Dr. ALİ KILIÇ’ın Göç ve Mültecilik Sorunu ile ilgili Değerlendirme Çalışması

Dersim Forum

Auteur - yazari: Dr. ALI KILIÇ Tarih, gün ve saat : 21. Ocak 2005 11:10:14:

Dr. ALI KILIÇ’ın Göç ve Mültecilik Sorunu ile ilgili Değerlendirme Çalışması

Kürdistan Trajedisi ve Yazar Evin ÇIÇEK’in «Ararat, Insan Tacirleri, Göç ve Mültecilik » üzerine bir değerlendirme

Kürdistan Bağımsızlık Mücadelesinin kahraman şehitleri Alişer Efendi ile Zarife Hanımın anılarına.

Dr. Ali KILIÇ


Yüzyılımızda Kurdistan halkının yaşadığı trajedilerin başka örneklerine rastlamak imkânsızdır. Kürdistan çözülmemiş bir moleküler biyoloji sorunundan yada nükleer fiziğin gizemli atomunun henüz bütünüyle çözülmemiz bir sırrından daha gizemli duruşa sahiptir. Oysa trajedisi yaşadığımız bir gerçeklik. Bu duruş çağımızı, insanlığımızı ve felsefi düşüncemizi sorguluyor. Bu kadar güzel, bu kadar zengin, bu kadar tarihsel olan ülke, nasıl olur da zaman ve mekanının bu hiçlik boşluğunda anlamsız kala biliniyor ? Çağımızda, Kürdistanca düşünmeme dayatılıyor. « Düşünmezsen yoktur »anlayışı, istemi, sömürgeci T.C. devletinin devlet politikasıdır. Bu inkâr politikasını, UNESCO Dünya Felfese gününde, Türkiye adına Jandarma Yüzbaşısı Murat BAŞER ile MIT Müffetişi Selçuk Turan temsil ettiler. Bu durum, temsil Türkiyeli felsefeciler için bir yüzkarasıdır. (UNESCO Dünya Felsefe Günü üzerine olan incelemem yakında çıkacaktır) Bu bir bütün olarak insanlığın yoksanması anlamını geliyor. Oysa, Kürdistan bilimsel bir gerçeklik olarak var. Kürdistan’ı jenoside maruz bırakmak, boşaltmak, insansızlaştırmak, onu doğasının güzelliğinden yoksun kılmak, tarihi ve kültürel uygarlığını ortadan kaldırmak için, başta T.C. olmak üzere diğer işgalci ve sömürgeci devletler hep birlikte, her türlü teknik araç ve yöntemlere başvuruyorlar. Açıkçası Kürdistan inkar edilmiş bir bilimsel gerçeklik, yüzyıllardan beri çarmıhlara gerilmiş bir varlık, tarihsel anlamı olan, tarihsel bir haksızlık trajedisidir. Koçgiri ve Dêrsim halklarını açıkça katletmek için her türlü jenositçi yöntemi ve katliam politikasını uygulayan M. Kemal ve yoldaşları, günümüz gerçekliğinde, dün Lenin ve Stalin’in desteğini aldıkları gibi, bugün de Kuzey Kürdistan’da faşist ideolojinin çömezleri Hasan Hayri’leri geride bırakan kurmay yedeklerini rahatça bulabiliyorlar.
Bu siyasal jenosidin yanında, objektif olarak Kürdistan’da kimyasal, biyolojik ve bakteriyolojik silahların kullanıldığı, toprağının kontaminasyona uğradığı, verimli tarlaların otuz yıl boyunca ekin vermeyecek duruma getirildikleri, yeni doğan çocukların sekiz yaşlarına gelmeden ölecekleri gül ve cennet ülkemiz «ırk temizliği», «devlet terrörizmi» “jenositlere maruz kalmış” insanların memleketi olarak, onurunun ve insanlarının ayaklar altına alınmış olduğunu her bombardıman sonucunda haykırıyor. Irmaklarını, ovalarını, güzelim dağlarını yitiriyor. Kısacası Kürdistan uluslararası emperyalist karşı devrimin hedefidir. Kürdistan’da dün Saddam, bugün T.C., Irak ve Suriye aynı inkarcı politikaları uyguluyorlar. Gündem Kürdistan’ın boşaltılması ve tarihten silinmesidir. Bütün bunların dışında, T.C. nin bütün kuruluşları, üniversite profesörleri (Profesör Cahit Tanyol. Ziya Gökalp geleneğini, devletin inkarcı politikasını, devlet, ordusu ve polisiyle birlikte sürdürürken, öte yandan T.C. devlet organları polis, jandarma, MIT JITEM işbirligi ile bir yandan inkar ve imha sürerken, diğer yanda Kürdistan’da ırk temizliği Kürdistan’ı boşaltmalar devam adıyor.

