FİLM


 

28 DAYS LATER

BAISE MOI

BLOODY SUNDAY

DAGON

Yeni! DARKNESS

DOG SOLDIERS

DOGVILLE

EQUILIBRIUM

FRAILTY

GOTHIKA

KILL BILL VOL.1

NATTEVAGTEN

OKUL

SEUL CONTRE TOUS

SHORT FILMS OF DAVID LYNCH

THE BELIEVER

TROUBLE EVERY DAY

UNDERWORLD

 


28 DAYS LATER. Yönetmen: Danny Boyle (2002)


Danny Boyle deyince aklıma direk olarak Peter Boyle geliyor, bir alakaları yok ama soyadı benzerliği var, eh, Peter Boyle da çok sevdiğim bir oyuncu olunca… Peter Boyle’un ardından tabi ki “Trainspotting” ve “Shallow Grave” geliyor. Onlardan sonra da “28 Days Later”. Yönetmen bir önceki filmi “Beach”’in ardından bu kez çok daha farklı bir filmle karşımıza geliyor. “28 Days Later” “post-apokaliptik” bir film, daha spesifik olmak gerekirse bir “Zombi” filmi.

Bu filmlerin konusunu bilirsiniz. Bir nedenden dolayı insanlar “zombi” olurlar. Genellikle ordunun kimyasal atıkları nedeniyle bazen de biyolojik silahlar nedeniyle gerçekleşir bu durum. Bazen ölüler canlanır, bazense sadece canlılar zombiye döner. Bunun üzerine birkaç eleman hayatta kalma mücadelesi verirler, ki bu mücadele içerisinde çoğu kez birbirleriyle de mücadele ederler. Bu arada biz de bolca gore görüntüye şahit oluruz. Bu janr’ın en bilindik filmleri tabi ki George Romero’nun “Living Dead” üçlemesidir. Romero’nun filmleri hem görsel açıdan oldukça etkileyicidir, gerilimlidir, aynı zamanda da insanlık üzerine sert eleştiriler yöneltir.

“28 Days Later”’da da durum aynı. Bu kez “zombileşmeye” neden maymunlardan bulaşan bir virüs. Burada ölüler ayaklanmasa da insanlar yürüyen ölüye dönüşerek etrafa saldırıyorlar, dahası saldırdıklarına da geleneksel olarak hastalığı bulaştırıyorlar. Filmde bu salgının başlamasından “28 gün sonra” baş karakterimiz bir hastanede gözlerini açıyor ve tehlikeli yeni hayatına uyum sağlamaya çalışıyor. Tabi bu sırada “iyi” ve “kötü” olarak sert çizgilerle ayrılmış insanlarla karşılaşıyor, yeri geldiğinde mücadele ediyor ve “kurtuluş” arıyor.

Filmin konusuna daha fazla girmeyeceğim. Gerek yok çünkü. Zira filmin janra getirdiği pek bir yenilik olduğuna inanmıyorum. Ayrıksı filmleriyle bilinen Danny Boyle “teknik” açıdan yenilik getirmiş gibi görünse de senaryo bazında hiçbir yeniliğe rastlayamıyoruz, dahası film Romero’nun üçlemesine o kadar fazla gönderme yapıyor ki bu göndermeler belli bir süre sonra (senaryonun temeline yerleştiği için) “arak” haline geliyorlar.

Filmle ilgili yorumlarım “negatif” gibi görünebilir. Aslında pek de öyle değil. “28 Days Later” güzel bir film. Tabi ki bazı problemleri var (ki bunların çoğu senaryodan kaynaklanıyor) ama sıkılmadan izlenecek bir film. Ama filmi izlemeden önce “yeni millenyumun ilk büyük felaket filmi” şeklinde tanıtımlar okuyunca insan daha fazlasını bekliyor, zira ben burada yeni pek bir şey bulamadım.

Hiç yenilik yok mu peki? Var tabi. Sıralamak gerekirse:

1. Film dijital kamerayla çekilmiş.

2. Amerika’da değil, İngiltere’de geçiyor.

3. Oyuncular Amerikan değil, İngiliz aksanına sahip.

4. Filmde müzikler alternatif rock çevresinde seyrediyor (yönetmen Boyle olunca aksini beklemek mantıksız zaten)

5. ???

Ben 4’te kaldım. 5. maddeyi siz ekleyiverin.

Yani baş karakterin uyanıp kendini “boşaltılmış” bir şehirde bulması olayı orijinal değil. Sokaklardan para toplaması da hiç orijinal değil. Bunların tümü yine post-apokaliptik bir temaya sahip, ülkemizde 1970’lerde “Dünya Batıyor” adıyla yayınlanan orijinal adını şu an hatırlayamadığım bir Ray Bradbury romanında vardı. Yakın zamanki filmlerden “Resident Evil”’ın sonunda da aynı durum var. Bunu geçtik. Hastalığın laboratuarda üretilen bir virüsün yayılmasıyla insanlara bulaşması. Hangi birini sayayım ki? “The Stand”, “Return Of The Living Dead”, “Resident Evil” vs… Karakterlerin hastalığı kapan yakın arkadaşlarını bile göz kırpmadan öldürmesi. Yapıldı. Bkz. Romero’nun üçlemesi ve bilimum diğer benzeri film. Cesetlerle dolu boş sokaklarda dolaşmak. Yine “The Stand” ve Romero filmleri. Boş süper marketten alış veriş. Bkz. “Dawn Of The Dead”. Filmin son kısmının tamamen üzerine kurulu olduğu “kötü asker vs. iyi sivil” çatışması, askerlerin magandalığı ve tacizciliği vs... Bkz. “Day Of The Dead”. Askerlerin hastalığı kapan birini numune olarak zincire bağlayıp tutması. Yine bkz. “Day Of The Dead”.

Yani anlıyorum, süper market sahnesi bir gönderme. Ama filmin son yarım saati tamamen asker – sivil çatışması üzerine kurulu ve bu tema “Day Of The Dead”’de tüm bir film boyunca hakkıyla işlenmişti. Yani “gönderme” ile “rip-off” arasında ince bir çizgi vardır ve bu film maalesef o çizgiyi aşıyor. Peki bu filmi “kült” statüsüne oturtan, “yeni millenyumun ilk büyük felaket filmi” şeklinde lanse edilmesine sebep olan şey ne?

Cevap: yönetmen, yönetmen, yönetmen… Yani aynı temaları “modern” bir üslupla “modern” ve “entelektüel” bir yönetmen, neredeyse aynı şekilde (ama daha fazla kişi izleyebilsin diye daha az kanlı) yapınca millet alkışlıyor. Ama “kaka” bir gore yönetmeni aynı temaları daha iyi bir biçimde hem de çok daha önce işleyince “ucuz korku filmi” oluyor. Kusura bakmayın, ama bunun adı emeğe hıyanettir. OK “28 Days Later” iyi bir film, ama kesinlikle devrimci, yenilikçi, tarihe geçecek bir film değil. Hollywood dışından gelmesi de zerre kadar umurumda değil. Eğer bir film bu kadar kolay kült statüsüne sokulacaksa John Carpenter’a, Tobe Hooper’a, Romero’ya ayıp resmen. Dahası eğer “aynı temalar o filmlerde de vardı ama o filmler düşük bütçeli B-filmleriydi, Boyle ve ekibi sağlam bir bütçe ve teknik imkanla o fikirleri hakkıyla değerlendirmişler” gibi bir düşünce varsa bu daha da ayıp, hatta Romero’nun üçlemesine, sinemasına, dahası izleyicisine hakaret.

Bunları geçip filme dönecek olursak. Oyunculuk kesinlikle abartılacak derecede iyi değil. Christopher Eccleston beklenmedik bir şekilde silik. Brandon Gleeson sağlam ama o da filmin ikinci yarısında askerlerle karşılaşmadan önce zorlama bir sebeple “öldürülüyor”. Halbuki onun canlandırdığı karakterin askerlerle olan bölümde yer alması hem senaryoyu bir nebze olsun klişelerin dışında tutardı, hem de öyküye farklı bir boyut katabilirdi. Filmin “asker vs. sivil” kısmından öncesi, yani karakterlerimizin yaşam mücadelelerinin ve yolculuklarının anlatıldığı kısım oldukça sağlam. Yine bazı senaryo boşlukları var (örneğin Jim mola verdikleri yerde “çizburger” yazısını görüp –aslında içerde çizburger falan olmadığını bilmesine rağmen– dükkana dalıyor, ve “uğraması gereken” saldırıya uğruyor). Ama genel olarak film sıkmıyor. “Asker vs. sivil” olarak bahsettiğim ve “kötü & abazan asker” stereotipinin bolca kullanıldığı son kısım da iyi, tek problem Danny Boyle’un “modern olmak” adına hızlı kurgu ve acayip kamera açıları üzerine fazlasıyla gitmesi. Zaten karambol bir ortam söz konusu ve bu üslup nedeniyle de kimin nasıl öldüğü neredeyse anlaşılmaz hale geliyor. Aslında filmdeki problemlerden biri de senaryo ve kullanılan üslup arasındaki uyumsuzluk; olabildiğine yenilikçi bir üslup kullanılırken bu kadar fazla stereotipe rastlamak gayet yabancılaştırıcı bir durum.

Film beni korkutmadı. Bilemiyorum, belki de bunun sebebi aynı janra ait çok daha sert örnekleri defalarca izlemiş olmamdır. Ama bu da benim açımdan filmin bir eksiği.

Sonuçta “28 Days Later” fena bir film değil, ama göklere çıkartılacak kadar iyi hiç değil. Daha çok korku filmi yönetmeni olmayan biri tarafından Hollywood sinemasından hoşlanmayan pseudo-entelektüel genç izleyiciler için çekilmiş bir korku filmi gibi. Filmdeki bir çok şey dediğim gibi daha önceden yapıldı (eleştirel kısımlar da dahil, bkz. Romero filmleri), ve sırf “saygıdeğer” bir yönetmen çekti diye bu filmi bu kadar abartmak anlamsız. Filmi 2 kez izledim ama 3.’ye izleyeceğimi sanmıyorum. Eğer sarsıcı ve eleştiri yüklü bir post-apokaliptik film izlemek istiyorsanız Romero’nun üçlemesinin herhangi bir filmi her daim tavsiyemdir. “28 Days Later” da hiç fena bir film değil, ama onları izledikten sonra “28 Days Later”’ı izlerseniz yavan kaldığını göreceksiniz, en azından benim için bu böyle. Ben kendi payıma Boyle’un “Trainspotting” ve “Shallow Grave” günlerine dönmesini bekliyorum. Mert. 

 

INDEX

 


BAISE MOI. Yönetmen: Virginie Depentes (2000)


“Thelma & Louise”’i hatırlıyor musunuz? Hani şu Ridley Scott’ın yönettiği, iki kadının erkekler tarafından kendilerine uygulanan baskılara dayanamayıp başkaldırdıkları yol filmi. O filmdeki şiddet oranını banalliğe kaçacak biçimde arttırıp işin içine bir de hardcore pornografi eklerseniz ne olur? “Baise Moi”.

Virginie Depentes’in diğer işleri hakkında bir bilgim yok, ancak bu filmin Fransa’da oldukça sansasyonel bir etki yarattığından bahsediliyor. Bence “Baise Moi” sansasyonu hak edecek bir film değil. “Baise Moi” bir porno film, ve işin kötü tarafı kendi kendinin parodisi haline gelen bir porno film. Yani porno film “değilmiş” gibi yapıp, pornografiyi gerçekçilik adına cesurca kullanan bir film gibi gözükmeye çalışmasına karşın kötü anlamda bir “porno” film olmuş “Baise Moi”. Neden böyle düşünüyorum buna geçmeden önce hikayeden biraz bahsetmek istiyorum.

“Baise Moi” aynı “Thelma & Louise”’de olduğu gibi iki kadın etrafında geçiyor. “Baise Moi”’deki kadınlar Fransa’nın gettolarında yaşayan, hayatın tokadını yemiş genç kadınlar. Manu despot ve maço abisinin altında eziliyor. Şiddetle dolu sokaklarda yaşam mücadelesi veriyor. Birkaç porno filmde oynamış, her şeye boş vermiş. Nadine ise uyuşturucu, porno, seks vs… gibi şeylerle fazlasıyla alakalı, tam anlamıyla nihilist. Bir gün Manu bir arkadaşıyla beraber tecavüze uğruyor. Bu tecavüzün ardından gelişen olaylar sonucunda abisini öldürüyor ve elemanın tüm parasını alıp kaçıyor. Nadine de cinnet geçirip ev arkadaşının hakkından geliyor. Bir şekilde yolları kesişiyor ve Paris’e yol alıyorlar. Bu arada etraflarındakilere karşı (bilhassa erkeklere) nihilist şiddete başvurmaktan kaçınmıyorlar…

Olayların gelişimini az çok tahmin edebilirsiniz. Zira ortada yenilikçi bir şey söz konusu değil. Eli tabancalı iki kadın, tuzaklarına düşürdükten sonra eziyet edip aşağıladıkları ve de hakladıkları erkekler vs… Peki “Baise Moi”’de farklı olan ne? Öncelikle “Baise Moi” dijital el kamerasıyla ile çekilmiş. Belli ki bunu hem bütçe yetersizliğinden, hem de özellikle şiddet sahnelerinde gerçekçi, daha doğrusu belgeselvari bir hava yaratmak için tercih etmişler. Bu seçime bakarak filmin gerçekçi bir yapı sergilemek gibi bir derdi ön planda tuttuğunu düşünüyorum. Tabi olay sadece bunla bitmiyor. Bu filmin baş karakterleri Thelma ve Louise’den çok daha sert. Hem davranışlarında hem de söylemlerinde. Virginie Depentes erkek egemen toplumda kadınların aşağılanması ve seks objesine indirgenmesi hakkında bir şeyler söylemek istiyor. Bunu da genelde karakterler erkeklere şiddet uygularken onların kullandıkları cümleler aracılığı ile yapıyor. Aslında üzerinde durduğu konular önemli konular ve kesinlikle düşündürücü. Peki Virginie Depentes bunları ne kadar iyi işliyor?

