KLASİK


 

BOB DYLAN - Blood On The Tracks

BRIAN ENO & DAVID BYRNE – “My Life In The Bush Of Ghosts”

CAN - "Ege Bamyası"

GALACTIC COWBOYS - “Space In Your Face”

IDLEWILD - "Hope Is Important"

LOW – “I Could Live In Hope”

MANIC STREET PREACHERS – “Generation Terrorists”

MEKONG DELTA - "The Music Of Erich Zahn"

MY BLOODY VALENTINE – “Loveless”

NEW ORDER – “Power, Corruption & Lies”

OFFICIUM TRISTE – “Ne Vivam”

Yeni! PAVEMENT – “Crooked Rain, Crooked Rain”

ROGER WATERS - "The Pros And Cons Of Hitch Hiking"

SIMON & GARFUNKEL – “Parsley, Sage, Rosemary And Thyme”

SLINT – “Spiderland”

Yeni! STEELY DAN – “Cant Buy A Thrill”

SUPER FURRY ANIMALS - “Fuzzy Logic”

THE CLASH -"London Calling"

THE SMITHS – “Meat Is Murder”

THE THE – “Burning Blue Soul”

TROUBLE – “Psalm 9”

TYPE O NEGATIVE - "Slow, Deep And Hard"

VAN MORRISON – “Astral Weeks”

 


BOB DYLAN - "Blood On The Tracks" 1975


Müzik tarihinin en iyi söz yazarı, en çok sanatçıya ilham veren müzisyeni Bob Dylan'ın 1975 tarihli klasiği “Blood On The Tracks” konuğumuz. Bu albümden bir sene önce yayınladığı ve büyük bir hayal kırıklığı olarak nitelenen “Planet Waves”’den sonra kimse Dylan'dan bir başyapıt beklemiyordu, ama o, bütünlük ve kalite olarak en iyi albümlerinden biri (belki de birincisi) olan “Blood On The Tracks” ile geri döndü.

Dylan'ın en önemli 3 albümü, 1965 tarihli “Brıngıng It All Back Home”, “Hıghway 61 Revısıted” ve 1966'da piyasaya sürdüğü, müzik tarihinin ilk double albümü olan “Blonde On Blonde” olarak kabul edilir. Hatta “Hıghway 61 Revısıted” ve “Blonde On Blonde” hemen hemen bütün müzik dergilerinin tüm zamanların en iyi albümleri listelerinde ilk 10'da yer almışlardır. Peki ya “Blood On The Tracks”?

En üstün albümüdür Dylan'ın, hemen hemen her bakımdan. Sözler, melodiler ve hisler. Dylan en güzel sözlerini ve en vurucu melodilerini bu albüm için saklamıştır sanki. Açılıştaki “Tangled Up In Blue”, Suzanne Vega'dan Leonard Cohen'e ve Bono'ya kadar pek çok müzisyene göre Rock N' Roll tarihinin en güzel şarkısıdır. Bu şarkıda şöyle der Dylan: “I Seen A Lot Of Women / But She Never Escaped My Mınd / And I Just Grew / Tangled Up In Blue”. “Lily, Rosemary And The Jack Of Hearts”’da hikaye anlatıcılığı en üst seviyeye ulaşır Dylan'ın. “If You See Her, Say Hello”’da ise müthiş etkileyici sözleri, sanki bunları yazmak kendisi için yemek yemek yada su içmek kadar kolaymış gibi ardı ardına sıralar: “She Mıght Thınk That I've Forgotten Her / Don't Tell Her It Isn't So/ She Stıll Lıves Insıde Of Me / We've Never Been Apart”. Yaşanmış, mutluluk vermiş, ama buruk bitmiş ilişkilerdir “Blood On The Tracks”’in anlattıkları. Eski sevgilileriyle de arkadaş kalmak istemiştir hep Dylan, ama bunun pek de mümkün olmadığını “Shelter From The Storm”’da anlarız: “Now There's A Wall Between Us / Somethıng There's Been Lost”.

“Blood On The Tracks” son derece sade, sessiz sakin, ama bir o kadar da güçlü bir albümdür. O kadar uç noktada insanları etkilemiştir ki, şu örneği vermezsek olmaz. Bir zamanların en güçlü punk gruplarından Buzzcocks'un solisti Pete Shelley bakın bu albümle ilgili neler söylemiş: ““Blood On The Tracks”’in müzik tarihinin en iyi albümü olduğunu hala bilmeyen var mı? Bu albümdeki 10 şarkıdan 9u benim hayatım boyunca dinlediğim en iyi 10 şarkı arasına girer”. Açıkçası hangi şarkıyı ayırdığını merak etmemek mümkün değil.

Albümün kapanışındaki “Buckets Of Rain”’i ise en güzel Coldplay'in solisti Chris Martin'in sözleri anlatır: “O zamanlar “Blood On The Tracks”’in yeryüzündeki en güzel albüm olduğundan henüz haberdar değildim. Albümü alalı uzun süre olmamıştı, ve henüz çok dikkatli bir şekilde dinleyememiştim. Bir gün otobüste yolculuk yapıyordum, walkman’imde “Blood On The Tracks” dönüyordu. Bir ara uyuyakalmışım. Uyandığımda “Buckets Of Rain” çalıyordu. O an hissettiğim şeyleri ne benim size anlatmam mümkün, ne de sizin bunu anlamanız. Ama şunu anlayabileceğinizi hissediyorum: O şarkının içime yaydığı duygu seli öylesine kuvvetliydi ki, hayatım boyunca o kadar güçlü bir şeyi o andan beri bugüne dek bir kez daha hissedebilmiş değilim. Bu mutluluktu sanırım. Yalnız değildim, Bob Dylan da benim yaşadıklarımı yaşamıştı ve ifade etmeye korktuğum, dile getirmekten çekindiğim şeyleri büyük bir cesaretle ve güçle söyleyebilmişti.”

Bob Dylan budur işte. – Kıvanç.

 

INDEX

 


BRIAN ENO & DAVID BYRNE – “My Life In The Bush Of Ghosts” 1981 E.G Records


Söz konusu insan Brian Eno olunca söze nereden başlanır bilemiyorum. Müzisyen kimliği kimse tarafından tartışılmaz bile; sonuç olarak Roxy Music'i Bryan Ferry ile birlikte sırtladı, ilk elektronik ambient albümlerine imza attı ve bu türün asıl öncüsü oldu. Ancak prodüktörlüğü de en az müzisyenliği kadar iyi olan Eno, bu yönüyle pek çok önemli rock grubunun yeniden doğuşuna da öncülük etti. Örneğin 1983'te “War” yayınlandıktan sonra U2 ünlü ve başarılı bir rock grubuydu; Rolling Stone dergisince de gezegenin en büyük grubu olarak gösterilmişti. Ancak U2'nun asıl çıkışı bu tarihlerde Brian Eno ile çalışmaya başlamasından sonra oldu ve Eno'nun da katkısıyla daha etkileyici bir müziğe imza atmaya başladı grup. Bu yazıyla daha çok alakalı olan grupsa Talking Heads. 1977'de punk kuşağında ortaya çıkan Talking Heads en nitelikli punk gruplarından biri olarak bilinmekteydi, ta ki 1980'e kadar (Gerçi Talking Heads asla tam bir punk grubu olmamıştır, bunu da belirtmekte yarar var). 1980'de grup “Remain In Light”'ı yayınladı ve o yılın en şahane albümüne imza atmış oldu. Ancak “Remain In Light”'ın önceki albümlerindekinden farklı aranjmanları ve kusursuz müzikal altyapısının altındaki asıl imza grubun o albümde prodüktörlüğünü yapmış olan Brian Eno'ya aitti. Eno, Talking Heads'i âdeta baştan yaratmış ve onların artık nitelikli bir punk grubu değil, çok nitelikli bir rock grubu olarak anılmalarını sağlamıştı. Talking Heads bir daha o kalitede bir albüme imza atamadı (gerçi daha ne yapsınlar), ancak o albümün kayıtları sırasında arta kalan zamanda, Brian Eno ve Talking Heads vokalisti David Byrne başka bir proje üstünde de çalışıyorlardı. Bu, muhtemelen Eno'nun etkisiyle, Talking Heads'den çok Brian Eno'nun müziğine yakın bir çalışma olan “My Life In The Bush Of Ghosts” adı altında 1981'de ortaya çıktı ve elbette “Remain In Light” kadar sansasyon yaratmadı. Ancak bugünden bakıldığında 1981 yılının belki de en önemli albümü olarak durmakta; eh, buna bakarak da David Byrne'ın üretkenliğinin doruk noktasının 80’lerin hemen başı olduğunu söylemek sanırız yanlış olmaz.

Brian Eno '70’lerde “Another Green World”, “Discreet Music”, “Music For Airports” gibi ambient şaheserlerine imza atmıştı. Ancak sanatçının en zorlayıcı albümü sanırım “My Life In The Bush Of Ghosts”'tur. 11 şarkılık, 40 dakika süren ve ismini Amos Tutuola'nın aynı adlı romanından alan bu başyapıt, sanatçının “Music For Airports” ve “Bang On A Can” gibi az ama uzun şarkılardan oluşan albümlerinden çok, “Another Green World” ve “Before & After Science” gibi çok ama kısa şarkılardan oluşan yapıtlarını andırır. Dikkatlice dinlendiğinde David Byrne'ın da albüme katkısının en az Eno kadar olduğu kolayca anlaşılabilir, albümdeki çarpıcı fikirlerin bazıları Byrne'dan çıkmıştır. Açılıştaki “America Is Waiting” albümün gidişatı için de yol göstericidir; gerçi her şarkı birbirinden farklı olacaktır, ancak Eno ve Byrne'ın vokal işine hiç girmemeleri ve sample'lara ağırlık vermeleri ile çoğu şarkıda bir benzerlik yakalanabilir. “America Is Waiting”’in konuşma bölümleri bir radyo programından alınmıştır. “Regiment” basları ile çok modern bir tınıya sahiptir ve bugün diskolarda çalındığı takdirde bir Eno / Byrne bestesi olduğunu farketmek zor olacaktır; daha çok bir dans şarkısını andırır, ta ki vokaller girene kadar. “The Human Voice In The World Of Islam” adlı derleme albümden alınan bölümde Dünya Yüsin'in sesinin “Regiment”’a kattığı hava, şarkıyı bir uzun havaya, hâtta neredeyse bir çingene düğünü şarkısına çevirir (İzmitli olsaydınız ne demek istediğimi anlamıştınız J). “The Jezebel Spirit” ise bir papazın şeytan çıkartma ayininden alınan tüyler ürpertici konuşmalarıyla bezenmiş bambaşka bir şeydir! Adının Elizabeth (veya onun gibi bir şey) olduğunu tahmin ettiğim içine şeytan giren kadının çıkarttığı sesler ve müzikteki ürkütücü derecede modern atmosfer de şarkıya etkileyici bir hava katar. “Very, Very Hungry” albümün Eno'nun eski şarkılarına en çok benzeyen parçasıdır; şarkıya arada bir girip hemen kaybolan klavye melodisi kulağınıza çok tanıdık gelecektir. “The Carrier”’da arka plândaki davul ve klavye ağırlıklı ezgiye, Müslüman şarkıcı Dünya Yüsin bir kez daha vokalleriyle eşlik eder. “A Secret Life” da benzer bir etnik atmosfere sahiptir, bu kez vokallerde Mısırlı bayan şarkıcı Samira Tewfik vardır. Yine farklı bir ambient denemesi olan ve Aphex Twin'in ciddi ilham kaynaklarından biri gibi duran “Come With Us” albümün normal sözlere sahip tek şarkısıdır: “COME WITH US, LEARN THE TRUTH / WE WILL APPEAR TO YOU FROM TIME TO TIME.” Albüm “Mountains Of Needles” adlı sakin bir enstrümental ile sona erer.

“My Life In The Bush Of Ghosts”, Brian Eno ile daha önce tanışmamış olanlara gönül rahatlığıyla önerebileceğim bir albüm değil; muhtemelen paralarına yazık olur. Sırf Talking Heads seviyorum diye de bu albüme yaklaşmayın, hayalkırıklığına uğrama olasılığınız çok yüksek. Ambient müziği bilen, severek dinleyen insanlara seslenmek istedim: “My Life In The Bush Of Ghosts” bu türde yapılmış en iyi albümlerden biri; koleksiyonunuzda bulunmaması büyük eksiklik olacaktır. – Kıvanç.

http://music.hyperreal.org/artists/brian_eno/

 

INDEX

 


CAN - "Ege Bamyası" 1972 Spoon Music


1972 yılında Alman grup Can, Rock N' Roll tarihinin en garip albümüne imza attı: "Ege Bamyası".
Hiçbir tarza dahil edilemeyecek derecede ilginç olan bu albümle ilgili söyleyebileceğim en kesin şey, ilk dinleyişten sonra hiçbir şey anlamamış olacağınızdır. Bu, muhtemelen albümü ikinci, üçüncü, n. dinleyişinizden sonra da değişmeyecektir. Ama arada bir içinize bir heves dolması mümkündür: "Bir kez daha dinleyeyim, belki daha önce atladığım bir şeyler olabilir?".
Hiçbir şey değişmez. "Ege Bamyası" hep aynı kalır. Albümün kapağı ne kadar saçmaysa, müziği de o kadar garip ve anlaşılmazdır. Ama bu hep onu çekici kılmıştır.
İlk şarkı "Pinch", Rock tarihinin aykırı davulcularından Jaki Liebezeit'ın gövde gösterisi gibidir. Arada solist Damo Suzuki'nin sesi de duyulur ama pek de bir şey anlaşılmaz. Şarkı 10 dakika sürer ve sonunda nasıl olduysa biter. Ve siz sanki saatlerdir hiç durmadan Sonic Youth dinlemişsiniz gibi yorgunsunuzdur.
Ardından gelen, su sesleriyle başlayan "Sing Swan Song" nispeten daha kolay hazmedilebilir. Arada kendinize paranoyakça sorular sormanız da mümkündür: "Sanki bu şarkının bir melodisi var gibi, ama bana öyle geliyor da olabilir". "One More Night" ile nefes alabilirsiniz: Bu şarkının gerçekten de bir melodisi vardır ve "Pinch"'e göre daha az deneysel olduğu kesindir. Yayınlandıktan 25 yıl sonra, DJ Shadow'un proje grubu Unkle tarafından da yorumlanmış olan "Vitamin C"'nin nakaratı bile vardır ve hatta oldukça catchy'dir de. Daha az zorlama ile, daha normal bir grup tarafından kaydedilseymiş, belki bir radyo hiti bile olabilirmiş. "Soup" albümün en uzun ve en atmosferik parçasıdır, tam on buçuk dakika sürer. "I'm So Green"'de davulcu Jaki Liebezeit yine şarkıya ağırlığını koyar. Şarkıda gitar solosuna benzeyen bir şey de vardır ve şarkının sound'u bugün bile kulağa çok canlı ve güzel gelmektedir. Syd Barrett'ın en karmaşık bestesini alın, biraz daha karıştırın, ortaya buna benzer bir şeyler çıkacaktır herhalde. Şarkının sonunu hakikaten biraz da zorlamayla Pink Floyd'un "Jugband Blues"'una benzetmek mümkündür. "Spoon" ile albüm biter. Bu da belli bir melodisi olan bir şarkıdır.
Albüm tamı tamına 40 dakika sürer. Ve ilk dinleyişinizden sonra, bu geçen 40 dakikaya yanıp gruba küfür etmeniz çok muhtemeldir.
Can pek çok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur, bunların başında Sonic Youth ve Slint'i sayabiliriz. Bu grupların yaptıkları albümlerde "Ege Bamyası"'ndan izlere rastlamak mümkündür. Ancak yine de bu albümlerin hiçbiri "Ege Bamyası" kadar zorlayıcı ve avantgarde olmamıştır.
- Kıvanç.
www.amazon.com/exec/obidos/tg/detail/-/B0000067X3?v=glance

 

INDEX

 


GALACTIC COWBOYS – “Space In Your Face” 1993 Geffen Records


King’s X ülkemizde fazla dinleyicisi olmayan, kendine özgü bir grup. Elemanlar ‘90’ların başında daha çok Extreme ile öne çıkartılan “Funk Metal” tarzının bir örneği olarak karşımıza çıktı. Nedir bu tarz? Amerikan Hard Rock’ı, Heavy Metal, Pop Rock ve Funk öğelerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan, kolay dinlenebilir bir müzik. King’s X’de de Extreme’deki gibi Funky öğeler mevcut idiyse de elemanların müziğinde Beatles-vari vokal aranjmanları ve Metal öğeleri daha baskındı. Eh, Extreme gibi virtüöz bir gitaristleri ve de genç kızların kalplerini titretecek tipleri de olmayınca bu üçlü fazla ünlü olamadı ama bir nevi “kült” bir konuma yerleşti.

Galactic Cowboys kritiğinde neden King’s X’ten bahsettim? Çok basit, Galactic Cowboys’un müziği King’s X’in müziğine çok benziyor, ama ben ısrarla onları o tarza dahil etmiyorum. Bunun nedeni de hiç şüphesiz ki Galactic Cowboys’da yukarıda adı geçen gruplardaki Funk etkisinin daha az olması. Eh, ne de olsa adamlar Teksas’lı. Bu da müziklerine doğal olarak country-vari, yada Rockabilly-vari bir hava getiriyor Funk’ın yerine. Dahası Galactic Cowboys’un müziğinin söz konusu gruplara göre daha heavy olması ile (bazı yerlerde Thrash etkileri göze çarpıyor) grup bir King’s X klonu olmaktan kurtularak kendilerine özgü bir noktaya yerleşiyor. Daha eğlenceli, iddiasız, mütevazı ve sonraki albümlerinde progresif elementlere de rastlanan müzikleri onların büyük ticari başarılar yakalamasını engelledi belki de, ama onlar da çok özel, “kült” bir grup oldular bu sayede. Kim bilir, belki öbür türlü olsa erkenden dağılıp giderlerdi.

“Space In Your Face” grubun 2. albümü ve bence halen en iyi albümleri konumunda. Hiç şüphesiz sonradan da bir çok harika çalışmaya imza attılar ama bu albümü “ayrı” yapan tam olarak tarif edemediğim bir şeyler var. “Space In Your Face” kesinlikle özel bir albüm; evet grup için ticari anlamda bir kırılma noktası olmadı ama içinde barındırdığı birbirinden farklı ve her biri farklı farklı birçok tarzın karışımından oluşan parçalar, ve bunların bir bütün olarak yarattığı “güç” belki de bu albümün böyle özel olmasını sağlayan.

Grubun müziğini tarif etmek çok zor. İçinde neredeyse “yok yok”. Bazı yerlerde Thrash Metal agresifliğine sahip riffler göze çarparken bazı yerlerde olay neredeyse pop rock’a dönüyor. Müzik için belki de çok basitçe Overkill-Ugly Kid Joe-Beatles karışımı demek mümkün. Ancak albüm boyunca değişmeyen iki şey var: Birincisi ilk paragraftaki grupların karakteristik özelliği olan ve Galactic Cowboys’un kusursuz bir biçimde icra ettiğine inandığım armonik, melodik, Beatles-vari vokal düzenlemeleri ve parçalardaki kalite seviyesi. Albümde dolgu malzemesi hiç yok. Bu da albümü dinlerken sıkılma şansınızı minimuma indiriyor.

Albüm kısa, basit ve vurucu “Space In Your Face” ile gaz bir biçimde açılıyor. King’s X-vari gitar rifflerinden sonra Pink Floyd’un “Money”’sinden araklanmış gibi duran bluesy bir solo kısmı geliyor ve parça yine baştaki rifflere dönerek kapanıyor. Sonraki “You Make Me Smile” işin “Overkill” kısmına ait canavar gibi rifflerle açılıyor. Kullanılan bas tonunun da oldukça dolgun olması sound’un Overkill’in özellikle “The Years Of Decay” dönemine yakınlaşmasını sağlıyor (bkz. “I Hate”), ancak sonra grubun trademarkı melodik, funky vokaller devreye giriyor. Verse ve chorus haricinde parçada Thrash Metal etkisi hakim, ancak duygusal nakarat olaya çok farklı bir uç katıyor. Yüksek tempolu bu parçanın ardından “I Do What I Do” geliyor. King’s X albümlerinde bir “kural” vardır ya hani, ilk parça hareketli ve sert olur, 2. parça ise daha yavaş, poppy, catchy ve inanılmaz duygusal olur, işte bu parça da o görevi görüyor, hem de ne görmek. Dinlediğim en iyi bridge ve chorus’lar arasına girer bu parçadakiler. İnsanın ruhunu okşayan, tatlı bir hüzne sahip bu parça. Sonraki “Circles In The Fields” ve “If I Were A Killer” yine up-tempo parçalar ancak önceki 2 parçadaki duygusallık yerine daha agresif bir havaya sahipler, özellikle de ikincisi. “Blind” albümün ballad’ı. Klişe ama çok güzel arpejlerle başlayan parça ilerledikçe hız kazansa da albümün en yavaş, en duygusal parçası konumunda, tek kelimeyle harika, özellikle de sözler. Ancak en iyi parça bundan sonra geliyor. “No Problems” şu ana dek dinlediğim en iyi Rock parçalarından birisi. Hızlı, agresif, hareketli ancak inanılmaz duygusal, inanılmaz coşkulu, inanılmaz hüzünlü. Parçanın enstrümantal kısımları müthiş. Buradaki armonika solosunu da unutmamak gerek. Bu parça albümü almak için bence başlı başına bir sebep. “About Mrs. Leslie” sert ancak pop duyarlılığına sahip, yine duygusal, yine tatlı bir hüzne sahip, harika bir çalışma. Vokal düzenlemeleri bu parçada doruğa ulaşıyor. Kapanıştaki “Where Are You Now?” yine grubun trademark’ı melodik, tatlı vokal düzenlemelerine sahipse de albümün en heavy, en karamsar parçası. Parçanın enstrümantal kısımları bir Thrash grubundan farksız. Ancak grubun müziğindeki alaycı, daha doğrusu “eğlenceli” hava burada da ortaya çıkıyor: Parçanın sonunda konuya uygun olarak grubun basçısı Monty Colvin’in eski kız arkadaşlarıyla yaptığı “ilginç” telefon konuşmaları sample olarak kullanılmış! Kızların Monty’i azarlayarak telefonları yüzüne kapamaları komik ama komik olduğu kadar da hüzünlü.

İşte belki de Galactic Cowboys’u özel yapan da bu: Grup kendini fazla ciddiye almıyor, müzik her ne kadar yer yer hüzünlü bir havaya sahipse de elemanlar adeta “hayat devam ediyor” şeklinde optimist bir tavra sahip, parçalardaki tatlı hüznün sırrı da bu zaten. Bu albüm insana kendini iyi hissettiren bir albüm. Yani bir Doom Metal albümünün panzehiri kıvamında. İflah olmaz bir Doom Metal fanatiği olarak ben bu albümden zevk alıyorsam ortada çok sağlam bir şey var demektir.