Bu açıdan yazar, şair, araştırmacı Evin ÇIÇek’in « Ararat Yolcuları, Insan Tacirleri, Göç ve Mültecilik” adlı kitabının çıkışı, Kürdistan sorununu hem ulusal, hem de uluslararası gündeme getiriyor, oturtuyor. Bir yandan T.C., Kuzey Kurdistan’da fiilen savaşı sürdürürken, diğer yandanGüney Kürdistan devrimini boğmak için de karşı devrimci ve faşizan politikasını bölgede egemen kılmak istiyor.
Öte yandan, tarihsel uykusundan uyanmak istemeyen, son tespitine rağmen, devletlerin çıkar politikalarına boyun eğen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, insanlığa karşı, halklara karşı işlenmiş olan suçlara yönelik olarak aralık 1991’de kabul ettiği ve 2001 yılında uygulamaya koyduğu « Jenosit, Cinayet ve Baskıyı Önleme Sözleşmesini » Kürdistan özeline uygulamıyor, uygulamamaktadır. Bu konu kendi Anayasası ve deklarasyonların ihlali anlamında bir pratik olarak ülkemiz Kürdistan’da kullanıyor. BM hiç bir zaman « Sömürge ve bağımlı ülkelerin kendi kaderlerini tayin etme hakkını » Kürdistan için istemedi. Kürdistan’daki savaş ve katliamı görmemezlikten geldi ve devletlerin, devlet terörizimlerini uygulama politikalarına karşı sustu. T.C.’nin ve diğer sömürgeci ülkelerin imza attıkları sözleşmeleri yürürlüğe koymadı. Son yirmi yıllık Kürdistan’daki savaş dahil olmak üzere, Güney de Saddam’ın Kürt halkına karşı kullandığı kimyasal silahlar konusunda ciddi hiç bir adım atmadı. Bu durum sömürgeci devletleri kendi politikalarını uygulamada daha da cesaretlendirdi.
Örneğin T.C., MIT - TEMUH Başkanlığının baş komiseri Hasan Korkusuz’un KOKSAV’ la birlikte PKK ve KADEK’le ilgili olarak 2355 PKK’ li tutuklunun dosyaları üzerinde yaptıkları hukuk dışı incelemede sonuç olarak şöyle denmekte;
«Hukuk açısından terör, her şeyden önce adi bir suçtur. Askeri ve stratejik bakımdan ilan edilmemiş örtülü bir savaştır. Siyasi gözle baktığımızda ideolojiktir.» MIT Baş komiseri Hakan Korkusuz, terörü; «Bir devlet kavramı gibi insanların beyinlerinde başlayıp, eylemlerinde biten olgunun yansımasıdır.» olarak değerlendiriyor.
4000 köyün ortadan kaldırılması, iki milyon insanın gözaltına alınması ve dört milyon kürdün topraklarından kovulmaları, on binlerce insanımızın katledilmeleri, sokaklarda, dağlarda ve kırlarda hunharca öldürülmeleri, faşist ve sömürgeci T.C.’ nin devlet terrörizmini T.C., MIT’i gizleyemez. Bu açıdan yazar Evin ÇIÇEK konu ilgili şu açıklamaya yer veriyor.
Evin ÇIÇEK;« T.C.’nin yöneticileri, politik güçler, Kürt göçünü kendi bakış açılarına göre değerlendirdiler, değerlendiriyorlar. Kimi çevreler, Kürt göçünü, Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin-Millî Güvenlik Kurulu üyelerinin- Avrupa ülkelerinin idarecilerini sıkıştırma, zor durumda bırakma ve bu şantaj politikasıyla kendi isteklerini kabul ettirme senaryosuyla açıkladılar.
Türk Özel Harp Dairesi merkezi idarecileri ise, kendi projeleri kapsamına aldıkları, Ittihat ve Terakki Partisi mensuplarının dahiyane icatları olan göçü, göçertmeyi, Kürt ulusal savaşçılarını oluşturan Kürdistan Işçi Partisi (PKK) nin sorumlu ve kadrolarının organize ettiğini, bu partinin gemi kaldırma ve uçak gönderme birimlerinin olduğunu ispatlama uğraşı içine girdiler. Ayrıca bu konuyu kullanarak, siyasal gelir elde etme çabasını da sergilediler.Bu parti mensupları sahiller de kurtarılmış alanlar mı yaratmışlardı da 837 kişiyi taşıyabilen gemiler hazırlayıp, yola çıkarabiliyorlardı ?
Göç olayın da T.C. yöneticilerinin Avrupa ülkelerini idare eden siyasal karar mekanizmaların da yer alanları köşeye sıkıştırma amaçları olabilirdi. Varsayalım ki Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin idarecilerine “ Bize mecbursunuz, bizi dıştalayamazsınız. Yoksa her milletten göçmeni ülkenize yığarız.” mesajı gönderildi. Istanbul bu işin ana karargahı yapıldı. Bu amaçla kara, deniz ve hava yolları birlikte kullanıldı. Binlerce kişi Avrupa ülkelerine gönderilerek, Avrupalılar rahatsız edildiler. Onlara değişik sorunları yaşatacak ateş topu atıldı ve petrol dökülerek bu top gürleştirildi.
Bazıları da göçü, kaçışı, kaçırtılmayı, Asya’yı, Mezopotamya’yı Kürtsüzleştirme, yerlilerinden arındırma-temizleme, Kürtleri tarihten silme politikasını ve bunun kanlı uygulamasını görmezden gelerek, ya da bilinçli bir biçimde gözlerden kaçırarak ekonomik gerekçelerle durumu açıkladılar, izah ettiler. Ekonomik olan da siyasaldır. Bir bölüm insan zorla göç ettiriliyor. Bir kesim başka çareleri kalmadığı için, bir kısmı da gönüllü olarak uzaklara gidiyorlar.
Göçertme, soykırım-jenosit sözcüğüyle tarif edile bilinir. Hazırlanan planlar dahilin de halkları kendilerine ait olan ana vatanlarından soğutma, kaçış, uzaklaşma, yurtsuzlaşma yolları aramaya, bulmaya yöneltmenin siyaset dilin de adı nedir? Insanların yerlileri oldukları memleketlerden, tamamen yabancısı oldukları kara parçalarına savrulmalarına, sürülmelerine, asimle ettirilip, kimliklerinin yok edilmesi için gerekli zeminin hazırlanmasına nasıl bir isim vermek gerekir? Bu faaliyetlerin temel nedeni jenosidin özünü oluşturmuyor mu? Eğer özü değilse göçertmenin amacı nedir? Sonuç olarak ne bekleniyor? Göç kervanlarının oluşmasına neden olanlar, yaratıcılar, göçün birey üzerindeki etkilerinin bilimsel sonuçlarını da çok iyi biliyorlar. Her şey bilimsel olarak saptanmış durumdadır. Buz dağının altın da sistemli, planlı, programlı bir yok etme politikası mevcuttu, mevcuttur.
Avrupa, Amerika, Avusturalya içlerine kadar ulaştırılan Kürt – Kürdistan’lı göçü, yıllardır topraklarımızda uygulanan yok etme, bitirme, değişip-dönüştürme politikasının etkili bir parçası ve özüdür. Bu politika yeni değildir. Ankara’yı merkez yapan Osmanlı’nın askeri ve sivil bürokratlarının oluşturdukları projelerle yürürlüğe kondu, işlerlik kazandırıldı. Diğer halklara karşı uygulandı. Temeli, Ermeni, Pontuslu, Asuri-Keldani (hepsi Hıristiyan inancına sahip olan halklar) göçertmeleri ve soykırımlarına kadar uzanıyor.
Objektif bakabilen, rejimlere hizmet etmeyen, yaşanılan gerçekleri saklamayan, anlatma gereği duyan kişilerin kaleme aldıkları tarih kitaplarının yaprakları çevrildiğinde gerçekler ve bu güne de sarkıtılan özel projeler anlaşıla bilinir. 19. yüzyıl da, Fransa, Ingiltere, Almanya, Rusya'nın da hakemliğinde, Osmanlı Imparatorluğu yöneticileriyle, Ermeni halkının sıkıntılarını reformla çözme konusunda bir antlaşma yaparlar. Osmanlı Padişahı ve kendisiyle birlikte çalışanlar bu antlaşmayı hayata geçirmezler. Değişik gerekçelerle sürüncemeye, unutturmaya, soğutmaya bırakırlar. Ermeniler ve komşu halkları, özellikle Kürtler arasında gerilimler, karşılıklı saldırılar, problemler yaşanır. Düşmanlık gelişir. Yönetenler onları provake ederler. Birbirleriyle uğraştırırlar.
30 yıl geçer. 30.uncu yıl ise 1915’tir ve Alman yöneticilerin katkılarıyla Osmanlı’yı savaşa sokan Enver-Cemal-Talat paşalar bilinen Ermeni Soykırımı'nı Alman yöneticilerin de katkılarıyla ve saklama gereği duymadan gerçekleştirdiler. “Atlar tepişti, taylar ara da gitti” cümlesi Ermeni halkının yaşadıklarının ifade edilmesi amacıyla kullanılır oldu. Gelişmiş ülkelerin yöneticileri için ulusal çıkarlar her şeyin, bütün değerlerin üstündedir. Ermeniler feda edildiler. Katliam ve göç birlikte yaşandı.
Bu gün Kürtler geçmişi örnek alıp, ona göre tavır geliştirsinler ve gelişmiş devletlerin politikacılarından medet ummasınlar. Batılılar tarafından oluşturulan, güçlendirilen “Ittihat ve Terakki”, Teşkilat –ı- Mahsusa” anlayışı halen geçerli. Şahıslar değişti. Projeler aynen uygulama da. Kürtlerin Ankara merkezli siyasal yapılanmaya olan tepkileri de, devlet partisinin, CHP’nin 1946’ya kadar 13 il de örgütlenmesini engellemek oldu. CHP yöneticileri il ve ilçe teşkilatlarını oluşturamazlar. Geçmişte “Müdafaa-ı- Hukuk cemiyet”lerine de aynı tarz da yaklaşılmıştı.
Özel savaş gurubunun yıllardır işleyen bir politikası mevcut. Batılıların Türkiye Cumhuriyeti ile olan ekonomik, politik ilişkileri Kürt gerçeğini görmemezlikten gelmeleri için yeterli oluyor. Ki bu gün yaşanılan olaylar, acılar onların 1923 ‘te çizdikleri sınırlar, oluşturdukları devletlerin ürünleridir. Kürtler ancak ulusal birliği yaratırlarsa başkaları tarafından ciddiye alınırlar ve görüşme defterlerinin sayfalarına kaydedilirler. Her türlü sorunlarını da kendileri hal etmek zorundalar.
Resmi anlayışı oluşturan, çerçeveleri çizen Ittihat ve Terakkiciler, onların devamları olarak 1923’te Lozan’da imza atanlar bu günkü atmosferi yarattılar. “ Türk- Müslüman” sıfatlarına uygun insan tipi yetiştirmek için özellikle Balkan ülkelerinden getirilen farklı ırklardan yüzlerce aile mensubunun ırkçı-şoven ideolojiyle kafaları yıkandı ve bu insanlar dini inançlarında da fanatikleştirilerek Anadolu’ya, Kürdistan’a, Mezopotamya’ya yerleştirildiler. Yıllar için de yerleştirme devam etti, ediyor. Özellikle Anadolu'da sınır şehirlerinden başlayan Kürtsüzleştirme ve Türkleştirme politikası canlılığından hiçbir şey kaybetmemiştir.” demekte.
T.C. devletinin inkar politikasını Prof. Tanyol şöyle destekliyor. « Madem ki Kürt ve Türk’ün tarihi müşterek, Kürt’ün kendine özgü bir tarihi yoktur. » Peki o zaman Türk’ün kendisine özgü bir tarihi olabiliyor mu ? Prof.Tanyol ne biçim bir sosyologdur ? Biliş inkar üzerine kurduğu bir dünyada Anadolu halklarının dramı nasıl açıklana bilinir ?
Bu konuda yazar Evin ÇIÇEK şu açıklamayı yapıyor. « Anadolu’nun temel taşını oluşturan Hıristiyan inancına sahip olan insanları yok edip, kovup, Balkanların, Kafkasların Müslümanlarını yerleştirmişlerdir. Iç içe yaşayan halkların dostluklarına, komşuluklarına kılıç darbeleriyle son vermişlerdir. Tanıklardan bazıları vahşet manzaralarını yazma gereği duymuşlardır.Özel savaşın, özel birimler de yetiştirilmiş elemanları düşmanlık hisleriyle donatıldıkları, kılıçlarını intikam yeminleriyle yıkadıkları için yıllardır topraklarımız da zamana yaydırılmış bir göçertme politikası uygulandı, uygulanıyor. Ülkemizde de çok kanlı deneyimler yaşandı, yaşanıyor. Her Kürt direnişinde, başkaldırısın da aynı anlayış yürürlüğe konuldu, konuluyor.
Kuzey önemli oranda insansızlaştırıldı. Ekolojik denge tahrip edildi. Doğayı tahrip ederek, kirleterek, zehirleyerek, canlıların yaşayamayacakları, yuva yapamayacakları, yavrulayamayacakları duruma getirdiler. Ülkemiz de yaşamın kaynakları kurutuldu. Tarih ve dinler tarafından cennet olarak tabir edilen Mezopotamya, iki ırmak arası Aden bahçesi, kazan bombalarıyla, mayınlarla, her türlü zehirli, öldürücü kimyasal silahlarla bir cehenneme çevrildi. Burada cehenneme çevrilen sadece Kürt halkının yaşamı değildir. Aynı zamanda O'nun şahsında insanlığın yaşam damarları, insanlığın kültürü, uygarlığın beşiği, tarihteki ilk yerleşim yeri, bir coğrafya tümden yok edilmek istendi.