Bir kere yönetmenin öne sürdüğü “kurbanlık” erkek tiplemeleri stereotipler ve dahası bazı durumlarda bu stereotiplerin karikatürize edilmiş şekilleri olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin kızların oyun salonunda kafaladıkları, prezervatifsiz seks yapmaya yanaşmayan “aptal” ve de gözlüklü, efemine eleman bana “I Spit On Your Grave”’deki Mattheu tiplemesini hatırlatmasının yanında en az onun kadar itici geldi, çünkü inandırıcı değil. Filmin sonlarında öldürülen sex shoptaki adamın davranışları ise resmen içler acısı. Yani anlıyorum, feministsiniz ve feminist olmakta bir problem yok, ama sırf erkeklerden hıncını almak içinde böyle inandırıcılıktan uzak, komik ve her şeyin ötesinde sıkıcı sahnelere başvurmak bana kolaya kaçmak gibi geldi. Yani yönetmen problemin nedenlerini araştırmak ve de ortaya koymak yerine olayı “kötü kızlar aptal erkeklerden intikam alıyor”’a çevirmiş. Bu yapılabilecek en kolay (ve de klişe) şey. Bu şekilde bir çözüme ulaşılmadığı gibi film uzun vadede akıllarda yer etmiyor.

Senaryoda birçok mantıksızlık ve boşluk söz konusu. Örneğin kızların onca cinayet ve soygunun ardından sokakta güneş gözlükleriyle ellerini kollarını sallayarak dolaşmaları çok saçma. Dahası kötü oyunculuklarına rağmen karizma yapmaya kalkışmaları olayı iyice vahim bir hale getiriyor.

Oyunculuk deyince. Yukarıda hardcore pornodan bahsetmiştim değil mi? Bu filmin oyuncularının bir kısmı porno oyuncuları. Evet, bildiğiniz porno filmlerde rol alan oyuncular. Bilhassa Nadine rolündeki Karen Bach çok kötü bir oyunculuk sergiliyor diyebilirim. Ama porno film oyuncuları da boşu boşuna seçilmemiş. Filmde bir yığın hardcore seks sahnesi var, hatta tecavüz sahnesi de gerçek pornografi içeriyor.

Aranızdan bazıları “Irreversible?” diyeceklerdir eminim. Buradaki tecavüz sahnesi tamamiyle gerçek. Ama ironik bir biçimde, “Irreversible”’daki “rol yapılmış” tecavüz sahnesinin çeyreği kadar sarsıcı değil! Yani Virginie Depentes “ne kadar gerçekçi olursam o kadar sarsıcı olurum” diye düşünmüş olsa gerek, ama “Irreversible”’daki o karanlık, duvarları kırmızıya boyalı ve de mükemmel sinematografi sayesinde cehennem gibi görünen o tüneldeki tecavüz sahnesi buradakinden çok daha rahatsız edici. Bu da sinema sanatının gerçeğin aynısını yansıtmak değil, o tecrübeyi, o olayı izleyiciye “hissettirmek” şeklinde kullanılmasının daha mantıklı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Sonuçta bir filmin gösterdiği gerçeklik ile seyircinin bulunduğu gerçeklik arasında daima bir perde (veya ekran) mevcut. Bu dezavantajın da sinemanın sunduğu müzik kullanımı, görüntü yönetimi ve özel efekt gibi nimetler ile kapanabileceği bir gerçek, bunun en büyük ispatı da “Irreversible” ile “Baise Moi”’deki tecavüz sahnelerinin arasındaki fark. Sonuçta Kubrick’in bir lafı vardır: “Film yaparken gerçekliğin fotoğrafını göstermezsin. Gerçekliğin fotoğrafının fotoğrafını gösterirsin”. Depentes kolay yolu seçmiş ama ne kadar başarılı olduğu tartışılır.

Gelelim diğer seks sahnelerine. Yönetmen öyle görünüyor ki pornografiyi de filmin gerçekçi yapısına hizmet etmesi için sanatsal bir kaygı ile filmde kullanmış. Ama film bu kısımlarda maalesef direk olarak bir porno haline geliyor. Bu seks sahnelerinin büyük bir kısmı filmin yapısına bir katkı yapmıyor. Yani filme ekstra bir anlam veya gerçekçilik kattıklarını söylemek mümkün değil. Dahası seks sahneleri üst üste neden bu kadar uzun verilmiş bunu da anlamak mümkün değil. Yani aynı sevişmeyi farklı farklı pozisyonlar ile tekrar tekrar göstermenin mantığı nedir? Nadine’in ilk seks sahnesi ve burada müşterisi olan adamın seks esnasında televizyonda Gaspar Noe’nin “Seul Contre Tous” filminin (kritiği bu sayıda mevcut) en sert sahnesini izlemesi ile yönetmen “seks-şiddet-zevk” üçgeninde toplumdaki şiddet eğilimi üzerine bir şeyler söylemeyi başarmış, ama bunu diğer seks sahnelerinde göremiyoruz. Yönetmen porno film oyuncuları ile çalışma imkanını istismar etmiş gibi geldi bana.

İşte bu noktada da filmin “kendi kendisinin parodisi haline gelmesi” durumu ortaya çıkıyor. Zira kadınların erkekler tarafından seks objesi haline indirgenmesini eleştiren bir film, bu anlamsız hardcore seks sahneleri ile bizzat kendisi başrol oyuncularını seks objelerine indirgiyor! Bu da bir yönetmenin kendi eserine verebileceği en büyük zararlardan birisi olsa gerek.

Yukarıda bahsettiğim “sertlik”, filmdeki şiddet seviyesine de büyük ölçüde yansımış. Birçok cinayette kan (özel efektlere ayrılan bütçe el verdiğince) gövdeyi götürüyor. Ancak işin kötü tarafı bu cinayetlerin büyük kısmı gerçekçilikten uzak. Kurbanlar doğru dürüst mücadele etmiyorlar. Yanlış anlaşılmasın, eline silah alan birisinden tabi ki korkulur ama filmdeki kurbanların kızların adeta “köpeği” olmaları hiç inandırıcı değil, daha çok yönetmenin fantezileri gibi geldi bana. Bu da gerçekçiliğe darbe vuran bir etken daha. Bunun dışında filmde çeşitli filmlere göndermelere rastlamak mümkün. Yukarıdaki Gaspar Noe göndermesinin yanında, Nadine’in eline tabancaları alıp ayna önünde poz verdiği sahneler direk olarak “Taxi Driver” dedirtiyor, ki bu tarz bir film için neredeyse “geleneksel” bir şey “Taxi Driver” göndermesi. Sonlarda işlenen sex shop cinayetinde Nadine’in yalvaran adama domuz taklidi yaptırtması ise “Deliverance”’dan araklanmış.

Peki filmin iyi tarafı yok mu? Tabi ki var. Birincisi film oldukça akıcı ve hiç sıkmıyor, bu konuda kurgu departmanına teşekkür etmeliyiz. Bunun dışında elle tutulur başka iyi bir yön arıyorum ama bulamıyorum. Yine de sıkılmadan izlenecek bir film olması (bir şey veremese de) küçümsenecek bir şey değil.

“Baise Moi” kadınların ezilmesi gibi ciddi bir konuyu “kötü” bir biçimde ele almış. Yönetmen işe anlamsız bir biçimde pornografiyi ve gittikçe gereksizleşen şiddet sahnelerini katarak filmi çabucak unutulacak bir istismar filmine çevirmeyi tercih etmiş. Değindiği problemlerden çok “erkeklerden hınç alma” kısımları üzerine giderek ele aldığı konuya zarar vermiş. Buna bir de kötü oyunculuğu ve inandırıcılıktan uzak senaryoyu da ekleyince ortaya “kaçmış bir şans” çıkıyor. “I Spit On Your Grave” her ne kadar gerçekçilikten uzak bazı yönlere sahip olsa da içerdiği az diyaloga rağmen bu filmden daha çok şey söyleyen bir film. “Thelma & Louise” gibi bir örnek zaten mevcut. Eğer merak ediyorsanız “Baise Moi”’yi de deneyin derim, dediğim gibi sıkmıyor (75 dk.). Ama bu film size bir şeyler verir mi, orası meçhul. Mert.

 

INDEX

 


BLOODY SUNDAY. Yönetmen: Paul Greengrass (2002)


Paul Greengrass bu sıralar kara-aksiyon filmi “Bourne Identity”’nin ikinci bölümünü çekedursun, biz burada onun yönetmenlik kariyerinin dönüm noktasını teşkil etmiş olan 2002 yapımı “Bloody  Sunday” (Kanlı Pazar) filmi hakkında konuşacağız. Bu şaheserin yankılarının halen devam etmesine yol açacağımız gibi aynı zamanda güncel olan bir konuyu, terörden de bahsedeceğiz biraz. Ne de olsa film 30 Ocak 1972’de İrlanda’da yaşanan olaylardan bahsetse de bu tür insanlık dramlarının zamansız ve mekansız olması, bu filmin geçerliliğini sürekli kılıyor. 

Pamuk ipliğine bağlı gelecek derecede güç dengelerini koruyan faktörlerin isteyerek ve/veya istemeyerek tehlikeye atılmaları ve ufak bir fiske ile tüm bu dengelerin altüst olmasının yarattığı hayal kırıklığı işleniyor bu filmde. Bu tema birebir o gün Derry kasabasında  yaşandığı için, P. Greengrass de filmi, o günü gerçek mekanında birinci ağızdan anlatılanlara ve yakın tarih bilgisine dayanarak birebir canlandırmayı, ve onu belgesel gibi çekmeyi tercih etmiş. Hareketli kameralarla, ana karakterlerin ve arkadaki onlarca figüranın olayları o günü tekrardan yaşatarak oynamalarının etkisi izleyicinin bütün ilgisinin bu temaya odaklanmasına sebep oluyor.  İşte olay bu: o kış günü İrlanda’da yağmur yada ne biliyim kar değil de kurşun yağıyordu ve mazgallar sokaklardaki kanı temizliyordu. Tarihi bir Protestan-Katolik geriliminin yarattığı bu olayın sinemadan başka bir yolla anlatılmayacak tarafları da,  belki de en önemli tarafları ve önemli olduğu kadar da hep göz ardı edilen tarafları da anlatıldı bu filmle (belki de ilk kez): Bu olayın insan psikolojisi tarafları!!!

Ivan Cooper, ana karakterin filmin sonundaki o psikoloji çöküş sahnesi ölen 13 kişiyi açıklarken ki hani, bu olayın ancak sinema ile anlatılabilecek bir tarafıdır. Bunun yanında Ivan Cooper’ın kasabada uygulanan sokağa çıkma yasağının kaldırılması yönünde düzenlediği yürüyüşün temellerinde barışçıl bir niyetin olduğunu da çok iyi anlatabiliyor bu film. Ne bileyim, paraşütçü birliğinden ölüm makinesi olarak yetiştirilmiş askerlerin orada bulunmalarının da hem askeri stratejik açısından hem de insanlık açısından ne kadar yanlış olduğunu da anlatabiliyor film. Sonuçta provokatörlerin ufak bir kışkırtmasıyla orada bulunan ölüm makineleri kontrolden çıkıveriyorlar. Hatta bir tanesi şaşkınlıkla bir şarjörü silahsız kalabalığa boşalttığını itiraf bile ediyor komutanına. Ve tabii ki bütün bu olayların psikolojik nedenleri de rahatça irdeleniyor sinema sayesinde. Bütün her şeyin aslında gerilmekten pamuk ipliği haline gelmiş bu askerlerin psikolojisine bağlı olduğunu da görüyoruz. Orada bulunan onca kalabalığı kendi halkından da olsa hiçe sayarak tehlikeye atacak olan bir başka psikolojiye de tanık oluyoruz. Ve sonuçta ne demokrasi ne barış ne de özgürlük kazanmış oluyor. Yakınlarının öldürülmesini hazmedemeyen bir psikolojinin, genç bir benliği, aslında tüm bu ölümlere sebep olan yegane şey olan şiddete başvurmasını, IRA’e katılmasını görüyoruz. Ve böylece tek kazanan terör oluyor.

Protestan olduğu halde Katoliklerin hakkını savunabilen bir Ivan Cooper olabiliyorsa barış için çoktan büyük bir adım atılmış demektir zaten. Üst taraflardaki üç beş politikacının çıkarlarına hizmet edecek, en azından aşırı görüşlerinden dolayı onları haklı gösterebilecek bu tür olaylara karşı tek çözüm, o tarzda olmayan bir politikacı olarak onların karşısına çıkmaktır. Terörist olmayan!!!

Filme gelen eleştirilerden biri de filmin İngiliz ordusunun ateşe ilk başladığına dair  inancı desteklemesiydi. Yani  filmde de görüldüğü gibi  askerler ölenlerden birinin cebine çivili bombalardan koyuyorlardı. Belki de bu bomba gerçekte oraya konulmamıştı . Ama ne fark eder ki şiddetin tek taraflı olmadığı üzerine olan bir film bu sonuçta. Yani o zaman aslında paraşütçüler yoktu da paraşütçüleri de oraya İrlandalılar mı koydu (?!!?!?!).

