Dil Doktoru : Dile ve Türkçeye Dair Yazılar, 3F Yayınları, İstanbul, Şubat 2006

 

 

Dil Dokturu, Prof. Dr. Hayati Develi’nin dergi ve gazetelerde yayımladığı yazılardan yapılmış bir seçki. Yazar, dile ve Türkçeye bir uzman olarak yaklaşıyor, ancak bu yazılar bilimsel araştırma yazıları değil. Yazar, bu yazılarda Türkçe konuşan, Türkçe yazan, Türkçeyi konuşan ve Türkçeyi dert edinen düşünce yolcularıyla kendi kaygılarını ve heyecanlarını, ümitlerini paylaşmak istediğini dile getiriyor. Kitapta dil ve kültür ilişkileri, toplumu var eden ve sürdüren bir değer olarak dilin değeri, Türkçenin gücü, geleceği, Türkçeyi tehdit eden durumlar, yabancı kelime kullanımı ve bunların yazılışı gibi konular üzerinde durulmuş. Ayrıca gazetelerden seçilmiş kimi dil yanlışları, karıştırılan kelimeler de ayrı kutucuklar içinde verilmiş. Eşek Arısı kutucuklarında ise kimi dil cambazlıklarının iğnelendiği görülüyor.

Kitap, Dil Anatomisi, Dil Patolojisi, Köktendilcilik, Frenk Elması, Vaşington Portakalı, Mektebin Bacaları ve Homo Polemicus gibi bölümlerden oluşuyor. Bu başlıklar bile size keyifli bir okuma vadediyor. Daha ilk yazıdan başlayarak da okuyucuyu sıkmayacak, keyifle kendini okutacak, “Dil elden gidiyor!” karamsarlığında olmayan, “dilin ne olduğu” konusuna daha çok eğilen bir metin sunuluyor.

 

 

Kitaptan Bölüm :

 

 

 

 

 

Dil Doktoru

 

Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı

 

Dilin Doktoru Olur mu?

Dil doktorluğu hikâyesi benim için evliliğimin ilk adımlarını attığım günlere kadar uzanan sevimli bir hatıradır. Meğer dünürcülüğe giden büyüklerim kayınpederime “doktora” yaptığımı söylemişler. İşin sonunda doktorluk gibi o zamanların en gözde mesleği olduğunu duyan müstakbel kayınpeder de fazla nazlanmadan biricik kızıyla evlenmeme izin vermiş. Nişandı, kına gecesiydi, düğün dernekti derken biz dünya evine girdik. Şimdi, az masraflı bir hanım ve ellerinizden öperler, üç çocukla gül gibi geçinip gidiyoruz. Evliliğin ilk aylarından sonra doktora bitti. Her doktora yapanın bileceği gibi bu günü baklava ve böreklerle kutladık. Akşam beni tebrik eden sevgili kayınpederim :

- Eh damat, artık muayenehaneyi işlek bir yerde açalım, bak para konusunda sıkılma. Ben sana yardımcı olurum! deyiverdi.

Doğrusu bu muayenehane işini, hele işlek bir yerde, albenili, bol müşterili bir dükkânı hiç düşünmemiştim. Şimdilik üniversitelerin birinde boğaz tokluğuna asistanlık etmeye razıydım. Aslında bir dil doktorunun nasıl muayenehane açabileceğini de biliyor değildim. Bujisi bitmiş eski Bedford kamyonların bir türlü marş basmayan motorları gibi kem küm ederken bir yandan da bu doktorluk-muayenehane ilgisini ve yanılgısını çözmeye çalıştım. Allah'a şükür, intikalim pek yavaş değildir; konunun daha dünürcülük aşamasında “doktora” meselesinin yanlış anla


şılmasından kaynaklandığını kavradım. Bu benim için mesut, kayınpeder için acı bir yanlış anlamaydı. O gün onu türlü bahanelerle bir müddet beklemeye ikna etmiştim.