Medeniyetlerin Beşiği olarak tanımlanan Mezopotamya toprakları üzerinde eksik olmayan kargaşa ve savaşlar, maddi ve insan kayıplarının yanı sıra, geçmişe ait uygarlık kalıntılarının da tahrip edilmesine yol açtılar. Sümer, Babil, Akad, Kürt uygarlıklarına ait kalıntılar talan düzeyine varan, düşman bir anlayış sonucu oluşan saldırıların hedefleri oldular. Insan Hakları savunucuları tarafından Kürdistan’daki uygulamalar insanî ve maddî boyutlarıyla gündeme getirildiler. Insanların yaşamlarını kurtarabilmek için acil çağrılar yapıldı. Ekoloji, tarih konusun da çalışma yapan birey ve kurumlardan beklenilen tepki, sahip çıkma görülmedi. Bu da saldırganları, yıkma, tahrip etme hastalığından muzdarip olanları cesaretlendirdi. Yok etmeye devam ettiler.
Sosyolojik gerçekliklere göre 10 bin yıl önce ilk tarım toplumlarının ortaya çıktığı, şehir devletlerinin kurulduğu, her yönden önemli oluşum ve gelişmelerin yaşandığı, Helen, Sümer, Babil, Akad, Kürt kültürlerinin bütünleştiği Mezopotamya alanında çoğu toprak altında çıkarılmamış olan eserler de dahil, antik yerler ve üzerlerinde kurulan yerleşim birimleri bütün güzellikleri ve sakladıkları bilgilerle birlikte bombalandılar, tahrip edildiler. “Benim değilsen, başkasının da olamazsın. Kullandırtmam, faydalandırtmam.” saplantısı yok etmenin zeminini hazırladı.
Siirt’te yaşamaya başlıyor olmanın yarattığı avantajla bölgeyi dolaşmaya başlamıştım. Halkın anlatımlarını dinliyordum. Vatanımı keşif ediyordum. Insanlarımı tanımaya çalışıyordum. Yerliler, Bohtan mirlerinin yazlık ve kışlıklarından bahsederlerdi. Dicle, Bohtan sularının civarlarındaki yerleşim yerlerinin, geçmişe ait kalıntıların mitolojik özellikleri sohbetleri süslerdi. Şirnak ili sınırları içerisinde yer alan heybetli, eteklerinin Şirnak ve Cizre’ye bakan yönleri kumlarla gıri örtüye bezenmiş olan Cudi dağı ve onun yalnızlığını gidermek istercesine karşı cephesine yer alan, kıt sayıda su kaynağıyla üzerindeki canlıları barındıran Gabar dağı alanın da, geçmişi Guttiler dönemine kadar uzanan çok sayı da antik yapı özellikle hedef alınarak bombalandılar, mahf edildiler. Silah, yok etme sevicileri toplarla o bölgeleri dövdüler. Insanlık, tarih hedef alınıyordu. Canlıları koruyamayan bölge insanları, tarihe hiç mi hiç sahiplik yapamadılar. Arkeoloji bilgisine sahip olmayan yerli köylü, göçer ve şehirliler sahip oldukları mirasın farkın da değillerdi.
Makedonyalı “Büyük Iskender” ve “Timur ”un ordularına göğüs geren Şaxê, Finik, Qesrik, Dêrê ağır darbeler yediler. “En iyi Kürt, ölü Kürt’tür” diyenler “En iyi tarih ufalanan, dağıtılan, geçmişi işaret etmeyen, çağrıştırmayan, devre dışı bırakılan tarihtir” diyorlardı. Mitolojik kaynaklara göre Nuh Tufanı’nındın sonra kurulan Heştan’dan eser kalmadı. Ki seksen kişinin Nuh’un gemisinden inip, ora da yaşamaya başladıkları ve dünyadaki insanların bu seksen kişiden türedikleri, belirtilir. Bundan dolayı da köyün o isimle anılmaya başlandığı söylenir.
Şirnak’ın güneybatısında, Gabar dağının Dicle nehrine merhaba dediği yer de, Fındıktan, Kerboran ve Hezex’e geçilen noktalar da, vadi de, M.Ö. 4 bin yılların da Guttiler tarafından kurulduğu belirtilen Finik sahipsizliği, kadir bilinmezliği bir abide gibi yansıtıyordu. Misafiri, ziyaretçisi olan Asuri-keldani-Süryanisi, Ermenisi, Kürdü sırlarını çözecek birikime sahip değillerdi. Kendisini çözememişlerdi. Sunabileceği bilgilerden yararlanamamışlardı.
Yalnızca doğal zenginliklere göz diken, tahrip etme, yıkma kültürüyle şekillenen, oranın insanlarını sevmeyen, kabul etmeyen anlayış Finik’in yansıttığı gerçeklere düşmandı. Görmek istemiyorlardı. Finik, Beyaz kalker taştan yapılan, kale, içindeki saray, zindan, sarnıç ve nehre inen tünel ile Hasankeyf gibi kullanıldığını, antik bir yerleşim yeri olduğunu ispatlıyordu. 1990’lardaki girişimler, bölge de canlı bırakmama anlayışı sonucu tahrip edildi.
Doğa harikası, dinlenme merkezi olan Şaxê şimdi sahipsiz. Yerlilerinin geri dönmelerine müsaade edilmiyor. Yerlileri kimler miydi? Asuri-Keldaniler, Ermeniler, Kürtler. Antik kenti çevreleyen sur dışında birbirinden bağımsız, farklı uygarlıklardan izler taşıyan altı kale bulunuyordu. Şaxê bölgesin de aynı kalenin içinde yan yana bulunan kilise ve cami kalıntıları, bölge de, geçmişte ve 1980 sonrasına kadar kendini koruyabilen kültürel ve inançsal zenginliği yansıtmaktaydı. Farklı dini anlayışların doğuşuna beşiklik eden Mezopotamya’nın cömertliğini sergiliyorlardı. Kayalara işlenmiş çivi yazıları da, antik kentin varlığını kanıtladıkları gibi, ilgililere “Gel de beni ziyaret et. Zenginliğimden yararlanma, kullanabilme beceri ve hünerini, yürekliliğini göster” diyorlardı. Misafirlerini bekliyorlardı.
Milattan önce 330'lu yıllar da Makedonya hükümdarı Büyük Iskender'in hâkimiyetine de giren antik kenti faydalı hale getirebilmek için arkeolojik bilgiler kullanılmalıydı. Farklı yerlerde dik kayalar üzerine yontma tarzı ile gerçek boyutlara yakın işlenmiş altı adet insan kabartması el işaretiyle aynı yönü gösteriyorlardı. Köylüler tarafından sıcak suyunun 70 derece olduğu belirtilen “germav” kaplıcalarından halk yararlanamıyor.
1989’ da Şirnak’a bağlı köyler boşaltılmaya başlandılar. Her yıl boşaltılan köy sayısı artırıldı. Insanların göçmemek için direnişe geçmelerine cevaben hava kuvvetlerine ait araçlarla köyleri bombalamaya başladılar. Ormanlık alanların yakıldığı haberi üzerine Siirt’ten Şırnak’a gittiğim de, şehre yaklaştıkça hava da duman bulutlarını görmeye başladım.
1992’de Şaxê de bombalandı. Her şey, insan eliyle yapılan her şey, doğanın oluşturduğu her şey, hedef alındı ve tahrip edildi, yakıldı. Insanlar orayı tümüyle terk etmeliydiler. Ankara’da karargâh kuranlar Şirnak’ı “Pilot şehir” seçmişlerdi. Sonuçta insanlar evleriyle birlikte yakıldılar. Havadan vuramadıklarını, yerden top atışlarıyla parçaladılar.
Şurası bir gerçek. Insana düşman olan, doğaya da düşman oluyor. Dört milyon civarın da insanımız barınaksız bırakıldılar. Mezopotamya halkları açlığa, sefalete mahkum edildiler. Muhtaç konuma düşürülerek, şiddetle terbiye edilmek istendiler. Teslim olmaya zorlandılar. Stratejik önemi olan birçok bölgede sadece köy korucuları bırakıldılar. Onlara da kuşkuyla, soru işaretleri eşliğin de bakmaya devam ediyorlar. Bohtan’da yüzlerce metreyi oluşturan alanlar da insan izine rastlanılmaz olundu. Kürt nüfusunun çok büyük bir miktarı bugün Türkiye metropollerinin gettolarına istemeden konuk olmuş durum dalar. Binlercesi de yol paraları kendilerine ödettirilerek dünyanın diğer ülkelerine gönderildiler. Bizler için yeni olan göçün, göçertmenin çapı ve boyutlarıdır.
Özel savaşın eğitimli elemanları boş durmuyorlar. Her saniyeyi, olanağı değerlendiriyorlar. Göçertme hareketini Kuzey'de belli bir noktaya getirdiler. Bazı şehirlerin, yerleşim birimlerinin tümüne yakınını boşaltılar. 1991 körfez savaşından sonra var olan gelişmelerin yarattığı imkanlardan, ortamdan yararlanarak güney Kürdistan'a da el attılar. Güney'i Antakya ve Kıbrıs gibi kendilerine bağlama stratejisini adım, adım uyguladılar. Güneye yönelik askeri operasyonların temel hedeflerinin altında yatan gerçek amaç budur. 2003 baharın da Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin Irak’a müdahalesi ise planları bozdu.”
Insan Hakları Dernegi Siirt eski şube başkanı ve 1990 Helsinki Izleme Komitesi’nin (HRW) insan hakları ödülü sahibi, gazeteci, yazar, şair, araştırmacı Evin ÇIÇEK, çağımızda, Kürdistan’ın uğradığı jenosit, toplu imha, zorla göç ettirme, mecburi iskan, sürgün, kimyasal, biyolojik ve bakteriyolojik silahların kullanılması, ormanların yakılması, dağların napalm vb. fosfor bombalarıyla bombalanması, besili ve yabani hayvanların öldürülmesi, 4000 köyün yakılması, 4000 milyon iç göçmenin oluşturulması sorununu, uluslararası hukuk açısından, BM gündemine getiren bir çalışma gerçekleştirmiş durumda. Bu bir gecikmede olsa Kürdistanlı aydın ve yazarlar konuyu BM, Uluslararası Adalet Divanı’na, Avrupa Insan Hakları Mahkemesi’ne taşımak zorundadırlar.
Aralık 1997’de Istanbul Kartal, Çimento fabrikası yanında yola çıkartılan, 837 kişiyi mal gibi içine istifliyen 27.12.1997’de kaptanı tarafından Italya açıklarında terk edilen, batmak üzere hazırlanan Ararat isimli bu tabutluk 665 kürt ve 172 diğer halklardan insanları taşıyordu. Yolcuları gemiye kadar götüren, bütün işlemleri yapan insan tacirleri ve devletle olan bağlantıları yolcular tarafından belirtiliyor.
2002’de BM’de 1563 no.lu bir öneri kararı çıkarttırılmasına rağmen, bu karar kendisini fesheden PKK’yı mahkum ediyor. Bu durum, karar, BM ile AB yöneticilerinin unutkanlıklarını hatırlatıyor. Kararın T.C. için getirdiği ekonomik önlemler ve koruyuculuk sistemi kaldırılmadığı gibi, köye dönüş uygulanması istemide yürürlüğe konulmadı.
Yabancılar tarafından oluşturulan, faliyetleri sürdürülen ve Isviçre, Cenevre’de bir şubesi bulunan CETIM görevlilerinin Insan Hakları Komisyonuna yaptıkları başvuruda, T.C. ordusunun 3848 Kürt köyünü tamamen yıkıp, ortadan kaldırdıkları, 3 ile 4 milyon kürdün göçe zorlandığı, tarzındaki bilgilendirmeleri, BM’in görevlilerine bir şey hatırlatmıyor olmalı!
Van’da 1050 köylünün tazminat ödemesi için Valiliğe başvuruda bulunuşları bile karşılıksız kalmış durumda. Kürtlere, ne tazminat, ne de köye geri dönüş garantisi konusunda BM yetkilileri şu ana kadar güvence vermediler.
Bu konuda önemli bir örnek ise Kıbrıs’ta T.C. devlet görevlilerini ordu,emniyet mensupları vasıtasıyla gerçekleştirdikleri ırk temizliği politikasıdır. 1955’te ada nüfusunun % 80’i grekti. 1960’ta bağımsızlığına kavuşan Kıbrıs’ta Ingiliz üsleri kaldı. T.C. adayı işgal etti ve sömürleştirdi. Irk temizliği politikasını egemen kaldı. Dolaysıyla gazeteci, yazar, araştırmacı, şair, insan hakları savunucusu Evin ÇIÇEK’in son araştırmasıyla ortaya koyduğu gerçeklik Kürdistan’lılara uluslararası hukuk çerçevesinde harekete geçme çığlığı, haykırışı, göreve çağrışı ve sorunu Uluslararası Adalet Divanına, Avrupa Insan Hakları Mahkemesi’ne ve Uluslararası Ceza Mahkemesine başvuruş yolunu gösteriyor. Bunun olanağını veriyor.
II