Filmin sonunda U2’nun “Sunday Bloody Sunday” parçası çalıyor. Teröristlerden çok müzisyenlere ihtiyacımız var bizim de. Eeee ne de olsa “Everyday Bloody Everyday”, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa!!!Korhan.

 

INDEX

 


DAGON. Yönetmen: Stuart Gordon (2001)


H.P. Lovecraft en sevdiğim korku yazarıdır. Sanatına karşı olan tutkum epey eskiye, belki alakasız olacak ama Mekong Delta’nın “The Music Of Erich Zahn” albümüne dayanıyor. Söz konusu albüm en sevdiğim albümlerden birisi olmasının yanında ismini en sevdiğim Lovecraft öykülerinden birinden almaktadır. 90’ların başında elime İngilizce bir Lovecraft derlemesi geçince de yazarın hepten hastası olmuştum; o vakitler İngilizcem iyi değildi tabi ki, ama yine de kitabı okumuş ve kendimi hikayelerin atmosferine kaptırmıştım. Sonra Mitos, İthaki ve 6.45’ten çıkan Lovecraft kitaplarıyla da hepten koptum zaten.

Ama gelin görün ki şu vakte dek “adam gibi” bir Lovecraft filmine rastlayamadım. Yani tamam, Lovecraft’tan esinlenerek yapılmış bir sürü güzel film var belki ama hiçbirisi Lovecraft’ın öykülerindeki o soğuk, melankolik ve tekinsiz atmosferi tam olarak başarıyla yansıtabilmiş değil. Yönetmenlerin büyük ölçüde görmezden geldiği nokta Lovecraft öykülerine gücünü veren şeyin yalnızca anlatıları değil, aynı zamanda da anlatım biçimleri olduğu.

Dennis De Gruijter’e göre “Lovecraft filmi” ile “Lovecraftian film” gibi iki farklı kavram söz konusu. Bu bakış açısına göre Lovecraft’ın yaratığı hikaye ve temalardan esinlenerek yapılan bir sürü “Lovecraft Filmi” mevcut, ama “Lovecraftian Film” denilen şey Lovecraft’ın hikaye yazımındaki ilkeleri göz önünde bulundurularak yapılan filmler. Şimdi diyeceksiniz ki “bu kavram göreceli, sonuçta herkesin Lovecraft öykülerinde etkilendiği unsurlar farklı olabilir”, ama problem Lovecraft’ın oldukça sade, statik ve katı bir yazım anlayışına sahip olması ve “farklı” unsurları öykülerine kesinlikle katmaması, bu “farklı” unsurların (örn. Erotizm, Gore, Komedi vs…) katılması filmlerin “Lovecraftian” yapısını bozuyor. Bu konuya daha ayrıntılı olarak belki başka bir zaman ayrı bir başlık altında değiniriz, Dennis De Gruijter’in söz konusu yazısına ise buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Buna göre “Lovecraftian” olarak değerlendirilebilecek bir sürü sağlam film izlememe rağmen (örneğin “In The Mouth Of Madness”), hem Lovecraft üslubunu hem de Lovecraft temalarını tam olarak bir arada kullanan sağlam bir filme rastlamış değilim. Dahası Lovecraft filmlerinin de düşük bütçeli olmaları yine can sıkıcı bir etken, ne de olsa Lovecraft Tolkien kadar çok okunan bir yazar değil ve hiçbir yapımcı bir Lovecraft filmi için bu kadar çok para harcamaya yanaşmıyor. Bir de bunun üzerine kötü oyunculuk ve zayıf senaryolar eklenince sonuçların büyük ölçüde hayal kırıklığı olması kaçınılmaz oluyor.

“Dagon” da adını bir Lovecraft öyküsünden alıyor. Yönetmen Stuart Gordon ve yapımcı Brian Yuzna daha önceki Lovecraft uyarlamalarından sabıkalı sinemacılar. Stuart Gordon “Re-animator”, “From Beyond”, “Castle Freak” ve Brian Yuzna da “Bride Of Re-animator”, “Beyond Re-animator” ve bir Lovecraft-anatolojisi filmi olan “Necronomicon”’a yönetmen olarak imza atmışlardı. Bu saydığım filmlerin tümünde bir şekilde Lovecraft’ın üslubuna aykırı olan unsurlar mevcuttu. Sözgelimi “Re-animator” serisi her ne kadar kendi içlerinde değerlendirildiğinde fena filmler olmasalar da Lovecraft öykülerinde hiç bulunmayan komedi unsuruna sahiptiler. Yukarıda saydığım filmler arasında Lovecraft’a en sadık sayılabilecek olan “From Beyond”’da bile erotizm ağır basıyordu, ki Lovecraft öykülerinde bırakın erotizmi, kadın karakter bile doğru dürüst yoktur. “Dagon” bu ikilinin (şimdilik) son ve belki de en güzel ürünü.

“Dagon” yukarıda saydığım Lovecraft kriterlerine sadık bir film mi? Hayır. Öncelikle filmde şiddet seviyesi çok yüksek ki Lovecraft öykülerinde okuyucuyu kan ve vahşetten çok kasvet ve yalnızlık hisleri ile etkiler. Filmde erotizm ve cinsellik de oldukça baskın bir biçimde karşımıza çıkıyor, ki dediğim gibi, bu Lovecraft’ın yazdıkları ile gece ile gündüz kadar ayrı düşen bir şey. Ancak olaya senaryo bazında bakacak olursak ortada ilginç ve de hoş bir “Shadow Over Inssmouth” uyarlaması var diyebiliriz. Tabi ismini “Dagon” adlı öyküden alan bir filmin “Dagon” öyküsüne neredeyse gönderme bile yapmaması da şaşırtıcı bir durum.

Stuart Gordon “Innsmouth” öyküsünü İspanya’ya taşıyor her şeyden önce. Baş karakterimiz (Ezra Godden) ve İspanyol asıllı sevgilisi, arkadaşları olan bir çift ile birlikte yatla İspanya kıyılarında dolaşıyorlar. Burada bilinmeyen bir gücün etkisiyle kaza geçiriyor ve sahildeki kasvetli kasabaya çıkmak zorunda kalıyorlar. Kasaba fırtına altında ama işin kötüsü burası “normal” bir kasaba değil; insanlar çok garip görünüyorlar ve kasabada yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu ortada. Baş karakterimiz kendisini ve sevgilisini büyük bir tehlikenin içinde buluyor ve zaman ilerledikçe kasabanın korkunç geçmişiyle ilgili sırlara ulaşıyor, dahası kasabanın kendi geçmişiyle de bağlantısının ortaya çıkması işleri iyice karıştırıyor…

Konu dediğim gibi “Shadow Over Innsmouth”’a yeterince sadık. Kasaba gerçekten öyküdeki “Innsmouth”’u oldukça hatırlatıyor, eski evler, dar ve labirentimsi sokaklar, kasvetli, tekinsiz ortam ve tabi ki “sıra dışı” kasaba sakinleri. Bu noktada sanat yönetiminde bütçe elverdiğince oldukça sağlam bir iş çıkartıldığını kabul etmek gerek. Bunun dışında filmin epey gerilimli olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim, baş karakterin otelde kıstırıldığı kısım başarıyla canlandırılmış, keza kasaba içinde verdiği hayatta kalma mücadelesi de başarıyla yansıtılmış. Sualtı çekimleri ve “tünel”’in dizaynı da oldukça hoş. Bunların dışında filmin son derece kanlı olduğunu da belirtmem gerekir. Özellikle tüm ayrıntılarıyla izlediğimiz bir kafa derisi yüzme sahnesi var ki kesinlikle her bünyenin kaldıracağı türden değil.

Filmin birçok zayıf yönü de var hiç kuşkusuz. Öncelikle oyunculuklar için pek olumlu şeyler söyleyemeyeceğim. Yan rollerdeki oyuncular (örneğin kasabanın rahibi) oldukça zayıf performanslar gösteriyorlar. Başroldeki Ezra Godden ilginç bir seçim, zira hiç tanınmamış bir oyuncu ve gereğinden fazla itici. Stuart Gordon bu kez neden “fetiş” oyuncusu Jeffrey Combs ile çalışmamış merak ediyorum. Bunun dışında özel efektler de filmin düşük bütçesi nedeniyle biraz “cheesy” bir görünüm yaratıyor. Ama yine de güzel görüntü ve sanat yönetimi durumu nispeten kurtarıyor. Makyaj konusu ise (özellikle değişim geçirmiş köylülerinkiler) pek başarılı değil maalesef.

Stuart Gordon düşük bütçesine rağmen fena sayılmayacak bir korku filmi çıkarmış ortaya, ama fanatik bir Lovecraft’çı için (bkz. Ben) film pek de tatmin edici değil. Bu tatminsizliği yaratan problemler ise tabi ki Lovecraft’ın yazımına uymayan, Lovecraft’ın yazımında yeri olmayan unsurların filmde kullanılması. Eminim bu unsurlar (gore & erotizm) “diğer” izleyicilerin ilgisini çekecektir ama ben artık kasvetli, donuk, içe kapanık, karanlık ve her şeyden önemlisi yazarın üslubunu tam anlamıyla görsel olarak yansıtan bir Lovecraft filmi izlemek istiyorum. Bu konuda ticari bir beklentisi olmayan kısa filmcilerin daha “sadık” işler çıkarabileceğini düşünüyorum (lafı geçmişken bir grup kısa filmci “Shadow Over Inssmouth” uyarlaması yapmışlar, söz konusu filmi izleyemedim ama senaryoya buradan ulaşmanız mümkün). Ama “Dagon” her şeye rağmen sıkılmadan izlenecek bir film, bu yüzden korku filmi severlere tavsiye ederim. Mert.

 

INDEX

 


DARKNESS. Yönetmen: Jaume Balaguero (2002)


“Darkness”, “Re-animator” serisinin son iki filminin yönetmeni olarak tanıdığımız, B-tipi korku filmlerinin ünlü simalarından olan Brian Yuzna’nın ortağı olduğu Fantastic Factory’nin en iddialı yapımlarından birisi. Aynı şirketin prodüksiyonlarından olan “Dagon”’ın yönetmeni ve Yuzna’nın arkadaşı olan Stuart Gordon’ın söylediğine bakılırsa bütçe bakımından en ayrıcalıklı Fantastic Factory filmi buymuş. Filmin yönetmeni ise “The Nameless”’dan hatırlayacağınız Jaume Balaguero. Stuart Gordon söz konusu söyleşisinde film için “Haunted House Flick” diyor, buradan anlayabileceğiniz gibi temelde bir “perili ev” filmi olarak düşünülmüş “Darkness”. Orijinallikten uzak, patchwork’ü andıran yapısıyla kolayca çözümlenebilir gibi görünse de aslında bu öyle karışık bir patchwork ki içinden kolayca çıkmak da mümkün değil.

“The Sixth Sense”’in ardından yabancıların tabiriyle “thinking men’s horror” türünde, daha karanlık, dramatik, şok edici gore sahnelerden ve cinayetlerden çok atmosferin gücünden ve ağırlığından beslenen korku filmlerinin popülerlik kazandığı bir gerçek. ‘90’ların sonlarında slasher’dan geçilmezken bugün bilinç altı korkularını deşmeye uğraşan “The Others”, “The Ring” gibi son derece başarılı ve “They” gibi başarısız filmler revaçta. “Darkness” da ağır temposu, karanlık atmosferi, soğuk sinematografisi ve klostrofobik havasıyla bu tarz filmlere bir örnek ve bana Fantastic Factory’nin pastadan pay koparma çabası gibi geldi. Evet, yanılıyor olabilirim ama “Darkness” bence biraz fazla “ticari” bir film. Belli bir yere kadar “ticari” hamlelere tolerans tanınabilir ama gerek firmanın filme ayırdığı bütçe, gerekse de yığınla popüler korku filmini fazlasıyla anımsatan unsuruyla “Darkness” bana fazlaca “sipariş üzerine hazırlanmış” bir proje izlenimini verdi.

Olay örgüsünden başlayalım. Filmin konusu birçok klişenin bir araya getirilmiş halinden farksız. Sorunlu bir geçmişe sahip bir aile, İspanya’da kasvetli ve geçmişte korkunç olayların yaşandığı bir ev satın alır. Evin küçük çocuğu halüsinasyonlar görmeye başlarken babanın da şiddetli sinir hastalığı nükseder. Anne pasif bir tutum içinde, üzerinde gizemli bir dedenin gölgesinin hissedildiği ailesini parçalanmaktan korumaya çalışırken, ailenin problemli (esas) kızı da bir yandan yeni evine uyum sağlamaya çalışırken bir yandan da evde yaşanan garip olayların nedenlerini araştırır. Ailesinin vurdumduymazlığına karşın yeni edindiği erkek arkadaşıyla beraber korkunç bir komplonun içinde olduklarının farkına varır.

Kanvas son derece tanıdık öyle değil mi? Durun, daha bitmedi. Senaryonun içine serpiştirilmiş daha birçok tanıdık unsur sizleri bekliyor; hayaletlerin bilhassa küçük çocuğa musallat olması ve gizemin çözülmesi için insanları rahatsız etmeleri (“The Others”, “The Ring”, “The Sixth Sense”, “The Shining”), çocuğun hayaletlerden esinlenerek çizdiği gizemli resimler (“The Ring”, “The Others”), karanlık olunca çocuğun rahatsız edilmesi (“They”), çocuğun yatağının altında saklanan kötü güçler (“They”, “Poltergeist”), filmin günleri gösteren episodlara bölünmesi (“The Shining”, “The Ring”), babanın çıldırmasını ve ailesi için tehlikeli hale gelmesini sağlayan bir perili ev (“The Shining”), ortaya çıkan gizemli ölü fotoğrafları (“The Others”), çocuğun vücudunda çıkan gizemli yaralar (“The Shining”).