Aradan yıllar geçti. Bu muayenehane işi hep aklımda durdu. Yani gözün, kulağın, dişin bile doktoru oluyor da “dil”in doktoru neden olmasın, daha doğrusu benim gibi bir ‘dil doktoru’ neden muayenehane açamasın?! Hani ben hastalar karşıma gelsin “Doktor beyim dilim yanıyor!”, “Doktor amca dilimin ucunda sivilce çıktı!” demelerini beklemiyordum. Aldığım eğitimin, yaptığım doktoranın bunlarla pek ilgisi yoktu. Ama birileri: “Doktor bey, köpeğime 'canısı' adını verdim, doğru mudur acaba?” yahut “Doktor bey, gazeteye bir makale yazdım, imlâsı kurallara uygun mudur, kontrol edebilir misiniz!” ya da “Efendim, 'army konsept' yerine hangi lafı kullansak?” gibi sorularla ve sorunlarla gelseler, ben de bunlara yardımcı olsam, sayın hastalarım çıkarken kâtibe hanıma fiş mukabili üç-beş kuruş vizite ücreti bıraksalar fena mı olurdu?! Her ne kadar eskiler böyle düşünceler için “Ne batıl fikir, ne olmayacak hayâl!” demişlerse de!

Ne var ki, dil hastalığının bu kadar yaygın olduğu, halkın neredeyse yüzde altmışının, okumuşların yüzde sekseninin, spikerlerin yüzde doksan beşinin dil hastalıklarıyla malul bulunduğu bir toplumda böyle muayenehanelerin gerekli olduğu fikri bende günden güne sabitleşti. Elbette tabiatta hiçbir boşluk ebediyen boşluk olarak durmuyor, zamanla dolduruluyor. Kimi zaman bir briç ustası, kimi zaman Fransızca bilir bir musahhih dil konusundaki dertlere deva olmaya çalışıyorlar.

Baş dil ile tartılır!

İyice düşünürsek, aslında “dil” en hassas organımızdır. Onsuz ne yeni çıkmış eriğin mayhoşluğu, ne suyun tadı; ne yarin dudaklarındaki tuz, ne ayrılığın hüznü; ne bilgeliğin hazzı, ne şiirin sarhoş edici büyüsü anlaşılamaz. Yaşamak dil ile vardır, yani yaşadığının farkında olmak. Hayatı kavramak, hayatı büyütmek dil olmasa mümkün müdür?


Ataların “Baş, dil ile tartılır!” sözünü pek severim; ilk bakışta bir sakatatçı dükkânı sloganı gibi görünse de bu sözde derin anlamların yüklü olduğunu düşünürüm veya kendim bu söze derin anlamlar yüklerim.

Böyle bir sözü ucuz bir duvar yazısı gibi harcamamalıyız. Ona var oluşumuzu mümkün kılan sentezi özetleyen bir düstûr gibi bakarsak, onu dükkânına asan sakatatçıyı eli kanlı-bıçaklı bir ciğerci gibi değil de bu emsâlsiz sırra bizden önce ulaşmış ve bizi o sırra ortak etmeye gönüllü bir filozof gibi görürsek, işte o zaman harcamamış oluruz bu sözü. Belki o zaman dünyevî huzurun ve başarının sırrını size fısıldayan o filozof sakatatçının tezgâhına sıraladığı sırıtık koyun başlarından bir karış sarkan dilleri öpmek gelir içinizden!