Unutmadan albümde iki adet de gizli parça mevcut. “Ranch On Mars”, “I Do What I Do” havasında güzel bir parça ve CD’deki 20. (!) parçanın ortalarına doğru devreye giriyor. Bence “gizli” olmasına lüzum yoktu, albümdeki diğer parçalar kadar sağlam.32. (!!!) parça ise “Still Life Of Peace” adını taşıyan soft bir çalışma, iyi ki albüme alınmamış çünkü albümdeki 9 parçaya göre daha zayıf.

Albümün prodüksiyonu çok iyi. Miksajı Andy Wallace üstlenmiş. Bas tonu dediğim gibi çok iyi, aranjmanlar da bir harika.

Sonuçta “Space In Your Face” çok iyi bir albüm. İçerdiği bir çok farklı tarzdan etkiler ile son derece eklektik bir yapıda. Yer yer hüzünlü ama dinleyiciye olumlu hisler aşılayan bir albüm. Hangi tarzı seviyorsanız sevin bu albümü (ve grubu) dinleyin. Ya çok seversiniz ya nefret edersiniz, ama bildiğim bir şey var o da bu dünyanın Galactic Cowboys gibi kendini fazla ciddiye almayan, her şeyden önce “iyi hissetmek” için müzik yapan gruplara ihtiyacı olduğu. – Mert.

www.galacticcowboys.com

 

INDEX

 


IDLEWILD - "Hope Is Important" 1998 EMI


Idlewild adı metal veya popüler müzik dinleyicilerine pek bir şey ifade etmeyecektir. Hatta aynı şeyi çoğu alternatif müziksever için de söyleyebiliriz sanırım. Ancak emin olun Idlewild'ı henüz keşfedememiş Rock severler, çok şey kaçırıyorlar.
Grup 2000 yılında yayınladığı "100 Broken Windows" albümü ile alternatif müzik dünyasında önemli bir yer edindi kendine. Kalburüstü pek çok müzik dergisi "100 Broken Windows"'u 2000 yılının en iyi albümü olarak nitelemişti. Idlewild, dönemin gözde Rock grupları Coldplay ve Travis'ten daha fazla şey vaat ediyordu müzikseverlere; eh, tabii ki almasını bilene.
"Hope Is Important" grubun ilk ve en sert albümü ve 38 dakikalık bir Rock şaheseri. "Everyone Says You're So Fragile" single'ından etkilenerek almıştım albümü vakti zamanında; punk kokan hızlı ve gürültülü bir şarkıydı. Onun ayarında 2 - 3 şarkı daha bulabilseydim, tatmin olacaktım. Ancak 12 şarkı da birbirinden iyi. "Hope Is Important", Nirvana'nın "Nevermind"'ına benzeyen bir sound'a sahip. Kalite olarak da "Nevermind"'dan aşağı kalır bir albüm değil ki bu iddia kuşkusuz "Hope Is Important"'ın ne kadar sağlam bir eser olduğunu belirtmek için yeterli olacaktır.
Açılıştaki, bir buçuk dakikadan kısa süren "You've Lost Your Way" albümün en gürültülü parçası. Açıkçası ilk dinlediğimde biraz korkmuştum; belki komik gelecek ama, "Grindcore dedikleri bu mu acep?" diye düşünüp irkildiğimi de hatırlıyorum. Cahilliğimi mazur görün, pek Grindcore dinlemiş bir kişi değilim açıkçası. Şarkı çok sert ve etkili; eh, dinlediği en sert müzik punk olan birisi için bu, emin olun şaşırtıcı bir deneyim oluyor.
İkinci şarkı "A Film For The Future" nefis bas ve gitar partisyonları ile daha 3. saniyesinde yakalıyor sizi. Rock 'N' Roll dedikleri meret, Creedence Clearwater Revival'dan bu yana bayağı değişmiş; bu şarkı bunu çok güzel açıklıyor. Aynı atmosferi "Paint Nothing"'de de yakalamak mümkün. "When I Argue I See Shapes" ise beni en çok vuran beste oldu albümde. "I'm A Message" ve "Close The Door" insanı sersemletiyor. İnanın albümü ilk dinleyişimde (ilk şarkının üstümde bıraktığı garip etkiye rağmen), "Hope Is Important"'ı çok çok seveceğimi anlamıştım. Son şarkı "Low Light" ile de mest olduğumu itiraf etmeliyim: Çok sağlam riffler, basit ama insanın aklına kazınan sözler ("TURN THE LIGHTS DOWN WHEN WE CRY"), "Low Light"'ı Idlewild'ın marşı yapmaya yetiyor. Şarkı bana Nirvana'nın "Aneurysm"'ini hatırlattı.
Grunge öldü diyorlar. Siktir edin grunge'ı, zaten asla çok fazla ilgimi çekmemişti. Post-grunge dedikleri olay Idlewild olsa gerek ve inanın Nirvana'yı aratmıyor.
- Kıvanç.

www.idlewild.co.uk

 

INDEX

 


LOW – “I Could Live In Hope” 1994 Vernon Yard Records


Low'un bu debutu slowcore olarak adlandırılan öldürücü yavaşlıktaki müzik türünün belki de en önemli albümü. Kendinizi buz gibi soğuk hissettiğinizde, veya yaşamla öylesine yaşam arasındaki o ince çizginin öylesine yaşam tarafına geçtiğinizi farkettiğinizde imdadınıza koşar bu sıradışı eser. Low sizi yakalar, durduğunuz yere mıhlar, ağzınızı açmanıza, hâtta ağlamanıza bile izin vermez, ama yine de içinizi boşaltmanızı sağlar.

“I Could Live In Hope”'un 11 şarkısı da tek isimli. (Örnek: “Cut”, “Down”, “Fear”, “Drag”, vs...) Bu, grubun müziğine de uygun; size saatler kadar uzun gelen bir süre boyunca hep aynı riffler tekrarlanıyor, melodi sabit kalıyor, şarkılar başladığı karamsarlık ve durgunlukla sona eriyor ve sizi paramparça ediyor. Açılıştaki “Words” albümün en iyi şarkılarından biri. “IF YOU'RE HEARING SCREAMS, COME BACK...” dizeleri ilk başta şarkının dingin yapısıyla bir tezat oluşturuyormuş gibi gözükse de, dikkatlice irdelendiğinde daha derin alt anlamlar taşıyor. Sanırım “Words” sevdiği kadın tarafından monotonluğu ve sıkıcılığı yüzünden terk edilen basit bir adamın eski sevgilisine haykırışlarından başka bir şey değil. Demek istiyor ki, “Eğer fazla hareketten korkar ve yeniden o eski monoton hayatını özlersen, bana dönebilirsin; kapım sana her zaman açık.” Tek kelimeyle trajik... “Lazy” hâlen grubun kariyeri boyunca yaptığı en etkileyici şarkı; zaten çok ağır tempoda ilerleyen “I Could Live In Hope”'un asla bitmeyeceğini düşünüyorsunuz bu parçayı dinlerken: “IT'S NOT ENOUGH...” Ardından gelen “Lullaby” 10 dakikalık bir ninni; eğer hâlâ moraliniz bozulmadıysa veya geçmişteki sevgilileriniz bir bir aklınıza gelmeye başlamadıysa, “Lullaby” sizin için hazır bekliyor olacak: “LULLABY WAS NOT SUPPOSED TO MAKE YOU CRY.” (!)

“Sea”, albümün mutlu denebilecek tek şarkısı. 2 dakikadan kısa sürüyor ve “Lazy” ve “Lullaby” ile iyice bozulan moralinizi bir parça da olsa düzeltiyor. Yine de oldukça ağır tempolu bir parça; albümün tamamının sahip olduğu o ölümcül yavaşlık hissinden bir an bile uzaklaşmıyor, ve sözleri ile de bununla uyuşan bir uyuşukluğa sahip: “THE SEA IS A LONG WAY FROM ME / I'D GO THERE IF I HAD THE TIME / BUT LYING HERE WILL JUST DO FINE.” Albümün göreceli olarak en enerjik şarkısı olmasına rağmen, albümü en iyi özetleyen şarkı da bu sanırım: “Oraya gitmek isterdim, ama böyle yatmak da iyi (hem yorulmuş olmam)”. Finaldeki “Sunshine” eski bir country şarkısının coverı. Birkaç yıl önce “O Brother, Where Art Thou?” filminde country yorumuyla karşımıza çıkmış olan bu şarkıyı Low kendine has bir üslupla yeniden yorumlamış. Melodik açıdan albümün en güçlü parçalarından biri ve eşsiz güzellikte sözlere sahip:

“YOU ARE MY SUNSHINE, MY ONLY SUNSHINE

YOU MAKE ME HAPPY WHEN THE SKIES ARE GREY.

YOU'LL NEVER KNOW, DEAR, HOW MUCH I LOVE YOU

PLEASE DON'T TAKE MY SUNSHINE AWAY.”

Tembellik, miskinlik, hüzün ve acının kusursuz bir birleşimi “I Could Live In Hope”. Daha fazla acı çekmemek için yerinden bile kıpırdamak istemeyen ve böylece zamanı (hayatı) dondurup acının gelmesini engelleyebileceğini düşünenlerin müziği. Siz hâlâ bunalıma girmek için Portishead'in “Dummy”'sini, Cat Power'ın “Moon Pix”'ini veya Tindersticks'in ilk iki albümünü mü tercih ediyorsunuz? “I Could Live In Hope”'u mutlaka dinleyin. Eğer müzikte ufuklarınızı genişletmeye açıksanız, albüm hakkındaki düşünceleriniz aşağıdaki iki seçenekten biri olacaktır:

            1-) Onu çok seversiniz ve başucu albümlerinizden biri olur.

            2-) Moralinizi bozar, ondan nefret edersiniz ve sizi ağlatır.

İnanın başka bir olasılık düşünemiyorum. – Kıvanç.

www.chairkickers.com

 

INDEX

 


MANIC STREET PREACHERS – “Generation Terrorists” 1991


“Generation Terrorists” Manic Street Preachers'ın ilk albümü, ve grubu 90ların sonlarında “Everything Must Go” veya “This Is My Truth Tell Me Yours” ile tanıyan dinleyicileri oldukça şaşırtacak bir çalışma. Grup üyeleri “Generation Terrorists”'i âdeta sadece kendi dinledikleri grupların müziğinin bir karışımı olarak görmüş olmalı ki, “Generation Terrorists” piyasaya sürülüş zamanı da dikkate alındığında bariz bir Guns N' Roses albümü gibi duruyor! Evet, Manic Street Preachers 90'ların en önemli İngiliz gruplarından biri. Peki neydi onları bir Amerikan rock albümü yapmaya iten şey? Bunu görebilmek için sanırım grup üyelerini biraz daha yakından tanımak gerekiyor.

Manic Street Preachers 80'lerin sonlarında Galler'de kuruldu. İlk kadro şu şekildeydi: James Dean Bradfield (gitar), Nicky Wire (gitar), Sean Moore (bateri –bu çocukta tam Türk tipi vardır–) ve Flicker adlı soy ismini bilmediğim bir şahıs (bas gitar). Daha sonra Flicker gruptan kovuldu ve yerine gitar çalmak hakkında en ufak bir bilgisi olmayan Richey James getirildi. Bunun iki sebebi vardı: 1-) Richey, Nick'in en iyi arkadaşıydı. 2-) Yakışıklıydı.

Grup üyeleri zamanla Richey'e gitar çalmasını da öğrettiler ve gerçek bir grup olmaya başladılar. O dönemde en çok dinledikleri gruplar Guns N' Roses, Public Enemy ve The Clash'ti. Eh, durum böyle olunca ilk kaydettikleri şarkıların sert olmaması beklenemezdi.

Grubun tek bir amacı vardı: Guns N' Roses'ın yaptığını yapabilmek. Guns ilk albümleri “Appetite For Destruction” ile dünya çapı 17 milyon albüm satmayı başarmıştı (16 milyonu Amerika'da olmak üzere). Manics de kendi “Appetite For Destruction”'ını yapmak istiyordu. Ve oldukça alçakgönüllüydüler: 17 milyon satmak gibi bir hedefleri yoktu, amaçları sadece 16 milyon satabilmekti! Ardından da grubu dağıtacaklardı. Kendilerine o kadar çok güveniyorlardı ki, albümün 16 milyon satmaması gibi bir olasılığı akıllarının ucuna bile getirmemişlerdi.

“Generation Terrorists” 300 bin adet sattı. Ve grup dağılmama kararı aldı. Aslında iyi yapmışlar, çünkü daha ileride bundan daha iyi albümlere imza attılar. Ama bir bakıma da dağılmış gibi oldular, çünkü bundan sonra kaydettikleri hiçbir şey “Generation Terrorists”'e benzemeyecekti.

“Generation Terrorists” 73 dakikalık bir double albüm ama içinde ancak 40 dakikalık iyi müzik var. İstediğiniz kadar dinleyin, bunun çok iyi bir albüm olduğunu iddia etmek yanlış olacaktır. Zaman zaman çok özel anları var elbette ki, örnek: “Motorcycle Emptiness”, hâlâ grubun en etkili şarkılarından biri. “Repeat (Stars And Stripes)”’ı dinlemeye başladığınızda ise “Ne oluyoruz yahu?” gibi bir tepki vermeniz muhtemel, şarkının girişi Public Enemy'nin hip hop klasiği “It Takes A Nation Of Millions To Hold Us Back”'in açılış şarkısı “Countdown To Armageddon”’dan alınmış, ama yerine pek oturduğu söylenemez, illâ Public Enemy dinlediğinizi niye gözümüze sokuyorsunuz kardeşim? Albümün en can alıcı şarkılarından “Little Baby Nothing”’de James'e vokallerde eşlik eden bayan ise porno yıldızı Traci Lords'dan başkası değil. Aslında grup ilk başta Kylie Minogue'a teklif götürmüş, ama Kylie'nin istediği parayı bulacak halleri olmadığından Lords ile anlaşmışlar. Yine “Little Baby Nothing” havasındaki, albümün en ünlü şarkısı “You Love Us” da etkili rifflere sahip sıkı bir rock şarkısı.

Peki “Generation Terrorists”'de yeni ne var? Elbette hiçbir şey. Dediğim gibi Manic'ler dinledikleri müziği direkt olarak yansıtmışlar bu albüme. Orijinal bir yapıt değil, 18 şarkının yarısının gereksiz olduğu söylenebilir. Ama yukarıda da saydığım gibi birkaç adet çok güzel şarkı var, bunlara “Born To End” ve “So Dead”’i, eh hadi bir de “Rocket Queen” taklidi yapan finaldeki “Condemned To Rock ‘N’ Roll”’u da eklemek mümkün. Ancak grup her ne kadar özenti bir müzik yapmış olsa da, kumaşının kaliteli olduğunun işaretini vermiş “Generation Terrorists” ile. Bundan sonra yaptıkları “Gold Against The Soul”'da, “Generation Terrorists”'teki kadar bile güzel şarkı bulmak mümkün değil, ardından gelen “The Holy Bible” ise her ne kadar ilk iki albümlerinden daha iyi olsa da, grubun istediği patlamayı hâlâ yapamamış olması sebebiyle yine geri plânda kalmıştı. Manic’ler asıl çıkışını, zamanla grubun en önemli üyesi olan Richey James'in kaybolmasından sonra gelen “Everything Must Go” ile âdeta sürpriz bir şekilde yapmış ve bir anda İngiltere'nin en popüler grubu oluvermişti. Evet, “Everything Must Go” ve ardından gelen “This Is My Truth Tell Me Yours” kuşkusuz grubun en kaliteli eserleri, ancak hiçbiri “Generation Terrorists”'den daha cool değil. Çünkü bu Manics, başka bir Manics! – Kıvanç.

www.manics.co.uk

 

INDEX

 


MEKONG DELTA – “The Music Of Erich Zahn” 1988 Aaarrg Records


Söz konusu albüm Mekong Delta’nın “The Music Of Erich Zahn”’ı olunca konuya nasıl gireceğimi bilemiyorum. En iyisi kolay yoldan girmek: “The Music Of Erich Zahn” tüm zamanların en orijinal, en benzersiz Metal albümlerinden birisi ve aynı zamanda benim için tüm zamanların en iyi 10 albümünden biri. Eğer bir albüm hakkında bu kadar övgü yapılıyorsa o albümün en azından “kötü” olma şansı hiç yoktur. “The Music Of Erich Zahn” tam anlamıyla bir “sanat eseri” ve Thrash Metal’de orijinal şeylerin hala yapılabileceğinin en iyi göstergesi – hem de 1988’den kalmasına rağmen!

Mekong Delta ‘80’lerin en ilginç projelerinden biriydi. Bunun nedeni Aaarrg Records’un sahibi ve aynı zamanda Warlock, Living Death, Steeler gibi ‘80’lerin önde gelen Alman gruplarının ses teknisyeni olan Ralph Hubert’in 1985 senesinde başlattığı, farklı gruplardan çeşitli Alman müzisyenleri bir araya getirerek o günün müziklerinden tamamen bağımsız, yenilikçi bir şeyler yaratmak için kurduğu bir proje olmasıydı. 4 kişiden oluşan ilk kadroda ilginçtir, Ralph Hubert kendisi yer almıyordu. Grubun sonraki 5 kişilik kadrosunda Ralph Hubert bas çalıyordu ve davulda Running Wild, Grave Digger gibi gruplardan tanıdığımız Jörg Michael, gitarlarda Living Death gitaristleri Frank Fricke ve Reiner Kelch ile vokallerde Wolfgang Borgmann yer alıyordu. Ancak Metal piyasasında Alman müzisyenlere fazla ilgi gösterilmeyeceği düşünüldüğünden elemanlar takma isimler kullandılar, dahası hiç konsere çıkmadıkları gibi hiç fotoğraf da çektirmiyorlardı, bu da grubun “esrarengiz” bir havaya sahip olmasını sağlıyordu. Self-titled albümleri 1987’de, birazdan bahsedeceğim “The Music…” ise 1988’de yayınlandı. Sonra grup elemanları farklı gruplarda çaldığından kadroda istikrar sağlanamadı, buna rağmen 1990’a dek “The Principle Of Doubt” ve “Dances Of Death (And Other Walking Shadows)” gibi iki sağlam albüm daha yayınladılar. Metal dünyası için dertlerle dolu geçen 90’ların ilk yarısında ise vokalistleri Borgmann ve baterist Michael grupta yoktu, ancak 1994’e kadar “Kaleidescope” ve “Visions Fugitive” albümlerini yayınladılar, dahası turneye çıkmaya başlayarak bir de konser albümü yayınladılar. Grubun son çalışması 1997’de yayınlanan enstrümantal “Pictures At An Exhibition” oldu. Grup yıllardır yeni bir çalışmaya imza atmamasına rağmen Progressive Thrash Metal tarzında imza attıkları birbirinden başarılı albümleri ile çok "ayrı" bir konuma sahip.

“The Music Of Erich Zahn” grubun tek konsept albümü ve Queensryche’ın “Operation Mindcrime”’ı ile “Iron Maiden’ın “Seventh Son Of A Seventh Son” albümleri ile aynı sene çıkmasının yanında, özellikle “Seventh Son…” ile oldukça benzer bir temaya sahip. Albüm H.P. Lovecraft’ın aynı isimli kısa öyküsünden uyarlanmış olsa da buradaki konseptte öyküdekinden daha fazlası var.

İsterseniz öyküyü bir hatırlayalım: Kahramanımız tekinsiz, esrarengiz Auesil sokağında bir pansiyona taşınır. Burada geceleri pansiyonun en üst katından gelen keman sesleri dikkatini çeker. İsimsiz kahramanımız (bundan sonra Lovecraft olarak geçecek) en üst katta Erich Zahn isimli yaşlı, sağır ve dilsiz bir kemancının yaşadığını öğrenir. Lovecraft en sonunda merakına yenilir ve kemancıyı ziyaret eder. Bu arada kemancının odası, bir yokuş üzerine kurulmuş sokağın en yüksek noktasıdır, dahası sokağın sonundaki yüksek duvarın ardının görülebildiği tek yerdir. Lovecraft pencereyi açıp duvarın ardını görmek istediğinde kemancı telaşlanarak onu engeller. Ona her şeyi yazacağını söyler. Daha sonraki günlerde kemanın çaldığı melodiler gittikçe garipleşir, adeta Erich Zahn kemanını kullanarak bilinmeyen bir güçle mücadele etmektedir. Bir gün sesler iyice garipleşir ve en sonunda aniden kesilir. Lovecraft koşarak Erich Zahn’ın odasına çıkar ve gördüğü manzara karşısında şok olur. Kemancı gitmiştir, pencere açıktır ve odada parçalanmış İncil yaprakları dört bir yana saçılmıştır. Lovecraft kemancının kimsenin farkında olmadığı ama dünyayı acıya ve kötülüğe boğan gizli bir güçle, müziği aracılığıyla mücadele ettiğini, ama bunu kimseye anlatamadığını anlar. Erich Zahn bu mücadelede kendini feda etmiştir. Lovecraft son olarak pencereye yaklaşır, duvarın ötesine bakar, gördüğü manzara karşısında şok geçirerek önce pansiyondan, sonra da Auesil sokağından kaçar (duvarın ötesinde ne olduğu sürpriz olsun, hikayeyi okuyup kendiniz görün). Kendine geldiğinde sokağa geri dönmek ister, ama sokağı bulamaz, adeta hiç varolmamışçasına kaybolmuştur…

Grup öyküyü bir yandan yine orijinalinde olduğu gibi fantastik temeller üzerinde tutsa da, insanların farkında olmadığı ve içlerinde yaşadıkları çürümüşlüğü, kötülüğü günümüz dünyasına uyarlamış. Söz konusu karakterin savaştığı bu kötülüğü yayan karanlık güçten bahsedilirken, bir yandan da gücün ve paranın esiri olmuş günümüz toplumuna çok sert eleştiriler yöneltiliyor (“True Lies”). Erich Zahn insanların günlük yaşamları içinde görmezden geldikleri “deliliği” (“Confessions Of Madness”) görüyor ve dahası bu deliliğin sürmesi sonucunda neler olacağına tanık oluyor (“Memories Of Tomorrow”). Aynı “Seventh Son…”’da olduğu gibi insanları uyarmak istiyor ancak başarılı olamıyor (öyküdeki “dilsizlik” bunun bir metaforu olarak görülmüş olabilir). Ve sonuçta yine öykünün orijinalinde olduğu gibi kendini feda ediyor, ve albüm şu sözlerle tam anlamıyla boşlukta noktalanıyor “Ne öğrendik ki? Hiçbir şey değişmedi…”.