Film bu kadar çok bilindik motifi “Lost Souls”’u andıran “soğuk” ve koyu bir sinematografi, lineer, durgun bir anlatım ve adından da anlaşılacağı gibi “karanlık” korkusundan beslenen korkunç sahneler ile birleştiriyor. Orijinal bir şey yok mu peki “Darkness”’da? Var. Filmdeki komploların çözümünde yatan sır çok orijinal ve zihin provoke edici cinsten değilse de yine de filme kendine özgü bir hava getiriyor. Gerçi bu temanın da filmin sonlarına doğru devreye girdiğini ve yeterince ayrıntılı işlenmediğini de belirtmek gerekir; senaryo “kötü” karakterlerin kurdukları planların ardındaki motivasyonun derinlerine inemiyor. Olayı hafiften anlaşılmaz bırakmak bilinçli bir seçim bile olsa bence filmin gücünü azaltıyor.

Filmin en büyük sorunu bence patchwork’ün altından kalkamaması. Yukarıda sözünü ettiğim filmler (başarısız “They”’i bir kenara bırakırsak, ki “Darkness” “They”’e göre hiç şüphesiz ki daha üstün bir film) ele aldıkları konuyu adeta baştan tanımlayan filmler. Örneğin “The Others” “hayaletli ev” temasını aynen işler ve bakış açısını tersine çevirir, tanıdık gelebilecek bir sürü unsuru twist’i sona saklamasına karşın sürekli askıda kalan bir şüphe yoluyla yok eder. “The Ring” farklı bir kültürden beslenmesi sayesinde bizi hiç beklemediğimiz olaylarla ve korkularla yüz yüze bırakır. “The Sixth Sense” “hayaletlerle iletişim” temasını daha doğrusu “araf” kavramını kendine özgü bir biçimde, olayın “insani” boyutunu ön planda tutarak işler. Söz konusu filmler hem sağlam, oturaklı senaryolara, mükemmel sinematografilere, düzgün oyunculuklara sahiptirler, hem de ele aldıkları klişeleri bir asit kabı gibi eritiverir ve bu karışımın içinde yeniden tanımlarlar. Klişeler bu yüzden bu filmlerin içinde sırıtmazlar çünkü onlar ufak birer taşıyıcıdırlar, hatta bizim için filme giriş kapılarıdırlar. Bunlar artık o filmlerin dokusunun bir parçası olmuşlardır, izlerken rahatsız edici “de ja vu” hisleriyle bizi karşı karşıya bırakmazlar.

“Darkness”’da ise durum bunun tam tersi. Burada maksat bu tarzda bir film yapmak, yani bu filmlerin karakteristik özellikleri burada “klişe” olarak kullanılmakta. İşin can alıcı noktası da filmin bu klişeleri herhangi bir biçimde tutarlı bir bütünlüğe ulaştıramaması ve bu klişeleri bir arada tutacak kendine özgü, karakteristik bir tarza sahip olamaması, daha doğrusu bu tarzın yeterince güçlü ve baskın olmaması. Bu durumda filmde yer yer gergin bir atmosfer yakalansa da çoğu kez sonraki hamlede ne olacağını tahmin edebildiğiniz gibi birbirinden farklı birçok tanıdık motifin paralel işlemesi sonuçta tutarsız bir bütün oluşuyor. Bu dağınık yapının getireceği handikaptan donuk, statik bir atmosfer ile kurtulmak istenmiş ama bu noktada da filmin işlemeye çalıştığı temalarda gerekli derinliğe inilememiş. Yani film ne ailenin parçalanması ve anne-baba figürlerinin güvenilirliğinin kaybetmesi temasını, ne de karanlık metaforunu süresi boyunca adam akıllı işleyebiliyor, ne de diğer filmlerden yaptığı arakları bu temalar üzerine etkili bir biçimde oturtabiliyor. Sonuçta süresi boyunca birinci sınıf efektleri, şık kadrajları, vasatın üzerinde seyreden oyunculukları ve kaliteli görüntü yönetimi ile sıkılmadan izlediğimiz ama izledikten sonra da dakikalar içinde unuttuğumuz bir film çıkıyor ortaya.

Ben kendi payıma filmin kullandığı bunca farklı filmde karşılaştığımız “yama” unsurlarını kullanmak yerine, sahip olduğu temayı adam akıllı işledikten sonra bu tema üzerinden oluşturacağı kendine özgü sahneler ve ortaya çıkacak olay örgüsü ile çok daha güçlü olabileceğini inanıyorum. Bunun en büyük kanıtı filmdeki “eski fotoğraf” meselesi. Filmde evde çok eskiden kalma gizemli bir fotoğraf bulunuyor; son derece ürkütücü olan bu siyah beyaz fotoğrafta güneş gözlüklü (kuru kafayı andıran), rahibe kılıklı üç kadın oturuyor. Eğer adam akıllı üzerinde durulsaydı bu fotoğraf ve fotoğraftaki figürler “Darkness”’ın “Sadako”’su olabilirdi. Filmin başlarında böyle bir fotoğrafın ortaya çıkması ve geri kalanında “yama” temalar yerine bu fotoğrafın “gölgesinin hissedileceği”, daha mistik ve gerilimli bir atmosfer tercih edilseydi film hem çok daha özgün, hem de çok daha tutarlı olurdu. Zira bu “üç kadın” çok iyi yakalanmış birer korku figürü, “Darkness” bu figürler ile kolayca akıllarda yer eden bir film olabilirdi. Sözgelimi benim filmde en etkileyici bulduğum metrodaki sahne, ki fotoğraftaki kadınların devreye girdiği bu sahne gerçekten de tüyler ürperticiydi. Bu figürlerin doğal bir korkutuculuğu var, film bundan faydalanamamış.

Öyle görünüyor ki yönetmen yapımcıların beklentisi karşısında kendisini riske atmayarak klişeleri devreye sokmayı tercih etmiş. Bu da filmin yararına değil zararına olmuş. Yani bir yanda özgün olup akıllarda yer eden bir film yapma şansı var, diğer yanda da temkinli olup klişelere yaslanan ve belli bir başarıyı garantileyen bir film yapma şansı var. İlk seçenekte başarı şansı her zaman için garantili olmadığından ikinci seçenek tercih edilmiş. Bence bu bir kayıp. Yani B-filmi olmaktan çekinmeyen ve bundan gocunmayan bir film için bu bir problem olmazdı ancak bu yaklaşım “Darkness”’ı banallik sınırına yaklaştırıyor ister istemez.

Son kertede teknik açıdan oldukça iyi bir film “Darkness” ve 90 dakika boyunca sizi sıkılmayacağınız bir yolculuğa çıkaracağı da kesin. Kim bilir, eğer bu üstte adını zikrettiğim filmlere yabancıysanız favori filminiz bile olabilir, ama kendi adıma tekrar izlemeye gerek duyacağımı sanmıyorum. Umarım Jaume Balaguero sonraki çalışmalarında tedbiri elden bırakıp tamamen özgün takılmaktan çekinmez, ancak bu şekilde daha güçlü ve akıllarda yer eden filmler çekebilir, zira “Darkness” vasat senaryosu içinde sağlam bir yönetmenin sanatının tohumlarını da içeriyor, bunu da belirtmek gerekir. – Mert.

 

INDEX

 


DOG SOLDIERSYönetmen: Neil Marshall (2002)


Clive Barker’ın memleketi İngiltere’den artık eskisi kadar çok korku filmi çıkmadığı bir gerçek. “Dog Soldiers” sıkıcı Hollywood korku filmlerinin ardından kendine özgü “Britanyalı” havası ile ilaç gibi gelmesini beklediğim bir filmdi, özellikle de “Hellraiser’ın yapımcısından” şeklindeki tanıtımını gördükten sonra. Karşıma çıkan filmin ne kadar orijinal ve sağlam bir film olduğu tartışılır, ama “Dog Soldiers” “bazı” açılardan gerçekten son derece orijinal ve “İngiliz” bir film. Bu “İngilizlik” konusu özellikle birçok kişinin hoşuna gitmeyecektir, ama yeniden çevrimlerin ve yeniden çevrimden beter taklit korku filmlerinin hakimiyetindeki Hollywood furyası yerine tercih edilebilecek bir çalışma bu kendine özgü havası yüzünden.

“Dog Soldiers” uzun zamandır unutulmuş gibi görünen kurt adamlar temasını biraz farklı bir açıdan işleyen bir film. Zira bilindik kurt adamlar temasına “ordunun özel silahları” temasını da ekliyor. Bunu da Blair Witch vari, ormanda geçen bir kabus gibi başlayıp sonradan Night Of The Living Dead gibi kapalı bir yerde verilen hayat mücadelesi şeklindeki bir öykü içinde sunuyor. Film İskoçya’nın kırsal kesiminde, doğa harikası ormanlık bir alanda bir grup askerin içinde bulunduğu askeri tatbikat esnasında gelişen olayları konu ediyor. Askerler önce ormanda saldırıya uğrayan özel bir grup askerin kalıntılarıyla ve geriye kalan son elemanlarıyla karşılaşıyorlar, sonra kurt adamların saldırısına uğruyorlar. Genç bir kadının yardımıyla bir dağ evine sığınıyorlar ve bundan sonra da bir yandan ölüm kalım mücadelesi verip, bir yandan da başlarına gelen olaylar için açıklama arıyorlar.

Film yenilik vaat eder bir biçimde başlasa da karakterlerin “iyi” ve “kötü” şeklinde git gide belirginleşmesi ile türün klişelerine sırtını dayayan bir yapı sergilemeye başlıyor. Özellikle eve sığındıklarından sonra gelişen olaylar şu ana dek bir sürü korku filminde tanık olduğumuz klişe olaylar; kurt adamların girmesini engelleyebilmek için kapılara ve pencerelere tahtaların çakılması, “baş kötü” adamımızın inatla bildiklerini açıklamaması ve bu esnada bağlandığı sandalyeden “şansınız yok, öleceksiniz” gibi laflar etmesi, grubun “baba karakteri” olan çavuşun saldırıya uğrayıp hakimiyetini kaybetmesi ve komutayı baş karaktere devretmesi, yapılan fedakarlıklar, vs… Yani orijinal bir şey söz konusu değil. İşin kötüsü film zerre kadar da korkutmuyor, germiyor. Bunun yönetmenin beceriksizliğinden mi yoksa bütçe yetersizliğinden mi kaynaklandığını bilmiyorum, ama kurt adamlardan bir türlü korkamıyorsunuz, bu da film için bir vasıf sayılmaz. Senaryoda bazı mantık hataları mevcut (örneğin ormanda bir kurt adamın bir askeri anında haklaması, ama filmin sonlarında bir askerin gaza gelip bir kurt adamı tekme tokat dövmesi pek mantıklı durmuyor). Senaryoda bazı sürprizler mevcut tabi, ama bunlar da rahatlıkla tahmin edilebilir şeyler.

Kurt adam makyajları iyi, askerlerden geriye kalan parçalar da gore görüntüler meydana getiriyor, ama yine bütçe yetersizliğinden kaynaklandığına inandığım bir sorun askerlerin kurt adamlar tarafından nasıl öldürüldüğünün gösterilmemesi, bunun yerine öldürme işleminden arta kalanlar sergileniyor ve maalesef pek etkileyici olmuyor. Aslında film bir TV filmi havasında daha çok, etkileyici olmaması ve biraz fazla mütevazı durması TV için hazırlanan bir film havası yaratıyor.

Peki filmde orijinal olan ne? İşin içine orduyu karıştırması, yani sadece askerleri değil ama aynı zamanda orduyu karıştırması farklılık olarak görülebilir. Ordunun “gizli silah” araştırmaları için özel birliklerini kurt adam ele geçirmeleri için ormanlara yollaması değişik bir fikir. Dahası ordunun kurt adamları kendi yararına kullanmak istemesi de ilginç.

Ama filmin asıl orijinalliği dediğim gibi “İngilizliği”’nden geliyor. Sanırım bu konuyu biraz açmam gerekir. Film İngiliz milliyetçisi hem de militarist bir yapıda. Örneğin ordunun özel kuvvetlerine mensup yüzbaşı “kötü” olarak betimlenirken diğer askerler arkadaşları için canını feda eden cesur kahramanlar olarak resmediliyor. Çavuş’un “ben iyi bir asker olarak ölmek istiyorum” sözü ve bu söz kutlanırcasına çavuşun kendini feda edişi film için ilginç bir nokta. Ama milliyetçi söylemler bununla sınırlı kalmıyor. Filmdeki karakterlerden son derece savaş meraklısı ve fedakar, cesur bir asker (ki bu asker filmin sonlarında bir kurt adamı döven askerden başkası değil) kurt adamlara ateş açarken “İngiliz çeliğinden t***kları” olduğunu ve kurt adamlara bunu tattıracağını belirtiyor. Diğer bir asker tatbikat başlarken İngiltere – Almanya maçını kaçırdığı için hayıflanıyor ve film boyunca maçın sonucunu merak ediyor. Bu asker de kahramanca can veriyor ve filmin sonunda ekrana gelen ertesi günün gazetesinde İngiltere’nin maçı 5 – 1 kazandığı yazıyor! Diğer bir değişle, “sen rahat uyu asker”. Filmin bu yönleri gerçekten çok ilginç ve benzeri bir Hollywood filminde kolay kolay görülemeyecek şeyler (en azından bu kadarını görmek mümkün değil, üstelik Amerikanlar bu konuda eleştirilirler hep). Tüm bunlara İskoç ve İngiliz aksanlı askerlerin son derece Britanyalı “bloody good”, “stuff it”, “bollocks” gibi lafları da eklenince ortaya NWOBHM tadı veren bir film çıkıyor.

