri. Istılâhât-ı Edebiyye, Risâle Yay. İstanbul.
[1] Doğu Akdeniz Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Dergisi, sayı 1, Gazimağusa 1998, s. 27-36’da yayımlanmıştır. Bu metindeki transkripsiyon işaretleri değiştirilmiş (kaf = q, hı = x vs.) veya kaldırılmış, Arap harfleri ise kullanılamamıştır.
[2] Ses düzeni özellikleri esas değerlendirme
ölçüsü olarak alındığında Türkiye Türkçesi’ni esas olarak üç devreye
ayırabiliriz:
1. Eski Türkiye Türkçesi
2. Orta Türkiye Türkçesi
3. Yeni Türkiye Türkçesi
Bu gruplandırmada Eski Türkiye Türkçesi’nin en belirgin ses özelliği
dudak uyumunun bulunmayışı, i/e değişmesine konu olan kelimelerin Arap harfli
imlâda ye ile yazılması, yani /i/ tarafında olmasıdır. Bu devrenin, henüz
standart konuşma ve yazı dilinin oluşmadığı, ağız özelliklerinin zaman zaman
birbirine karıştığı 13. -14. yüzyıllardan standart dil ve imlânın oluştuğu 15.
yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl ortalarına kadar sürdüğünü kabul edebiliriz. Orta
Türkiye Türkçesi ise bilhassa dudak uyumlarının gelişmesi açısından bir geçiş
dönemi özelliği taşır. Bu devrenin 16. yüzyılın ortalarından 17. yüzyılın
ortalarına kadar sürdüğünü kabul edebiliriz. Bu devrenin özelliklerini
“transkripsiyon metinleri”nden ve Arap harfli Osmanlı metinlerinden takip
edebiliyoruz (bk. Duman 1995; Develi 1995). Yeni Türkiye Türkçesi devresinin
ise 17. yüzyıl ortaları ile 18. yüzyıldan başlayıp günümüze kadar sürdüğünü
kabul ediyoruz. Bu, teklif mahiyetinde ve esas olarak, belirtildiği gibi, ses
düzeni (fonoloji) esaslarına dayanan bir tasniftir. Yapı bilgisi, söz dizimi ve
leksik özellikler ise başka tasniflerin yapılmasına imkân verebilir.
[3] Bu iki gramerin verileri ayrıntılı olarak
M. Gümüşkılıç tarafından işlenmiştir (Gümüşkılıç 1992, 1997).
[4] Saatnâme esas olarak bir Eski
Türkiye Türkçesi metnidir. Pek çok nüshası bulunan bu eserin 18. yüzyılda
istinsah edilmiş bir nüshası hem ETT hem de 18. yüzyıl özelliklerini, yani müellifin
ve müstensihin dil özelliklerini bir arada gözlemleme şansı vermektedir. Bu
eser üzerinde Doç. Dr. Muhammet Yelten ayrıntılı bir inceleme hazırlamaktadır.
Nasihatnâme-i Dildade M. Sabri Koz tarafından
yayıma hazırlanmakta olup 18. yüzyılda istinsah edilmiş bir metindir. Burada da
müstensihin dil özelliklerini Eski Türkiye Türkçesi özellikleri ile
karşılaştırmak mümkündür.
Risâle-i Garîbe, bir 18. yüzyıl metnidir.
Telifi ve istinsahı arasında büyük bir fark yoktur. Harekeli ve konuşma dili
özelliklerini yansıtan bir metindir (Develi 1998).
[5] Buradaki tespitlerimiz, İstanbul’da
gelişen, büyük ölçüde Rumeli ağızları tesirinde olan ve standart yazı ve
konuşma dilinin temeli olan ağızdır. Anadolu ağızları kendi gelişmelerini ayrıca
sürdürmekte olup, buradaki tespitlerimiz onları içine almaz.