Albümdeki müziği tarif etmek oldukça zor çünkü aynı dönemden, daha doğrusu aynı janr içersindeki gruplardan Mekong Delta’ya benzeyenine rastlamadım şu vakte dek. Kabul, müziklerinin içindeki belirli öğeler başka grupları hatırlatıyor, örneğin vokaller biraz Forbidden’ı anımsatırken, müzikteki ölçü değişimleri, komplike riffler Paradox’u ya da Hexx’i anımsatıyor. Ancak Mekong Delta’nın müziğini benzersiz yapan şeyler hiç şüphesiz ki kullandıkları özenle seçilmiş karanlık, tekinsiz riffler, müziğin “aşırı” komplike olmasına rağmen son derece akıcı yapısı, gerek vokallerde, gerek gitarlarda kullandıkları efektler, her bir enstrümanın adeta suyu çıkartılırcasına birbirinden farklı partisyonlar çalması, 4 hatta 5 farklı gitar partisyonunun beraber gittiği kısımlar. Mekong Delta “The Music Of Erich Zahn”’da tüm bu ekstrem unsurları soğuk, karanlık bir sound içersinde birleştiriyor ve ortaya kafa karıştırıcı, donuk ve bunaltıcı bir müzik çıkıyor; aynı Lovecraft’ın öykülerindeki yapı gibi!! Şu ana dek Lovecraft’tan etkilenen birçok grup gördüm (bilhassa Black Metal grupları), ancak Lovecraft’ın paranoyak, karamsar yazım tarzına bu kadar yakın bir karşılık getiren bir gruba daha rastlamadım.

Hiç şüphesiz grubun bu öğeleri bu kadar benzersiz bir biçimde bir araya getirmesinde grubun sahip olduğu senfonik altyapının da büyük bir rolü var. Gitarların davranışları klasik Thrash rifflerinin çoğu kez dışına çıkıyor; 4/4’lük ölçüyü albüm boyunca çoğu yerde mumla ararken bilhassa sololarda ve müziğin üzerinde giden armonik gitar partisyonlarında müzik adeta yaylı enstrümanlar için yazılıp daha sonra gitar ve basa uyarlanmış havası veriyor. Bu bahsettiğim yapının albümdeki en iyi örnekleri hiç şüphesiz “Confessions Of Madness” ile “Memories Of Tomorrow”. Özellikle “Memories Of Tomorrow”’un nakarat bölümünde bas gitarın gitarlardan tamamen bağımsız olarak farklı melodiler çalması dikkat çekici, ki albüm boyunca mükemmel kullanılan bas gitar bu yapıyı sürekli olarak sergilemekte. Buradaki bas kullanımı gerçekten inanılmaz (bkz. Steve DiGorgio), bas gitar miksajda oldukça yukarıda tutulmuş , üstüne üstlük bas partisyonları da böyle mükemmel yazılınca sonuç tam bir ses ziyafetine dönüşüyor.

Albümdeki sololara da özel olarak değinmek gerekir; sololar kesinlikle “dolgu malzemesi” olarak düşünülmemiş, çoğu kez ardı ardına kısa ama farklı yapıda sololar geliyor, bunlara bas soloları da dahil (“Age Of Agony”, “The Final Deluge”). Grup dediğim gibi gitarlar üzerinde yer yer farklı efektler kullanmış, ki kulağım beni yanıltmıyorsa söz konusu efektler Pestilence’ın “Spheres” albümünde kullanılan ve gitardan viyolonsel sesi çıkartabilen synthesizer’ların eski birer modeli olsa gerek. Keza albümdeki karanlık hava yer yer söz konusu albümü çağrıştırmıyor da değil (tabi ki bu çok daha kalıplı bir albüm). “True Lies”’ın girişi buna iyi bir örnek. Söz konusu efektler vokallerde de mevcut, özellikle grubun yer yer kullandığı “acayip” bir efekt var ki garip gelebilir ama neredeyse kuş sesini andırıyor (tam tarif edemiyorum, dinleyince görürsünüz). “Age Of Agony”’nin nakarat kısmında bu efekt çok mistik bir hava veriyor. Albümün en güzel yönlerinden biri ise sürükleyiciliği. Böyle kafa karıştırıcı bir müzik ile albüm son derece sıkıcı bir hale gelebilirdi ama grup albümün dinamizmini birbirinden farklı farklı yapılar gösteren parçaları birbiri ardına, adeta bir zincirin halkaları gibi sıralayarak sağlıyor.

Bu noktada “Interludium” başlıklı ve albümün tam merkezinde yer alan enstrümantal parçadan bahsetmek gerekir diye düşünüyorum. Söz konusu parça dinlediğim en iyi enstrümantal parçalardan birisi ve tek kelimeyle dehşet verici. Grup bu parçada oldukça melankolik bir klasik gitar partisyonunun ardından “Psycho” filminin Bernard Hermann imzalı unutulmaz müziğini sample olarak kullanıyor ve geride kalan “metal” enstrümantasyonunu kendileri kotararak Therion’un asla ulaşamadığı görkeme sahip bir senfonik metal çalışması çıkarıyor ortaya. Bu parçada albüm boyunca üstün bir performans gösteren Jörg Michael’ın performansı doruğa çıkıyor. Kapanıştaki “Epilogue” ise sadece vokal ve klavye ile oluşturulmuş, tarif etmek için kelimelerin yetersiz kalacağı bir çalışma.

Albüm bir bütün olarak lirikleri takip dilerek dinlendiğinde inanılmaz etkileyici oluyor, ama parça parça değerlendirildiğinde de çok güçlü bir sonuç var ortada; “Age Of Agony” ve “The Final Deluge” gelmiş geçmiş en iyi Thrash Metal parçaları arasına kafadan girebilecek eserler.

“The Music Of Erich Zahn”’ın hiç şüphesiz en büyük sorunu prodüksiyonu; sound kirli ve boğuk. Ama hani bazı albümler vardır ya, kötü prodüksiyon atmosferini hepten güçlendirir, gücünü yükseltir, işte “The Music Of Erich Zahn”’da da bu durum söz konusu. Sound’un boğukluğu müziğin atmosferini iyice kuvvetlendiriyor.

Albümün CD versiyonunda bonus olarak daha önceden bir EP’lerinde yer alan “The Gnome” yer alıyor, ki söz konusu parça bir klasik müzik uyarlaması. O da dehşet verici bir çalışma.

“The Music Of Eric Zahn” yapıldığı zamanın çok ötesinde bir çalışma olmasının yanı sıra bugün bile benzersizliğini koruyor. Bence tüm zamanların en iyi Metal albümlerinden biri. Bugün neredeyse “obscure” bir konumda bulunan bu albüm kesinlikle çok daha fazla ilgiyi hak ediyor. “The Music Of Erich Zahn” bir sanat eseri ve bir albümden çok bir “tecrübe”. Arşivinize mutlaka katın, pişman olmayacağınızı garanti ediyorum. - Mert.

www.bnrmetal.com/groups/mede.htm

 

INDEX

 


MY BLOODY VALENTINE – “Loveless” 1991 Creation Records


My Bloody Valentine'in “Loveless”'ı 90’ların en güzel albümlerinden biridir. Belki en güzeli olmayabilir, ancak kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçek var: “Loveless” 90’ların en önemli albümüdür. Nokta.

My Bloody Valentine 1988'de ilk albümü “My Bloody Valentine Isn't Anything”'i yayınladığında, o yılın en iyi albümlerinden birini kaydettiğinin farkında değildi muhtemelen, aynen “Loveless”'ı piyasaya sürdüklerinde müzik tarihinin en orijinal eserlerinden birine imza attıklarının farkında olmadıkları gibi. “Loveless” dinleyebileceğiniz en sert rock albümlerinden biri, ama bu şaheserin hard rock veya heavy metal ile uzaktan yakından alakası yok. Distortionlı gitarlarının kol gezdiği “Loveless”'ın ardında son derece basit ve içten pop şarkıları yatmaktadır, ancak bunu çözümleyebilmek gerçekten derin bir gözlem gücü gerektirir. Çoğu insan “Loveless”'ı “kafa s*ken, beyin uyuşturan bir albüm” olarak görür. “Loveless”'ın beyninizi uyuşturduğu doğrudur, ancak kafanızı s*kmez, sizden sadece onu birazcık çalıştırmanızı ister. Bu çabayı gösterdiğiniz takdirde, ortaya çıkan sonuçtan memnun kalmamanız zaten mümkün değildir.

“Loveless” hâlâ rock tarihinin en iyi açılış şarkılarından biri olan görkemli “Only Shallow” ile açılır. My Bloody Valentine, adına shoe-gazing denen akımın en önemli grubunun neden kendileri olduğunu çok iyi kanıtlar bu parçayla bizlere: “LOOK IN THE MIRROR, SHE'S NOT THERE / WHERE SHE WON'T CARE SOMEWHERE”. Hazır söz shoe-gazing'den açılmışken bunun ne anlama geldiğine de değinelim. Shoe-gazing bir müzik türü değil, bir yaşam biçimidir. Son derece utangaç oldukları için konserlerde seyircilerin yüzlerine bile bakamayıp başlarını önüne eğen ve ayakkabılarını seyreden gruplar kastedilmektedir shoe-gazing ile. Ride, Cranes ve Slowdive shoe-gazing'e dahil edilen gruplardan birkaçıdır.

“When You Sleep” albümün en rahat dinlenen şarkılarından biridir ve “Loveless”'ın en melodik parçası olarak da adlandırılabilir. Gitarlar beyninizi okşar, davul hiç susmaz, vokaller kalbinize işler ve siz de eriyip bitersiniz. Ardından yine “When You Sleep” gibi beyni çok fazla yormayan iki şarkısı daha gelir albümün: “I Only Said” ve “Come In Alone”. Sözler basittir ve melodiler komplike değildir My Bloody Valentine'da; ama ne sözleri kolay kolay anlayabilirsiniz, ne de melodileri rahatça ayırdedebilirsiniz. Bunun en güçlü örneği albümün en karanlık şarkısı olan “Sometimes”’da görülür: “I DON'T KNOW, BUT YOU COULD NOT LOVE ME NOW... / ... YOU CAN HIDE, MY LOVE, BUT WHERE TO?”

“Blown A Wish”’in başlamasıyla “Sometimes”’ın yarattığı karanlık hava dağılır:

“MIDNIGHT WISH, BLOW ME A KISS / I'LL BLOW ONE TO YOU.

MAKE LIKE THIS, TRY TO PRETEND IT'S TRUE.”

Ancak şarkının sonundaki dizeler tüyler ürperticidir:

“FALL APART MY BLEEDING HEART, NOTHING LEFT TO DO.

ONCE IN LOVE, I'LL BE THE DEATH OF YOU.”

Finale doğru gelen “What You Want” gitarlarıyla yine beyninize darbeleri göndermeye başlar. “Loveless”'ın son ve en uzun şarkısı olan “Soon” ise (yaklaşık 7 dk.) albümün en iyi bestesi olma konusunda “Only Shallow”, “Sometimes” ve “When You Sleep” ile yarışabilir. Aynı zamanda da “Loveless”'ın en kolay dinlenen şarkısıdır.

“Loveless”'ın müziği öylesine etkilidir, ama vuruşları bir o kadar da bilerek geri plâna atılmıştır ki, gruba bir kez daha saygı duyarsınız: Bu harika melodileri daha normal bir şekilde kaydetselermiş, bu albüm yine aynı dönemde piyasaya sürülen Nirvana'nın “Nevermind”'ı kadar satabilirmiş. Ancak MBV'ın esas adamı olan Kevin Shields ve arkadaşları bizlere çözümü zor bir problem bıraktılar: “Loveless”. Aradan 13 yıl geçti ve biz hâlâ bu problemi çözebilmiş değiliz. Bu süre zarfında Nirvana da My Bloody Valentine da adlarını müzik tarihine altın harflerle yazdırdı. Ama şu soruma dürüst bir şekilde cevap verin: “Nevermind”'ı en son ne zaman dinlediniz? 1 ay önce? 3 ay? 2 yıl? Ah...! Emin olun “Loveless”'ı bir ay dinlemeyeceğiniz hiçbir dönem olmayacak hayatınızda, çünkü “Loveless” âdeta her dinlendiğinde bir başka albüme dönüşüyor, ve sanırım asıl gücünü de buradan alıyor. – Kıvanç.

http://cgi.di.uoa.gr/~postg21/

 

INDEX

 


NEW ORDER – “Power, Corruption & Lies” 1983 CentreDate Co Ltd.


New Order'ın ikinci albümü olan “Power, Corruption & Lies” grubun 80’lere damgasını (gerçek anlamıyla) vuran bir yapıtı. Bundan sonra yaptıkları “Low-life” (1985) ve “Technique” (1989) de en az bunun kadar güzeldi, ama hiçbiri New Order ruhunu “Power, Corrupton & Lies” kadar iyi yansıtamadı.

New Order, Joy Division vokalisti Ian Curtis'in 1980'deki şok intiharının ardından, Joy Division üyeleri Bernard Sumner (asıl adı Bernard Albrecht), Peter Hook ve Stephen Morris tarafından Manchester'da kuruldu. Kısa bir süre sonra da Gillian Gilbert gruba dahil edildi. Rock tarihinde Joy Division kadar ilham verici bir topluluk olmadı belki New Order, ancak hem Bernard Sumner zamanla yeteneklerini geliştirerek daha iyi bir müzisyen ve besteci oldu, hem de diğer grup üyeleri New Order'a çok şey kattılar. Ve bugünden bakıldığında New Order'ın Joy Division'dan daha yetenekli bir grup olduğu aşikârdır. Ancak bu elbette ki biraz da zamanlama ile ilgili bir şeydir; Ian Curtis'in zamansız ölümü gerçekleşmeseydi, muhtemelen Joy Division çok daha büyük bir grup olacaktı.

New Order'ın ilk single’ı “Ceremony” Ian Curtis ölmeden önce kaydedildiği için grubun Joy Division'a oranla daha dinlenebilir (ve iyimser) olan müzikal atmosferinden biraz uzak durur; ancak grup zamanla kendi kimliğini ve müzikal tarzını oturtmuştur. New Order ilk albümü “Movement”’ı 1981'de yayınlamış ve iyi eleştiriler almıştı. Ardından gelen “Power, Corruption & Lies”’ın müzikalitesi ise sadece ‘iyi eleştiriler’ almakla yetinmeyecek kadar üstündür. Grup aynı dönemde “Blue Monday” single’ını da yayınladı ve bir anda Britanya'nın en sevilen İngiliz grubu konumuna yükseldi. “Blue Monday”, Elton John “Candle In The Wind”’i Lady Diana'nın ölümü sebebiyle bir kez daha single olarak yayınlayıncaya kadar da İngiltere tarihinin en çok satan single’ı olarak kaldı. Ayrıca hiçbir New Order stüdyo albümüne dahil edilmeyerek ilginç de bir gizeme sahip oldu. Gerçi “Power, Corruption & Lies”’ın yeni baskısında “Blue Monday”’in de bulunduğuna dair dedikodular duydum, fakat ben CD'nin ilk çıkan versiyonuna sahibim ve bu baskı “Blue Monday”’i içermiyor.

“Power, Corruption & Lies” bir synth-pop şaheseri olmasının yanısıra, cayır cayır da bir rock albümüdür. İçerdiği 8 sekiz şarkıyı da birbirinden ayırmak mümkün değildir; herbiri çok özel ve üstün eserlerdir ve biri diğerlerinin arasından sıyrılıp ön plâna çıkmaz, bu da 43 dakikalık “Power, Corruption & Lies”’ı hiç sıkılmadan ve keyifle dinlenen bir albüm haline getirir. Açılıştaki “Age Of Consent” hipnotize edici bir gitarla sizi etkisi altına alır. Finaldeki “I'VE LOST YOU... I'VE LOST YOU” diye giden dizeler, Joy Division'ın günümüz gençliğini hâlâ etkileyen tekinsiz sadeliğinin etkisiyle ortaya çıkmış gibidir. “We All Stand” son derece gotik bir parçadır; Cocteau Twins ve Siouxsie And The Banshees gibi gotik grupların en atmosferik şarkıları kadar etkilidir de. “The Village” günümüz tekno müziğinin öncülerindendir. Dikkatli kulaklar şarkının klavye partisyonlarını The Cure'un “Inbetween Days”’ine benzetebilir, ancak “The Village” bu şarkıdan daha eskidir, bunu da belirtmek lazım. “OUR LOVE IS LIKE THE FLOWERS... THE RAIN AND THE SEA AND THE HOURS” dizeleri albümün kapağına bir gönderme olmasının yanısıra, bir şair gibi tınlamak için şair olmak gerekmediğinin son derece yalın bir örneğidir. 7 buçuk dakikalık “586” grubun zaman zaman deneysel takıldığı, ama bu durumda bile sadeliğinden ödün vermediği bir bestedir. Şarkının 2. dakikasından itibaren “Blue Monday”’in riffleri duyulmaya başlar. Grubun “Blue Monday”’i albüme almama sebebi belki de budur. “Your Silent Face”’deki muhteşem klavye kullanımı ise, belki de bu enstrümanın pirleri Depeche Mode ve Human League'in bile hiç yakalayamadığı kadar olağanüstü güzelliktedir. New Order aradaki çizgiyi çekmesini çok iyi becermiştir, böyle bir yorumda bulunmamın sebebi sanırım budur. Evet, klavye yerinde kullanıldığında çok etkili bir enstrümandır, ancak sadece klavyeden oluşan bir müziği dinlemek de zamanla sıkıcı olmaya başlayacaktır. “Ultraviolence” adı gibi vahşi bir şarkıdır, içerdiği “EVERBODY MAKES MISTAKES / EVERYBODY MAKES MISTAKES / EVEN ME” sözleri, megaloman insan Billy Corgan'ın asla yazmayacağı alçak gönüllülüktedir. “Ecstasy” adlı enstrümantal, bilgisayar destekli müziğiyle günümüz ambient'ının Boards Of Canada, Aphex Twin gibi etkin isimlerine ilham kaynağı olmuş gibi gözükmektedir. Albüm “Leave Me Alone” adlı gitar ağırlıklı bir şarkı ile son bulur. Bu şarkı riffleri itibariyle açılıştaki “Age Of Consent”’i andırdığı için, albümü CD'den dinlediğiniz takdirde, repeat özelliği açık ise, albümün sona erip tekrar baştan başladığını fark edemeyebilirsiniz.

Albümle ilgili söyleyebileceğim tek kötü şey içerdiği booklet'in yetersizliği. İç kapak açıldığında ortaya çıkan tek şey böyle çiçekler, güller falan. Hoş olmuş tabi, ama biraz fazla sade. Hatta öylesine sade ki, ne grupla ilgili bir bilgi bulmak mümkün, ne de şarkıların isimlerini! Şarkıların isimleri sadece CD'nin üzerinde yazıyor, arka kapakta bile bu konuda bilgi bulmak mümkün değil. Neredeyse plâk şirketinin adını bile yazmayacakmış abiler!

“Power, Corruption & Lies”’ı 80’ler müziğine gönül vermiş herkes dinlemeli. Hem rock, hem de dans dinleyicileri aradıkları herşeyi bu harikulade albümde bulabilirler. – Kıvanç.

 

INDEX

 


OFFICIUM TRISTE – “Ne Vivam” 1997 Teutonic Existence Records


’97 senesinde Officium Triste davulcusu Martin bana bu CD’yi yolladığında elimde ilerde “klasik” olarak nitelendireceğim bir albüm tuttuğumun farkında değildim. Son derece gösterişsiz, hatta ilginçtir, Pentagram’ın “Trail Blazer” albümününkiyle neredeyse tamamen aynı bir ön kapak, yine aynı koyu tonlarda iç sayfalar, siyah beyaz grup fotoğrafları. Görsel kısmı müziği açısından pek de bir şey vaat etmiyordu “Ne Vivam”’ın. Ancak müziği dinlemem ve afallamam da bir oldu. Officium Triste dinlediğim en iyi Doom Metal albümlerinden birini, bir Doom Metal manyağı olan bana bizzat kendileri ulaştırmıştı. Geçen dakikalar sonunda müziğin hem inanılmaz heavy hem de inanılmaz melankolik havasında kaybolup gittim. Ve sonunda şu karara vardım: “Ne Vivam” çok çok iyi bir Doom Metal albümü. Doom Metal’in herhangi bir türünü seven herkesi kendine rahatlıkla çekebilecek bir albüm çünkü son derece saf ve sade, aynı ölçüde de görkemli. Bugünden bakıldığında benim için “Ne Vivam” yılların eskitemediği gerçek bir klasik konumunda. Bu albüm Cathedral’ın “Forest Of Equilibrium”’u, Disembowelment’ın “Transcendence Into The Peripheral”’ı veyahut Funeral’ın “Tragedies”’i gibi albümlerle aynı seviyede. Ancak bu albümü bir klasik yapan şey Britanya Doom Metal’i kalıplarından çok fazla taşmamasına ve türe çok yeni fazla bir şeyler getirmemesine rağmen sadece 5 kişilik bir kadroyla bu kadar “dolu” ve catchy bir sound üretilebilmiş olması ve içerdiği birbirinden mükemmel 8 parça boyunca kalite seviyesini hiç düşürmemesi. Albümde bütün parçalar inanılmaz, ve bu İngiliz Doom Metal’inin “yabancı” bir grup tarafından üretilmiş belki de en mükemmel örneği.

Müziğe geçmeden önce fantastik bir hareket ile prodüksiyona değineceğim. Albümün prodüksiyonu tek kelimeyle mükemmel. Grup albüm için Excess stüdyosunu kullanmış. Gitarlar inanılmaz heavy ve nefis tonlara sahip, ancak en önemlisi öyle bir davul tonu var ki tek başına bile dinlenebilir. My Dying Bride’ın “Like Gods Of The Sun”’daki davul tonları seviyesinde, belki daha bile iyi, tek kelimeyle harika. Genel olarak çok temiz, yüksek ve çok güçlü bir ses örgüsü sunuyor “Ne Vivam” bizlere ve bu da müziğin kalitesini en temiz bir şekilde görmemizi sağlıyor. Grup tamamen gitar müziği yapıyor ve bu nefis prodüksiyon içinde akustik kısımlar ile inanılmaz heavy bölümler o kadar güzel dengelenmiş ki Academy’den çıkmış kayıtlarla aşık atacak bir sonuç var ortada.

Müzikal açıdan albüme baktığımızda komplike olmayan, genel olarak kolay dinlenebilir, melodik ve melankolik parçalar dikkat çekiyor. Müzik eski Anathema ve My Dying Bride etkilerine sahip, ancak grubun Cathedral vari groovy riffler ve nefis rock tınılarına sahip parçaları da yok değil. Müzik bazı kısımlarda nefis melodik sololarla klasik Heavy Metal basitliği ve duygusallığına ulaşırken bazı bölümlerde ise çok yavaş Doom Metal katliamı sunuyor. Vokaller derin bir brutalliğe sahip, Darren White etkisi hissediliyor, ancak ondan daha melodik bir kimliğe sahip.