“Uluslararası Hukuk açısından BM ve Kurdistan Sorunu



Uluslararası Hukuk nedır ? Uluslarlarası Hukuk ıle Kürdistan sorunu arasında nasıl bir ilişki var ? Bu ilişki hangi hukuksal temelde ve uluslarası boyutta ele alınabilinir ? Başka bir değişle, Kürdistan’ın Lausanne ‘da parçalanmasıda MC(Milliyetler Cemiyeti) nin onayı ve ona bağlı Uluslararsı Adalet Divan’ın payı var mıdır ? Varsa, emperyalıst ingiliz fransız devletleri ile sömürgeci Türkiye Iran,Suriye eski Irak devletleri arasında parçalanmış,bölünmüş uluslarası sömürge durumuna getirilmesinin tarihsel haksızlığın sorumluları Uluslararası Adalet Divanı ve BM lerin mi ? Değil mi ? Durum böyle ise, yüzyılımızda işlenmiş hukuksal hata karşısında Uluslarası Hukukun kararı ne olabilir ? Kürdistan b ugün emperyalist ver sömürgeci devletler aynı katliam politikalarının kurbanı ise, bu konuda gerçek davacı bütün insanlık adına Kürdistandır. Uluslararası hukukun, BM lerin , Uluslarası Adalet Divanınının Uluslararsı Ceza Mahkesinin , Avrupa Insan Hakları Mahkesinin baş konusu ve temel sorusunu Kürdistan soruyor : acaba yukarıda adını saydığımız Uluslararası Hukuku temel alan kurumlar ve Uluslarası Hukukun kendisi, emperyalist ve sömürgeci devletlerin işlediği bu insanlık dışı haksızlığa, ınsanlığa halklara karşı suçlara karşı işlenmiş suçlara karsı sessız kalacak kadar passif ve beceriksiz kurum mudur ? Eğer bu tarihsel haksızlığa karşı ululslararsı hukuk sessiz kalacaksa o zaman uluslararsı hukuk diye şey kurum olabilinir mi ? Yoksa bu konuya Uluslarası Hukukun getireceği cevap nedir ? Niçin Kürdistan halkının iradesi dışında Kürdistan Halkının temsil edilmediği Milliyetler Cemiyetı ve Uluslararsı Adalet Divanında Kürdistan halkının ülkesi bölüşüldü ? Uluslararsı hukuk açısından bu kararaların geçerliği olabilir mi ? Yoksa Lausanne Antlaşmasının iptal istemi Kürdistan halkının en doğal hukuksal hakkı değil midir ?

Nuremberg Mahkemesi eski savcısı Benjamin Ferencz « Adaletsiz barış, yasasiz adalet olamaz » diyordu. Kuşkusuz, Ikinci Dunya savas sonrası, insanlığa karşı ve halklara karsı suçlar ışlemiş nazileri yargılıyan bir savcının bu sözlerı anlamlıdır. Bu anti-hitler koalisyonunun ortak istemiydı. Hitlerciler yargılandı.Uluslarası Hukuk tarihsel rolünü oynadı. Faşist naziler mahkum edildiler..Fakat ne Nuremberg Mahkemesi Ne Uluslar Cemıyeti Konseyı, ne BM baglı Uluslararası Hukuk Kurumu Osmanlı artığı TC kurucuları ve Ittıhat ve Terrakiciler tarafından halkların jenosidini gerçekleştiridiğini ele almadı. Oysa 2 Ağustos 1914 türk Alman ittifakı imzalamadan önce 1907 Ittihat ve Terrakiye M. Kemal ile birlikte üye oldukları Enver Paş a ile birlikte Alman Orduları Komutasında çalışan ermeni ve kürd jenosidinin mimarlarının dayandığı ideolojik türkçülük babalığını polonyalı yahudi Konstantin Berjinski ve kırımlı Ismail Gaspiriski’nin yaptığı. hatta Mustafa Kemal’in ıdéoljik babası Ittihat ve Terraki’nın Dıyarbakır temsicisi Ziya Gökalp olduğuma kuşku yoktur. Bu anlamda pan türkizm ve pan turanizm alman nazizmini hazırlacı kaynağıdır.Néo Kemalizm nazizmin kolu bir olarak türk faşizmidir ona dayanan esas unsurcuların sonu türk milliyetçiliğinin çöplüğüdür. Denilebilinir ki Uluslararası hukuk bu konuda sessiz kaldı. Dahası Uluslar Cemiyet Konseyi 23 Temmuz 1923’de gerçekleştirilen Lausanne Antlaşmasından sonra, 19 eylul 1925’de Lausanne Antlaşmasının 3 maddesinin 2 pargrafının Uluslarası Adalet Dıvanına getirdı. Başkanlığınına Max Hüber’in yaptığı başvuruda Ulularası Adalet Divanına daha önce 10 ağustos 1920 kabul edılen Sevres Antlaşması Kürdistan’la ilgili maddeleri iptal etmek istiyorlardı. Oysa, parçalanan Kürdistan sorunu BM in gündemine getirilmeliydı. Hiç kimse, Ittihat Terrakicilerin I. Inönü. Enver Paşa. Talat Paşa. Cemal Paşa’ların M.Kemal’in Hitlerin ideolojik babaları olduğunu, Hitler nazizmini gizli bır biçimde destekleyen TC’nin Cumhur Başkanı Inönü olduğunu ve hatta Başkent Ankara planinın ve onu süsleyen heykellerin nazi heykel sanatını temsil ettiklerini düşünemedı ve görmedı ya da bu gerçeklik ciddi bnır biçimde ele alınamadı.TC kurucuları ve yöneticileri tarafımdam gerçekleştirilen ermeni, Suryani. Asur. Keldanı. Grek ve kürd zaza jenosidlerının katillerini Uluslarası Hukuk alanında yargılamadı. Bir açık örnek vermek gerkirse Ismet Inönü’nün itirafına göre « Sarıkamış Muharebesini müteakip, beni Büyük karargâha hareket şubesi müdürlüğüne tayin etti.1915 se gırmiştik..Enver 1925’de yayınlanan Uluslararası Adalet Divanı belgelerine göre(1) 1914 ve 1918 Birinci Dünya savaşı « sürecinde ingiliz güçleri Bağdat ve Basra daki türk vilayetleri ve Musul’un büyük bir kısmını ışgal etti. Büyük Britanya oraya yerleşti » diyor.Ancak bu dönemde Ingiliz ve Fransız Emperyalistleri halkımızın iradesini çiğniyerek 16 mayıs 1916’da Ortadoğu ve Kürdistanı kendı aralarına böldüler « Ingitere Milletlet Cemyeti Paktının 22 maddesi gereğince « Musul dahıl olmak üzere Mezopotamya’ya el koydu ».(2). Bu konuda 29 nısan 1920’de M.Lloyd George’un Lordlar Kamarasında yaptığı açıklama ingiltere Parlementosunda tartışma konusu oldu.(3). Uluslararası Adalet Dıvanının belgesine göre « meydana gelen olaylardan ötürü Müttefik Güçler Türkiye yeni ilişkilere giriştiler.bunun soncu 22.11.1922 Lausanne’da yenı görüşmelere başlanıldı »(4) « Bu görüşmeler 24 temmuz 1923 da Lausanne Antlaşmasının ,imzalanmasıyla sonuçlandı ve Sözleşme 6.08.1924 yürürlüğe girdi. »
23 Ocak 1923’deki toplantıda Lord Gurzon . Askeri ve Goğrafi Komisyonunda yaptığı konuşmada « sorunların arasında Barış Sözleşmesinin konusunu oluturacak sorunlardan birinin , bır yandan Suriye sınırı, diğer yandan Irak Türkiye sınırı sorunu olacağını »(5) dilegetiriyordu. Lord Gurzon, ıngılız hükümetı adına yaptığı bu öneride « Türkiye Irak arasındakı bu sınır sorununun Milletler Cemiyetinin « kararın incelenmesi için », « bağımsız bir organın » « (6) oluşturulmasını önerıyordu. Milliyetler Cemiyeti Konseyine sunulmuş kararın ıncelenmesini ilkin Uluslararası Adalet Divanına sorulan soru « Lausannne Antlaşmasının 3 maddesi ve 2. paragrafına ilişkin alınacak olan kararın yapısına ilişkin ». sorusuydu. Ikincisi Konseyin « ele alacağı karar ve doğasının işlevlerinin belirlenmesi sözkonusuydu »( 7) Nıtekim « Türkiye ile Irak arasında sınır sorununun çözümü için dokuz aylık bir sure verilmişti.Bu sure içinde her iki kesimdem biri Milletler Cemiyeti Konseyıne başvurabilirdi. »(8).Kaldıki bu noktada verilen kararın iptali için Kürdistan halkı Milliyetler Cemiyeti Konsyine .Milletler Cemiyeti sözleşmesinin 22 maddesine göre iptal davası açabilirdi.Zira Lausanne Antlaşmasının 3 maddesinde « sınırların belirlenmesi » konusunda ek bir madde vardı. » Uluslararası Adalet Divanı « sınırlar seksiyonunu belirlemek gerekir »(9) diyordu. Bunun için Lausanne Antlaşmasının 16 maddesi gereğince Türkiye « Lausanne Antlaşmasında öngörülen sınırların ötesindeki topraklar la ilgili içeriği doğası ne olursa olsun bütün haklardan vazgeçeceğini açıklıyordu. »/10) Uluslararası Adalet Divanı kararında « örneğin bütün sözleşmelerin son bulması için plébisit öngörülür »(11) diyordu.. « Bazı sınırların belirlenmesi için » Uluslararsı Adalet Divanı « uluslararsı Kommisyon »(12) öneriyordu..Koşullar ne olursa olsun ne emperyalistler ne de sömürgeci güçler Kürdistan’la ilgili plébisit yapma taraftarları değildı. Kürdistan pazarları üstünde mutlak eğemenlik kuran Osmalı ve Iran impatatorluklarının yıkılışında Kürtler üzerine her türlü oyunlar oynandı.
TC « Genel Kuymay Gelgelerinde Kürt Isyanları « » adlı yapıtta konuya ilişkin şu açıklama ilginçtir .« Oysa, Cemiyet Akvam tarafından ırak mandasının Ingıltere’ye veridiğine dair henüz resmi bir belge de yoktu. Verılmiş olsa bile, bu husus Cemiyeti Akvam sösleşmesinin 22.maddesi 4. fıkrası gereğince mandater devlet hakkında halkın oyunu aldıktan sonra verilmiş olabilir di ki bunun için de serbest oy verebilmesi için ilkin memleketin boşaltılması lâzımdı ».(13). Lausanne ‘da Kürdistan’ın parçalanması için sahtekârca inkârcı kürt ermeni suryani halklarının düşmanı 1907 den beri Ittihat ve Terraki üyesi Ismet Inönü ve ittihatçı M. Kemal sömürgecilerıne kim hangi güç Kürt halkı adına yetki verdi ? Böyle bir yetki verilmediyse bunların işlediği suçlara karşı Uluslarası hukuk hem ermeni suryani keldani jenosidi, hem de kürt jenosidini gerçekleştiren suçlu olarak Uluslarası Ceza Mahkemesi önünde yargılanmaları kapsamına girecek mi ? Girmiyecek mi ? Bununla ilgili uzun bir iddianame tarafımızdan düzenlenecektir. Hatırlatmak gerekir kı Meclis’in üçücü açılışında Fransız gizli belgelerine göre (Ex.Midi_2 No :28 17.03.1922) « geçen yıl içinde iç politikamızın bazı noktalarına değineceğim. Genel olarak ülkenin her tarafında sakin bir yıl geçti.Geçen yılın başında bazı olarları provoke eden Koçgiri hareketı alınan tedbirler sayesinde bastırıldı ».Oysa Meclis gizli toplantısında Koçgiri halkının katledimesi Karara bağlam faşist M. Kemal’in kendisidir.Karadeniz bölgesinden Pontus Rum halkından sayısız insan asıldı. Zira Pontus Rum başladırması Koçgiri ile birlikte aynı günde başladı. Koçgiri Dersim katili M. Kemal’i « alevi Bektaşi » ve ona peygamberlik niteliğini atfeden
Baki Öz gibileri kürt kesiminde de çoktur.