Oyunculara bakacak olursak; emektar Sean Pertwee çavuş rolünde filmin en iyi performansını sergiliyor. Liam Cunningham ve Rutger Hauer-vari yapısıyla Kevin McKidd de oldukça sağlam. Ancak diğer performanslarda zayıflıklar göze çapıyor. Bunun bir sebebi de yer yer aşırı derecede klişeleşen diyaloglar olabilir, ki bu şekilde inandırıcılık da büyük ölçüde yitiyor.

Filme genel olarak baktığımızda karşımızda iyi bir sonuç olduğunu söylememiz mümkün değil. “Dog Soldiers” düşük bütçeli, klişelerden bol bol yararlanan bir korku filmi. Korku filmi severler filmden pek bir şey kazanamayacaklardır ama izlerken sıkılmayacaklardır da. Filmin milliyetçi söylemleri de her ne kadar rahatsız edici olsa da filmi ayrıksı bir noktaya taşıyor ve buna klişenin içinde biraz “nefes almamızı” sağlıyor. Ama bu vakitten sonra bu kadar klişe bir korku filmine ihtiyacınız var mıdır bilmem, benim yok şahsen. Mert.

 

INDEX

 


DOGVILLE. Yönetmen: Lars Von Trier (2003)


Tiyatro ile ilgili film çekmek istemiş bu sefer Lars Von Trier. Hoş “Dancer in the Dark”‘da müzikali denemişti, “Idiots”‘da  da pornoyu bile denedi ve başarılı oldu mu? Tüm filmlerinde süregelen filtre saplantısı ve illa ki kadın baş kahraman merkezli öykü inadıyla tek bir amacı olduğunu, bu amaca ulaşmak için kendi oluşturduğu Dogma 95 manifestosundaki kuralları bile çiğnenmesinin mubah sayılabileceğini iyice bir anladık. Aslında Dogma 95, amacın/niyetin biçimden daha önemli olduğunu, biçimden öncelikli olan ve bu yüzden onu yaratan yegane unsurun bu olduğunu anlamak için izlenen bir yoldur. Bu yolla sinemadaki biçime ağırlık veren Hollywood hegemonyası yıkılıp Avrupa’daki gibi sanatta amaç/niyet unsurlarının gerçek yerlerini bulduğu bir perspektife ulaşılır. Bu Avrupai perspektife ulaşmak için bir sinemacı Dogma 95 kurallarını izleyerek kendini türlü hegemonyalardan arındırır. Bir çeşit vaftiz edilmedir Dogma 95 tecrübesi aslında. Bu vaftizden sonra sinemacı artık vaftiz babası Lars Von Trier’in izinden gidebilecektir ve manifesto artık sadece geride kalmış bir formalitedir onun için. Lars Von Trier de artık kendisini arındırdığı için manifesto kurallarına uymasa bile yaptığı yine de Dogma 95 filmi olacaktır. Peki neymiş Lars Von Trier’in böyle filmlerdeki amacı, sadece biçimsel değil içerik olarak da etkilendiği Alman sinema ve tiyatrosuna bir göz atmak da fayda var. Özellikle de “Dogville”‘de rastlanan Alman Brechtian tiyatrosunun etkisi var: Brecht’e göre insan haksızlıklarla suç ortağı olmadan bu toplumda yaşayamaz; tiyatro eseri insanı büyülü bir dünyaya sürükleyecek yerde, hayat gerçeklerinin ortaya koyduğu sorunları kavrayacak bir bilince erdirmelidir. Trier işte bunu hedefliyor: biz seyircileri bir bilince, sadece aklen değil kalben de bir bilince, mantığımızın yanında vicdanımızın da yenilenmiş olduğu bir bilince ulaştıran filmler çekmek. Bu kastedilen yalnız,  Amerikan sinema anlayışının tam tersi bir gerçekçiliğe sahip bir bilinçtir. Holywood’daki gerçekçilik, oluşturulan sanal gerçekliğin gerçek dünyayı taklit edebilmesindeki başarı ölçütüdür şeklinde özetlenebilir.  Bu post-modern görüş ne yazık ki sadece eşyalar, kostümler, teknoloji gibi özneler arası ilişkiler dışarı tutularaktan taklit edilmesini içeriyor. Ve bu kısıtlı görüş bir hegemonya olarak dünyanın üzerine çökmüş durumda. “Dogville”‘i, bu tarz bir gerçekçilik hegemonyasını tersine çevirme ayini şeklinde de yorumlayabiliriz. Dogma 95’in en uç halini görmekteyiz aslında bu filmde, kurallar ezilmemiş, ama kurallar aşılmıştır. Manifesto ile genel olarak hedeflenen eşyaların taklitçiliğinin minimalize edimi, “Dogville”‘de sıfıra indirgenmesiyle Trier kendi sinemacılığının bir aşkını, bir azizi seviyesine gelmiştir. Bu sıfıra indirgenme yanında, karakterlerin detaylılığı bir kontrast oluşturmaktadır. Çok yoğun diyaloglara bir de anlatıcının sürekli konuşması eklenince filmdeki kontrast iyice belirgin bir hal alır. Bu kontrast sayesindedir ki filmin gerçek sahne kullanılmamasındaki yabancılaştırıcı etkinin seyirci ilgisinin dağılması gibi olumsuz sonuçları hiç yaşanmamakta, hatta sosyoloji bağlamında olabildiğince gerçekçi sahneler yaşatılarak tersi bir yabancılaştırıcı etki durumu ortaya çıkmaktadır. Öyle ki filmin ilk yarısı bittiğinde birden bir rüyadan uyanmak gibi bir sersemlik yaşıyorsunuz. Demek ki film bir tür sanal gerçekçilik yaratmakta ve onu içine çekmekte oldukça başarılı. ABD üçlemesinden A’ya denk gelen “Dogville” filmi sadece biçimsel değil içerik olarak da ABD eleştirisini dehşet verici bir biçimde başarmakta. Öyle ki sadece Amerika’nın değil tüm dünyanın da mikrokozmosu olabilen bu kasaba modeliyle Trier dünyanın farklı kesimlerini de Amerikanlaşabildiği ölçüde eleştirebilmektedir; kendinizden bir şey bulduğunuz ölçüde bu filmde siz de Amerikanlaşanlardansınız demektir. Film, mekan birliği ve olay birliği gibi unsurlarla, protoganist özellikli Grace (=fazilet İng.) karakteri, Stoacılık değinişleri ve stoacı oyunların sonlarında görülen bir hayli kanlı sonuyla bir tragedya tiyatrosuna benzetilmiş. Kasabaya gidip gelen polis arabası ve mafya babasının arabası sorun çözücü özellikleriyle de ve filmin yegane makineleri oldukları için tragedyadaki “Deus Ex Machina” özelliğindeler. Bu iki araba aslında iki tane çözüm demek: Kahramanımıza yapılan onca kötülüğün hesabının verilmesi gerek, ya bu öç alınarak ilkel bir şekilde yada adalet organlarına teslim edilerek uygar bir şekilde olacak. Bu kararın ne olacağına da kasabanın kendisi ön ayak oluyor: Kasabanın beyni filozof Tom belki para için ve belki polisten değil de mafya babasından çekindiği için mafya babasını çağırıyor. Korku ve menfaat gibi aşağı duygularla yapılan bu seçim otomatikman bu aşağılık kasabanın yok edilmesiyle son buluyor. Filmin Amerikan aleyhtarlığı yorumu Cannes film festivalindeki Amerikalı eleştirmenler tarafından benimsendiği ve protesto edildiği için film ödül alamadı ama Grace ve filmin sonunda öz babası çıkan mafya karakteri şu anki süper güç Amerika’yı, “Dogville”‘de sefaletten yozlaşmış dünyayı sembolize ediyor gibime de geldi. O zaman bu film “Faziletli Amerika zamanında dünyaya yardım elini uzatıp da terslenmedi mi ki şimdi şiddet yoluna niye başvuruyor diye söyleniyorsunuz...” gibi William Friedkin’sel bir alt metini akıllara getirir. Zaten iki yönetmen de çok farklı beşeri ve bölgesel coğrafyalardan olsa sanatsal sadistlikleriyle birbirlerine benzeşiyorlar. Bu benzeşmenin daha ne boyutlarda olduğunu yada olmadığını anlamak için ABD üçlemesi’nin B ve D’sine de bakmak ve onları okumak gerekir kanaatimce!!!  Korhan.

 

INDEX

 


EQUILIBRIUM. Yönetmen: Kurt Wimmer (2002)


Kısa bir sürede bir kült olma şerefine erişen ya da bazı çevrelerce kült film olarak lanse edilen “Equilibrium” 2 senelik bir gecikmeden sonra ülkemizde. Evet, “Equilibrium” gerçekten de kült statüsüne oturmayı hak eden bir film. Ancak iyi nedenlerden dolayı değil maalesef. Benim için bu film bir kült ve bunun iki nedeni var; birincisi gelmiş geçmiş en büyük McGuffin’lerden birine sahip olması, ikincisi de bu kadar taklitçi ve aynı zamanda bu kadar kötü taklitçi bir film olmasına rağmen kült konumuna oturtulmuş olması! Hep beraber TV için yapılmış gibi duran bir B-filmi en fazla ne derece abartılabilir bir bakalım...

Filmin konusuna girmek istemiyorum. Film tam anlamıyla “1984”, “The Matrix” ve hafiften de “Fahreneit 451” karışımı. Daha doğrusu yönetmen Kurt Wimmer hazır “The Matrix” popülerken ve düşünsel yanı da ön planda tutan “derin” aksiyon gibi bir tarz ön plana çıkmışken bu ortamdan pay koparmak istemiş. Wachowski’ler gibi çok derin incelemeler ve analizler içine girmek ve Japon Animelerinden tut “Metropolis”’e kadar sinema tarihini deşip referanslar yumağı oluşturmak ve farklı şekillerde yorumlanıp defalarca deşifre edilecek bir film yerine pratik olup almış “1984”’ü içine yeterli miktarda “Fahreneit 451” serpiştirip bunu “The Matrix” vari bir görsel estetikle birleştirmiş. Tabi bu kadarla da kalmamış, elindeki bütçe büyük olmadığı için çok popüler olmayan ama saygın karakter oyuncularıyla çalışıp izleyici yönünden kendini biraz daha sağlama almak istemiş.

Bunlar kağıt üzerinde fena fikirler gibi durmayabilir ama bu kadar iki boyutlu bir senaryo içinde bu kadar çok mantık hatası ve inandırıcılığı yok eden çok kötü icra edilmiş klişeler ile birleştirilirse sonuç çok iyi olamıyor maalesef. Kurt Wimmer’ın bu işin düşünsel yanını zerre kadar ciddiye alarak bu işe bulaştığına inanmıyorum, inanamıyorum, çünkü McGuffin de bir yere kadar. Buradaki mantık hatası film boyunca sürüyor ve filmi resmen izlenilmez kılıyor. Tabi mantık hatasına geçmeden önce “1984”’ü bir hatırlayalım isterseniz, zaten “Equilibrium” da hem görsel bakımdan, hem de içerik olarak “1984”’e “göndermeler” ile dolu.

“1984”’de George Orwell büyük ülkelere bölünmüş bir dünya resmeder. Komünizmin kabussal bir tada dönüştürüldüğü disütopik ülkemizde düşünmek bir suçtur. Halkın büyük çoğunluğunu oluşturan ve çok kötü koşullarda yaşayan “varoşlardakiler”’in dışındakiler, yani parti çalışanları, tam anlamıyla tek tip insanlardan oluşur. En önemli şey partidir ve partinin insanları varlığına inandırdığı savaştır. Parti insanların düşüncelerini geçmişi sürekli değiştirmek suretiyle kontrol eder. Hissetmek yasaktır, örneğin sevgi, nefret gibi kavramlar giderek anlamsızlaşmaktadır, nefret düşmana, sevgi de “Big Brother”’a daha doğrusu partiye karşıdır. Bu “Big Brother” karakteri evlerde, sokaklarda, iş yerlerinde, kısacası her yerde psikolojik bir baskı olarak insanların karşısına çıkar. Bu bir fotoğraftır ve insanları bakışları ile sürekli etkisi altında tutar. Aslında “Big Brother” partinin insanları kontrol altında tutmak için kullandığı bir kamuflajdan başka bir şey değildir. Baş karakterimiz bu soğuk ve duygusallığın yasak olduğu ortamda kendini bulmaya çalışırken Orwell da düşüncelerimizi sürekli provoke eder.