“Frozen Tears”, “Dreams Of Sorrow”, “A Journey Through The Lowlands Green” orta tempolu, duygu yüklü ve kolay dinlenebilir Doom Metal çalışmaları; üçü de birbirinden güzel. Yer yer oldukça karamsar bir bütünlük gösterseler de temelde tatlı bir hüzne sahipler. “Lonesome” verse riffleriyle My Dying Bride’ı feci şekilde hatırlatsa bile daha melodik ve basit bir yapıya sahip, ve bir Doom Metal fanının rüyası gibi. “Stardust” Groovy riffler ile melodik ve hüzünlü bölümlerin nefis bir karışımı. “Psyche Nullification” albümün en karanlık ve yavaş parçası, “Forest Of Equilibrium” kanı taşıyor demem mümkün. Ancak en vurucu parça 9 küsur dakikalık epik “One With The Sea”. İnanılmaz bir duygusal yıkım, harika gitar armonileri, duygu yüklü lirikler ve inanılmaz bir bateri performansı. Son parça “The Happy Forest” ise heavy olsa da albümün en tatlı, en pozitif duygular barındıran parçası ve hüznün her rengiyle kaplı bir albümü tamamlamak için en iyi seçim.

Albümdeki lirikler oldukça basit ve sade, ancak aynı ölçüde de etkili. Vokalist Pim’in seçtiği cümlelerde inanılmaz bir samimiyet hissediliyor.

Bir bütün olarak baktığımızda “Ne Vivam” kulağa tanıdık gelen riffleri ve kolay dinlenebilir parçalarıyla çok özel bir albüm gibi görünmeyebilir ama albümü asıl özel kılan da bu zaten, Officium Triste “Ne Vivam”’da saflığın ve basitliğin içinde mükemmelliğe ulaşmış; melodiler müthiş uyumlu, sololar harika, clean gitar pasajları nefis ve her şey son raddede akılda kalıcı. “Ne Vivam” “Doom Metal nedir?” diye soracak olanlara, sırtını klavye değil de tamamen Metalin temel enstrümanı olan gitar’a dayadığı için dinletilecek ilk albümlerden biri olmalı.

Oldukça çalkantılı bir kariyere sahip olan Officium Triste bence asla hak ettiği yere gelemedi. Sizlere “Ne Vivam”’ın yanında Amerikalı Heavy Doom grubu Cold Mourning (Hi Angelo!) ile yayınladıkları split MCD’lerini ve 2001’de yayınladıkları “The Pathway” albümlerini de öneririm, özellikle ikincisi dinlediğim en iyi Doom Metal parçaları arasında adını rahatlıkla sayabileceğim “Roses On My Grave”’i de içeriyor. Yeni albümleri "Reson" yakında piyasaya çıkacak. Grubun websitesini muhakkak ziyaret edin ve mp3lere muhakkak bir göz atın, zira ilk demoları ve “Mountains Of Depressiveness” adlı kült EP’lerini olduğu gibi indirebiliyorsunuz. “Ne Vivam”’ın sınırlı sayıda plak olarak tekrar yayınlandığı bu günlerde bir Doom Metal dinleyicisinin bu başyapıta karşı kayıtsız kalması bir nevi vatan hainliği olur, daha fazla söze de gerek yok. – Mert. 

www.officiumtriste.com

 

INDEX

 


PAVEMENT – “Crooked Rain, Crooked Rain” 1994


Pavement için Amerika'nın yetiştirdiği en büyük alternatif rock grubu olduğu yorumu yapılabilir. Kimileri bu Chicago'lu grubu Amerika'nın İngiltere'nin Radiohead'ine olan cevabı olarak görür, ancak bu yanlıştır, çünkü Pavement Radiohead'den daha eski bir gruptur. Müzik dergilerince “Nirvana'nın “Nevermind”ının daha güçlü bir ruha sahip versiyonu” olarak adlandırılan 1992 tarihli ilk Pavement albümü “Slanted And Enchanted” hâkikaten de rock tarihinin en önemli albümlerinden biridir. Grubun ikinci (baş)yapıtı “Crooked Rain, Crooked Rain” de en az “Slanted And Enchanted” kadar etkili, hâtta ondan daha bile gelişkin bir müzik sunar dinleyicisine. 12 şarkı ve 45 dakika boyunca, her an sanki sizin için özel olarak kaydedilmiş olduğunu düşünürsünüz bu albümün.

Açılıştaki “Silence Kit” (“Silent Kid” adıyla da bilinir) ve ardından gelen “Elevate Me Later” kaygan gitarlarıyla öne çıkarlar. “Silence Kit”te “DON'T LISTEN TO YOUR GRANDMOTHER'S ADVICE” der solist Stephen Malkmus ve bu tavsiyesi x-kuşağına yapılmış en samimi söylemdir belki de. “Stop Breathin'" albümün en iyilerinden biridir; bas gitar, davul, vokal ve elektro gitar dörtlüsünün hep bir arada bir şarkıya bu kadar iyi uyum sağladığını hiç görmedim. “DAD, THEY BROKE ME” der Malkmus ve sizin de içinizden bir şeyler kırılıverir. “Cut Your Hair” albümün en enerjik parçasıdır, aynı zamanda müzik piyasasındaki özenti rock gruplarını iğneleyen sözleriyle dikkat çeker. “Newark Wilder” ağır havasıyla “Cut Your Hair”in yarattığı neşeli havayı hemen sonlandırır. “IT'S A BRAND NEW ERA, IT FEELS GREAT / IT'S A BRAND NEW ERA, BUT IT CAME TOO LATE” sözleri her yöne çekilmeye adaydır; rock ‘n’ roll'dan da bahsediyor olabilir, geç gelen bir sevgiliden de. Kökeni grunge olan grubun bu albümündeki şarkılardan grunge'a en benzeyeni “Unfair”dir; ancak yine de bu parçadan ‘grunge’ diye bahsetmek komik olacaktır. Tüm vahşiliği ve agresifliğine rağmen “Unfair” basit bir aşk şarkısından daha az samimi değildir. “Gold Soundz” albümün belki de en etkileyici parçasıdır. Hayatımı karartan şarkılar listesinde ilk sıraya (Tindersticks'in “Tiny Tears”inden da öteye yani!) koymaktan çekinmeyeceğim kadar olağanüstü bir şarkıdır “Gold Soundz”. Ben bir aşk hikâyesinin bu kadar etkili bir şekilde anlatıldığı bir başka şarkı duymadım, duyamadım. “SO DRUNK IN THE AUGUST SUN / AND YOU'RE THE KIND OF GIRL I LIKE / BEACUSE YOU'RE EMPTY AND I'M EMPTY” der Malkmus ve şarkının sözlerini içinize işler. Ardından “5-4=Unity” gelir, bu şarkı ünlü “Take Five”ın kısa bir coverıdır; caz ve blues karışımı enstrümantal bir beste. Bir sonraki “Range Life” ise belki de albümün en güzel şarkısıdır. “Crooked Rain, Crooked Rain”i bu kadar güzel yapan şey de budur; ilk şarkı (olağanüstü) “Silence Kit”ten sonra gelen tüm şarkıların sırasıyla bir öncekinden daha iyi olduğunu iddia etmek, en azından ‘desteksiz sallamak’ olmayacaktır; her şarkı birbirinden iyidir bu albümde. Ama “Range Life” yeri ayrı olanlardan biridir, aynı “Gold Soundz” gibi. İçerdiği “YOU GOTTA PAY YOUR DUES BEFORE YOU PAY THE RENT” cümlesi basit ama zekice kurulmuş bir cümledir ve bu şarkıyı tek kelimeyle açıklamak gerekirse, işbu cümle tercih edilebilir. “I GOT ABSOLUTELY NO ONE / NO ONE BUT MYSELF TO BLAME” dizeleri dibe vurma dediğimiz olayın ta kendisidir sanırım. Şarkı o kadar duygusaldır ki, Stone Temple Pilots ile dalga geçtikleri bölümde bile gülemeyebilirsiniz: “STONE TEMPLE PILOTS, THEY'RE ELEGANT BACHELORS / THEY'RE FOXY TO ME, ARE THEY FOXY TO YOU?”. “Heaven Is A Truck”, “Range Life” ile yükselen duygusallığın dozunu korurken, “Hit The Plane Down” albümün en hızlı parçası olarak dikkat çeker; bu şarkıdaki bas gitar partisi gerçekten inanılmazdır ve dinlediğim en iyi bas partileri arasında rahatlıkla girer. Son şarkı “Fillmore Jive” ile ise depresyon tavana vurur; albümün bu en uzun şarkısı, en görkemli, en ihtişamlı (ve belki de en güzel) parçasıdır. “WHY WON'T YOU LET ME SLEEP?” diye sorarken Malkmus, gerçekten uyumak isteyip istemediğinden bile emin olamadığını farkedersiniz adamın. “GOOD NIGHT TO THE ROCK ‘N’ ROLL ERA” gibi ironik bir cümlenin ardından “COS THEY DON'T NEED YOU ANYMORE” der Malkmus ve albümü bir sürpriz ile bitirir: “THEIR THROATS ARE FILLED WITH...” Devamı gelmez; cümlenin sonunu istediğiniz gibi bağlayabilirsiniz.

Hâttızatında “Crooked Rain, Crooked Rain” en az “OK Computer” kadar iyi ve en az “Psychocandy” kadar önemli bir albüm. Benim en sevdiğim 5 albümden biri olması sizin için ne ifade eder bilmiyorum ama, en sevdiğim iki müzik dergisinin de benimle aynı fikirde olduğunu belirtmeliyim. Pitchforkmedia (http://www.pitchforkmedia.com), “Crooked Rain, Crooked Rain”i 90lı yılların en iyi 8. albümü olarak göstermiş. NATN (http://www.nudeasthenews.com) ise 90lı yılların en iyi 4. albümü olarak tanımlamış “Crooked Rain, Crooked Rain”i. Herhalde boş yere bu kadar övülmez bir albüm, öyle değil mi? - Kıvanç.

 

INDEX

 


ROGER WATERS - "The Pros And Cons Of Hitchhiking" 1984 EMI


"Gerçek Floyd hangisi?"…
'80'lerde Roger Waters "Radio K.A.O.S."'u ve Pink Floyd da "A Momentary Lapse Of Reason"'ı yayınladığında akıllarda dönüp dolaşan bir soruydu bu. Çoğu kişi, özellikle de grupla yakından ilgilenmeyenler "adı üstünde Pink Floyd olan gerçeği tabi ki" diyeceklerdir eminim, ama olaylar bu denli basit değil maalesef. Zira David Gilmour'un ipleri elinde tuttuğu ve giderek üretkenliklerini yitiren diğer Floyd elemanları Nick Mason ve Richard Wright'ın birçok konuk müzisyenle beraber kadroda bulunduğu 3. dönem Pink Floyd'u, Roger Waters'ın önderliğindeki Floyd'dan çok farklı bir bileşimdir. Özellikle "A Momentary Lapse Of Reason" albümü bir Gilmour solo projesinden Floyd albümüne dönüştürülmüştür ve bu proseste "The Wall"'ın co-prodüktörü Bob Ezrin ve albüme besteci ve lirik yazarı olarak katkıda bulunan diğer bir çok müzisyen de etkin bir rol oynamıştır. Oysa ki Waters'ın döneminde yalnızca orkestral düzenlenmeler konusunda grup dışından insanların bu denli büyük katkısı olmuştur, yani o dönemdeki Pink Floyd müziği tam anlamıyla grubun içinden gelen bir birikimin sonucudur Gilmour döneminin aksine. "The Division Bell" albümünde ise bence bu kez gerçekten formuna kavuşmuş bir Pink Floyd vardı, özellikle de Wright'ın kendine gelmesi ve müzikal açıdan bu üç elemanın ortak favorisi olan 1973-1975 yıllarındaki Floyd sounduna göndermeler içeren müzikleri dinleyenlere "işte bu Floyd" dedirtiyordu, tek bir farkla: '70'lerin o döneminde albümlerin tematik bütünlüğünün ve liriklerinin arkasındaki tek isim olan Roger Waters'ın yerinin farklı lirik yazarları tarafından doldurulmaya çalışılmış olması sırıtmaktaydı. Yüzeysel olarak bakıldığında bu yeni dönem Floyd lirikleri de oldukça sağlamdı, ama kesinlikle Waters'ın liriklerindeki o düşünsel derinlikten yoksundu. Hatta Waters Gilmour'un eşi Polly Samson'a lirik yazdırmasını "Spinal Tap moment" olarak nitelendirmişti. Ama ben dahil Floyd'un müzikal yanına daha çok önem veren kişiler o albümü özümsediler ve sağlam bir Floyd albümü olarak kabullendiler.
Bu dönemde David Gilmour'un deyimiyle eskiden "grubun beyni" olan Roger Waters da gruptan uzakta kendi başına solo albümler hazırlamaktaydı, hem de eski silah arkadaşlarının aksine parça yazımında kimsenin yardımına ihtiyaç duymaksızın. Waters Floyd'u terk ettikten sonra '87 senesinde "Radio K.A.O.S." albümünü yayınlamıştı. Albüm her ne kadar tematik bakımdan son derece zekice kotarılmış, derin ve kompleks bir altyapıya sahip olsa da müzikal bakımdan Waters'ın Floyd döneminde bilinen bestelerindeki birçok unsuru aratıyordu. Bu da Gilmour'un "Roger grubun beyniyse ben de kalbiydim" sözünü daha iyi anlamamıza ve kabullenmemize neden oluyordu; evet, Waters iddia ettiği üzere '75 sonrası Floyd'un müziğinin dinamosuydu, ama onun ürettiği kompozisyonları müzikal yetkinliğiyle zenginleştiren de David Gilmour'du, "Radio K.A.O.S." albümü o güne dek Waters'ın küçümsemiş olduğu Gilmour'un değerini ortaya koyuyordu. O günler için oldukça modern ve mainstream bir sounda sahip olan albüm ticari açıdan maalesef bir fiyasko oldu.
Ama Waters pes etmemişti, hala asıl Floyd'un kendisi olduğunu ispatlamak istiyordu, ve bunun sonucunda '92 senesinde bir başyapıt seviyesindeki "Amused To Death" albümünü hazırladı. "Amused To Death" konsept olarak en az Floyd'dayken imza attıkları kadar derin ve sağlam bir yapıda olmasının yanı sıra, "Radio K.A.O.S."'daki o yabancılaştırıcı ve başarısız mainstream'e kayma denemelerinden uzakta, oturmuş bir Roger Waters soundunu da beraberinde getiriyordu; arenaları yerinden oynatabilecek hit potansiyelli parçaların yanında Floyd'un o kendine özgü uzun, progresif parça yapılarını andıran çalışmalar da albümde yer alıyordu. Ancak albüm her nedense küçümsendi, adeta gizli bir hazine gibi müzik tarihinde unutuldu gitti.
Sonuçta bu dört birbirinden ayrı çalışma, özellikle de "Amused To Death" ve "The Division Bell", hem Waters ile diğer Floyd elemanlarının müziğe bakış açılarını ortaya net bir biçimde koyuyor, hem de Floyd'un hangi özelliklerinin hangi elemandan geldiğini dinleyicinin önüne seriyordu. Waters hiç şüphesiz ki inanılmaz derin düşünen bir sanatçıydı, ama Gilmour da harika melodiler ve ses denemeleri yaratabilen üstün bir müzisyendi. İnsan "keşke dağılmasalardı" diye içinden geçirse de belli bir yerden sonra bu dörtlünün beraber devam edebilmesine imkan olmadığını da anlıyor. Bu yüzden yapmamız gereken bu farklı "Floydian" çalışmaları bize sundukları için bu dört kişiye teşekkür etmek belki de.
Biliyorum çok uzun bir giriş oldu ama böyle bir konu için bunu gerekli gördüm. Burada bahsedeceğim albüm bence hala Waters'ın en güçlü çalışmalarından birisi olan ancak her nedense asla hak ettiği ilgiyi göremeyen, Waters'ın henüz resmi olarak Floyd'dan ayrılmamışken hazırladığı "The Pros And Cons Of Hitchhiking". Bilen bilir, '70'lerin sonlarında "Animals" albümünden sonra artık tüm grup Waters'ın liderliğini benimsemişti ve asıl üretici olarak onu kabullenmişti. Albümler onun fikirleri temel alınarak yapılıyordu. Waters '78 yılında gruba iki farklı projeyi demo olarak sundu. Her ikisi de oldukça kişisel olan bu projelerden birisi "The Wall"'un ilk haliydi, diğeri ise Waters'ın bir kabusu üzerine yazdığı ve seks başta olmak üzere bilinç altındaki birçok arzuyu, takıntıyı ve problemi neşter altına yatırdığı bir çalışmaydı. Grup bu projeyi aşırı kişisel olduğu için reddetti. Ancak Waters bu fikri kafasından silmedi, bunun yerine biraz daha da geliştirip '84 yılında, Pink Floyd (bazılarınca bir Waters solo albümü olarak görülen) "The Final Cut"'ı yayınladıktan sonra Eric Clapton da dahil çeşitli konuk müzisyenlerle beraber hayata geçirdi. Bu çalışma anlayabildiğiniz üzere "The Pros And Cons Of Hitchhiking".
Albüm yapı olarak Floyd'un "The Wall" ile birlikte edindiği soundu fazlasıyla andırıyor, bilhassa da "The Final Cut" ile birçok benzerliği söz konusu. Yani ortada temel olarak tek bir parça var, ve bu parça albüm içinde aynen bir romanda olduğu gibi bölümlere ayrılıyor. "The Wall"'da prodüktör Bob Ezrin'in büyük çabaları sonucu araya eklenen ve tek başına dinlendiğinde de bir "parça" niteliği gösteren çalışmalar (bkz. "Comfortably Numb", "Run Like Hell", "Hey You" vs…) "The Final Cut"'da prodüktörlüğü de Waters'ın ele almasıyla beraber daha az görülmekteydi. Aynı yaklaşım "The Pros And Cons Of Hitchhiking"'de de söz konusu. Yani aslında bu iki albüm "kardeş albümler" bile sayılabilirler, her ne kadar sahip oldukları temalar gereği bazı farklı müzikal unsurlara da sahip olsalar ("The Final Cut"'ın orkestral bölümleri ve "The Pros And Cons…"'in yoğun blues etkisi) her ikisi de sahip oldukları dinamikler ve hatta kurgu bakımından aşağı yukarı aynı yapılardalar. Sonuçta her iki albüm de baştan sona bir öyküyü neredeyse sinematik bir duyarlılıkla müziğe döker ve tüm parçalar ardı ardına lirikler takip edilerek dinlendiği vakit asıl güçleri ortaya çıkar. Belki "The Final Cut"'a başka bir kritikte değiniriz zira o da ayrı bir başyapıt, bu kritiğin geri kalanında ise büyütecimizi "The Pros And Cons"'in üzerinde tutalım, nedir bu albümü bu kadar özel kılan?
Öncelikle albüm fikir olarak Waters'ın yaratıcılığının son derece orijinal bir ürünü. Yukarıda da bahsettiğim gibi albüm bir rüya (daha doğrusu kabus) üzerine kurulu. Ve tüm parçalar "4.30 A.M."'den başlayarak "5.11 A.M."'e dek isimlendirilmişler, yani her parça, yada her bölüm, rüyanın görüldüğü zamandaki konumuna göre isimlendirilmiş, her ne kadar alt isimlere sahipseler de. Buna göre bu rüya da albüm gibi 42 dakika sürüyor, ancak söz konusu şey bir rüya olduğundan hikayenin içindeki zaman da büyük bir değişim gösteriyor. Yani zaman ve mekan sık sık Waters'ın bilinç altının serbest çağrışımları sonucunda değişime uğruyor. Müzik de Waters'ın rüyasında girdiği bu farklı mood'lara göre değişim gösteriyor, hatta bu konuda albümüm iki uç arasında (yumuşak akustik bölümler ve distortionlu agresif bölümler) gidip gelen manik depresif bir yapısı olduğu bile söylenebilir, ancak albümün başından sonuna dek sürekli olarak parçaların içlerinde devam eden ve karşımıza çıkan birkaç temel motif bize dinlediğimiz şeyin bir bütüne ait olduğunu hatırlatıyor, ki bu konuda albüm "The Final Cut"'dan bile daha katı anlayışa sahip diyebilirim. Özellikle albümün ilk 4 parçasını ayırt etmek neredeyse imkansız, Waters klasik parça yazım geleneklerini tek kelimeyle darmadağın etmiş bu albümde. Hiç şüphesiz arada tek başına da tabiri caizse "ayakta durabilecek" parçalar mevcut, albümün isim parçası ve hala Waters'ın yaptığı en iyi bestelerden biri olan "Every Strangers Eyes" buna iyi birer örnek. Bunun dışında göze çarpan diğer bir şey de grubun bilhassa "The Wall"'da çok etkili bir biçimde kullandığı sample, konuşmalar vs… gibi müzik dışı öğelerin albüm boyunca etkili bir biçimde kullanılmış olması, ki Waters'ın sonraki çalışmalarında da görülen bir özellik bu.
Albümdeki bazı rifflerin "The Wall" ve "The Final Cut"'daki bazı riffleri fazlasıyla hatırlatması da bu albümün tematik bazı noktalarının o albümle kesiştiğinin bir göstergesi bence. "The Pros And Cons…" Waters'ın önceki bu iki yaratımından aşina olduğumuz orkestral bölümleri oldukça az içeriyor, bunun yerine dediğim gibi blues etkilenimleri ve akustik kısımlar daha fazla ön planda. Aynı zamanda "Wish You Were Here"'dan itibaren Floyd'un soundundan silinmeye yüz tutan bayan soul vokaller albümde etkili bir şekilde kullanılmış. Albümde Gilmour'un güçlü elektro gitar riffleri yerine büyük ölçüde bas gitar ve akustik gitar ile piyanonun birlikteliği ön planda, ancak Waters bu albümün bluesy sounduna uygun olarak belki de çalışabileceği en iyi gitaristle çalışarak oluşabilecek muhtemel açığı kapatmış. Eric Clapton'ın bol slide'lı soloları albüme gerçekten çok şey katıyor, hatta bambaşka bir seviyeye taşıyor bile denilebilir. Albümde yine bol miktarda karşımıza çıkan bir başka enstrüman da Floyd'un "The Dark Side Of The Moon" döneminde müziğine kattığı saksofon. David Sanborn Dick Parry gibi olağanüstü olmasa da oldukça sağlam bir performans gösteriyor bu konuda.
Ve gelelim Waters'ın performansına... Öncelikle bu albüm Waters'ın soloları arasında bir bas gitarist olarak kendini en fazla gösterdiği çalışma bile sayılabilir. Waters'ın bas soundu müziğin özellikle agresifleştiği "Running Shoes" gibi parçalarda kendini fazlasıyla ortaya koyuyor. Vokal konusunda ise Waters yine bildiğimiz gibi. Kendisi çok iyi bir vokalist değil, hatta bu albümde de detone olduğu kısımlar oluyor, ancak ortada bir gerçek var o da bu parçaların başka bir vokal ile bu kadar güçlü olamayacağı. Waters'ın vokalleri de albümün genel yapısı gibi iki uç arasında gidip geliyor; müziğin yavaşladığı, yumuşadığı kısımlarda neredeyse fısıltıya dönüşürken, hiddetlendiği bölümlerde sanatçı belki de en agresif, en kontrolsüz vokal performansını ortaya koyuyor.
Albümün konseptine dönecek olursak; Waters'a göre "The Pros And Cons Of Hitchhiking" tamamen seks üzerine yaptığı tek albümü. Yani albüm kapağından da anlaşılacağı gibi Waters bu kez seksi merkeze oturtan bir öykü çıkarmış. Ancak tabi ki buradaki seks daha çok "evli bir erkeğin bastırılmış seksüel içgüdülerinin su yüzüne çıkması" şeklinde karşımıza geliyor. Rüyanın başında Waters eşiyle beraber arabalarına iki otostopçuyu alıyor, Waters otostopçu kızı arzuluyor ve onla beraber oluyor, bu da beraberinde ailesine ve eşine karşı olan sorumluluk duygusuyla beraber suçluluk hissini getiriyor. Rüya ilerledikçe Waters'ın bilinç altındaki birçok korkusu da bir bir su yüzüne çıkıyor ve rüya gitgide bir kabusa dönüşüyor, Waters sorumluluklarını yerine getiremeyip sevdiklerine bakamayan aile babası haline geliyor, kendini gittikçe kaybediyor ve rüya bir "yol öyküsü"'ne dönüşüyor. Waters bu albümde adeta kendini neşter altına yatırıyor (belki "The Wall" ve "The Final Cut"'dakinden bile daha fazla). Ancak albümün bir nevi doruk noktası sayılabilecek muhteşem "Every Strangers Eyes"'da inanılmaz güzellikteki lirikler eşliğinde Waters "The Dark Side Of The Moon"'daki "Eclipse"'de olduğu gibi kendinle ve doğal olarak da sevdiği ve nefret ettiği diğer tüm insanlarla da kendi içinde barışıyor ve elindeki en önemli şeyin eşiyle aralarındaki sevgi bağı olduğunu anlıyor. Ardından gelen "The Moment Of Clarity" ise kapanışı, daha doğrusu "uyanışı" getiriyor. Yani bu albüm ilginç bir biçimde diğer Waters çalışmalarına göre daha optimist bir biçimde son buluyor, bu da bu kadar histeri dolu bir albüm için çok yerinde ve doyurucu bir kapanış, albümün geride bıraktığı duygu çok güçlü oluyor gerçekten. İnsanı en "iyi" hissettiren Waters albümü budur belki de.
Sonuç olarak günümüzde unutulmaya yüz tutmuş Waters'ın bu belki de en kişisel, en "özel" ve en Floydesque albümünü hem Pink Floyd fanlarına, hem Progresif Rock dinleyicilerine, hem de Blues hastalarına şiddetle tavsiye ederim. "The Pros And Cons Of Hitchhiking" akla kazınan, duygusal ve unutulmaz bir filmden farksız. Kritiği "Every Strangers Eyes"'ın son sözleriyle bitirmek istiyorum izninizle:
"Hatırlıyorum gözlerinde tutuşturduğun umudu / Artık çok daha kolay, biz burada karanlıkta yatarken /
Bizi göz yaşlarımızı tutmaktan alıkoyacak bir şeyin olmadığı apaçık ortada / Yok etmeye çalışan, aşkımızın kıvılcımını."
- Mert.