Birincisi M.Kemal 16 /17 ocak 1922’de « Musul ulusal sınırlarımız içindedir. » demişti. « Ikincisi, onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudurIngilizler orada bir kürt hükumeti kurmak istiyorlar. Bunun yaparlarsa, bu düşünce sınırlarımız içinde ki Kürtler’e de yayılır. Buna Engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir. »(14) Miiliyet gazetesinde Taha Akyol Türkiye Lozan'da Musul ve Kerkük'ü almaya çalışırken, Kuzey Iraklı Kürtler Türkiye'yi istiyordu. Onun için Ismet Paşa "Türkler ve Kürtler" diye konuşuyor,
referandum talep ediyordu. Ingilizler "Kürtler referandumdan ne anlar!" diye tepki gösteriyordu.Sonunda Lozan'da Ismet Paşa, her gün telgraflaştığı Gazi'nin talimatıyla, "Ingiltere'yle çatışmamak için" Musul ısrarından vazgeçti. Musul meselesi, Milletler Cemiyeti'ne havale edildi. Kâzım Karabekir Paşa'nın o zaman söylediği gibi:"Musul meselesini Ingiliz nüfuzu altındaki Milletler Cemiyeti'ne havale etmek, Musul'u terk etmekti." Karabekir dahil, hiçbir Milli Mücadele komutanı Musul için savaşmayı doğru bulmamıştır. Peki Musul için bugün mü savaşalım?!! 1922 şartlarında Irak Kürtleri hilafet dolayısıyla Türkiye'yi istediği halde, iki sebepten Musul için Lozan'da masadan kalkmadık: Ingiltere'yle çatışmak felaket olabilirdi. Türkiye bir an önce çağdaşlaşma inkılaplarına başlayacaktı. 1925'teki Şeyh Sait Isyanı Türkiye'nin Musul tezini temelli zayıflattı. 1926'da Musul'u terk eden imzayı attık. Bugün Irak'a bir askeri harekât düzenlemek, Türkiye'yi ABD ile, Araplarla ve Kürtlerle karşı karşıya getirmez mi?! Dünya karşı çıkmaz mı?! 1922'de Ingiltere'yle çatışmaktan daha vahim sonuçlar doğurmaz mı?! Dahası, Musul'u askeri olarak almak mümkün olsa bile, bu, siyasi ve coğrafi olarak Türkiye'ye büyük belalar getirir. Musul heveslerine karşı Dışişleri Bakanı Gül'ün "Sarıkamış..." hatırlatması isabetli olmuştur.(miiliyet 6.01.2005)
Ikincisi bugün Kürdistan’da Kürt ulusunun kendı kaderini tayin etme hakkını inkar eden ve Kürt ulusunun ayrılarak ayrı bağımsız devletini kurma hakkına « ılklel milliyetçilik » nitelendiren bazı néo kemalistlere M. Kemal’in verdiği cevap açıktır : « Kürt sorunu.bizim,yani Türkler ‘in çıkarları için kesinlikle söz konusu olamaz.Çünkü bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri Öylesine yerleşmişlerdir ki,(..) Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek. Türkiye’yi mahvetmek gerekir. »(15) Bugün « Esas » unsurcular kuşkusuz Faşist ve sömürgeci M. Kemal kürt halkının ülkesine sınır çizen onun misak i milli çizgisine bağlıdırlar. Bizim için Lausanne’da Türk Kürt kardeşliğinin olduğunu söylemek TC resmi idelojisini savunmaktan başka bir şey değidir. Lausanne Antlaşması Kürd’ün Antlaşması da değidir.Imza töreni sırasında Diyarbakır Millet vekili de yoktu.Sadece Zülfü Tirel adında bır danışman vardı. O da Lausanne Palace OtelindeOdaya kitliydi. Bu konuda M. Kemal Mecliste yaptığı konuşma bile esas unsurcuları yalanlıyor.

« Lozan Konferansı 21 kasım 1922 günü yapılmıştır. Bu konferans’ta Türkiye’yi Ismet Paşa Hazretleri temsil etti Trabzon Milletvekili Hasan Bey ile Sinop Milletvekili Rıza Nur Bey ve Ismet Paşa başkanlığımda Delegeler Kurulu’nu oluşturuyordu.(15b). Yine aynı Konuşma.da « Bu antlaşma Türk Ulusu’na karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Serv Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yoketme eyleminin (suikastın) kırılıp önlenişini bildirir bir belgedir.Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bır siyasal zafer anıtıdır »( 15c)

Kürdistanı ilhak etme hakkını kendisinde bulan.Genel Kurmay Başkanı Enver’in Komutanlığında Osmanlı emperyalizminin işgalci orduları komutanı Padişah’ım kulu ve kölesi M Kemal aynı zamanda Ismet Inönü ile birlikte 7. Ordu Komutanı olarak Alman Generali Falkenhayn komutasında iken Enver’e gönderdiği 7 eylül 1917 tarihi raporda aynen « memleket kâmilen bizim elimizden çıkarak bir Alman müztemlekesi haline gelmiş olacaktır »(15 a) diye yazıyor.Memleket dediği Osmanlı sömürgeleridir. Alman Emperyalizmi paylaşım ve bölüşüm dönemidir.
Inönü anılarında M.Kemal’in Ittıhat ve Terraki ve Osmanlı Ordusunun Padihşahlarıyla ilişkisini ve Anadoluya geçişindeki sorunu çok netveriyor. Erzurum ve Sivas’da Kürtlerden sonra bu desteği aldı ve çok geçmeden onlara karşı kullanıp onları katletmekten geri kalmadı. Açıkça dile getirmek gerekirse,halk düşmanlarına destek Bolşeviklerden geliyor.

. Çiçerin’in M.Kemal’e ilettiği mesaj . 9 Haziran 1920’de Pravda’da yayınlamdıktamn sonra metinden sonra « 14 Temmuz 1920’de Ankara’da Türkiye Halk Komünist Partisi resmen kuruldu M . Kemal kendisinin “Sovyet dostu” oldugunu göstermek çabasiyla sahte bir “komünist partisi” kurdu. Parti kuruculugunda, Yunus Nadi, Tevfik Rüstü Aras gibi birtakim burjuva politikacilarindan yararlandi. M. Kemal de bu partinin üyesi oldu. Salih Hacioglu’larin kurduklari partiye Halk Komünist Partisi adinin verilmesi rastgele olmamistir. Buradaki “halk” sözcügü, M.Kemal’lerin kurdugu partiden ayirdedilmesi için bilinçli olarak eklenmistir.