Eğer “1984”’ü okuduysanız “Equilibrium” size bir parodi gibi gelecek buna hazırlıklı olun. Söz konusu romandaki birçok motif birebir filme uyarlanmış ancak ayıp olmasın diye isimler değişmiş. Örneğin “Big Brother” yani “Abi” kamuflajının yerinde bu filmde “Baba” karakteri söz konusu. İşlevi tabi ki aynı, tabi Kurt Wimmer fotoğrafı hologram ve hareketli görüntü ile değiştirerek olayı modernize ettiğini düşünmüş, ki bu sayede “Baba” "Abi"'ye nazaran daha avantajlı denilebilir çünkü vaaz verme lüksüne de sahip, ancak “1984”’deki “Abi”’nin o delici bakışlarının etkileyiciliğine yaklaşamıyor bile maalesef. Kurt baba bir de bu filme özel olarak duygusallığı yok eden bir ilaç olayı eklemiş. Boyundan enjekte edilen bu ilaç insanları tamamen duygusuz kılıyor, ne de olsa duygular mevcut sistem için büyük bir tehdit. Lafı geçmişken bu filmde sistemin korunma sebebi de savaş olmasını önlemek, yani “her şey savaşsız bir dünya için”. İnsanların düşmanla olan savaşları ile motive edildiği “1984” bu açıdan çok daha gerçekçi.

“Fahreneit” kısmı ise burada “tablo ve kitap yakmak” şeklinde vücut buluyor. Malum, duygular tümüyle yasak, bu durumda tüm sanat türleri de yasak ve bir suç. Hatta bu olay kitapla ve tabloyla da sınırlı değil, değişik bir zevki ortaya koyan her şey saniyesinde yok ediliyor, örneğin bir aynanın çerçevesi sanatsal hatlara sahip olduğu için yok ediliyor ve sahibi de anında tutuklanıyor. Bu unsurlar da filme yamanmış gibi duruyor. Özelikle “Mona Lisa” sahnesi “kör göze parmak” kıvamında.

Bunun dışında filmde “1984”’den alınmış yığınla unsur var ancak saymakla bitmez. Çocukların ebeveynlerinin davranışlarını denetlemesinden tutun işçi kıyafetli bir sürü kişinin bir sürü şeklinde alt geçitlerde dolanmasına kadar film "1984"'ü hunharca rip-off'luyor. Filmin kötü yanı ise bu derece derin bir romanı bu kadar iki boyutlu bir biçimde yansıtması. “1984”’ün düşünsel yapısı filmin Hollywood klişeleri arasında eriyip bitiyor, diğer bir değişle "1984" öğeleri burada filmdeki aksiyona bir arka plan teşkil etmenin ötesine gitmiyor. Adeta “ben kötüyüm!” diye haykıran karakterler, başlaması gereken duygusal ilişkiler, vs. vs…

Ancak filmi yiyip bitiren bunların hiçbirisi değil. Yukarıda yazdıklarım bir filmi kötü yapmak için yeterli sebepler ama maalesef asıl olay bunların dışında. Yani araklanmış fikirleri biraz modernize ederek film yapmanın da pek dürüst bir tarafı yok ama ortaya çıkan şey tutarlı olsa katlanılabilir. Buradaki durum daha vahim. Filmin bel kemiğini oluşturan bir unsur öyle kötü icra edilmiş ki bırakın yönetmeni, oyuncuların bu mantık hatasına nasıl müdahale etmediğini anlamak mümkün değil.

Şimdi birkaç paragraf öncesine dönelim. Tüm ülke vatandaşlarının, duygularını yok etmesi için periyodik olarak bir ilaç enjekte ettiğinden söz etmiştim. Yani diğer bir değişle sevgi, nefret, gurur, üzüntü, kaygı, vs… gibi duyguların tümü yasak ve bunlar tamamen anormal. Şimdi bütün duygulardan arınmış yani tam anlamıyla robot gibi olması gereken bir kişinin konuşmasını düşünün. Nasıl konuşur? Tabi ki hiçbir şekilde duygu dışavurumu olmaksızın, lineer ve statik bir biçimde.

Konuşurken alttan alta gülümseyerek karşı taraftakini tehdit etmez, sinirlenip masayı yumruklamaz, “senin sayende kariyer yapıcam hihaha!” şeklinde pis pis sırıtmaz (daha fazla güce sahip olma, hürmet görme isteği gibi duyguları olmadığından kariyer yapmayı takmayacağı gibi nispet de yapamaz), sevdiği birinin ölümü karşısında (sevdiği biri olamayacağı için) hüzünlü hüzünlü kaşlarını havaya dikip bakmaz, konuşurken bir şeyi üstelemesi gerektiğinde heyecanlanıp ve gaza gelip (duygusallaşıp) diklenmeye kalkmaz, kaşlarını nefretle çatıp rakibine poz atmaz, vs….

Yoksa ben mi yanlış düşünüyorum? Yani tamamen duygusuz, kin, nefret, sevgi, sempati, antipati, hüzün, heyecan, endişe, korku gibi herhangi bir duygusu daha doğrusu hiçbir duygusu olmayanlar bunları yapamazlar öyle değil mi?

Cevap: Yaparlar! Bal gibi de yaparlar! Bunları ve bunların daha fazlasını ve abartılısını yaparlar. Sadece ilaç kullanmayı bırakıp duygularını geri kazanan bir iki kişi değil, ilacını sürekli olarak kullanan ve kullanmayanı anında tutuklayan diğerleri de yaparlar, dahası birisi aşırı duygusal tepkiler verdiğinde dahi ilaç kullananlar bunda bir gariplik bile sezmezler. Yani en azından bunlar “Equilibrium” için geçerli, zira bu filmdeki en “duygusuz” karakterler en duygulu hareketleri sergiliyorlar. Hesapta duygulardan arınmış olan karakterler Hollywood esanslı hareketler yaparlar, en azından bu filmde bu böyle.

Şimdi izleyicisine böylesine salak muamelesi yapan bir filmin yönetmeni ağzıyla kuş tutsa bana yaranamaz. Madem böyle bir ilaç olayı sokuyorsun hikayeye o zaman oyuncularını da odun gibi oynatmasını bileceksin. Kötülük bilmeyen adam üç kağıt düşünemez, üç kağıt düşünemeyen adam da “senin sayende güzel kariyer ve iyi balya yapıcam” nidaları atamayacağı gibi gurur bilmeyen adam da “görürüz şimdi kim daha iyi dövüşüyormuş” şeklinde pis pis ve alaycı bir şekilde sırıtarak rakibine göz dağı vermez, veremez. Sırf izleyiciler karakterlerle empati kursunlar diye de filmin kendine özgü en temel motifine böylesine tecavüz edilmez ki?!

Yani “1984”’de duygusuzluk ilaçla falan değil psikolojik baskıyla, zorbalıkla sağlanmasına rağmen örneğin Michael Radford’un yönettiği “1984”’teki Richard Burton ilaca milaca gereksinim duymadan daha duygusuz ve donuk duruyor. Bunu gördükten sonra gel de inan buradakilerin gerçek olduğuna.

Gerçi filmin sonunda bazı karakterlerin film boyunca ilaç kullanmamış olduklarını öğreniyoruz ancak bu da diğerlerinin bu duygusal tepkilere karşı olan kayıtsızlığını açıklamıyor. Yani adam duygusal davranıyor çünkü ilaç kullanmıyor, eyvallah, da neden diğerleri bunda bir gariplik sezmiyor?

"İlaç kullanmadıkları için duygu ne demek bilmiyorlar, başkası duygusal tepki gösterince de anlamıyorlar haliyle" gibi saçma sapan bir savunma yapılabilir tabi ama bunun da cevabı çok basit. Filmin başından itibaren ilaç kullanmayan, "duygusal" asilerin temizlendiğine şahit oluyoruz. İlaç kullanmayanın nasıl davranacağı böyle bir toplumda pekala da iyi bilinir, hatta güvenlik seviyesinin bu derece üst seviyede olduğu bir toplumda herkese de bu bir şekilde öğretilir, aynen bizde "etrafınızdaki bir kişinin uyuşturucu kullanıp kullanmadığını davranışlarından nasıl anlayabilirsiniz" şeklinde açıklamalar yapıldığı gibi. Zaten etrafındaki abuklukları önemsemeyecek kadar duygusuz olan bir toplum kalkıp el altında Mona Lisa bulunduranları da hiçbir şekilde şüphelenemeyecekleri için yakalayamaz, dahası yakalamaya gereksinim bile hissetmez. E filmde de böyle bir şey olmadığına göre...

Yapılacak her türlü savunmaya ve "sen anlamamışsın" sözlerine karşı filmle ilgili tartışabilir, düşüncelerimin doğruluğunu karşı örneklerle açıklamaya da devam edebilirim, ama inanın hiç lüzum yok. "Equilibrium" bir B-filmi ve amacı düşünceleri provoke etmekten çok iyi vakit geçirttirmek, pastadan pay koparmaya çalışmak. İşin düşünsel kısmı taşıyıcı, hepsi bu. Ama işin açıkçası benim için bu önemli ayrıntı filmi neredeyse izlenmez hale getirdi. Film boyunca klişelerden ve mantık hatalarından zaten geçilmiyor, sözgelimi baş karakter son dövüşte inanılmaz (!) güvenlik önlemlerinden geçip “Baba”’yı görmeye giderken içeri her nasılsa silah sokabilmeyi başarıyor, hem normalde işteyken taşıdığı yerlere koyarak! Polisin silahının kılıfı diyeyim siz düşünün gerisini. Bu en ufak örnek, daha bunun gibi başka örnekler sayılabilir ama inanın vakte yazık.

Filmin içerik kısmının geride kalanı için de söylenecek bir şey yok. Kötüler dediğim gibi “ben kötüyüm!” diye haykırırken iyiler çok iyi ve tabi ki asi. Mesajlar “kör göze parmak” kıvamını aşmış ve “kör göze bıçak” noktasına dayanmış.

Tüm bunları geçip görsel kısma bakacak olursak... Film bu konuda başarılı. Yani evet bütçe büyük değil ancak buna rağmen stilistik bir yapı oluşturmuşlar. Tabi ki dış planlar yeterince iyi değil ve geniş açılarda cgi efektler söz konusu, ama genel olarak fena olmadığını söylemeliyim.

Aksiyon sahnelerinde ise “The Matrix”’teki gibi orijinal bir fikir bulunamadığından baş karakterin de mensup olduğu “Rahipler”’e özgü özel bir dövüş tekniği üretilmiş. Rahip dediğimiz kişiler iki tabancayla, makineli tüfekleri ve zırhlarıyla saldıran 10 kişilik bir ekibi tek başlarına çok seri bir biçimde kurşun manyağı yapabiliyorlar. Saçma, ama üstte saydıklarımın yanında çok da saçma görünmüyor. Ve tabi Japon dövüş sanatları da işin içine katılmış, bu kez kılıçlı dövüş şeklinde. Tabi İngiliz aksanıyla konuşan “1984”’ten fırlamış tipler arasında biraz garip duruyor ama olsun.

Gelelim oyunculuklara. Dediğim gibi kadro oldukça iyi. Christian Bale başrolde, ancak yardımcı roller daha iyi; Emily Watson, Sean Pertwee, Sean Bean, William Fichtner, Angus MacFayden. Ancak Sean Bean başta olmak üzere bu yeteneklerden gerektiği gibi yararlanılamamış, zaten karakterler iki boyutlu ve yapay senaryo içinde varlık sergileyemiyorlar. Ha Christian Bale de maalesef Keanu Reeves modunda oynamak zorunda bırakılmış; duruş, bakış, konuşma hatta kıyafetleri bile Neo özentisi. E tabi dazlak bir de zenci gerek daha stilize bir tat yakalamak için, bu açığı da Taye Diggs ile kapatmışlar. Zaten afişte de son derece “The Matrix” özentisi bir duruş var, ne eklenebilir ki daha fazla.

Bu arada "film Matrix özentisi değil, illa bu tip bir bilimkurgu aksiyonun Matrix'le mi karşılaştırılması gerek" diyecekler de vardır eminim, buna da kanıt olarak filmin tagline'ındaki "Forget The Matrix!" ibaresini hatırlatırım. Film amacını daha en baştan böyle açıkça ortaya koyduktan sonra savunmaya çalışmak Don Kişot'luk olur.

Sonuçta bu filmi kült statüsüne yerleştirenleri üzmemek için ben de "The Matrix" rüzgarından pay koparmak için sağdan soldan fikir rip-off'layıp bunları boşluklarla dolu bir senaryoya taşımasına rağmen Internet Movie Database'de "The Matrix Revolutions"'u da geçerek 7.7 gibi hak ettiğinden çok daha yüksek bir puan alabildiği için "Equilibrium"'u kült bir film olarak görüyorum. Doğruya doğru, Kurt Wimmer iyi bir film yapamasa da tutulacak bir film yapmayı iyi becermiş. Eğer yukarıda referans olarak saydığım film ve romanları izlemediyseniz ve okumadıysanız “Equilibrium” sizi oyalayabilir. Mantık hataları sizin için zerre kadar önem taşımıyorsa da bir problem yok. Ha yok bu saydıklarımı zaten elden geçirdiyseniz ve mantık hatalarından tiksiniyorsanız tek söyleyebileceğim mesafenizi koruyun. Hayatımda izledikten sonra kazık yediğimi hissettiğim az sayıdaki filmden biri. – Mert.

 

INDEX

 


FRAILTY. Yönetmen: Bill Paxton (2001)


Bill Paxton’u şu vakte dek sağlam bir oyuncu olarak tanırdık, öyle görünüyor ki önümüzdeki yıllarda “yönetmen” Bill Paxton kendini daha fazla gösterecek. Paxton “Frailty”’de hem yönetmen hem de başrol oyuncusu olarak karşımıza çıkıyor. Oldukça ilginç bir film “Frailty”, ve Paxton’ın yönetmenlik kariyeri açısından hiç de fena bir başlangıç değil.