www.rogerwatersonline.com

 

INDEX

 


SIMON & GARFUNKEL – “Parsley, Sage, Rosemary And Thyme” 1966


1966 yılında Amerika’daki popülaritesi ancak Beach Boys veya Beatles ile kıyaslanabilecek bir gruptu Simon & Garfunkel. “The Sounds Of Silence”, “You Can Tell The World” gibi şarkıları âdeta anthem olmuştu. "Parsley, Sage, Rosemary And Thyme" adlı albümleri ise ‘hit’ yaratma kaygısından uzak, yenilikçi ve hâtta riskli bir eserdi, ancak bugünden bakıldığında grubun belki de en güzel albümü olarak durmakta. İlginçtir, Beatles da, Beach Boys da 1966’ta kariyerlerinin hem en riskli hem de en güzel albümlerine imza atmışlardır (Beatles – Revolver, Beach Boys – Pet Sounds).

"Parsley, Sage, Rosemary And Thyme" grubun önceki albümlerindekine oranla daha olgun ve nitelikli gözlemler taşır hayata dair. Albüm Bob Dylan’a bir saygı duruşu niteliğindedir; Paul Simon ve Art Garfunkel, Bob Dylan’ın yüzyılımızın en önemli müzisyeni olacağını pek çok insandan önce keşfetmiştir.

Açılıştaki “Scarborough Fair/Canticle” grubun kariyerinin en iyi şarkılarından biridir. Çok etkili bir gitar tonuna sahiptir ve insanı çabucak atmosferinin içine sokar. Nakarattaki "REMEMBER ME TO ONE WHO LIVES THERE / SHE ONCE WAS A TRUE LOVE OF MINE" dizeleri Bob Dylan’ın “North Country Girl” şarkısından alınmış ve parçaya çok iyi uyum sağlamıştır.

“Homeward Bound” '60'ların en güzel şarkılarından biridir. "SO I’LL CONTINUE TO PRETEND MY LIFE WILL NEVER END" dizeleri ile “Flowers Never Bend With The Rainfall” ölüm üzerine yapılmış şiirsel bir parçadır. “A Simple Desultory Philippic (Or How I Was Robert McNamara’d Into Submission” komik sözlere sahipken, “For Emily, Whenever I May Find Her” ve “A Poem On The Underground Wall”, Paul Simon’ın ne kadar yetenekli bir besteci olduğunu bir kez daha gösterir bize.

27 dakika süren Parsley, Sage, Rosemary And Thyme, '60'ların havasını en iyi yakalayan albümlerden biridir. – Kıvanç.

http://freespace.virgin.net/r.kent/index.html

 

INDEX

 


SLINT – “Spiderland” 1991 Touch & Go


1991 yılında Slint’i oluşturan Kentucky’li 4 genç (Todd Brashear, Brian McMahon, Dave Pajo, Britt Walford) bir yandan gündüz işleriyle meşgulken uyku uyumamayı dahi göze alarak 3 hafta sonu boyunca ikinci albümlerini kaydettiler. Oldukça yorucu ve depresif bir çalışma döneminden sonra “Spiderland” adını verdikleri albümlerini piyasaya sürdüler, ardından da sessiz sedasız dağıldılar. İlk albümlerinin prodüktörü, Big Black ve Shellac üyesi üstün kişilik Steve Albini, Melody Maker’da “Spiderland”’in ilerde bir başyapıt olarak anılacağını iddia etti. Takip eden dönemde “Spiderland” ardı ardına sağlam eleştiriler aldı ve basında doğru dürüst röportajı bile çıkmamış olan Kentucky’li bu acayip grup kült bir konuma yerleşti. “Spiderland”’i kaydederken ciddi bir şekilde depresyonda oldukları ve albümden sonra bazı elemanlarının kliniğe yattığı şeklindeki söylentiler de bu konumlarını sağlamlaştırdı.

“Spiderland”’in ardından tam 13 yıl geçti ve Steve Albini’nin o gün söylediğinin doğruluğu bugün rahatlıkla görülebiliyor. “Spiderland” gerçek bir başyapıt ve Amerikan Rock’ında bir kilometre taşı. Etkileri PJ Harvey’den tutun Godspeed You Black Emperor!’a kadar bir çok grup ve sanatçının albümlerinde görülebilmekte. “Spiderland” kalıpları darmadağın eden, klişeleri adeta bir kara delik gibi içine çekip yok eden bir Post-Rock şaheseri. Ve “Spiderland” 3 hafta sonu boyunca kaydedilebilecek en yoğun ve en depresif albümlerden biri!!

İlk albümleri “Tweez”’i 1989’da oldukça ufak bir şirketten yayınlayan Slint, eski Squirrel Bait elemanlarının kurduğu bir grup. Her ne kadar Hardcore kökenine sahip olsalar da “Tweez”’de icra ettikleri müzik tüm kategorilerin dışında kalan bir müzik olmuştu. Acid rock’tan jazz’a, progressive’den noise’a varan bir etkileşimler yumağıydı “Tweez”. Steve Albini’nin prodüksiyonunu üstlendiği albümdeki parçaların büyük kısmı enstrümantaldi, vokal olan kısımlarda da Brian McMahon kafasına göre mırıldanıyordu. Kayıtlar sırasında grup hiçbir şeyi önemsemeden “takılmıştı”; mikrofonu ilk parçada kayıt yaptıkları odada kafalarına göre dolaştırmışlardı, son parçada da Brian su içerken boğazına dayamışlardı. Parçaların isimleri bile yoktu; isim yerine albümdeki 9 parçaya grup elemanlarının anne babalarının ve evcil hayvanlarının isimleri verilmişti! Zaten A ve B yüzleri yerine de “Bemis” ve “Gerber” yazılmıştı, ki bu isimleri de grup bir klozet markasından almıştı, “Bemis Gerber”. Kısacası “Tweez”’in içerdiği her şey anlamsızdı, “Tweez” kendisine yüklenecek herhangi bir anlamı yok edecek bir ses kaydıydı. Bir eleştirmen “Tweez”’deki müziği “amaçsız müzik” olarak tanımlamıştı ki katılmamak mümkün değil. Klişelere boğulmuş ‘80’lerin ardından Slint adeta “inadına” klişeleri anlamsızlık içinde yok eden bir müzik icra ediyordu!

Jennifer Hartman Ltd gibi çok küçük bir şirket tarafından yalnızca plak olarak basılan “Tweez” (CD versiyonu 1993’te yayınlandı) minimal bir tanıtım ile kült konuma yerleşti. Grup bir sonraki albüm için Touch & Go ile anlaştı ve bu kez prodüktör olarak Steve Albini gibi bir isimle çalışmak yerine Brian Paulson ile çalışmayı tercih etti. Yazının başında da belirttiğim gibi grup stres altında 3 hafta sonu boyunca, geceden sabaha dek kaydetmek suretiyle albümü tamamladı. Bu kez vokale eskisinden daha fazla ağırlık vermek istiyorlardı ancak grup provalar sırasında vokal kullanmadığından ne yapacaklarını bilemiyordu. Bunun üzerine Brian tüm kayıtlar bittikten sonra ışıkları kapatıp kayıt odasına kapandı ve uyuşturucuların etkisi altında yarı doğaçlama bir şekilde vokalleri kaydetti. Aykırı müzisyen ve apayrı bir yazı konusu olan Will Oldham kapak fotoğrafını çekti. Sonuçta ortaya çıkan albüm “Tweez”’in nihilistik boşluğundan uzaklaşıp daha tehlikeli, intiharsal ve karanlık sulara açıldıkları bir şaheser olmuştu. Albüme müziğin soyut bir karşılığı olduğunu düşündükleri “Spiderland” ismini verdiler.

“Spiderland” bir progresif rock albümü değil ama ilerici. Heavy ve gitar orientli bir albüm ama Metal etkisine sahip değil. “Spiderland” Rock’ı yeniden tanımlayan bir albüm. İçerdiği 6 parçanın tümü birbirinden farklı uçlara yönelen, yenilikçi şaheserler ve bir araya geldiklerinde bir yap bozun parçaları gibi “Spiderland”’in karanlık bütünlüğünü oluşturuyorlar. McMahon’un vokalleri albüm boyunca mırıldanma ile haykırma arasında gidip geliyor. Davul tonları son derece “kuru”, her vuruş beyninize bir çivi gibi işliyor. Çift gitar kullanımı harika. Albüm boyunca komplike riffler ve ölçü değişimleri atmosfere eşlik ediyor. Sound harika, grubun karanlık, ışıksız bir odaya kapanıp beraber çaldıkları hissini size en iyi şekilde veriyor, zaten “Spiderland” gece kaydedildiği gibi asıl etkisini de gecenin karanlığında, ışıklar kapalıyken dinlendiğinde gösteren bir albüm.

“Breadcrumb Trail” varyasyonlu yapısı ve komplike gitar bölümleriyle standart bir alternatif rock grubu seviyesinin çok üzerinde. Clean gitarların alışılmadık armonileri McMahon’ın gizemli, anlaşılmaz sözleriyle karışınca anlatılmaz bir his yaratıyor. “Nosferatu Man” 5/4’lük ölçü üzerinden ilerleyen tekinsiz, depresif ve agresif bir parça. “Don Aman”’da grup minimalizmin dibine vuruyor; parça 6 küsur dakika boyunca McMahon’ın iç karartıcı lirikleri koyu tonlardaki clean gitarlar üzerine mırıldanması şeklinde vücut buluyor. Bence müzik tarihinin en fazla yalnızlık hissi veren parçalarından birisi, gerçek bir depresyon anıtı.

Bundan sonra müzikteki karanlık artık elle tutulur bir hale geliyor. “Washer” Codeine’in ilk albümünden fırlamış gibi duran bir Slow Core şaheseri, inanılmaz kırılgan, inanılmaz melankolik. The Cure’un “To Wish Impossible Things” veya “If Only Tonight We Could Sleep” gibi şaheserlerindeki melankoli seviyesine ulaşıyor, hatta belki de aşıyor! Adeta grubun albüm kapağında yüzdüğü gölün içinde geceleyin yüzüyoruz müzikle beraber. “For Dinner” “Don Aman”’dan bile daha minimalist, doğaçlama takıldıkları bir enstrümantal. “Good Morning Captain” ise albümün, belki de Slint’in doruğu. Albümün 5 parça boyunca sunduğu tüm tarzların birleştiği inişli çıkışlı, komplike ve her şeyden önemlisi “moral bozucu” bir çalışma. Parçanın nakaratında vokal olmaması bir yana finalde tüm parça boyunca mırıldanan McMahon’un artık acıya dayanamayıp “I Miss You!” diye haykırdığı kısımlar kalbinizi yerinden söküp alıyor. Evet, “Spiderland”’de hiç umut yok ve grup bizi içinden çıktıkları boşluğun kıyısında terk edip gidiyor. Albümü ilk kez dinlediğiniz 40 dakika sonunda aklınızda melodilerden çok hisler kalıyor, ancak bu kadarı bile albümü tekrar tekrar dinlemeyi istemeniz için yeterli.

Dediğim gibi, “Spiderland” öyle yenilikçi ve uçlarda gezinen bir albüm ki grubu da beraberinde yok etti. Slint’in bundan sonraki tek çalışması grup dağılmışken 1994 senesinde yayınlanan iki parçalık self-titled bir EP oldu, bu EP’de iki “Spiderland” outtake’i mevcut. Grup elemanları sonraki dönemlerde farklı farklı projelerle meşgul oldu. Britt Walford The Breeders ile bir süre takıldı, sonra diğer 3 Slint elemanıyla beraber Will Oldham’ın The Palace Brothers projesinde Apocalyptic Folk sularında gezindiler. En çalışkanları olan Dave Pajo bir yandan İngiltere’de sanat eğitimini sürdürüp okuldan atılırken, bir yandan da Tortoise da dahil çeşitli gruplarda boy gösterdi, ki bunlardan birisi de Billy Corgan’ın son projesi Zwan’dı.

“Spiderland” Slint’in sonu oldu ancak bugün bile önde gelen birçok eleştirmen bu albümün Post-Rock’ın doruğu olduğu görüşünde. Slint Jesus Lizard ya da Shellac kadar Punk olmadığı gibi Godspeed You Black Emperor! kadar da progresif değil, Codeine kadar melodik ve kolay dinlenir oldukları zaten söylenemez. Ama “Spiderland” yeniliğin tohumlarını barından öncü bir albüm ve her şeyden önemlisi, “Spiderland” çok iyi bir albüm. Grubun içinde bulunduğu duygusal yoğunluk plansız ve son derece doğal bir biçimde ürettikleri müziklerine birebir yansımış ve bu da “Spiderland”’i gerçek bir sanat eseri yapıyor: Duyguları sanatçının imgeleminden birebir yansıtabilen kusursuz bir ayna! Bana sorarsanız “Spiderland” geceleyin denize dalmak gibi bir tecrübe, 40 dakika boyunca Slint sizi sonsuz yalnızlığınızla baş başa bırakıyor ve kaçmanız mümkün değil. İnsan yalnız doğduğu gibi yalnız ölüyor, ölüm sorgusuz sualsiz her şeyi içine çekiyor, aynı “Spiderland”’in de müziğin geçmişini yuttuğu gibi. Ve umarım ölüm de yeni bir varoluşa açılan bir kapıdır, tıpkı “Spiderland” gibi… – Mert.

http://www.geocities.com/SunsetStrip/Palladium/2142/slindex.html

 

INDEX

 


STEELY DAN – “Can't Buy A Thrill” 1972 MCA


“Can't Buy A Thrill” 70lerin en nev-i şahsına münhasır rock grubu Steely Dan'in ilk albümü. Steely Dan aslında iki kişilik bir grup, ancak her albümlerinde pek çok müzisyenle beraber çalışıyorlar. ‘Asıl’ adamlardan Walter Becker bas gitar çalarken, Donald Fagen klavye ve piyano ile ilgileniyor. İkisi de yeri geldiğinde değişik enstrümanları çalabiliyorlar ve şarkılara vokal yapıyorlar (ilerleyen yıllarda Fagen'ın vokali daha ağırlık kazanacak). “Can't Buy A Thrill”de öne çıkan diğer kişiler, grubun bir sonraki klasiği “Countdown To Ecstasy”de de onlara eşlik edecek olan 4 müzisyen; perküsyoncu Jim Hodder, gitaristler Jeff “Skunk” Baxter ve Denny Dias ve ekstra vokalist David Palmer. Grup 1972'den 1980'e kadar 7 stüdyo albümüne imza attı ve kendine has müziğiyle rock tarihinde önemli bir yere sahip oldu. Öyle ki, müziğe 20 yıl ara veren Steely Dan, 2000'de “Two Against Nature” adlı albümüyle yeniden sevenleriyle buluştuğunda büyük bir heyecanla karşılandı. Hâtta akademi de onları onurlandırmayı ihmal etmedi ve “Two Against Nature” ile yılın albümü dalında Grammy ödülü kazandı grup. Steely Dan'in müziğini kısaca ‘rock & roll’ diyerek özetleyebiliriz. Ancak Rolling Stones, Deep Purple gibi rock gruplarından ayrılmalarını sağlayan önemli bir özellikleri var: Dan'in müziğinin altyapısını caz oluşturuyor; yaptıkları bestelerde bunun esintileri bulmak mümkün. Drum & bass müzisyeni Squarepusher'ın müziğinde kullandığı caz temalarının anahatlarını Steely Dan'de bulmak mümkün, hâtta neredeyse rock ile aynı derecede ön plânda bu temalar. Blues, gerçek blues da grubun müziğinin beslendiği türlerden biri. Rock'a yakın her müzikseverin hoşlanacağı bir müzik icra ediyorlar, öyle ki; hip hop grubu De La Soul, grubun “Aja” albümünde yer alan “Peg” adlı şarkısını “Eye Know” adı altında samplelamış ve büyük başarı elde etmişti, hâtta rockseverlerce bile benimsenmeyi başarmıştı. Grubun 70lerde kaydettiği 7 albüm de birbirinden iyidir, bu yüzden en iyisini seçmek gerçekten çok zordur. Kimi eleştirmenler “Aja”yı ön plâna çıkarırken, bazıları “Countdown To Ecstasy”nin, bazıları “Katy Lied”ın, bazıları da “Pretzel Logic”in grubun en iyi albümü olduğunu düşünür. Bu, kuşkusuz grubun kumaşının ne kadar kaliteli olduğunun en büyük örneğidir.

Grubun ilk albümü olmasından dolayı hayranlarınca ayrı bir yere koyulan “Can't Buy A Thrill” en ünlü Dan şarkılarından biri olan “Do It Again” ile açılıyor. Bu, albümün en güçlü şarkısı ve 6 dakikalık bir synthesizer – gitar – dub şaheseri. Denny Dias'ın kullandığı sitarın da etkisiyle, aradan geçen 32 yıla rağmen hâlâ öylsine etkili bir parçadır ki. Ardından Pink Floyd'un “Fat Old Sun”ını andıran havasıyla “Dirty Work” geliyor. “Reelin' In The Years” harika piyano melodisi ve konuşurcasına yapılan vokalleriyle neredeyse hip hop'a esin kaynağı olmuş gibi duran ve hemen dikkat çeken bir parça. Beste, enstrümana virtüözite seviyesinde hakimiyetin hissedildiği harika gitar sololarıyla süslenmiş, ve bunlar dozunda kullanıldığı için şarkının gücünü oldukça arttırıyor. Çok güzel bayan back vokallerle süslü “Kings” ve Marvin Gaye'imsi havasıyla dudak uçuklatan bir rock / soul bestesi olan “Only A Fool Would Say That” rock'ın neden asla eskimeyen bir müzik türü olduğunun yaşayan kanıtları. “Fire In The Hole” piyanonun bir rock şarkısına katabileceği şeylerin ne kadar fazla olduğunu ziyadesiyle gösteriyor. “Change Of The Guard” Eric Clapton'ın Cream zamanlarını andıran gitarıyla “Can't Buy A Thrill”in en ‘rock & roll’ şarkısı. Finaldeki “Turn That Heartbeat Over Again” ise albümün en iyilerinden biri. King Crimson – Peter Gabriel dönemi Genesis arası bir hava yakalayan bu şarkı ile Steely Dan, zorlayıcı olmayan harika bir progresif rock örneği sunuyor dinleyicisine.

Steely Dan hâlâ bu ilk albümündeki kadar güçlü. Grubu merak edenlere, adı geçen tüm yapıtlarını şiddetle öneririm. Gerçi arayıp da bulamamanız da ihtimal dahilinde, ancak sanırım “Two Against Nature” piyasada en kolay bulunabilecek Dan albümü ve o da grubun klasikleri arasına şimdiden girmeyi başarmış bir eser. Belki de rock tarihinin en istikrarlı grubu olan Dan'e kulak verin, es geçmeyin. – Kıvanç.

 

INDEX

 


SUPER FURRY ANIMALS - “Fuzzy Logic” 1996 Creation Records


“Fuzzy Logic” daha kapağından farklı olduğunu hissettiren bir albüm. Grubun ilk şaheseri (bir yıl sonra “Radiator”'u yaptılar) ve belki de 1996'nın en iyi İngiliz rock albümü. (Evet, Manic Street Preachers'ın “Everything Must Go”'su kadar iyi, hâtta ondan bile daha iyi!)