Sahte komünist partisi tarafindan, Tevfik Rüstü Aras ve birkaç kisi daha, delege olarak Moskova ’ya, Komintern’in kongresine gönderildiler. Türkiye Halk Komünist Partisi, Anadolu’daki 12 komünist örgütünün birligi ile olusturuldu. Sivas, Ankara, Kayseri, Eskisehir, Kastamonu, Bolu, Konya, Samsun ve digerleri. istanbul örgütü, isgal güçlerinin agir baskisi altinda çalisiyordu. Isgal güçlerinin denetimini atlatip Ankara’ya gelemedi. Ankara’da Komünist Partisi açik, legal olarak kuruldu. Halk Komünist Partisi kurulduktan hemen sonra, “isçilere, köylülere, askerlere, sehir halkina” bir çagrida bulundu. Bu amaçla çikarilan duyuruda, komünist partisinin programi, görevleri, amaci halka anlatiliyordu. Ülkeyi isgal eden emperyalistlere, onlarin kiraladigi Yunan kralinin ordularina karsi, düsmanlarla isbirligi yapan hainlere karsi, “halife ordusuna”, Anzavurculara karsi Türkiye halkinin yigit ogullari, kizlari savasa çagriliyorlardi. Parti, ilk kez, “tek cephe” düsüncesini ortaya atiyor, bir halk ordusu kurulmasini istiyor, ulusal kurtulus savasini sinif açisindan degerlendiriyor ve bu savasi elde silah desteklemek gerektigini söylüyordu ».Oysa bu Kemalizmim iki yüzlü sahte politikasıydı. Ancak bu politikayı ne Lenin ne de Stalin alnladı. . Iki yüzlü Bisans politikacısı M. Kemal 14 aralık 1920’de Lénin’in Dağistan’a Bağımsızlık tanıması üzerine gönderdiği mesajda « bizim ortak amacımız çağımız kapitalist rejimini besleyen batı emperyalizminin çöküşüdür. »(16) diyordu. Lenin ve Stalin’e « Yoldaş » diye hitap eden M Kemal Ingiliz ve Fransız Emperyalislerine Yusuf Kemal aracılığıyla bir yandan Sevres ‘in açtığı ekonomik sıkınılarından yakınırken, öte yandan hem padişaha bağlılığını bildiriyor hem de « yabancı sermayenin Anadolu’ya girmesine »( 17) tolerans gösteriyordu.Yusuf Kemal aracılığıyla « kemalist hareketin asla Saraya ya da Padişah’ın şahsına yönelmediğini, Anadolu’da Padişah’ın şahsına karşı çok derin bir saygı ı duyulduğumu ulusal sorun çözüm bulunca bunu derhal impatarorluğun otoritesine teslim edeceğini »(18) bidiriyordu.

M Kemal Ingiliz ve Fransız Emperyalislerine Yusuf Kemal aracılığıyla bir yandan Sevres ‘in açtığı ekonomik sıkınılarından yakınırken, öte yandan hem padişaha bağlılığını bildiriyor hem de « yabancı sermayenin Anadolu’ya girmesine »( 17) tolerans gösteriyordu.Yusuf Kemal aracılığıyla « kemalist hareketin asla Saraya ya da Padişah’ın şahsına yönelmediğini, Anadolu’da Padişah’ın şahsına karşı çok derin bir saygı ı duyulduğumu ulusal sorun çözüm bulunca bunu derhal impatarorluğun otoritesine teslim edeceğini »(18) bildiyordu. Bunu anlamayan Lenin ve Stalin bir yana, TKP Genel Sekreterı Mustafa Suphi Mustafa Kemal’e 3 Ocak 1921 tarihli aşağıdaki mektubu yolladı.

“Ankara’da Büyük Millet Meclisi Riyasetine
“Memleketimizde Komünist Firkasi’nin kanuniyet kazanmis olmasini, senelerden beri muhtelif ülkelerde amele ve rençberlerin kurtulusu hareketlerine istirak eden Türk komünistleri büyük bir memnuniyetle karsiladilar. TBMM Hükümeti bu eseriyle halkin büyük çogunlugunu kurtarmaya yönelik olan bu esasli maksada ne kadar derin bir anlayisla bagli oldugunu kanitlamistir. isgalci yabanci kuvvetlere ve bu kuvvetlerin nüfuzu altinda kalan istanbul’a karsi milli hudutlari savunmak üzere silaha sarilan Anadolu, hiç süphesiz Türkiye tarihinde yepyeni bir devir açmis oluyor. Memleketten gelen komünist vekillerinin istirakiyle Bakü Kongresi’nde olusturulan Türkiye Komünist Firkasi bu devrin tam bir zafer ile sonuçlanmasi için emperyalizme karsi açilan direnme cephesinin kuvvetlendirilmesine ve halkin genis tabakalari içinde memleketin iktisadi esaretten kurtarilmasi ve tam bir istiklal elde etmesi gayesinin yayginlasmasina çalismak üzere faaliyetini memlekete nakletme karari vermistir. Bu maksat ile, yirmibes kadar komünistin bir kismi Gümrü üzerinden ve diger kismi deniz yoluyla memlekete hareket etmistir. Amacimiz memleketin müdafaa cephesini zayif düsürmek ihtimali olan her türlü harekete muariz ve bu hususta hükümete mümkün olan herseyi kullanarak yardimci olmak ve Türkiye Komünist Firkasi’nin Avrupa proletarya teskilatlari nezdindeki mevki ve nüfuzunu memleketin hürriyet ve istiklalini temini hizmetine koyma noktalari etrafinda hülasa olunabilir. Bu gayeler ile mücehhez ve her hususta memleket kanunlarinin verdigi müsaadeler dahilinde görev yapmada birlik olarak hareket ederek yoldaslarin yanlarinda bulunan ve komünizmin bilimsel esaslarini kapsayan bilgilerle beraber memleketimize girmeleri hususunda gereken kolayliklarda bulunulmasini rica ve yakinda Firka’nin dahil ve hariçte takip ettigi ve edecegi meslek hakkinda anlasmak ve her türlü kötü anlayisa olanak birakmamak üzere sizlere katilmak istegimizi arzederiz.” (M. Tunçay, Türkiyede Sol Akimlar 1908-1925)

Doğal olarak M. Kemal’in onlar için yasası olümle cezalandırmaktan başka bir şey değidi ve 29 Ocak 1921 M. Kemal’in emriyle Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadenizde öldürüldüler. Üstelik M. Kemal’in hareketi Anti Emperyalist hareket değildı. Osmanlı işgalci emperyalist ordusunun komutanı M.Kemalin katıldığı cephe savaşları, Kafkasya anti emperyalist mücadele kapsamına girmiyordu. Kuzey afrika, Arap Yarımadası Kürdistan ve Ermenistan’daki askeri varlıkları Alman emperyalistleri ile işbirliğini içeriyordu. Üstelik bu erperyalist işbirliği süreci içinde ERmeni ve Süryani Asuri ve Keldani halkları jenoside uğradı..1919-1922 dönemi değerlendirildiğinde de, bu süreç içerisinde Anti-Emperyalist ve Anti-işgalci bir mücadele olmadığı görülür. 1919-1922 dönemi, özü itibariyle Türk-Yunan savaşıdır. Bu savaşın Anti-Emperyalist bir niteliği de yoktur. Tersine emperyalist efendilerin güdümündedir onlar işbiriği içindedir. 1920 Koçgiri Ulusal Kurtuluş hareketınin kaliamı ile Pontus rumlarının katliami aynı günde katliamı emrini veren de odur. Bu konuda türk solcuları kendi devrimci görevlerinı yerine getırmediler. Mustafa Suphi « Bakü Kongresi’nde oluşturulan Türkiye Komünist Firkasi bu devrin tam bir zafer ile sonuçlanmasi için emperyalizme karsi açilan direnme cephesinin kuvvetlendirilmesine ve halkin genis tabakalari içinde memleketin iktisadi esaretten kurtarilmasi ve tam bir istiklal elde etmesi gayesinin yayginlasmasina çalismak üzere faaliyetini memlekete nakletme karari vermştir » diyordu. Üstelik Üstelik Osmanlı Trablusgarp’da şavaşı kaybetti diye hüngür hüngür ağlayan M. Suphi’nın bu görüşü de kemalist bir görüştür. Oysa, Osmanlı işgali altındaki ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı türk Kommünistlerı savunmalıydılar. Onlar ezilen hakların saflarında Osmanlı ve türk barbarlığına karşı savacaklarına Kemal için ölümü seçtiler. Ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını ikircimsiz savunmadan, ezilen ulustan işçileri, işçi sınıfının birliğini adına, kendi siyasal önderlikleri altında örgütlenmeye çağırmak en azından ikiyüzlülüktür. Sınıfın birliğini savunmak adına, ezilen ulus proletaryasını kendi siyasal örgütü altına girmeye zorlamak, ulusal sorunun varlığını inkar etmektir. Ulusal baskıyı gizleyen milliyetçi-sosyalist demagoji, ezilen ulus proletaryasının nasıl örgütleneceği sorununu konuşur gibi görünürken, aslında ulusal kurtuluş hareketi üzerine yanlış ve şoven görüşlerini ortaya koymaktadır. Ulusal kurtuluş hareketi ile ezilen ulus proleterlerinin örgütlenmesi aynı şey değildir. Tarih bu noktada kemalist TKP lileri mahkum etmiştitr.Ancak onların yerlerini de başkaları Kürdistan’daki yeni kemalistler almıştır. Alman Emperyalistleriyle işbirliği ve onların kumandasında görev yapan Ismet Inönü anılarında şunu yazar : « 20 eylül tarihinde Genel Kurmay Başkanı sıfatıyla Doğu Cephesi kkomutanlığına şu emri verdim
1.Doğu ordumuz hemen Kars genel istikametinde taarruz edecektir.(…)Asıl maksat, ermeni silahlı kuvvetlerini imha etmektir. Bunun için taarruzun baskınla başlaması lazımdır »( !9) . Yine aynı Ismet Inönü Lausanne’da kendisiyle görüşen iki ermeni ile ilgili olarak « benim bilmediğim hatta adını işitmediğim Ermeni ihtilali vakalarından bahsetti… Sonra Ermeniler ne muamele görmüş,onları. Söyledi. Hiç işitmemiştim.Bilmediğim vakalar…nihayet biz ermeni yurdu isteriz,dedi. Nasıl bir şey o ermeni yurdu,diye sordum. Türkiye’nin bir yerini ayıracaksınız, tarzında ızah etti.Sordum : « Nerede istiyorsunuz ? Doğuda mı,güneyde mi, batıda mı, nerededir ? Noradunkyan Efendi şöyle dedi : »nerede olursa olsun Ermeni yurdu olacak bize bir yer verin. Biz orada toplanalım, orada yaşayalım. » Ne münasbet ,dedim.Nasıl toplanacaksınız ? Hiç görülmemiş bir şey. Içimizde bulunuyorsunuz. Size ait olmayan yerlerde toplanacaksınız.Ve orada bir devlet olacaksınız. Nereden çıkardınız bunu ?(20).Iki yüzlü TC temsilcisi Inönü Lausanne da « Türk ve Kürt halklarını » temsil etme yalanıyla dünya halkarını kandırmaya çalıştı. Ismet Inönü 1915 Enver tarafında ana karargahta hareket şube şefidir.Jenosidini gerçekleştiren Ittihat ve Terraki’nin 1907’den beri M. Kemal ile birlikte üyesidir.Luasanne’da Ermeni yurtseveri Noradunkyan ‘a şunları söylüyor. « Memleketimizin bir kısmını ayırıp size suni bir vatan ve devlet olarak vermek gibi bir teklif ileri sürüyorsunuz. Biz bunun düşünmeyiz.kabul ermeyiz.Yapamayız. »…kesınlıkle söylüyorum. Bu talebinizi kabul etmeyiz. Bu Konferans, Impatorluğun,Türkiye’nin kaderini görüşmekte olan bir konferanstır. »’(21)