Dil olmadan cismen var olmak, daha doğrusu varlık sahnesine gelmek mümkündür; aslında hep böyle olur. Hiçbirimiz dünyaya geldiğimizde meramımızı anlatmaya yarayan bir dile sahip değilizdir. Dili sonradan ediniriz. Anamızdan, babamızdan, bizden öncekilerden duya duya; sokakta, okulda, işte... İnsanın fizyolojik varlığı büyüyüp gelişirken dilsel varlığı da gelişmeye başlar. Sonra da dil olmadan var olmanın mümkün olamayacağı bir hâle gelir. Bakın nasıl anlatıyor dil ve var oluş ilişkisini Nermi Uygur : “... Konuşan bir varlığım ben. İlkece, içinde kendimi dil olmadan bulduğum hiçbir zaman kesiti anımsamıyorum. Baştan beri birlikteyiz onunla. Gerçi zaman zaman susmaktayım. Öyle olabilir ki herhangi bir neden yüzünden (sözgelimi hastalık yüzünden) konuşmaktan yoksun kalabilirim. Gelgelelim ilkece dilsiz olsaydım, başka türlü dendikte, dile ilişkin tüm etkinlikleri yerine getiremeseydim, bunlara yatkınlık ve anlayıştan uzak, bunları gerçekleştirme gücünden yoksun olsaydım, kimse bana “insan” diyemeyecekti. Bu apaçık gerçeklere dayanarak insan varlığımı ortaya koyan temel bir doğruya varırım : Dil, insan olarak yazgım benim; dil varolma koşulum benim...

Burada dili, sadece seslere dayanan bir mekanizma, bir konuşma eylemi olarak algılamıyoruz. Daha genel bir anlamda evrendeki nesneleri algılayıp bunlar arasında gramatikal ilişki kurabilme ve bu gramatik ilişki biçimleri sayesinde anlamlar (me


sajlar) üretebilme ve başkalarınca üretilen anlamları (mesajları) çözümleyebilme yetisi olarak algılıyoruz. Şu hâlde el-kol işaretlerimiz, mimiklerimiz, bakışlarımız bir anlam ürettiği gibi biz karşımızda hiç kimse yokken de anlamlar (mesajlar) üretiriz. Meselâ benim bu yazıyı üretme ameliyem tamamen böyle bir faaliyetin sonucudur. Uykuda da dilsel bir faaliyet içindeyizdir. Bunların bir kısmını net olarak anlayamasak da bu böyledir. Şuurun tam açık olmadığı anlardaki rüya ve benzeri durumlar süresinde gerçekleşen dilsel faaliyeti bir yana bırakırsak, ister düşünme, ister konuşma veya yazma; isterse de dinleme veya okuma şeklinde gerçekleşsin bütün dilsel faaliyetler bizim insan oluşumuzun vazgeçilmez unsurlarıdır.

İnsanı konuşan (veya düşünen) bir hayvana benzetmek biraz kaba da olsa yanlış bir benzetme değildir. Çevremizdeki algılayabildiğimiz varlıklara bakınca hemen fark ediyoruz ki, bizi onlardan ayıran en belirgin özelliğimiz konuşmamız ve düşünmemiz; ikisini bir arada söylersek dilsel kabiliyetimiz. Konuşamıyor olabiliriz belki... O zaman yazarız veya işaret ederiz. Ve düşünürüz, düşünerek kendimizi geliştiririz. Mükemmelleşmeye çalışırız. Düşünmek de bir dil faaliyetidir sonunda. Dil olmazsa düşünemeyiz. Demek ki, dil varlığımızın temel taşı. Demek ki, başımızın var oluşunu mümkün kılan vazgeçilmez bir unsur dil... Onun için “Baş dil ile tartılır!” demiş halkımız. Dilsiz bir baş nasıl var olabilir?!

Mevlânâ Celâleddin der ki: “Dil, tencerenin kapağına benzer: Oynadı, açıldı mı içinde ne yemek var, anlarsın. Aklı keskin adam tencerede tatlı yemek mi var, sirkeli ve ekşi aş mı? Dumanından anlar!”