Albümün kapağı size saçma gelebilir, ama inanın grubun müziğiyle doğrudan ilintili. İç kapağa geçtiğinizde karşınıza çıkan ilk fotoğraf, albümün son ve belki de en güzel şarkısı olan “For Now And Ever”’da da adı geçen İngiliz hava durumu sunucusu Sian Lloyd. Altında, “Fuzzy Logic” (bulanık mantık) teriminin ne olduğunu açıklayan bir yazı var. Bulanık mantığın ne demek olduğunu elektronik bilgisi olan insanlar elbette çok iyi bilirler, bu konu hakkında daha önce hiçbir şey duymamış olanlara ise bunu kısaca şöyle özetleyebilirim: Bilgisayarlar son derece basit bir mantık ile çalışır, sadece iki komut ile (0=Kapalı, 1=Açık). “Fuzzy Logic”'de ise bir üçüncü komut daha vardır ve belli noktaların 0 mı yoksa 1 mi olacağı kesin olarak belli değildir. Evet, kaba hatlarıyla bulanık mantık böyle bir şey; peki ben niye bunu anlatıp kafanızı karıştırdım? Çünkü bulanık mantık Super Furry Animals'ın müziğini çok iyi açıklıyor. Brit-pop deseniz değil; çok daha karmaşık. Punk deseniz değil; nihilizmin zerresini bulmak mümkün değil bu çocuklarda. İkisininin arası gibi bir şey, artı son derece insancıl ve samimi.

Evet, müziğe hâlâ gelemedim, biliyorum, ama daha albümün kapağını anlatmam lazım sizlere! Sian Lloyd'u ve bulanık mantığın tanımını geçtikten sonra karşınıza Bill Hicks, Isaac Newton ve bir hamster fotoğrafı geliyor. Bunların hepsi şarkı sözlerinde adı geçen ve bir şekilde grubu etkilemiş kişilikler. Stavros adındaki hamster ise Bunf adlı hayali bir kişiliğin sahip olduğu bir hayvan ve özellikle albümün ikinci şarkısı “Fuzzy Birds”'de başrol oynuyor.

Gelelim en önemli hayali kişiliklere: Elbette ilk başta Howard Marks (Mr. Nice): Master Of Disguise! Bu bıyıklı şahıs aynı zamanda albümün kapağındaki fotoğraflarda da kılıktan kılığa giren süper bir zat-ı muhterem ve grup üyelerini en çok etkilemiş insan. Albümün en iyi şarkılarından biri olan “Hangin' With Howard Marks”’ın sözlerine dikkat ettiğimizde, grup üyelerinin en çok birlikte takılıp zaman geçirmekten hoşlandıkları insanın da Howard Marks olduğunu fark ediyoruz. Ha tabii bir de The Guy From Sparks var! O da Howard Marks'ın kankası tadında bir insan ve fötr şapkasıyla müthiş karizmatik duran bir abi.

“Fuzzy Logic”'i satın almak için bence sadece bu saydıklarım bile yetmeli, çünkü SFA çok orijinal ve etkileyici bir iç kapak tasarımına imza atmış. Ancak grubun müziği bunu bile gölgede bırakıyor. İnanın “Fuzzy Logic” boş bir albüm çıksaydı çok üzülecektim, çünkü adamlar gerçekten ne kadar yaratıcı olduklarını göstermişler.

2 dakikadan kısa süren ilk şarkı “God! Show Me Magic” sizi hemen sarıp etkiliyor. Etkileyici gitar riffleri ve gürültülü havasıyla, başlı başına bir şarkı olmasına rağmen, albümün konsept yapısı göz önüne alındığında ‘ilginç ve uzun’ bir intro gibi duruyor. Sözlerine dikkat: “WOULDN'T IT BE NICE TO KNOW WHAT THE PAPER DOESN'T SAY, WHAT THE T.V. DOESN'T SAY, AND WHAT MY HAMSTER ATE TODAY?”.

“God! Show Me Magic”’in ardından, biraz önce de adı geçen Bunf ve hamster’ı Stavros'un düet yaptığı “Fuzzy Birds”’e geçiyoruz. Komik bir parça. Bunu takiben gelen “Something For The Weekend” ise albümün en ünlü şarkısı. Neredeyse bir pop şarkısı kadar melodik durmasına rağmen modasının hâlâ geçmemiş olması ne kadar etkileyici bir parça olduğunu kanıtlıyor: “YOU'RE ON MY MIND EVERY DAY AND EVERY NIGHT, AND YOU'LL NEVER GO AWAY 'COZ I KNOW YOU'RE HERE TO STAY FOR THE REST OF MY LIFE.”

“Something For The Weekend” ile benzer havada olan ama belki de ondan bile daha güzel duran “Frisbee”, “TOO SEE YOU! TOO SEE YOU! NICE TO SEE YOU!” dizeleriyle hafızaya kazınıyor, bir daha asla çıkmamacasına. “Hometown Unicorn”’da “WILL YOU EVER RETURN ME?” diye soruyor solist Gruff Rhys, ve öylesine samimi ve inandırıcı ki bu sözleri söylerken, hisleriniz âdeta adamınkilere dönüşüyor. “If You Don't Want Me To Destroy You” ise, neredeyse komik olan şiirsel sözleriyle, başından beri tatlı bir havada ilerleyen Fuzzy Logic'ın A-yüzünün neşeli bir sonla bitmesini sağlıyor: “GRAVITY! YOU JUST HOLD ME DOWN SO QUIETLY! YOU JUST PULL ME DOWN TO EARTH. LET ME GO TO THE DEPTHS OF YOUR INFINITY, I CAN SENSE YOUR PRESENCE IN THE VICINITY.”

B-yüzü albümün en enerjik şarkısı olan “Bad Behaviour” ile başlıyor: “I REMEMBER ONCE I HAD A BRAIN”. “Hangin' With Howard Marks” ise, daha önce de belirttiğim üzere, o kadar tatlı ve güzel bir şarkı ki, albümün zirvesinin bu olduğundan emin oluyorsunuz. Ancak yanılıyorsunuz, çünkü en iyi şarkı ondan sonra geliyor: “Long Gone”. Albümün belki de tek kasvetli şarkısı ve şu sözleriyle akılda yer ediyor: “LONG GONE... THERE'S A DISTANCE FAR AWAY. LONG GONE... IF I BELIEVED I WOULD PRAY.”

Ancak aslında albümün en iyi şarkısı hâlâ gelmiş değil, finaldeki “For Now And Ever” sizi bir kez daha yamultuyor. Şarkının sözlerini Britney Spears bile yazmış olabilir: “WE'LL BE TOGETHER / FOR NOW AND EVER”. Bir Rock grubu için fazla basit duruyor değil mi? Siz onu bir de bana anlatın, çünkü ben sözleri SFA'ın ağzından dinledim, Britney Spears'ın değil! “For Now And Ever” enerjinin doruğa çıktığı müthiş bir aşk şarkısı.

Bu albümü dinlemelisiniz, daha ne kadar ısrar edebilirim? – Kıvanç.

 

INDEX

 


THE CLASH -"London Calling" 1979 CBS


"London Callıng" kuşkusuz punk tarihinin en nitelikli albümüdür. 1977'de ortaya çıkan The Clash'in kendi adını taşıyan ilk albümü, çoğu insanın sandığının aksine Sex Pistols'ın "Never Mınd The Bollocks, Here's The Sex Pıstols"'ından önce çıkmıştır. Bu albümün verdiği gazla hemen bir yıl sonra "Gıve 'Em Enough Rope"'u yayınladı grup. "London Callıng" The Clash'in 3. stüdyo albümü. Grubun ilk iki stüdyo albümü çok iyi eleştiriler almıştı ve hatta ikisi de hala başyapıt olarak kabul edilir. Ancak "London Callıng" öylesine üstün bir müzikal anlatıma sahipti ki, başyapıt tanımlamasına yeni bir açılım getirmek durumunda kaldı eleştirmenler.
Açılış şarkısı "London Calling" çok iyi bir giriştir ve ilk albümlerindeki, konserlerinin marş şarkılarından "London's Burning"'i gölgede bırakacak seviyededir. "Jimmy Jazz", her zaman reggae ve blues gibi siyahi kaynaklı müziklere açık olmuş olan Clash'ten çok da beklenmedik bir parça değildir: Solist Joe Strummer'ın bu şarkıdaki vokalleri çok funky'dir. Ancak albüm asıl "Hateful"'la başlar. Ardından gelen "Rudie Can't Fail" ise çok basit akorlara sahip harika bir rock n' roll şarkısıdır. Artık albüme iyice ısınmışsınızdır, çalan kapı zilinin veya cep telefonuna gelen bir mesajın bir süre daha beklemesinin hiç sakıncası yoktur. "Spanish Bombs" gayet pop bir şarkıdır, ama bu Clash pop'udur, Michael Jackson veya Madonna pop'u değil. "The Guns Of Brixton" ise albümün en güzel bestelerinden biridir ve benim de şahsi favorimdir. "Wrong 'em Boyo" çok tatlı bir ska parçasıdır, neye uğradığınızı şaşırırsınız: Evet buna kadar dinlediğiniz hiçbir punk albümü bu kadar kolay dinlenebilir değildi, değil mi? Aynı atmosfer "Death Or Glory" ve "Koka Kola"da da devam eder.
Gelelim "The Card Cheat"'e, albümün en hüzünlü şarkısına. Joe Strummer'ın bu parçadaki vokal performansı şapka çıkarılacak cinstendir. Adeta ağlayarak söyler şarkıyı ve siz artık "London Callıng" ile ilgili nihai ve en doğru kararınızı verirsiniz: Bu albüm, basit bir punk çalışması olarak tanımlanamayacak kadar karmaşık, hisli, düzenli ve hatta düzeylidir!
"London Callıng" hala Rock N' Roll tarihinin en önemli albümlerinden biri. Clash'i çok grup taklit etmeye çalıştı ama hiçbiri onların hissettirdiği şeyleri veremedi insanlara. Neden peki? Çok basit. Clash üyeleri çok iyi müzisyenler sayılmazdı. Daha dürüst olayım: Başlangıçta hiçbir aleti doğru dürüst çalmasını bile beceremiyorlardı. Ama müzik yapmak konusunda gerçekten istekli ve tarihte belki de hiçbir grubun olmadığı kadar samimiydiler. Grubun çöküşüne sebep olan son stüdyo albümleri "Cut The Crap"'i bir kenara bırakırsak asla kendilerini tekrar etmediler. Bu yüzden bu kadar çok insanı etkileyebildiler.
- Kıvanç.
http://www.geocities.com/SunsetStrip/Palladium/1028/

 

INDEX

 


THE SMITHS – “Meat Is Murder” 1985 Warner Music


80’lerin U2 ile birlikte en önemli rock grubu olan The Smiths, İngilizlerce müzik tarihinin en iyi grubu olarak anılır. Vokalde Jim Morrissey, gitarda Johnny Marr, basta Andy Rourke ve bateride Mike Joyce'dan oluşan kadrosuyla grup yaptığı her albüm ile İngiliz gençliğini derinden etkilemiş ve belki de Nirvana'nın 90’larda yakaladığı başarının daha büyüğünü (yalnızca Britanya çapında olsa da) yakalamıştır.

60’larda doğan popüler müzik 70’lerde kendini geliştirmiş ve nitelik olarak 90’larda zirveye ulaşmıştı. 80’ler ise bir duraklama evresi gibidir; birkaç rock grubu (U2, Smiths, The Cure, Sonic Youth, vs...) ve birkaç pop sanatçısı (Michael Jackson ve Prince) dışında hemen herşey birbirine benzer, klişelerle örülmüştür ve sıkıcıdır. 80’lerde yapılan çoğu kayıt bugün ancak gülmek için dinlenebilir (bkz: `Emrah'ın filmlerinde disko sahnesinde çalınan şarkılar`), ancak Smiths belirttiğim gibi aradan sıyrılan isimlerden biridir ve yazdıkları dahice sözler ile bugün hâlâ rock dünyası için en ilham verici kaynakların başında gelir.

The Smiths her ne kadar 4 kişiden oluşsa da, solist Morrissey ve gitarist Marr için grubun her şeyi oldukları yorumu yapılabilir. Morrissey çok iyi bir vokalist olmasının yanısıra gerçekten iyi bir şairdir de. İçinden geleni ara yollara sapmadan direk olarak söyleyebilme yeteneği onu bir rock tanrısı konumuna yükseltmiştir, ancak Morrissey hiç de tanrısal güçlere sahip bir insan değildir aslında. Onu kendisine hayranlık besleyen insanlardan ayıran şey sanatçı yeteneğidir, ancak bir rock tanrısı konumuna yükselmesini sağlayan şey, hayranlarından bir farkı olmamasıdır. Morrissey bir “insan”’dır, yaşadığı hayal kırıklıklarını, çektiği acıları ve saplantılarını utanmadan ve hâtta gururla söyleyebilmiş olmasıdır onu sorunlu İngiliz gençliği için rock tarihinin en büyük fenomeni haline getiren. Morrissey gerçektir ve yalan söylemez. “Bugün içimde bir sıkıntı var, sevgilimle aram da pek iyi değil, umarım beni terk etmez” gibi bir söz yazmaz Morrissey, bunun yerine şunu tercih eder: “Bugün boktan bir gün ve hâlâ HİÇ sevgilim olmadı”. Gay olduğunu itiraf etmiş ve hemen hiç tepki görmemiştir, hayranları onu böyle de sevmesini bilmiştir.

Sizlere gitarist Johnny Marr ile ilgili de pek çok şey anlatabilirim, ama artık “Meat Is Murder”’a odaklanmanın vaktidir.. Grup ilk iki albümü “Hatful Of Hollow” ve “The Smiths”’i 1984'te yayınlamış ve belli bir çevrede benimsenmişti. İkisi de hâlâ etkili albümlerdir ve dehâ pırıltıları barındırırlar. “Meat Is Murder” ise dehâ pırıltısı falan barındırmaz, “dehâ”’nın ta kendisidir çünkü. İç kapaktaki gruba ait resim ise Smiths hayranlarının mutlaka görmesi gereken cinstendir. 4 grup üyesinin belki de biraz The Clash'e özenerek verdiği pozda özellikle Morrissey'in duruşu çok etkileyicidir. Sanatçının cool ve hâtta neredeyse gülümseyen bakışının ardındaki gerçek, onu tanıyanlar tarafından hemen fark edilebilir. Morrissey o karizmatik duruşuna rağmen hâlâ üzgündür. Kalbinin kırık olduğunu fark edebilirsiniz. “Meat Is Murder”’ın müziğine bakacak olursak; açılıştaki “The Headmaster Ritual” kendini hemen belli eden gitarıyla Morrissey'den çok gitarist Marr'ın öne çıktığı bir şarkıdır. Nakarattaki “Na-na-na-na” kısmı grubun bir yıl sonra yapacağı (ve asıl şaheseri olan) “The Queen Is Dead”’in ilk single'ı “The Boy With The Thorn In His Side”’ı andırır. “I Want The One I Can't Have” klasik Smiths şarkılarından biridir; uzun isimli, ve yalnız sözlere sahip: “I WANT THE ONE I CAN'T HAVE / AND IT'S DRIVING ME MAD / IT'S WRITTEN ALL OVER MY FACE”. “How Soon Is Now?” belki de grubun günümüzde en bilinen şarkısıdır. T.A.T.U. adlı sübyan rezaletinin de coverla(yama)dığı bu muhteşem parçada Morrissey, Smiths'e özgün karamsar lirikleriyle şarkının sonunu muhteşem getirir: “WHEN YOU SAY IT'S GONNA HAPPEN 'NOW' / WELL, WHAT EXACTLY DO YOU MEAN? / SEE I'VE ALREADY WAITED TOO LONG / AND ALL MY HOPE IS GONE”. Grubun bundan daha iyi parçaları da vardır, ancak Smiths'in ruhunu en iyi yansıtan şarkı bu olmalı. Zaman zaman politik mesajlar da veren The Smiths, “Nowhere Fast”’de “I'D LIKE TO DROP MY TROUSERS TO THE QUEEN” diyerek, Kraliyet Yönetimine Sex Pistols'tan bu yana müzik piyasasında yapılan en büyük eleştiriyi getirir. Albümün en iyi kısmı ise bundan sonra başlar, son üç şarkı albümün en iyi üç şarkısıdır da aynı zamanda. Örneğin “Well I Wonder” nefis bir bas gitar partisyonuna sahip; harikulade bası ile neredeyse Jane's Addiction – “Three Days” keyfi yaşatıyor insana. “Barbarism Begins At Home”’da gitar âdeta basla kavga ediyor. “UNRULY BOYS WHO WILL NOT GROW UP MUST BE TAKEN IN HAND” dizeleri ile Jim Morrissey bu parçada, dinleyicileriyle bir şarkıcı veya besteciden öte, neredeyse bir psikolog gibi iletişim kuruyor. Finaldeki “Meat Is Murder” ise adından da anlaşılacağı üzere hayvan haklarını savunan bir şarkı (gerçekten!). Çok iyi bir beste olduğu su götürmez, ancak verdiği mesajlar bu konuya kaygılı yaklaşmayan benim gibi anti-idealist bireyler için pek fazla anlam ifade etmiyor. Bana ne kardeşim, ben haftada en az iki kere et yiyen bir bünyeyim, et yemeden doyamıyorum, anlayın!

“Meat Is Murder” The Smiths'in iyi bir grup olmaktan öteye geçip, çok iyi bir grup olmaya başladığı albüm. Elbette “The Queen Is Dead” kadar muhteşem değil, ancak gözüm kapalı 10 üzerinden 9 vereceğim bir albüm, ve olay bir albüme puan vermeye gelince benim gibi “Sıfırcı hoca” tadında takılan birinin bile onayından rahatlıkla geçiyor. Nearly a must yani! – Kıvanç.

 

INDEX

 


THE THE – “Burning Blue Soul” 1981 4AD Records


“Burning Blue Soul” lo-fi olarak adlandırılan, enstrümanların amatörce çalındığı, kaydı için fazla para harcanmayan, çoğu zaman deneysel havada tınlayan müzik türünün öncü albümlerinden biridir. Albüm 1981'de piyasaya sürüldüğünde Matt Johnson'a ait solo bir kayıttı, ancak 1993'te yeniden basıldığında The The'nın ilk albümü olarak lanse edildi. Matt Johnson albümü sadece 1800 sterlinlik bir bütçe ile kaydetmiştir. Albüm zamanında pek anlaşılamamıştır, ancak yıllar geçtikçe insanları daha çok etkileyip, alternatif rock icra eden müzisyenlere yön vermiştir. Matt Johnson kayıt sırasında tüm enstrümanları; elektro, akustik gitarı, klavyeyi, bateriyi, etnik enstrümanları kendisi çalmıştır. Wire üyeleri Bruce Gilbert (bir iki parçada gitar çalmıştır) ve Graham Lewis'in (piyano desteği sağlamıştır) yardımı gözardı edilirse, “Burning Blue Soul” 100% Johnson'a ait bir eserdir. Davul looplarını ve sample olayını ilk kullanan müzisyenlerden biri olarak Johnson, işbu albümde saykodelikten progresif rock'a ve zaman zaman new age'e kadar pek çok türü denemiş ve (sanırım) 1800 £'e kaydedilebilecek en iyi, en zorlayıcı ve olağanüstü albümü kaydetmiştir.

“Burning Blue Soul” insanın kendisini iyi hissettiği bir anda dinlemek isteyeceği türden bir albüm değildir; şarkılar tecrit, korku, pişmanlık, yalnızlık ve intihar gibi temalarla örülmüş liriklere sahiptir. Açılıştaki “Red Cinders In The Sand” adlı enstrümantal, ilgisiz bireylerin hemen stop tuşuna basmasına sebep olabilecek kadar gariptir. Lo-fi ile alâkadar dinleyiciler de muhtemelen aynı tepkiyi vereceklerdir, ancak onlar “oha! bu nası bişiymiş yahu? hem de 1981'de!” demeyi uygun bulacaklardır. Dünya dışı bir atmosfere sahip olan müzik, dinleyicisini mutlaka etkileyecektir. “Burning Blue Soul”u farklı yapan şey, melodinin ne zaman değişip ne zaman sabit kalacağını önceden kestirememenizdir; Matt Johnson klasik şarkı yazma teknikleriyle ilgilenmemiş, yepyeni ve hepsi orijinal olan fikirleriyle rock müzikte ufak çaplı bir çığır açmıştır. 2. şarkı “Song Without An Ending”, “I LIKE YOU... I THINK YOU'RE PRETTY GOOD. / BUT I THINK THAT YOU THINK I'M A BIT UNDERCOOKED” sözleriyle açılır. Johnson'ın vokali o kadar garip ve anlaşılmazdır ki, booklet'ten sözleri takip ettiğiniz takdirde bile, arada onu kaybedebilirsiniz. Şarkının sonunu şöyle getirir Johnson: “IMAGINE THAT YOU'RE HAPPY NOW / IT'S EASY IF YOU TRY / BEACUSE WE'RE ALL CAUGHT UP IN A MORTIFYING LOOP: LIFE”. Vay be!

“Time (Again) For The Golden Sunset” Joy Divison'vari bir tınıya sahiptir; Matt Johnson'ın bu şarkıdaki vokalinin de Ian Curtis'i andırması parçaya gotik bir hava katar. “Icing Up” ilk dinleyişte The Cure'u andırabilecek bir gitarla açıldıktan sonra, klavyenin salınımları ve Johnson'ın yalnızlık hissi veren vokalleriyle (“I HAVE NO FUTURE, FOR I'VE HAD NO PAST”) Kraftwek – Brian Eno arası bir tınıya bürünür. “I'M TOO TIRED TO EAT / TOO LAZY TO DIE” sözlerinin ardından, Radiohead'in “The Gloaming”ini andıran looplar ile (tabii o kadar sıkıcı ve beyin sikici değil) albümün a-yüzü acayip bir atmosferde biter.

B-yüzü “(Like A Sun) Risin' Thru My Garden” ile açılır. Geri plândaki gitar ve Johnson'ın zorlayıcı vokaline karşın bu şarkı, albümün en rahat dinlenen parçalarından biridir. “Out Of Control” adlı enstrümantalin ardından, kısacık “Bugle Boy”a, “Burning Blue Soul”un zirvelerinden birine geçilir. Çok iyi sözlere sahip olan bu şarkı hâlâ The The'nın en iyi bestelerinden biridir. “HAVE YOU EVER THOUGHT YOU WERE THE MOST IMPORTANT THING IN THE UNIVERSE?” gibi ironik bir cümlenin ardından, “THERE'S MAGIC IN MY HEAD, GIRL / BUT I ONLY USE IT WHEN I'M DEPRESSED” demekte hiçbir sakınca görmez Johnson. Şarkının sonundaki “I DID KNOW THE SECRET OF THE UNIVERSE – ONLY I FORGOT!!” dizeleri ise çok etkileyicidir. “Delirious” Brian Eno'nunkileri andıran garip enstrümanlara ve konuşurcasına yapılan bir vokale sahiptir. “Red Cinders In The Sand”den bile daha zorlayıcı bir enstrümantal olan “The River Flows East In The Spring” yine insanı şaşırtan geçişlere sahiptir, Johnson'ın dinleyicileri şaşırtmak için potpurimsi bir şey kaydetmiş olduğunu düşünürsünüz. Şarkı zaman zaman 3. sınıf korku filmi müziklerini andırır. “Burning Blue Soul”un finalinde, albümün en iyi şarkısı olan “Another Boy Drowning” vardır. İntiharsal ve depresif lirikleriyle belki de bu şarkı The The'nın kariyerinin doruğudur. “YOUR LIFE IS SLIPPING AWAY / YOU FOUND OUT YOU'RE OLDER THAN YOU THOUGHT YOU WERE TODAY” dizeleri, şarkının nereye doğru yönelmekte olduğu hakkında size bir fikir verebilir. “LIFE... JUST DOESN'T SEEM THAT SIMPLE ANYMORE” dedikten sonra Johnson, albümü şu sözlerle bitirir: “I HOPE YOU'LL FEEL GLAD THAT YOU KNOW ME – WHILE I WAS HERE!!!”