Inönü daha sonra bu iki yüzlü politikasını şöyle dile getiriyoprdu : « Sevres Muahedesi ile Kürtler,Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevres Muahedesi hükümlerine göre Doğu Anadolu’da Ermenistan hududu bitişiğinde bir Kürdistan devleti kurulacaktı. Kürtler, türk vatanının kendilleriyle beraber,bilhassa doğuda ermeni tehikesine maruz kalacağını biliyorlardı.Milli Mücadelenin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra, Lozan Muahedelesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak da Türklerle beraber bulunmuşlardır.Kürtler Ermeniler gibi lozan’a gelip bize müraccat etmediler. Hatta biz lozan’daki kunuşmalarımızda milli davamızı » biz Türkler ve Kürtler diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik »(22) Daha sonra Inönü « Bu ülkede sadece Türk ulusu ethnik ve ırksal hakları talep etme hakkına sahıptir. Başka hıç kimsenın böyle bir hakkı yoktur » demişti( 23) Yine o dönemin TC Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle demişti : « Türk bu ülkenın yegane efendısı,yegane sahıbıdir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bır tek hakları vardır. Türklsrs hızmetçi olma hakkı.köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler »(24). TC sömürgecı devletının ve diğer sömürgecı devletlerın Kürdistan halkı ve ulusuna getırdiğ isadece sömürgecı köleliktir. Oysa. Roma sözleşmesi girişinde, olduğu gıbi BM Anayasasinda, da şu görüşlere yer verılmektedır.« her devlet, kendi ceza hukukuna, uluslarasi suçlarin sorumlularini yargilama hakkina sahiptir ».Bu baglamda, « ulusal hukuksal yargilamalarda Uluslarasi Ceza Mahkemesi yargilama yetkisine sahiptir ». Denılmesıne rağmen. TC hukuku hep katlıamdam yana olmuştur. TC devleti, hiç bir zaman suçlu olduğunu kabul etmemiş tir.On binlerce ınsan kayıptır. Yüzbinlerce ınsan işkence görmüştür. Milyonlarca insan jénoside uğramıştır. TC Devlet ve yönetıcılerı. Polis jandarma ve ordusu suçludur. Buna rağmen. TC Başkanı Sezer’in JITEM’ın katil temsilcisine madalya veriyor.. Bızim için esas sorun Kürdistanı bölen ülkelerde Kürt sorunu olduğu gibi, Uluslararası hukuk açısından BM de Kürdistan sorunudur. Başka bır değişle Lausanne Antlaşmasını iptal sorunudur.Zira. sosyolog ve bilim adamı Dr Ismail Beşikçi ‘nın belirttiği gibi,

. « Lozan’ın temel amaçlarından biri, Kürtlerın ve Kürdistan’ın bölünmesi
ve parçalanması ve paylaşılması olduğu halde, Lozan antlaşmasında Kürt ve
Kürdıstan adlarının geçmemesi için büyük bir dıkkat gösterilmiştir. Kürdistan bölünmüş. Parçalanmış ve paylasılmıştır.Fakat,Lozan Antlaşmasında, bölünenin parçalanan ve parlaşılanın Kürdistan ve Kürtler olduğuna dair en ufak bir iz bırakılmamaıştır. insanların . araştırmacıların bilincine böyle bir konunun çarpmamaması için bütün önlemler alınmıştır.Türk , Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bu durumu « Lozan’ın dehası kavramıyla anmaktadır. Lozan Görüşmelerinde Kürtlerin temsilcisi yoktur. »(25) Bu doğrudur.Ancak yapılan tarihsel haksızlığı ortaya koymak Lausanne ‘ın iptal etmek Kürdistan halkının siyasal ve askeri ve diplomatik mücadelesinin eseri olacaktır.Bu da bizim omuzlarıza düşüyor.

Ancak bu konudan önce Yazar Evin Çiçek ‘in KOÇGIRI ULUSAL KURTULUŞ HAREKETI(APEC Stockholm 1999) adlı Kitabında sorunun Sevres ‘in ilişkin ol uluslararsı Hukuk ilişkileri bakımımdan şu görüşlere yer vermektedir.

Bilindiği gibi Kürdıstan’da bazı çevreler Lausanne Antlaşması ile Kürdistanın
Sömürge olarak uluslararsı paylaşımını göz ardı sırtlarını dayandıkları Sömürgecı TC nin Esaretçi politikasına sarılmış durumdadırlar. Lausanne TC sömürgeciliğinin simgesidir. Kürdistan pazarına sömürgeci faşist TC tam eğemenlik sağlama ve emperyalistlerle Birlıkte Orta Doğuyu toptan paylaşma ve sömürgeleştirmeden başka bir şey değildir. Onun için esas olan Lausanne Antlaşmasının 39. maddesinin tartışılması değil bu Antlaşmanın doğrudan doğruya iptal edilmesidir.Lausanne olduğu gibi kabul eden siyaset TC sömürgeciliğine bağlı olmaktır onun çıkarlarnı savunmaktır. Biz bu konuda iki yaklaşımı birlikte ele alacağız birincisi Lausanne ve bununla ilgili olarak getirdiğimiz açıklamam ikincisi Sevres ‘dir.Ancak bundan öce 39. maddenin savunucularına Sevres’i bır daha hatırlatıyoruz. Sevres konusundaYazar Evin Çiçek şöyle dile getiriyor.

Antlaşmanın bizi ilgilendiren maddeleri:
Madde 62 : Ingiltere, Fransa ve Italya Hükümetleri tarafından kendilerine yetki verilmiş üç üyeden oluşan bir komisyon Istanbul’a yerleşerek antlaşma başkanlığının tüzüğüne göre, belirtilmiş bulunan altı aylık müddet içerisinde, Fırat’ın doğusunda bulunan ve sınırları ileri de tespit edilecek olan Ermenistan’ın güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezopotamya’nın kuzeyi arasında belirtilmiş bulunan ve Kürtlerin çoğunlukla hakim olduğu iç otonomi planını hazırlayacaktır. Herhangi bir mesele konusunda oybirliğine varılamaması halinde komisyon üyeleri durumu kendi hükümetlerine intikal ettireceklerdir. Adı geçen plan bu bölgeler dahilinde Asuri - Keldani ve diğer etnik dini cemaatlerin tüm azınlık haklarını garanti altına almak zorundadır. Ve bu amaçla Ingiliz, Fransız, Italyan, Acem ve Kürtleri temsilden kurulacak bir komisyon, bizzat yerin de incelemeler de bulunacak ve gerek Türkiye, gerek aynı şekilde Iran sınırında yapılacak bir değişiklik bahis konusu olursa bu değişiklikleri anlaşmanın ruhuna uygun bir şekilde gerçekleştirecektir.

Madde 63 : Osmanlı Hükümeti, bu komisyonlardan birinin veya öbürünün kararlarını kendisine bildirdiği günden itibaren üç ay içinde icra edileceğini taahhüt eder.

Madde 64 : Antlaşma başkanlığının tespit ettiği tarihten itibaren geçen bir yıllık müddet içerisinde, Sayet
62. maddenin kapsamı içinde bulunan Kürt halkı, yani bu bölgeler de oturan halk çoğunluğu Türkiye’den ayrılarak tamamen bağımsız olmak arzusunu isterse ve Milletler Cemiyetine müracaat ederse ve şayet Cemiyet de bu halkın bağımsızlık arzusunu gerçekleştirecek kapasite de bulunduğuna kanaat getirir ve bunun yerine getirilmesini tavsiye ederse Türkiye bu tavsiyeyi aynen uygulamayı ve bu bölgelerde ki bütün hakları ile unvanlarından vazgeçmeyi taahhüt eder.