Aslında “Frailty” yönetim üslubu bakımından pek özgün bir formata sahip değil. Bill Paxton bu bol flashback’li gerilim filmini oldukça dingin bir üslupla yansıtıyor bizlere, ki bu üslup bana Paxton’ın da rol aldığı Sam Raimi filmi “A Simple Plan”’i anımsattı. “Frailty”’nin tema olarak da “A Simple Plan” ile benzeştiği epey nokta var: Aile, sadakat, suçluluk duygusu temaları bunların başında geliyor hiç şüphesiz. Ancak “Frailty”, “A Simple Plan”’in aksine bir seri katil filmi olarak, hem de doğa üstü göndermelere sahip bir seri katil filmi olarak karşımıza çıkıyor.

“Frailty” aile içinde geçen gerilim filmlerine iyi bir örnek aslında. Nedir bu “aile içi gerilimi”? Aklıma “The Shining”, “The Exorcist”, “The Omen” geliyor hemen. Ne olur bu tip filmlerde? Aile içinden biri (veya birileri) “tehlikeli” bir hale gelir, bazen bir katil olur, bazen ruhunu şeytan ele geçirir (!) vs… Ve bu olaylar sırasında da aile fertlerinin kendi kanlarından olan bu kişiye karşı yaşadığı korku/sevgi arasındaki ikileme ve kutsal aile kurumunun parçalanmasına şahit oluruz. “Frailty” de temelde bu türe ait bir film. Ancak “ahlaki” bir açıdan bakıldığında “Frailty” çok ilginç ve “sivri” bir noktaya geliyor, özellikle de finalinde.

İsterseniz konuya şöyle biraz değinelim. Bir gece FBI ajanı Wesley Doyle’ın (Powers Boothe) ziyaretine Fenton (Matthew McConaughey, sonunda adam gibi bir rol ile karşımızda) adlı bir adam gelir ve o sıralarda ortalığı kasıp kavuran “Tanrı’nın Eli” takma adıyla bilinen seri katilin intihar eden kardeşi Adam olduğunu söyler. Fenton ajana cesetlerin yerini bildiğini söyler ve beraberce yola koyulurlar. Fenton, Adam’ı bu hale getiren olayların geçmişe, çocukluklarına dayandığını söyler ve filmde bu noktadan sonra yolculuk boyunca uzun flashback sekansları ile Fenton’ın ailesinin geçmişine tanık olmaya başlarız. Fenton ve Adam, dindar birisi olan babalarıyla (Bill Paxton) beraber yaşamaktadırlar. Babaları bir gün bir rüyada Tanrıyla karşılaşır ve Tanrı tarafından bir göreve atanır: Dünya üzerindeki insan kılığında dolaşan şeytanları yok edecektir. Babaları tüm bu başına gelenleri oğullarına bir bir anlatır. Tanrı zamanla adama şeytanları yok etmek için kullanacağı üç “silah” gösterir: şeytanları bayıltmak için demir bir boru; şeytanlarıı yakalamaları ve daha sonra onlara dokunarak şeytan olup olmadıklarını anlamaları için bir çift eldiven; işi bitirmek için bir balta. Babaları Tanrı tarafından seçildikleri için gurur duymaları gerektiğini söyler; Adam babasına güvenmektedir ama Fenton durumdan rahatsızdır. Daha sonra cinayetler başlar. Fenton ve Adam da cinayetlerde rol oynamak zorunda kalırlar. İşin aslı Adam yaptıkları işe inanmaktayken Fenton yaptıklarının yanlış olduğunu düşünmektedir. Babasına karşı çıkması sonucunda cezalandırılır ancak bir süre sonra babasını “iyileştiğine” inandırarak yakayı kurtarır. Ancak gerçekte öyle olmamıştır… Mekana yaklaştıkça FBI ajanı Fenton’ın anlattıklarında bir gariplik olduğunu sezer, ve daha sonra da işler hiç beklenmedik bir biçimde değişime uğrar…

(DİKKAT: SPOILER!) Filmin doruk noktası, izleyicinin filmdeki karakterlerle ilgili fikirlerini neredeyse tam anlamıyla tersine çevirecek bir “twist”’e sahip. Gerçekten de bunun, son yıllarda izlediğim filmler içersindeki en etkileyici dönüm noktalarından birisi olduğunu söyleyebilirim. Ancak problem şu ki ilk başta sapık bir Hristiyanın orta yaş krizleri sonucunda seri cinayetler işlemesi şeklinde karşımıza çıkan konu neredeyse 180 derece değişime uğruyor. Yani katil bir nevi “kahraman”’a dönüşüyor. Aslında bu nokta da biraz yoruma açık, zira Fenton’ın anlattıklarının da doğru olmaması ihtimali mevcut, ama FBI ajanının malum sahnedeki kısa flashback’teki görüntüsü, tavırları “bir şeyleri” ele veriyor. Her ne kadar bir nebze yoruma açıksa da Hristiyan “kahramanların” seri katilleri yok etmesi ve özellikle filmin son sahnesinde bu yapılanların cezalandırılmaması, filmi oldukça konservatif (hatta ekstremist) bir bakış açısına büründürüyor. Ayrıca “şeytan”’ların seri katil, sapık vs… olarak resmedilmesi ve baş karakterlerin Tanrı tarafından bunların “temizlenmesi” (yargısız infaz edilmesi) için görevlendirilmeleri olayı yine ilginç bir noktaya taşıyor.

Biraz da “yapısal” bir biçimde değerlendirelim filmi. Öncelikle böyle sarsıcı bir “twist”’e sahip bir senaryoya Bill Paxton hakkını verememiş. Bunun en önemli nedeni anlatımın fazlasıyla durağan, fazlasıyla sakin ve sade olması. Dediğim gibi “A Simple Plan” ve “The Gift” gibi filmlerinde Raimi’nin de bu mütevazı anlatımı kullandığını görmüştük ama Paxton maalesef Raimi’nin bu dinginliğin içinde filmlerin dinamik bir yapıya sahip olmalarını ihmal etmemesini hesaba katmamış olacak. Sözgelimi “A Simple Plan”’in finalini uzun süre akıllardan çıkarmayacak duygusallık veya “The Gift”’in finaline güzelce yedirilen “korku” teması burada eksik. Paxton film boyunca aynı anlatımı kullanıyor ve özellikle bu “twist” kısmında vuruculuk bariz bir biçimde azalıyor. Bu nedenle filmin bitiminde az biraz tatminsizlik oluyor, ama yine de ilginç ve sıra dışı senaryo bunun üzerini örtecek kadar iyi bence.

Oyunculuklara gelirsek. Paxton bildiğimiz gibi: Çok iyi. Gayet kötü bir oyuncu olduğunu düşündüğüm dahası itici bulduğum Matthew McConaughey ise burada önceki çoğu filminde rastladığımız “kalkık kaş – baygın gözler – alaycı sırıtış” standardının dışına çıkarak kendini ilk kez bu kadar iyi gösteriyor.

“Frailty” mükemmel bir film olmaktan oldukça uzak ama gerçekten ilginç bir film ve Paxton’ın sonraki çalışmaları için de umut vaat ediyor. Filmin sahip olduğu bakış açısı eminim ki birçok kişiyi rahatsız edecektir, ama Paxton’ı en azından böyle cesur bir senaryoyu filme çektiği için bile kutlamak gerek. Gerilim filmi severler, özellikle Raimi’nin söz ettiğim filmlerini sevenler bu filmi mutlaka izlemeliler. Mert.

 

INDEX

 


GOTHIKA. Yönetmen: Mathieu Kassovitz (2003)


Re-make’leri ile ünlü Dark Castle Entertainment, “The House on the Haunted Hill”, “Thir13en Ghosts”, “Ghost Ship” filmlerinden sonra “Gothika” filminde de hayalet temasını inatla sürdürüyor, yalnız tek bir farkla, bu seferki bir re-make değil de orijinal senaryo üzerine... Dark Castle filmleri post-modernizm eleştirisi içeriklidir, özellikle de “Thir13en Ghosts” filminde bu artık göstere göstere bir hal almıştır, filmin ana mekanı, üzerleri büyülü sözler kazınmış hareketli cam bölmeler içeren, yarı müze yarı konut çelik bir evdir ve ev nihayetinde yok olur gider, peşinden de kendisini yapanları ve yaptıran öğeleri sürükleyerek. “Gothika” filminde bir de yönetmen, ünlü protest film “La Haine” ‘nin yönetmeni Mathieu Kassovitz olunca post-modern eleştirisinin daha bir uç noktaya kayacağını beklemiştim. Lakin, sinema aracılığıyla Gotik edebiyatın, metalaştırılmadan modernize edilmiş bir yorumunu sunmayı başararak post-modernizmi artık sadece eleştirmekle kalmayacaklarını göstermişler yapımcılar, hatta hem dış asayişten sorumlu polis hem de iç asayişten sorumlu psikiyatristleri de eleştiri çemberlerine katarak!!! Dark Castle da Mathieu da protest özelliklerini geliştirmişler bu filmlerinde işbirliği yaparak.

"Neo Gotik Sinema" yada "Modern Gotik Sinema" janrını bu denli kuvvetlice betimleyebilmelerindeki en büyük etken bence, gotik kavramına sadık kalmaları. Daha açarsak, aydınlanma dönemindeki usçu düşünme ve pozitif ilimlerdeki tümevarımcı metotların sonucu görüşlerle, ortaçağ döneminin metafiziği ile karanlık dönemin usçu olmayan korkularını çarpıştırmak olayını hiçbir metalaştırmaya gitmeden yapmaları. Yani “Ghostbusters” yada “Poltergeist” filmindeki gibi hayaletler üzerine ihtisas yapmış hayali parapsikolog doktorlar falan yok, hatta parapsikolojinin adı bile geçmiyor, psikolojinin yanında. Ama ortalıkta sürekli bir hayalet de dolaşmıyor değil hani. Hollywood’un son çeyrek asırdır post-modern sineması ile içli dışlı olan seyirciye, yine Hollywood’dan böyle birden “modernist” bir film sunulması kafaların karışmasına neden oluyor. Film de en çok hangi türe ait olduğu muallakta diye eleştiri aldı, Hitchcock vari bir psiko-gerilim mi yoksa Spielberg vari bir paranormal olaylarla örgülü anlatım mı? Aslında hayalet burada da aynı gotik edebiyatta olduğu gibi bilimin metalaştırılması değil de totaliterleştirilmesine karşı bir espri işlevine sahip. Psikoloji bilimi, insanların deli diye etiketlenerek üzerlerine baskı kurulmasıyla totaliterleşebilir film de örnek olduğu üzere. Bunun da önüne ancak, objektif bir bakış açısı ile geçilebilir, bir psikiyatrist olan ana-karakter Miranda’nın bir anda kendini hastalarının arasında bulma alegorisiyle yine filmde gösterildiği üzere. Bilim evet bir ızgara gibidir, bir şeyin üzerini tamamen örtemez. Fakat fenomenlerin sömürülmesine de meydan vermez. Bu meydan vermemenin ucu totaliter olma, fenomenlerin sömürülmesinin ucu ise metalaştırmadır. Hayalet burada bu iki ucu dengeleyen bir işleve sahip, zaten filmin içinde de hayalet üzerine bilimsel bir açıklamada da bulunuluyor, yani hayalet Miranda’nın alter egosu konumunda: Miranda bilinçdışından kocasının bir seri katil olduğunu duyumsuyor ve bilinçaltından biriken öfke bu hayalet şeklinde dışa vuruyor ve kocasını cezalandırıyor. Yani hayalet tamamen Miranda’nın gördüğü halüsinasyonlardan ibaret. Fakat filmin en sonunda görülen çocuk hayaleti ise Miranda’ya psikolojik etkilerden daha fazlasının olduğunu gösterir gibi yani bilim ızgara gibidir üzerinde boşlukları vardır, fakat bilim aynı zamanda bir süreçtir sürekli kendini geliştirir. Bu tarz bir dengenin sinema yoluyla anlatılması özellikle Hollywood için çok ilgi çekici. Amerika’nın özellikle sanatta modernleşmeye başladığının bir göstergesi... Filmdeki, “Red Dragon” ‘dan rip-off, dövmeli çömez-doktor hoca şeklinde birlikte çalışan seri katiller konseptini saymazsak, soluk mavi atmosferiyle, özel efektlerin yerinde ve abartılmadan kullanılmasıyla ve iki kere kaçış sahnesiyle gerçekten bir görsel şölen olmuş. Halle Berry’e oscar kazandıran “Monster’s Ball” filmindeki  performansını bu filmde de gösterdiğini söyleyebiliriz ama yeni bir şey yapmadığı için tekrar oscar falan alabileceğini zannetmiyorum. Aslında bu rolü Angelina Jolie’ye de verebilirlermiş, nitekim kendisi daha çok psikopat rollerde bulundu ve o rollerden birinden de oscar kazandı. Ama Halle Berry’ye dayak yemek, Angelina Jolie’ye dayak atmak daha çok yakışıyordur diye belki, ve bu filmde Miranda bayağı hırpalanıyor. Penelope Cruz’un canlandırdığı şizofren paranoyak Chloe karakteriyle Miranda’nın birbirlerine sarıldıkları ve Chloe’nin psikopat bir ses tonuyla tecavüz sırasının bu akşam kendisinde olduğunu söylediği sahneye de dikkatinizi çekerim. Ve Limp Bizkit’in “The Who” cover’ı “Behind the Blue Eyes” da klibi ayrı bir olay zaten!!! Film belki anlayış bulamayacak, alışkın olunanları kırdığı için ama zamanla değeri anlaşılacak: Gökdelen sonrası Hollywood dönemine ait bir mihenk taşı olarak! Ayrıca film yerli hayaletli korku filmi "Okul"'u da andırıyor hem biçim olarak hem eleştirel niteliğiyle hem de yenilikçi olmasıyla ama bu tabii ki daha büyük bir yapım... Korhan.