İç kapaktaki albüme ait notlar Ian Pye'a aittir ve “Burning Blue Soul”u kusursuz bir biçimde özetler: “Bu albüm hakkında ilk kez yazdığımda, bir fan'ın samimi hevesiyle, şöyle demiştim: Bu, hayalperestler için bir kayıt; ağlamak ve gülmek isteyenler için. Bu, küçük odaların ve geniş düşünebilen dimağların müziği. Tüm acayipliğine rağmen, insan düşünmeden edemiyor... Matt Johnson bundan daha muhteşem bir şey yapabilecek mi?” Ve Pye, bu yazıyı yazdıktan 12 yıl sonra, hâlâ aynı şeyleri hissettiğini de ekliyor. – Kıvanç.

 

INDEX

 


TROUBLE – “Psalm 9” 1984


Ne tarz Doom Metal seversiniz bilmem, şahsen ben Doom Metal’in tüm çeşitlerini severim. Pentagram – Cold Mourning – St. Vitus tarzı old school Doom, Candlemass – While Heaven Wept – Solitude Aeturnus tarzı Heavy Doom, Sleep – Grief – Eyehategod tarzı Sludge/Doom, My Dying Bride – Anathema – Paradise Lost tarzı Britanya Doom’u, Funeral – Skepticism – Shape Of Despair tarzı Funeral Doom, Winter – Sorrow – Cianide tarzı Death/Doom, Cathedral – Celestial Season – Goatsnake tarzı Stoner/Doom… Bu liste böyle uzar gider ve ben tümünü benimserim. Kısacası Doom Metal benim için en üst kattadır. “Psalm 9”’u sevebilirsiniz, sevmeye de bilirsiniz. Ancak bildiğim bir şey var, o da “Psalm 9”’un en sağlam 10 Doom Metal albümü arasındaki yerinin her zaman için hazır olacağı. “Psalm 9” tartışmasız bir biçimde gelmiş geçmiş en iyi Doom Metal albümlerinden biri, dahası en etkililerinden biri.

“Psalm 9” gerçek anlamda “zamansız” bir albüm; bugün de kaydedilmiş olabilirdi, 1970 senesinde de. Müziğin zamansızlığını bir kenara bıraktık, albümün sound’u bile zamansız. Öyle gitar tonları var ki bugünkü değme Doom gruplarına taş çıkartır. Hatta ileri giderek "değme Black Sabbath albümlerine taş çıkartır" diyeyim de tam olsun. Gitarlar gerçekten inanılmaz heavy, Cathedral’ın ilk albümünü veyahut Candlemass’in “From The 13th Sun”’ını hatırlatacak derecede sert. Tonları bir kenara bırakıp tekrar müziğe dönelim; gitar armonileri o kadar etkileyici, riffler o kadar vurucu ki hayran olmamak mümkün değil. Trouble “Psalm 9”’da Anathema ve My Dying Bride gibi grupların ‘90’larda Dünyayı sallayacakları müziğin ilk prototipini sunuyor bizlere. İnandırıcı gelmiyor mu? O halde bu albümün dördüncü parçası “Revelation (Life Or Death)”’in giriş rifflerine bir kulak verin. Trouble gerçek anlamda bu müziği Black Sabbath’ın “Masters Of Reality” albümünden çok daha komplike riffler ile baştan yaratmış. Unutmayın, bu albüm çıktığında Candlemass henüz bir albüm bile yayınlamamıştı. Buradaki çoğu parça klişelerle ve kağıt üzerinde kotarılmış müziklerle dolu ‘80’lerle alay edercesine “verse-chorus” yapısını paramparça ediyor, adeta alay ediyor! Tabi ki straight-forward parçalar da var albümde, ancak albümün asıl gücü inişli çıkışlı, ultra heavy parçalardan geliyor. Ve tabi ki karamsarlık… Doom Metal’in özünde romantik bir duygusallığın değil, kafa ezici bir karamsarlığın bulunduğunu bize en iyi anlatan albümlerden biri “Psalm 9”; bu albümde mutluluğun kırıntısı bile yok, müzik bir yıkım portresi yaratıyor ve dinleyiciyi bunun tam ortasına atıyor. Eric Wagner’ın Robert Plant vari vokalleri de intikam arzusuyla yanıp tutuşan yaralı, yırtıcı bir kuş gibi bu cehennem manzarasının üzerinde uçuyor: “Psalm 9” bize dünyanın sonunun geldiğini müjdeliyor!

Açılıştaki 6 buçuk dakikalık epik “The Tempter”, kısa ve atmosferik bir intronun ardından Cathedral’ın “Forest Of Equilibrium” başyapıtını tamamen üzerine kurduğu dirgy, heavy riffler ile, son derece yavaş bir tempoyla açılıyor. Parça “Black Sabbath”’ın inişli çıkışlı yapısıyla “Children Of The Grave” ve “Into The Void” gibi parçaların enerjik yapısının bir birleşimi gibi. Bu arada değinmek gereken bir nokta da lirikler. Trouble koyu Hıristiyan bir grup (çoğu kez White Metal olarak da sınıflandırılmışlardır zaten) ve lirikler de bu özellikleriyle paralel işliyor, özellikle de bu albümde. Trouble liriklerde şehvetin baştan çıkarıcılığını, bencilliğin ve vurdumduymazlığın yıkıcılığını ve aç gözlülüğün insanlara çektirdiklerini lanetliyor. “Assasin” ise kabul etmem gerekir ki Iron Maiden’ın aynı adlı parçasını ezip geçen bir parça. Albümün en gaz iki parçasından biri, tarz olarak da Traditional Metal tadının en çok hissedildiği çalışma. Yine Sabbath etkileşimleri hissedilse de Judas Priest esintileri de burada rahatça göze çarpıyor. “Victim Of The Insane” bir Doom Metal klasiği; bir ordunun savaş alanına yürüyüşünü hissettiren girişi ve ardından gelen inanılmaz yavaş ve heavy riffleri yıkıp geçiyor. Lirikler çökmüş; belki de bu tarz liriklerin ‘80’lerdeki ilk örneği. Yukarıda adını zikrettiğim “Revelation (Life Or Death)” tüm zamanların en iyi rifflerinden biriyle açılıyor desem yanlış olmaz. Bu nasıl bir riff, nasıl bir gitar tekniği, nasıl bir ton, hem de 1984 senesinde, akıl ermiyor! Çok değişken yapısı, bluesy soloları ve müthiş armonileri ile albümün en iyi parçalarından birisi. “Bastards Will Pay” vaktin Heavy Metal sınıflandırılmasına maruz kalan gruplarından daha agresif ve heavy yapısıyla ayrılıyor, kesinlikle ‘90’lardan fırlamış gibi duruyor. Albümün en hızlı parçası ama cehennem gibi Heavy ve hala Doom Metal bölümlerine haiz, yavaşladığı kısımlar olayı bitirmiş. Politikacıları öldürme emrini beyninize yerleştiren lirikleri biraz cheesy gibi gelebilir ilk etapta, ama Eric Wagner o kadar içten gelerek söylüyor ki etkisinde kalmamak da imkansız. “The Fall Of Lucifer”; yine harika, akılda kalıcı riffler, vaazkar lirikler ve komplike olmasına rağmen su gibi temiz bir müzikal yapı. Nefis. Geldik benim favorime. “Endtime” 5 dakikalık süresiyle bir enstrümantal ve bir parçadan çok “Doom Metal nasıl yapılır?” sorusuna bir cevap gibi. Bruce Franklin ve Frank Wartell’in gitarları artık aşmış vaziyette. Ölçü ve tempo değişimleri, ardı ardına hunharca sarf edilen riffler… “Psalm 9” öyle karanlık bir girişe sahip ki olay “evil” bir ölçüye varıyor ister istemez. Liriklerdeki vaaz olayı doruğa çıksa da kimin umurunda, buradaki müzik lirikleri ezip de geçiyor. “Tales Of Brave Ulysses” son derece akıllı bir taktikle albümün sonuna yerleştirilmiş Cream cover’ı. Akıllı bir taktik dedim zira bu kadar karamsar parçaların ardından insan kendine gelmek için biraz rahatlatıcı bir şeylere gereksinim duyuyor, bu cover da bunu sağlıyor, ki yapılmış en iyi Cream cover’ı bile olabilir, çok çok güzel.

Albümün kapak çalışması bile bu tarz için standartları belirleyecek cinsten. İç kapak için ise aynı şeyi söylemek mümkün değil, ama umurumda da değil. Trouble Doom Metal’in gelecekte öncü sayılacak bir sürü grubuna esin kaynağı olan bir albüm yapmış. Burada Cathedral’dan tutun My Dying Bride’a, Paradise Lost’tan tutun Solitude Aeturnus’a hatta Candlemass’e varana dek bir yığın büyük grubun müziğinin tohumlarını bulacaksınız. Eğer bu saydığım grupların fanıysanız ancak Trouble dinlememişseniz “Psalm 9”’u dinlediğinizde de ja vu hissi yaşamanız kaçınılmaz, işte bu derece “öncü” bir albüm “Psalm 9”. Aslında Trouble’u en iyi My Dying Bride’ın gitaristi Andrew anlatıyor: “En büyük etkilenim kaynaklarımdan biri, nasıl Metallica kadar büyük bir grup olamadılar aklım almıyor…”. Evet bunun için birçok cevap verilebilir elbette, grubun kendi içinde yaşadığı sorunlardan liriklerinin katı konsevatif yapısına kadar, ama bu da işin güzel yanı zaten, bu albümü dinleyince evinizin tavan arasında gizli kalmış bir hazine bulmuş hissi yaşıyorsunuz.

Önde gelen Metal Sitesi BNR Metal pages’a göre “Psalm 9” 1984’ün en iyi albümü. Şimdi bir düşünün o yıl ne kadar sağlam albümlerin çıktığını, “Powerslave”, “Ride The Lightning”, “Show No Mercy”, “Defenders Of The Faith”, “Don’t Break The Oath” vs. vs… Bu albüm o kadar albümün önünde birinci sıraya konulduysa bunun bir nedeni vardır öyle değil mi?

“Psalm 9” Doom Metal’in en iyi ve en önemli albümlerinden biri. Bu albümü dinlememiş birisinin "Doom Metal dinliyorum" demesi kendi kendine hakarettir. Farz! – Mert.

 

INDEX

 


TYPE O NEGATIVE – “Slow, Deep And Hard” 1991 Roadrunner Records


“Peter Steele” deyince aklınıza ne geliyor? Ultra-karizmatik, cool, heybetli, dark bir frontman mi? Etkileyici bariton sesli bir gotik ilahı mı? Eğer bu soruyu “Bloody Kisses”’dan önce sorsaydım herhalde kimsenin aklına bunlar gelmezdi. Bunların yerine muhtemelen “kendine ve etrafına zarar vermeye eğilimli, sosyopat, kadın düşmanı, nazi yanlısı, komünist, patriotik bok çuvalı” gibi bir şey gelirdi akıllara. Doğruya doğru, Peter Steele’in imajı geçen yıllar içinde değişime uğrasa da aslında o hep aynı kaldı: “non politically-correct”!!! Canını sıkan şeylere (çoğunlukla da sarkastik bir biçimde) hep aşırı tepkiler gösterdi, vur deyince öldürdü, en ufak problemlerden ve en ufak hayal kırıklıklarından obsesif destanlar yarattı, olmak istediği ile olduğu arasında bağlantılar kurmaya çalıştı ve bu proses içinde arkadaşlarıyla beraber ortaya inanılmaz güzellikte albümler çıkardı. Böyle eşsiz bir müziğin, eşsiz bir imajın ardında hiç şüphesiz ki çok derin bir zeka yatıyor ama o buna rağmen hep kendinle alay etti, küçümsedi. Bazıları bunun da bir espri olduğunu anladı, bazıları ise ciddiye aldı. Ama bugün Type O Negative’in kökeninde bir deli-dahinin attığı tohumların var olduğuna yürekten inanıyorum.

Peter Steele çok farklı müzikal zevklere sahip. En sevdiği iki grup The Beatles ve Black Sabbath, ki bu diğer grup elemanları için de geçerli. Ancak Steele bunların dışında Gothic Rock’tan Synth Pop’a, Hardcore ve Metalden Endüstriyel Müziğe dek bir çok farklı müziği seven bir insan. Her ne kadar grubun ilk dönemlerinde bu zevklerinin tümünü yazdığı müziğe yansıtmasa da, özellikle parça düzenlemelerinde gruptaki diğer elemanların da ağırlık kazanmasıyla beraber Steele’in farklı yönleri zaman içinde Type O müziğine dahil oldu. Bazıları grubu “davayı satmak” ile suçladı, ancak yapılan tek şey Steele’in farklı yönlerinin de ortaya çıkmasıydı, “October Rust”’daki duygusal havayı yaratan kişi vakti zamanında cinayet şiirleri okuyan kişiden başkası değildi. Ancak ne yazık ki yıllar geçtikçe grubun kökenleri fanlar tarafından unutulmaya yüz tuttu, ta ki son zamanlarda eskiye dönük tatları müziklerine tekrar bulaştırmaya başlayana dek. Eh, bu durumda Type O  Negative efsanesinin başlangıcı olan bu başyapıttan bahsetmezsek ayıp olur bence.

“Slow, Deep And Hard” ve Type O Negative’in başlangıcından önce ise sanırım Steele’in müzikal geçmişine şöyle bir değinmekte yarar var. Kendisi bildiğiniz gibi ‘80’lerin New York’lu kült HC/Thrash grubu Carnivore’un lideriydi. Zamanının (ve hatta tüm zamanların) en ekstrem gruplarından birisi olan Carnivore Peter Steele’i anlamamız için incelememiz gereken ilk nokta olacaktır. Grup, isimlerine yaraşır bir biçimde kanlı canlı lirikler ve Venom, eski – Manowar, Sabbath ve bilimum Thrash grubunun etkisinin rahatça hissedilebildiği self-titled ilk albümüyle piyasaya adım attı. Grup kıyamet sonrası hayatta kalan vahşiler gibi (bkz. “Mad Max”) giyinip yine aynı konsepte uygun lirikler yazıyor, bunu da oldukça down tuned, dirgy ve çiğ bir sound eşliğinde dinleyicilere sunuyordu. Lirikler gerçekten çok ekstrem ve cesurdu, her ne kadar “fantastik” gibi görünseler de aslında Steele’in toplum ve hayat hakkındaki görüşlerini alegorik bir şekilde yansıtan özlü sözlerden başka bir şey değillerdi. Steele Cannibal Corpse’dan yıllar önce kadın vajinası yemekten (“Carnivore”), savaşlarda kadınlara tecavüz etmekten, düşmanlarını parçalamaktan, öldürdüğü düşmanların beyinlerini çiğ olarak yemekten (“Male Supremacy”) adeta tiksindiği bir hayvan topluluğuna olan nefretini haykırırcasına bahsediyordu parçalarında. Bunun üzerine bir de yine bu tiksindiği ırkın olası nükleer felaketler ile sokaklarda cayır cayır yanmasını yine zevkle parçalarına konu ediyordu. Kısacası Steele içine düştüğü soğuk ve duygusuz dünyadan böyle bir müzikle intikam alıyordu!

İkinci albümleri (ve bir başyapıt olan) “Retaliation”’da ise karşımıza post apokaliptik imajından sıyrılmış, yerine bir “sokak” havası gelmiş, daha az Traditional Metal ve daha fazla HC etkisine sahip bir Carnivore çıkıyordu. Bu albüm hem müzikal olarak, hem de tematik bakımdan bir önceki albümün bıraktığı yerden bayrağı devralmakla kalmıyor, bir yandan da Steele’in bilinmeyen iç dünyasına bizi biraz daha yakınlaştırıyordu. Müzikal olarak Sabbath etkileri hala bariz bir biçimde hissedilse de ilk albümden daha hızlı, daha agresif, daha çiğ ve brutal bir müzik vardı ortada. Steele “Race War” ve “U.S.A. For U.S.A.” parçalarında Amerika’daki karmaşık etnik kökenlerin yarattığı kaos hakkındaki düşüncelerini (ileride ırkçı olarak damgalanmasına sebep olacak bir biçimde) sıralarken “Technophobia”’da nükleer enerji karşıtlarına, “Suck My Dick”’te kendilerini eleştirenlere, “Sex & Violence”’ta da geride kalan herkese saldırırken, albümün (ve belki de Steele’in gelmiş geçmiş) en retrospektif, en acı, en agresif, en içten parçası “Inner Conflict”’te içine düştüğü depresyondan inanılmaz bir içtenlikle söz ederek kendi yüzünü parçalamak istediğini haykırıyordu dinleyicilere. İşte bu ve “Angry Neurotic Catholics”, Steele’in ruhsal durumunu en realist bir biçimde dışarı yansıtan parçalardı ve aslında albümdeki tüm bu ekstrem agresyonun altında da artık acıdan hissizleşmiş, adeta yardım için haykıran bir adamın çığlığı yatıyordu, ki “Inner Conflict” parçasını Steele “Help!” diye fısıldayarak bitiriyordu.

Albüm ‘87’de çıktı. ‘88’de Carnivore dağıldı. ‘89’da da Peter Steele bileklerini kesmek suretiyle intihar etti…

Tabi ki ölmedi. Dev cüssesi ölmesine izin vermedi. Aynı sene kankası Sal Abruscato Carnivore’un devamı şeklinde bir grubu neden düşünmediğini sordu Steele’e. Kısa bir sürede Sal ile beraber eski kankası Josh Silver ve Kenny Hickey’i de yanına alarak Sub Zero’yu kurdu. İsim sonra Repulsion’a, en sonunda da Type O Negative’e dönüştü. Steele’in eski şirketi Roadrunner kötü-ünlü Steele ve ekibinin oldukça çiğ ilk demo girişimlerini CD’ye basmakta ve provokatif ilanlarla tanıtmakta gecikmedi. Bay sosyopat geri dönmüştü: “Type O Negative, eski Carnivore lideri Peter Steele’in yeni deli çocuğu, Brooklyn’in arka sokaklarından çıkıp size getiriyor: ‘Slow, Deep And Hard’” !!!!

Grup albüm anlaşmasını da yine adına yaraşır bir biçimde yapmıştı: Steele önce tuvalete gidip mastürbasyon yapmış, bir kaba koyduğu spermini kanıyla birleştirmiş ve bu “kutsal karışım” ile anlaşmayı imzalamıştı. Tabi ki tüm bunların tarihi birer belge olarak hatırlanması için fotoğrafları çekildi ve Roadrunner grubun promosyonu amacıyla bu fotoğrafları dört bir yana dağıttı. Steele’e bunu neden yaptığı sorulduğunda gayet duygusuz bir biçimde “gruba ilgi çekmek için” cevabını verdi. Steele grubun press kit’lerinde inanılmaz demeçler veriyordu: “Yalnızca kahramanlar kendilerini öldürürler, aptallar ise kendiliğinden ölmeyi beklerler”, “Kendini öldürebilmek bir şereftir, muhtemelen benim ölümüm de kendi elimden olacak”. Steele’in “Retaliation” sonrasında yaşadıkları düşünülürse çok da şaşırtıcı demeçler sayılmazlar bunlar. Albümün genelinde yaygın olan hava da Steele’in bu sözleriyle doğru orantılı; “Slow, Deep And Hard” acıyı, psikolojik acıyı belki de tüm zamanların en dürüst ve en gerçekçi bir biçimde yansıtan ses kaydı.

Albümde ilk dikkat çeken şey hiç şüphesiz ki uzun parça isimleri ve süreleri. Grubun “Slow, Deep And Hard”’da oldukça deneysel bir müzik yaptığını belirtmek hiç de yanlış olmaz. Kendi içlerinde farklı bölümlere ayrılan parçalar, birçok farklı türün getirdiği etkileşimler, arada bir devreye giren sample’lar, ve tüm bunların üzerine Steele’in inanılmaz negatif özlü sözler haykıran, herhangi bir estetik kaygı gütmeyen vokalleri... “Slow, Deep And Hard”’daki müziğin yarısından çoğu Carnivore left-over’larından oluşturulmuş, ancak Steele bu yeni proje için parçaları tekrar düzenlemiş ve lirik yazmış. Carnivore’dan aşina olduğumuz hızlı, agresif Thrashcore bölümleri ve Black Sabbath etkili heavy riffler burada yerli yerinde, ancak grup bunların üzerine Carnivore’un “Ground Zero Brooklyn”, “Technophobia” gibi parçalarında belirtilerini gösterdiği sludge etkili dirgy kısımların miktarını burada oldukça arttırmış. Genel olarak müziğin çok yavaş ve kulak delici bu sludge bölümleriyle daha hızlı, straight forward HC bölümleri arasında gidip gelen bir yapısı var denilebilir. Steele bu aşırı yavaş, ezici bölümleri kullanmasının sebebini şu şekilde açıklıyor: “Yavaş tempolar ve çığlık vokaller bana hayatımda hiçbir şey yolunda gitmediğinde hissettiğim acıyı çağrıştırıyor”. Type O Negative’in de hayattaki negatif duygulardan esinlenen bir müzik yaptığı düşünülürse bu bölümlerin bu albümde bu kadar fazla olmasına şaşmamak gerekir.