Bu vazgeçme işleminin detayları başlıca müttefik güçlerle Türkiye arasında özel bir sözleşmeyle bağlanacaktır. Bu vazgeçme işi tamamlandıktan ve Kürdistan Devleti’nin bağımsızlığı gerçekleştirildikten sonra, bu bağımsız Kürt devletine, günümüze kadar Kürdistan’ın bir parçası olan Musul vilayetinde yaşayan Kürtlerinde kendi arzuları ile birleşmeyi istemeleri halinde, müttefik güçler bu birleşmeye karşı bir itiraz da bulunmayacaklardır”


14 ülke ve gözlemci olarak da A.B.D.’nin ve bir Kürt delegasyonunun bulunduğu, 433 maddenin kabul edildiği 10.8.1920’de imzalanan Sevres antlaşması Kürdistan sorununu çözemeyecektir. Çözülmesi istenmemiştir. Kürtler ve Ermeniler için Sevres de ileri sürülenlerin Ankara’da ki yönetimi köşeye sıkıştırmaktan, onlardan taviz koparmaktan başka bir anlamı yoktu. Imparatorluğun yok edilmesi, “cumhuriyet” isimli bir devletin kurulması onların isteğiydi. Kendi yetiştirdikleri, örgütledikleri askeri bireylerin eliyle Istanbul’da ki sarayı 1908’den itibaren ele geçirirler. Ve kurmak istedikleri devlete kendi yetiştirme kadrolarını görevli olarak getirirler. Her şey hazırdır. Sorun kaynakları paylaşmadır. Paylaşma da, bölüşüm de sorun yaşarlar. Batılıların Ermeniler için yıllarca takındıkları koruyuculuk ve savunuculuk gösterilerinin sahte olduğu süreç içinde ortaya çıkacaktır. Sevres, batılıların kendi uzun ve kısa mesafeli politikalarına uygun, aynı topraklar üzerinde yaşayan halkları birbirleriyle kavgalı hale getirip, yönetme anlayışına göre ele alınmıştı. Bağımsızlık isteyen halkların gerçek istemleri söz konusu edilmez. Amaçlanan Kürdistan halklarının dolaylı veya dolaysız kendilerine bağımlı bir hale getirilmesiydi. Ortadoğu’nun iki halkı Kürtler ve Ermeniler bu antlaşmayla karş karşıya getirilir. Iki halkı birbirine düşmanlaştırma politikasını Osmanlı Padişahları hayata geçirmişlerdi, batılılarda bu çalışmaları daha çok ilerletmiş oldular. Burada görülmesi gereken gerçek şudur, Kürtler ve Ermeniler birlikte hareket edebilmiş olsalardı, bugün konumları çok farklı olurdu. Batılılar masa başlarında Kürdistan’ı paylaştırdılar, Kürtler de seyrettiler. Bu antlaşmanın Koçgiri ulusal kurtuluş hareketinin gelişmesi üzerinde de etkisi mevcuttur. Emperyalist-kapitalistlere dayanmayan, güvenmeyen, güvenilmemesi gerektiğini anlayan Kürdistan’lı aydınlar, kendi öz güçleriyle Kürdistan’ı kurma çalışmalarını başlatırlar.

O dönemi yaşayan I. H.Şeweyş ise şöyle demekte.: “Mustafa Kemal atama yoluyla mecliste yer verdiği 72 milletvekilini kullanır. Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanı’na ve dünyadaki politikacılara, bir çok lidere telgraflar çektiriyor “Biz Kürtler olarak Türklerden ayrılmak istemiyoruz. Türkiye’de Türklerle birlikte yaşamak istiyoruz” Buna karşılık Alişêr’de Sivas, Qoçgîrî, Dêrsim, Elezîz Kürtleri adına Stembol’da ki Komela Teali-i- Kürdistan’a ve Avrupa’lı liderlere, elçilere, konsoloslara uzun bir telgraf çeker. “ Mustafa Kemal 72 Kürt milletvekili adına dünya liderlerine bir telgraf çekmiştir. Bu konu da Kürt halkına danışılmamış ve hiç bir şey sorulmamıştır. Bu işler Kürt halkının isteği dışında yürütülmüştür. Biz Kürdistan liderleri olarak kanımız ve silahımızla bağımsız Kürdistan talebi içindeyiz. Bağımsızlık taraftarıyız Kızılırmak’tan Musul vilayetine kadar olan alan Kürdistan’dır. Yerleşik halk Kürtdür. Haklarımızı elde etmek için canımızı, kanımızı bu yolda vermeğe, bağışlamaya hazırız.....” Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir bu telgraftan çok rahatsız oldular. Meclistekilerde etkilendiler. Qoçgîrî ve Dêrsim Kürtleri için açıkça belli oldu ki Mustafa Kemal ve arkadaşları onlara yalan söylüyorlar. Verilen sözler ve taahhütlere bağlı değiller. Kürtler başkaldırı için hazırlık yapmaya başlarlar. (26) Zara - Şedan köyün de yaşayan Sosın’a Mılli (Mılli aşiretinden olan Sosin, 1862-1983 ) “ Istanbul’dan gelen haber üzerine “kalkın, hareketlenin, varlığınızı belli edin ” Kürtler harekete geçtiler. Karakollar basıldı. Oradaki kuvvetleri teslim aldılar. Dört veya beş karakola Kürdistan bayrağı asıldı. Büyükler, beyler, ağalar araya girdiler. Kürt savaşçıları durdurdular. “ Biz anlaşma yapacağız. Problem çıkarmayın” dediler. Onlar engellemeseydi Kürtler durmayacaklardı ” demekteydi. Sevr ve sonrası ile ilgili haberler gelmiş olmalı ki, Kürt savaşçılar eyleme geçiyorlar.

Londra konferansı
Birinci dünya savaşının galibi olan Ingiltere, Fransa ve Italya devletleri, savaşın mağluplarıyla barış görüşmelerini yapmak için Londra’da bir konferans yapmayı kararlaştırırlar. Emperyalist kapitalistler Istanbul Hükümeti aracılığıyla Ankara Hükümeti’nin yetkililerini de toplantıya çağırırlar. Ki Istanbul Hükümetinin, sarayın bilgisi dahilin de Ankara’da Kongre toplanır. Italya’nın resmi daveti üzerine Ankara'dan yedi kişilik heyetle birlikte onda danışman gider. 21 Şubat - 12 Mart 1921 tarihleri arasında konferans devam eder. Konferansın 26 şubat da ki oturumunda Lord Curzon, Ingiltere adına Kürdistan sorununu gündeme getirir.
Ankara Hükümeti’nin temsilcisi ve heyetin başkanı Bekir Sami Bey bu oturum da neler söylediğini Ankara'ya yolladığı rapora da belirtir. “Kürdistan halkının B.M.M'nin milletvekilleri aracılığıyla bütünüyle temsil edildiklerini.......iki ırkında birbirlerine karşı ruhsal, dinsel bağlarla bağlı olduklarını, Kürtlerin daima Türkiye ile bölünmez bir bütün teşkil ettiklerini, Mondros sonrasında Istanbul’da bulunan küçük bir Kürt gurubu Kürdistan’ın bağımsızlığını dile getirmişlerse de, Kürt ulusu adına hareket etmeye yetkilerinin olmadığını, bunların kişisel sebep ve çıkarları için davrandıklarını, onun için Istanbul’da ki Kürtler tarafından dahi ret edildiklerini, Ankara Hükümeti isterse Kürdistan’da referandum yaptırabileceğini, Ankara Hükümeti’nin anayasasın da bazı vilayetlerin muhtar (özerk) idare şeklinde yönetildiğini, ayrıca Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu yerlerde, halk isterse Türkiye’nin buralara muhtariyet vermeye hazır olduğunu,...”( 27)

Lord Curzon, Bekir Sami’ye muhtariyet sözcüğüyle neyi anlatmak istediğini sorar. Bekir Sami “.....bu muhtariyetin, yalnız Kürt vilayetlerine özgü olmayıp, bütün vilayetlere şamil (yönelik) olduğunu ve vilayetlerin kendi bütçelerini kendilerinin tanzim (düzenleme) ve mahalliye yi (alan-bölge) kendilerinin idare etmeleri demek olup, idari bir ademi merkeziyetten ibaret bulunduğunu” izah eder. (28) Burada muhtariyetin özerklik anlamında kullanılmadığı, günümüzdeki vilayet örgütlenmesinin anlatıldığını görüyoruz. Demagoji yapılmaktadır. Mustafa Kemal’in daha önce hazırlığını yapıp, El cezire Komutanı Nihat Paşaya yolladığı genelgenin kapsamıyla söylenilenler birdir. Mustafa Kemal ve birlik de çalıştığı çekirdek kadronun üyeleri şeyh, bey ve ağaları mevki veya maddiyatla satın alarak, Kürdistan’ın geleceğiyle ilgili olarak yapılması olası referandum da kendileri aleyhinde bir karar çıkması olasılığını ortadan kaldırmak isterler. Lloy George, Ankara’dan giden delegelere “Sevres antlaşmasında Kürtler için ileri sürülenlerin mevcut duruma göre değiştirilmesini genişçe düşünmeye hazır olduklarını, fakat Kürt ve Asuri - Keldanilerin çıkarlarının ve yöresel özerkliklerinin güvence altına alınması koşuluyla bunu yapabileceklerini...” belirtir. (29). Emperyalistler Sevres'de aldıkları kararlardan da vazgeçmeye başlamışlardır. Ekonomik ve politik paylaşım yapılmıştı. Önemli olan planları yürürlüğe koymak, bireyleri görevlendirmek, resmiyet vs. Bunlar yazarın kendi görüşleridir.

Ancak Uluslarasi Hukuksal sureç, uluslararsi sozlesmeler temelini olusturan Insan haklari Evrensel Beyannamesi, Cenevre Sozlesmesi de dahil olmak uzere kabul edilen BM Protokolleriyle, savas magdurlarini korumayi esa
 


Dersim Forum

 

 

Hosted by www.Geocities.ws

1