Kişinin sözü kadar kimliğini ele veren bir niteliği var mıdır? Kelimeleri, vurguları, kişinin kimliğini en güvenilir testler kadar emniyetle belli eder. Eğitim düzeyiniz nedir? Şehirli misiniz, köylü müsünüz? Nezaketli misiniz, kaba mısınız? Bilgili misiniz, cahil misiniz? Konuşursanız eğer, bütün bunları nasıl saklayabilirsiniz? Diyelim ki, bir işe müracaat ettiniz de sizi mülâkata çağırdılar. Kılığınız, kıyafetiniz duruma uygun olsun. Ayakkabılarınız cilâlı... Hatta bakışlarınıza önceden olmayan bir anlam bile vermeyi başar-


dınız... Ya diliniz? Dilinizi nasıl değiştireceksiniz? Kapak açılınca içindeki yemeğin kokusu yayılmayacak mı etrafa? Tencerenin içinde neyin kaynadığı anlaşılmayacak mı? Karşınızdaki sizi değerlendirirken dilinizle birlikte veya dilinize göre değerlendirmeyecek, intibalarını netleştirmede dilinizden etkilenmeyecek mi? Nitekim siz de başkalarını değerlendirirken dilinden edindiğiniz ipuçlarını kullanıyorsunuz. Hepimiz karşımızdaki hakkında dilinden edindiğimiz bilgileri de değerlendirerek bir hüküm veriyoruz. Muhatabımızın nereli olduğunu, etnik kimliğine varıncaya kadar dilinden anlayabiliyoruz. Neci olduğunu da çıkarabiliyoruz. Sağcı mı, solcu mu? Batıcı mı, muhafazakâr mı? Okumuş biri mi, yoksa sıradan bir kimse mi? Düzgün Türkçe konuşamayan bir kimseyi şirketinizde halkla ilişkiler müdürü yapar mıydınız?

Başın dil ile tartılması, yani insanın dil kullanımındaki başarısıyla değerlendirilmesi, günümüz iş dünyasında başarının anahtarının da dil olduğunu gösteriyor. Şirketler halkla ilişkilere her dönemdekinden daha çok önem veriyorlar. Dilinizi iyi kullanamıyorsanız prezantabl olamazsınız! Kendinizi iyi anlatamıyorsanız, muhatabınızı iyi anlamıyorsanız; yani çevrenizle sağlıklı bir iletişim kuramıyorsanız iş başarısı mümkün olur mu?

Dilsel varlık alanınızın genişliği ve gücü sizi daha öğrenmenin ilk basamaklarında etkilemeye başlar. Eğitimini aldığınız sistemin dilini ne kadar iyi biliyorsanız, verbal zekânız, hadi buna sözel zekânız diyelim, o derece yüksek olur ve size okul başarısı getirir. Başka etkilerin olmadığı durumlarda okul başarısının en önde gelen faktörü dil kullanımındaki başarıdır. Zarfları, sıfatları, edatları, deyimleri, terimleri yerli yerinde kullanabilen; dilin imkânlarına hakkıyla vâkıf olan öğrenci başarıyı yakalar. Dil kullanımındaki yetkinlik ferde sosyal hayatın birçok alanında başarı getirecektir. Çünkü hayat iletişim ile kaim.

Bir kültür toplumu hâlinde var olmanın olmazsa olmaz şartı bir dilin varlığıdır. Burada dil mi kültürü üretmiş, kültür mü dili üretiyor sorusuna hiç girmeden diyebiliriz ki, her kültürün dili vardır. Dil ne kadar gelişmişse, yüksek bir kültür üretmek o kadar mümkündür. Yüksek bir kültür üretebilmişseniz, dilinizin imkânları da yüksek demektir.


Yüksek bir kültür geliştirebilmiş toplumlarda baş elbette “dil” ile tartılır, yani kişi “sözü” ile değerlendirilir: Konuşan sözünün yüceliği ile yücelir; düşen sözünün bayağılığı ile düşer. Bizim gibi yüksek kültürünü kaybetmiş toplumlarda ise başın dil ile tartılması sakatatçı dükkânlarına münhasır bir alışkanlıktan ibaret kalmıştır. Dilsiz başları pek seven veya başın dilini umursamayan toplumlarda söz pespayeleşip ayağa düşüyor. Söz ayağa düşüyor, ama ses azalmıyor, gürültü hâlinde çoğalıyor.

Yunus der ki :

Keleci (söz) bilen kişinin, yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.

Hosted by www.Geocities.ws

1