Dikkat çeken bir diğer farklılık da Steele’in ilk defa etkin bir biçimde müziğine klavye dahil etmesi. Josh Silver her ne kadar klavyesini çoğu kez gitar ve bası desteklemek için hammond tonlarında kullansa da özellikle müziğin hızlandığı ve melodikleştiği bölümlerde sonraki albümlerde ağırlığını hissettireceği gotik tatları müziğe ustaca yediriyor. Kenny Hickey gitarlarda “Retaliation”’daki Marc Piovanetti’nin müthiş performansını aratmıyor kesinlikle. Steele’in distortionlu bası (daha doğrusu grup elemanlarının deyimiyle “bariton gitar”’ı) da yerli yerinde. Steele’in vokalleriyse her ne kadar Carnivore’dan aşina olduğumuz scream türündeyse de sonraki albümlerinde mükemmelleştireceği bariton, gotik sesine az da olsa burada da tanık oluyoruz. Yine önemli bir nokta agresif vokallerin de eskiye göre çok daha kontrolsüz ve saldırgan bir yapı sergilemesi, Steele Carnivore albümlerindeki Tom Araya’dan daha hızlı söyleme çabasını terk etmiş, her cümleyi üzerine basa basa haykırıyor. Albümün prodüksiyonu ise neredeyse “bilinçli bir biçimde” kötü. Parçaların temelde canlı olarak kaydedilmiş olduğu ortada zira tonlar çoğu yerde fazla çiğ, çirkin hatta zayıf. Davullar bol reverb’lü bir halde neredeyse her şeyin önünde. Tüm bu estetiğe aykırı seçimler grubun bu albümü sanki bir lağımda kaydetmiş olabileceğini düşündürüyor!! Ve bu etki de müzikteki mevcut depresifliği adeta katlıyor. Bu nedenle burada kötü prodüksiyonun albümün hayrına olması durumuna çok iyi bir örnek var diyebiliriz.

Albüm grubun ilk klasiği diyebileceğimiz “Unsuccesfully Coping With The Natural Beauty Of Infidelity” ile açılıyor. 12 dakikalık, “aldatma”  konusuna sert bir biçimde değinen bu çalışmada grup Carnivore-vari riffler ile sludge bölümlerini ard arda sıralayarak yukarıda bahsettiğim manik depresif yapıyla bizi daha hemen albümün başında tanıştırıyor. Parçanın uzun süresi içinde Type O tüm numaralarını sergiliyor; akustik bölümler (bir Type O trademark’ı diyebileceğimiz kadın inlemeleri bu bölümde dikkat çekiyor), klavye ağırlıklı gotik bölümler, bol back vokalli catchy Punk bölümler ve dinmek bilmeyen vahşet... Liriklerde ise Steele adeta bir intihar propagandası yapıyor: “Sonsuzluğa inanıyor musun? Ben yarına bile inanmıyorum. Sonsuza dek kalacak tek şey hatıralar ve üzüntü”. Parça temelde Steele’in kendisini aldatan kız arkadaşı (belki de eski karısı??) ile ilgili, Steele nakaratta “başkasıyla düzüştüğünü biliyorum!” derken hem esprili hem de tehditkar bir hava sergiliyor.

İkinci parça ise albümün en tartışmalı bestesi “Der Untermensch”. “Slow, Deep And Hard”’daki Carnivore çağrışımlarına en fazla rastladığımız parça bu, hem müzikal, hem de liriksel bakımdan. Bunun nedeni parçanın diğer parçaların aksine “toplumsal” bir temaya sahip olması ve diğer parçalara göre daha az gotik ve Punky bölüm içermesi. Ağırlıklı olarak Thrashy riffler karşımıza çıkıyor ancak Steele burada adeta endüstriyel bir hava veren klavyeler ve müzikteki ani dur-kalk’lar ile Carnivore soundunu bir adım öteye taşımış görünüyor. Parça anlaşıldığı kadarıyla Harlem’de ve Bronx’da yaşayan, geçimini uyuşturucu ve kadın satıcılığıyla geçiren, ve işsizlik kredisini sömüren herkesle ilgili, ancak bu meslekleri New York’da daha çok Latin ve Siyahların yaptığı düşünülürse laf belirli bir yere gidiyormuş izlenimi veriyor ister istemez. Steele liriklerde son derece mikrokozmotik bir bakış açısına sahip ki genel olarak New York gruplarında görülen bir olay bu, grup “büyük resmi” umursamadan kendi etrafında olup bitene göz atıyor. Steele “Siz bir hayat israfısınız” diye haykırırken “Taxi Driver”’ın Travis’ini fazlasıyla çağrıştırıyor. Yani katılalım ya da katılmayalım, Steele’i Amerika’nın çoğunluğunun yaptığı gibi yüzlerine liberallik maskesi takıp içlerinden geleni dile getirmeyişleri gibi iki yüzlülük yapmadığı için bile kutlamak gerekir sanırım (eh, beni de bu konu hakkında bu kadar açık konuştuğum için kutlamak gerekir, bunu yazdıktan sonra “nazi”’ler başlar yine). Hiç şüphesiz ki bakış açısı çok sert ama bu albümün depresyonun ucunda dolanan bir adamı anlattığı düşünülecek olursa çok da şaşmamak gerekir diye düşünüyorum. Müzikal olarak “Der Untermensch” bir klasik olarak nitelendirilmeyi hak edecek kadar iyi.

Ardından gelen “Xero Tolerance” Steele’in kendisini aldatan kız arkadaşından bahsetmeye devam ediyor, ancak bu kez çok daha ekstrem ve tehditkar bir şekilde. “Xero Tolerance” Steele’in kız arkadaşını yeni erkek arkadaşıyla bir plajda sevişirken yakalamasını ve kafalarını bir kazmayla paramparça etmesini anlatıyor! Ancak işin korkunç tarafı Steele liriklerin bu “cinayi” kısımlarını müziğin en çocuksu, en “hafif” bölümlerinde sıralıyor. Gerçekten de bu etkiyi kelimeler ile tarif etmek mümkün değil. Müzikal olarak “Der Untermensch”’daki Carnivore tatlarıyla ilk parçanın punky havasının bir karışımı olarak nitelendirilebilir “Xero Tolerance”. Bu parça da bir klasik kıvamında, ve bu noktada albümün kalitesiyle ilgili tüm şüpheleriniz sönüp gidiyor haliyle.

“Prelude To Agony” yine 12 dakikalık bir çalışma, bu kez daha dark ve doomy. Steele bu kez “kadın” olgusunu neşter altına yatırıyor kendi bildiği biçimde. Parçanın sonunda yine dönüp dolaşıp kendine acı çektiren kız arkadaşına bu kez hilti ile (hilti yol çalışmalarında asfaltı parçalamak için kullanılan, ucu yere batırılıp belirli bir periyottaki darbeler aracılığıyla parçalama işleminin yapıldığı bir makine) tecavüz ediyor. Parça yapısal olarak yine “Der Untermensch”’i hatırlatsa da bu kez sludgy bölümler daha ağırlıkta, özellikle finaldeki makine sesleriyle kadın çığlıklarının birlikte verildiği kısım kan dondurucu.

“Glass Walls Of Limbo” deneysel, gotik bir çalışma. Parça Steele’in çeşitli makine seslerinden yarattığı loop’lar, çan ve rüzgar sesleri vs… üzerine armonik, bariton vokaller yapması şeklinde vücut buluyor. Kesinlikle inanılmaz etkileyici bir sonuç.

“Misinterpretation Of Silence And Its Disasterous Consequenes” ise grubun espri anlayışının bir örneği. Parça 1 dakikalık bir boşluktan ibaret!

“Gravitational Constant: G = 6.67 x 10-8 cm-3 gm-1 sec-2” ise albümün en ağır, en Doomy ve en acı bestesi ve kapanış için seçilmiş olması da çok anlamlı, çünkü “Gravity” albümün direk olarak intihar ile ilgili tek bestesi. Albümdeki tüm parçalar boyunca anksiyete, ağır depresyon ve şiddet isteği yüzünden adeta aşırı bir yerçekimi altında ezildiğini hisseden Steele bu parçada kendini nasıl öldürmeyi denediğini anlatıyor, ancak gerçek hayattakinin aksine bu kez yüksek bir yerden atlamak suretiyle. 9 dakikalık süresi içinde yine birbirinden ayrı birçok bölüm boyunca eşi benzeri olmayan bir sonik saldırıya maruz bırakıyor grup bizi. Parçanın son bölümü “Requiem For A Soulless Man”’de ise inanılmaz catchy ve duygusal riffler eşliğinde intihar girişiminde başarısız olan Steele’in sıraladığı sözler o kadar gerçekçi ki “acıtıyor!”: “…Hayır şefkat belirtileri göstermiyorum, ben duygusuzluğa alışkınım. Bileklerimdeki kesikler aptalca görülebilir, o zaman bana bir dahaki sefer için şans dile. Peki ya bin kez ölmüş olsaydım? Deli olduğumu düşünüyorsun ama pişman değilim. Bir kez daha denemek bir sorun olmaz – İntihar kendini ifade etmektir!!”

Albüm kapağı da neredeyse surata atılmış bir tükürük kıvamında. Steele burada da vurucu olmayı başarmış, görüntünün aslını görmek istiyorsanız buraya tıklayın.

Aslında albümü en iyi özetleyen cümleyi yıllar önce bir müzik yazarı yazmış: “Peter Steele’den soğuk ve acımasız dünyaya nefret dolu bir haykırış”. Bu cümle albümü o kadar iyi özetliyor ki yukarıda yazdığım tüm şeyler gereksiz duruyor. “Slow, Deep And Hard”’daki acı o kadar gerçek ki hiçbir Anathema veya My Dying Bride veya Katatonia (ki üçünü de çok severim) veya bir X grubunun albümündeki acının buradakiyle boy ölçüşebileceğine inanmıyorum. Bu saydığım gruplardaki “acı” sanatsal bir estetiği de beraberinde getiren, belirli bir mood’a gönderme yapan, kırılgan ve sofistike ruh hallerinden ibaret. “Slow, Deep And Hard”’daki acı ise artık anormallik sınırını çoktan geçmiş, acıyı ve nefreti vücudunun en ufak hücrelerinde bile hissetmiş, depresyondan adeta kırılmış, sevgisiz, ikiyüzlü ve acımasız bir dünyanın içinde tamamen silinmiş ve artık kaybedecek tek bir şeyi bile kalmamış, parçalanmış bir adamın intikam haykırışı şeklinde karşımıza çıkan, gerçekliği, samimiyeti ürkütücü boyutlara varan bir acı. Yani bu albüm rakı eşliğinde ağlayıp boşalmanızı sağlamaz, olsa olsa mutlu bir gününüzü karartıp cehenneme çevirir, mutsuz gününüzde ise size zarar verdirmek için telkinde bulunur. En kötü gününüzde ne yapar inanın bilemiyorum, sonuçlarının iyi olmayacağına hiç şüphe yok. Ancak ortada en azından şu gerçek var, “Slow, Deep And Hard” müzik tarihinin eşi benzeri olmayan klasiklerinden birisi. Ama tüm estetik kaygılardan uzak, düşük prodüksiyon kalitesi ve fazlasıyla agresif müzikal ve liriksel içeriği nedeniyle geniş kitleler tarafından kabullenilmesi de olanaksız. Yine de metal, punk, HC, endüstriyel tarzlarından biri veya birkaçına ilgi duyan herkesin en azından bir kez bile olsa dinlemesi gereken bir kilometre taşı. Yapmanız gereken tek şey müziği ve lirikleri olduğu gibi kabullenmek, unutmayın ki albümdeki görüşler depresyonun dibindeki bir adamın düşüncelerinden ibaret. Bırakın “Slow, Deep And Hard” sizi etkisi altına alsın, ama albümü dinlerken “Less Than Zero” parçasının sözlerini de sakın aklınızdan çıkarmayın ve Steele’i çok ciddiye almayın, sonuçta kendisinin de dediği gibi, “İntihar kendini ifade etmektir!!”.

Mutlu günler. – Mert.

www.typeonegative.net

 

INDEX

 


VAN MORRISON – “Astral Weeks” 1968


Tüm hayatım boyunca en basitinden tutun da en karmaşık ve acayipine kadar pek çok müzik türünden sanatçılara kulak verdim. U2 benim için her zaman en büyük oldu ve bu sanırım asla da değişmeyecek. Pink Floyd müthiş besteleri ve dahice lirikleriyle benim için hep bir fenomen olarak kaldı. ‘Indie’ olarak adlandırılan müziğe bulaştım ve içinden çıkmam mümkün olmadı. Tindersticks beni kalbimden yaraladı, The Smiths bana garip bir şekilde yaşama gücü verdi. Punk'ın nihilizmine değil, öfkesine vuruldum; sadece The Clash bile (hâlâ bu türün en yetkin grubu olarak) bu türü sevmem için yeterli bir başlangıçtı: Onlardaki basit gücün etkileyiciliğine kapılmamak imkânsızdı. Rap müziğini (etrafımdaki çoğu rap düşmanı arkadaşıma rağmen) sevdim; Public Enemy ve N.W.A gibi agresiflerinden tutun da, De La Soul, A Tribe Called Quest gibi caz tınılarını bünyesinde barındıranlarına kadar hepsine (daha doğru bir deyimle, bu müziği kaliteli yapanların hepsine) sempati duydum. Ambient müziğini (hâliyle) Brian Eno ile keşfettim, The Orb, Aphex Twin gibi sanatçılarla bu türü daha da sevdim. Tortoise sayesinde post-rock'a tutuldum (her ne kadar rock'ın öldüğüne inanmasam da), doğal olarak Slint'i keşfettim (sevgili Osman Kaytazoğlu'na selam) ve bu türün 21. yüzyıla damgasını vuracağını farkettim. Ancak tüm bu müzikal araştırma (ve dinlediği hiçbir şeyden tam anlamıyla tatmin olmama ve hep yeni ve farklı arayışlara yönelme) sürecim sonucunda, sadece tek bir şeyden emin olabildim: En güçlü şarkılar aşk şarkılarıydı ve bunun aksini kimse iddia edemezdi. Aşk bir insanın hissedebileceği en güçlü duyguydu, bu yüzden en güçlü şarkıların da aşk ile ilgili olması elbette sürpriz olmayacaktı. Duygusal yoğunluk olarak aşk ile yarışabilecek tek bir his vardı şu dünyada: O da, aşkın bittiği yerde başlayan üzüntü ve geçmişe özlemdi, ki bu da zaten aşk ile doğrudan ilintiliydi. Sanırım az sonra iddia edeceğim tezin doğru çıkmış olması bir tesadüf olamaz: Evet, en güçlü şarkılar aşk şarkılarıdır; ancak bunların da içinde en güçlüleri ‘biten aşk’a yazılan şarkılardır. Mutlu bir ilişki ile ilgili olan bir şarkının, o ilişkinin yarattığı yıkımdan bahseden bir şarkıdan daha güçlü olması çok az rastlanan bir şeydir. Sanırım ne demek istediğimi anladınız: Evet, aşk çok güçlü bir şeydir, ancak aşkın bitişi bundan bile daha güçlü olabilir. Ve işte bu yazının konusu olan albüm, Van Morrison'ın “Astral Weeks”’i, en ufak bir tartışmaya yer bırakmaksızın BÜTÜN ZAMANLARIN EN GÜZEL AŞK ALBÜMÜ’dür. Bundan yola çıkarak “Astral Weeks” için müzik tarihinin en üstün albümü yorumu da yapılabilir. Buna katılmayabilirsiniz, ancak ‘müzik tarihinin en üstün albümü’ gibi ateşten bir gömleği taşıyabilecek kapasitede çok az albüm vardır, ve “Astral Weeks” de bu birkaç albümden biridir. Mutlu aşkları anlatmaz “Astral Weeks”, aşk acılarını anlatır; bu albümü böylesine eşsiz yapan şey de budur.

Çok uzun bir giriş oldu, ama ben bu albümle ilgili yüzlerce sayfalık bir kitap bile yazabilirim (inanın bunu yapabilirim). Bir albümün gerçek gücü sizce nerede yatar? Sadece melodikliğinde mi? Hayır. Sadece güzel sözlerden oluşmasında mı? Hayır. Sadece sanatçısının hislerini bize direkt olarak sunabilmesinde mi? Hayır. Bunların hepsinin toplamında mı? Evet. “Astral Weeks”in (ilk yayınlanışından bu yana 40 yıla yakın süre geçmiştir) 1 milyondan az satmasına rağmen bu kadar çok insanı etkilemesindeki asıl neden budur. Son 20 yılın bazı önemli sanatçı ve gruplarıyla yapılan bir ankete göz atmıştım bir zamanlar; 90’ların sonunda olmalı. Bu sanatçılara kendilerini en çok etkileyen müzisyen ve albümler sorulmuştu. Çoğunun ilk 5'inde tahmin edeceğiniz üzere The Beatles, Rolling Stones, The Who, Velvet Underground gibi gruplar ve elbette Bob Dylan yer almaktaydı; Van Morrison'a çok az sanatçının üst sıralarında rastladığımı çok iyi hatırlıyorum. Ancak çarpıcı bir şekilde, bu sanatçıların en çok etkilendikleri albümler listesinin 1 numarasında hep “Astral Weeks” yer almaktaydı (neredeyse yarısında). Van Morrison hakkında o güne dek hep iyi şeyler duymuş olan (ama kendisi hakkında çok fazla bilgiye sahip olmayan ve sadece son yıllarda yaptığı 2 albümü dinlemiş olan) ben oldukça şaşırmıştım. “Astral Weeks”i bundan kısa bir süre sonra edindim ve ilk dinleyişimden sonra, az önce adı geçen ankette oy kullanan sanatçıların yarısına sağlam bir küfür ettim. Küfürü yiyen sanatçılar, kendilerini en çok etkileyen albüm olarak “Astral Weeks”e OY VERMEYEN sanatçılardı. Bu albümü dinleyip de, ABİ OLAY İŞTE BUDUR demeyen bir adamın orada sanatçı sıfatıyla işi ne diye düşünmüştüm. Çok sert bir tepki verdiğimi düşünüyor olabilirsiniz, ama buradan albümün benim üzerimde nasıl bir etki bıraktığını anlayın artık. “Astral Weeks”’in 3. şarkısı olan “Sweet Thing”’e geldiğimde hüngür hüngür ağlıyordum. İnsanlar müzikten etkilenip ağlarlar, bu normal olabilir; ama beni “Astral Weeks” dışında hiçbir albüm veya şarkı daha ağlatmış değildir bugüne dek. Resmen mahvolmuştum: Bu kadar güzel bir şey olamazdı, bu bir rüya (daha doğrusu kâbus olmalıydı). Bir insan olamazdı bu şarkıları besteleyen kişi.

Bilmiyorum, albümün teknik analizini yapmalı mıyım, şu ana kadar yazıyı atlamadan okuduysanız sanırım buna gerek olmadığını anlamışsınızdır. Yine de, âdet yerini bulsun hesabı, 8 şarkılık, 46 küsür dakikalık “Astral Weeks”’in müziğinden bahsedeyim sizlere. Tamamen analog ekipman ile kaydedilen bu albümün ilk şarkısı “Astral Weeks” 7 dakikalık bir manifesto: Sadece bu şarkı bile bir albüm kadar güçlü. “IF I VENTURED IN THE SLIPSTREAM / BETWEEN THE VIADUCTS OF YOUR DREAM” diye giriyor Morrison şarkıya, akustik gitarı eşliğinde. Ancak bu akustik gitar bildiğiniz akustik gitarlardan değil; öylesine bir atmosfer yaratıyor ki, tarifi mümkün değil. Şarkının daha başlarında tüyleriniz diken diken oluyor ve albüm bitinceye kadar bu kahrolasıca tüyler bir türlü eski hâline dönemiyor. “COULD YOU FIND ME? WOULD YOU KISS MY EYES” diyor Morrison; “TO LAY ME DOWN IN SILENCE EASY / TO BE BORN AGAIN” diye ekliyor, ve bu sözlerin ardından şarkının sonunu şöyle bağlıyor: “IN ANOTHER TIME, IN ANOTHER PLACE...”. Ardından “Beside You” geliyor ve 5 dakika boyunca beyninize kan gitmesine engel oluyor. Bir arkadaşım bu şarkıyı her gece mutlaka dinlediğini söylemişti; evet, tam bir gece şarkısı. “Sweet Thing” adı gibi son derece tatlı bir şey olmasına rağmen, lirikleriyle albümün en melankolik parçalarından biri. “I WILL NEVER EVER GROW SO OLD AGAIN” diyor Van Morrison nakaratta, ve böylece belki de tüm müzik tarihi boyunca aşkın en güzel tanımını yapmış oluyor. Gerçekten de aşk, farkına varmasak da, bizi olduğumuzdan daha yaşlı yapmıyor mu? “Cyprus Avenue” Bob Dylan'ın blues'unun inanılmaz derecede yavaşlatılmış bir hâli gibi: “EVERYTIME I TRY TO SPEAK / MY TONGUE GETS TIED / ... I THINK I'LL GO ON BY THE RIVER WITH MY CHERRY WINE”. Böylesine kasvetli bir albüm için bile depresif sözler bunlar.

“Astral Weeks”in b-yüzü albümün en ünlü şarkısı olan “The Way Young Lovers Do” ile açılıyor. Bu şarkıyı Morrison'dan sonra sayısız müzisyen yorumladı, bu yorumların içlerinde en iyisi sanırım Jeff Buckley'inkidir. Ancak Jeff'in güzelim sesiyle yaptığı o muhteşem yorumu bile orijinal versiyonunun yanında acemi işi gibi kalır. Yaklaşık 10 dakika süren “Madame George” satırlara sığamayacak kadar dolu bir şarkı –ve bunu söylerken, I really mean it!–. “Ballerina” The Smiths'in “I Know It's Over” ile ulaştığı görkemli seviyenin bile üzerinde. Bu adam –ki albümü kaydettiğinde 20 yaşında falanmış– bunca şeyi hangi iki arada bir derede yaşamış? Hadi yaşamış diyelim, böylesine güzel melodiler bulmayı nasıl başarmış? Hadi onu da başarmış diyelim, PEKİ AMA BU OLGUN SÖZLERİ NASIL YAZMIŞ? Van Morrison'a gerçekten söyleyecek kelime bulamıyorum: Büyük adamsın vesselâm. Finaldeki 3 küsür dakikalık “Slim Slow Slider” da, aynı daha önceki 7 şarkı gibi, sizi öylesine gerçekçi bir atmosferin içine sokuyor ki, Aha, diyorsunuz, eğer aşk bir din ise, Van Morrison bu dinin peygamberi olmalı: “YOU'RE GONE FOR SOMETHING / AND I KNOW YOU WON'T BE BACK. / EVERYTIME I SEE YOU / I JUST DON'T KNOW WHAT TO DO.”

“Astral Weeks”in yanına ilişki sonlarında kesinlikle yaklaşmayın, böyle bir dönemde bundan daha intiharsal bir şey bulamazsınız. Bakın; bundan daha intiharsal bir albüm bulamazsınız demiyorum, bundan daha intiharsal BİR ŞEY bulamazsınız diyorum. Bu dönem haricinde ise “Astral Weeks”i başucu albümünüz yapın. Hangi tür müzik dinliyor olursanız olun, bu albüme muhakkak bir şans verin. Müzik tarihinin en güzel aşk şarkıları burada. Aşk da (zaman zaman buna ben kendim bile inanmasam da) insanoğlunun tadabileceği en güzel şey. Demedi demeyin. – Kıvanç.

 

INDEX

 

 

GERİ DÖN

 

Hosted by www.Geocities.ws

1