 

INDEX

 


KILL BILL VOL.1. Yönetmen: Quentin Tarantino (2003)


“Pulp Fiction”da Uma Thurman’ın canlandırdığı Mia Wallace karakterinin, John Travolta’yla beraber yer aldıkları şu bar sahnesi vardı hani, o meşhur danslarını ettikleri...İşte orda, o danstan önce, otururken Cadillac’tan bozma koltuklarında, Mia,  “Fox Force Five” isimli bir TV dizisinde, 5 kişilik bi ajanlar grubunun içersinde, bıçaklar konusunda uzman bi kadın ajanı canlandıracağını anlatmıştı, hatta pilot çekimlerden falan da bahsetmişti. Sinema dünyasının fizikteki paralel evrenler teoremine göre tamamen gerçek, bu dünya gibi sürekli ve ona paralel bir dünya olduğunu düşündürten bu ileriye dönük atıfıyla Tarantino bir kez daha sinema konusunda bir ekol olduğunu ispatlıyor. (“Kill Bill”’deki geriye dönük bir çok atıfıyla da bu teoremi pekiştiriyor, ama bu atıflar Steven Seagal’in oynadığı“Hard To Kill” gibi vurdu-kırdılı filmler daha ziyade...)Nitekim, Uma Thurman bu filmde “Deadly Viper Assassination Squad” isimli bi suikastçiler grubunda “Kara Mamba” lakaplı en iyi bıçak-kılıç dövüşçüsü rolünde!!! Böylelikle “Ölümcül Engerekler” arasındaki en zehirli yerini alması, “Pulp Fiction”daki o snob, yaptığı salakça hatalar yüzünden canından bile olacak derece sorumsuz Mia karakteriyle anılmasından, onu kurtarıyor artık. Bence Uma Thurman bu önceki filmdeki en başarısız oyuncuydu-En başarılısı ise Bruce Willis’ti tabii. Bunun için “Pulp Fiction” DVD’sindeki yönetmen tarafından kesilmiş sahneler kısmına bir göz gezdirmenizi önereceğim-. Lakin Thurman “Kara Mamba” ya da “The Bride” performansıyla kendi kariyerinde bir çığır açıyor. Her bakımdan en iyi oyuncu o çünkü. Kendisiyle yarışacak yegane kişi, filmin başlarında hakladığı, “Ölümcül Engerek”lerden “Copperhead” rolündeki Vivica A. Fox isimli siyahi aktris. Bu iki kadın dövüşürken, hem filme has o absurd, akılda tutması zor dövüş koreografisinin altında kalkmayı, hem de analık, merhamet gibi kadınsı duyguları birebir canlandırmayı çok iyi beceriyorlar. Aşırı sert ile aşırı yumuşak arasındaki gidişler olunabilecek en dik ve en karışık seviyelerde, bunun da altını çiziyim. Bu derece bir performans filmin bi de Japonya-Okinawa’da, Hatori Hanzo ile Kara Mamba’nın karşılaştıkları sahnede var. Uma Thurman herhangi bir Amerikalı turistin tüm o eğlenceli tavırları ve mutluluğundan bir anda intikam meleği haline geçmeyi bakışlarındaki o ani değişmeyi nasıl sağlayarak yapıyor, bunu ancak kendisini rolüne tamamen vererek diyerek anlamaya çalışıyorum. Bunu bir de yönetmenin oyuncusuyla olan diyaloğunun başarısına da bağlıyorum tabii.

Aslında içerdiği eklektik unsurlara rağmen son yıllardaki Hollywood yapımlarındaki kültürler kaynaşması modasının en başarılı örneği bence. Dövüş filmlerindeki o oryantal duygusallık yerine Tarantino’nun filmine oksidental duygusallığı koyması ve bunu yaparken de soundtrack’i başarılı bir şekilde kullanması filme avant-garde bir hava bile katıyor denebilir. Kağıt kaplı sürme kapı ve ahşap mezaninleriyle otantik bir Japon restoranı dokusu üzerine Zamfir’in “The Lonely Shepherd” şarkısını yerleştirmesi, mesela... Doğuyla batı arasında sadece egzotiğe olan ilgiden dolayı bir merak ihtiyacının giderilmesi tarzında bilgi köprüsü değil de duygusal bir köprü kurulmasının ilk kez bu filmde yapıldığını düşünüyorum. Bir samuray olmak nasıl bir duygudur, bunun batılılara oryantalist olmayan bir tutumla ve oldukça çarpıcı anlatıldığına ilk kez şahit oluyorum bu filmde ki bu büyük bir sinemasal başarıdır. “Samuray kılıcıyla oynamayı seven batılı kadın...” gibi ibarelerle filmdeki Japon-Amerikan sentezinin doğurduğu eklektisizme, yine filmin kendi içersinde ironik bir boyut katılması da bu başarıyı perçinliyor gibi. Bunun yanında, Japon “Kendo”suna saygıyı, “Katana”ların öldürücülüklerinden başka sanatsal değerlerinin de vurgulanması, hem de batılı bir göze ve kulağa bu vurgunun yapılması için müzikteki ve dekorlardaki batıya yönelik sanatsal çaba filmin ticari-aksiyon yapımlarda rastlanan post-moderniteden bi nebze uzaklaştırıyor. Fakat önceden denenmiş şeyleri, insanların alışkın olduklarını, bir potada eritip sunarsak kesin tutar bu mantığındaki bir ticari kaygı hissedilmiyor değil. Bu tüketiciye yönelik kısım filmi post-modern yapıyor, fakat önceden denenmişlerin iç yüzlerini de sunma başarısı ve bunun ilk olması filme sanatsal bir boyut da katıyor.(İç yüzü sunma daha önce de değinilen duygusal köprü ile sağlanıyor.) Sanatsal açıdan iyi niyetli bir retro yapım var denilebilir ama çarpıcı performanslardan bu iyi niyet silik kalıyor. Öyle ya da böyle post-modern bir Frankeinstein canavarı var karşımızda ama ceset parçaları yaratıcılık ipliği ile dikilmiş bu canavarın: Adeta eskimiş banal şeyler tekrar can bulmuş eskisinden daha da ışık saçarak. Ve asla içeriksiz de değil bu film, tam bi alt metin çözümlemesi için ikinci filmi de beklemek gerek ama.

Toplu katliamdan yıllarca komada kaldıktan sonra sağ çıkarak intikam için geri dönüş konsepti hakikaten de Steven Seagal’in “Hard To Kill” filminden alıntı. Steven Seagal’in eski gücüne kavuşması çok daha fazla zaman alırken ve dirilmesi belki de ordaki hemşirelerden birinin ona aşık olup onu sevgisiyle iyileştirmesi ile olurken,  Uma Thurman’ın komadan çıkması ve eski gücüne kavuşması çok daha kaotik ve şiddetli el alınmış. Belki de sivrisineğin sokması, tamamen şans eseri, bir “Katana” ustasının bedenindeki, akupunktur için o önemli noktalardan birine isabet etti ve onu canlandırdı. Ya da yine fizikteki kaosla ilgili teoremlerden “Kelebek etkisi” gibi bir teoremin sivrisineklisi anlatılmak istendi , kimbilir? Komada kaldığı yıllar boyunca belkide hastabakıcısı tarafından defalarca ırzına geçildi, ve başkalarına satıldı. Yani hiçbir şekilde dışardan ona gösterilen bir şefkat ya da ilgi ile kendine gelmedi, ya da sevgi gibi Tanrısal bir güç ile de olmadı bu...Film boyunca travma üstüne travma yaşayan bu kadın kahramanın, çevresindeki onca kaosa, deliliğe karşı gücünü yitirmemesi, tam tersine, zafer kazandıkça alayların ve hor görülmelerin yerine düşmanlarından saygı görmeye başlamasının onu manen daha da güçlendirmesi insana ihtişam(üstünlük) duygusunu yaşatıyor. Bu filmde güç her zaman güçlü olarak bilinenden değil tam tersine zayıf olandan, çoğul değil de tekilden, erkek değil kadından, süprematik sevgi değil vampirik sivrisinekten(!?!) geliyor. “Crouching Tiger Hidden Dragon” filmindeki büyük bir efsanenin küçücük bir iğne yüzünden ölmesinin ve dişi ölümcül kahramanların bilinçaltlarının derinliklerinden yüzeye çıkan rekabet duygularının sahnelenmesiyle  sinemada Freud, Sheakspear ve Tao gibi isimlerin sentezlenerek Doğu-Batı çarpışması uygulamasının trendleşmesine de tanık oluyoruz: Bir tür güç hegemonyası alt üst edimi, travmatik etkisini arttırmak için olabildiğince aykırı metaforların, şiddetli çarpışmalarının sahnelenmesiyle amaçlanmış. Bu metaforlar için de eski ve öteki sinema kaynak olarak kullanılmış (70’li explotation sineması ve uzak doğu sineması, Avrupa B tipi filmler vs.). Şiddet sahnelerinin de gerçekçi değil de ekranın seyirci tarafında bulunma konformizmini yıkmak için, çok daha abartılı bir halde çekilmesine girişilmiş. Bu türden bir anti-konformist tutum Uzak Doğu sinemasında oldukça fazla yer aldığı için, yalnız metaforlar değil yöntemler için de öteki sinemanın kaynak olarak kullanıldığını söyleyebiliriz “Kill Bill”’de!!! Eee herşey hazır olunca, geriye tüm bunların olabildiğince otantik sunulması ve sanatsal ve ussal açıdan iyi bir kurgu yakalanması için bir çaba gerekliliği, başka bir deyişle yeteneği kalıyor. Bu da Tarantino’da fazlasıyla var zaten...Gördüğüm en iyi yönetmenlikti bir Anime için mesala...Aslında, onun yaptığı, ünlü yönetmen ikilisi Coen kardeşlerdeki gibi klişe temaları manipule ederek sinematografi üzerinde yaratıcılığa girişmek şeklinde de özetlenebilir. Fakat o daha da ileri giderek yalnız sinemanın değil, müziğin, çizgi romanın, edebiyatın da klişe temalarını kullanıyor. Popüler kültürün dışlanmasından çok onun manipüle edilerek sanatın müttefiği bir silah haline getirilmesidir onun yaptığı. Madem ki popüler kültür diye bir gerçek var, yok edilmesi imkansız devasa bir dert; içi boşlar yerine içi doluların cilalanıp pazarlanması yönünde bir çaba olmalı, bunun için popüler kültürü hemen dışlama, yıkma yerine onu manipule etme pratikleri yapılmalı. Onu yoketmek için ihtilalci bir tavır yerine böyle bir tavrın, eylemsel değil de düşünsel açıdan daha zor olacağı görünse de çok daha eğlenceli olacağı kesin... Bu eğlencenin globalizme davet kartı gibi bir niteliği olsa da sonuçta popüler kültürün ırkçılığa, dogmacılığa, sexisme ve totaliterliğe karşı manipule olma özelliğini de göz ardı edemeyiz. Büyüklükleri yok etmektense onlara yön vermek çok daha etkilidir: Eksi bir değeri sıfırla çarpmak sadece o değer kadar bir kazanımdır, fakat eksisini düşürüvermek o değerin iki katı bir kazanımdır.

Bill karakteri Darth Vader-Darth Sidious, Thulsa Doom dalgasının geç kalmış bir devamı gibi, kendi soundtrack’i bile var öncekilerinki gibi. Ama Bill (David Carradine) henüz ortaya çıkmadığı için, bir fantom gibi sadece ismi ve emirleri duyuluyor, ona has soundtrack sadece bir kez kullanılıyor ve o da Zamfir’in az önce de değinilen “The Lonely Shepperd” parçası. Kitaro’nun İpek Yolu parçasının egzotikliğini barındıran ezgisiyle, New Age akımının derinliğini de barındıran atmosferiyle bu parçanın Bill’in Star Wars-Phantom Menace, ya da Conan’daki kötü karakterlerden çok daha derinlikle işlenmiş olduğunun habercisi gibi...Zaten bu parça insanı David Carradine’li 70’li yıllardaki şu “Çekirge”’li Kung Fu dizisine götürüveriyor. Geçtiğimiz bin yıla yönelik nostalji yaşatıyor.

Bill’in henüz ortalarda gözükmemesi, ve filmde hep izleyen ve bekleyen şeklinde edilgen bir durumda bulunması, izleyenin kendisini onun yerine koymaya götürüyor. Filmdeki o “Girl Power” pop kültürünün manipülasyonu işte bu anda devreye giriyor. Kendinizi filmin erkeksi kahramanıyla özdeşleştirdiğiniz anda, ata erkil bir çağda yaşadığımız ve karşı cinse yaptığımız haksızlıklar hakkında bilinç dışından da olsa bir öz-muhakeme yaşıyoruz. Ve erkeklerin de ikiyüzlü olup kadınları entrikalarıyla tuzağa düşürebildikleri, kadınların da onurdan, saygıdan, mertlikten yana olabildiklerini hissediyoruz. Nitekim Bill, Kara Mamba’nın sadece karnı burnundayken haklanabilineceğini düşünerek, onu sonsuz aşk vaatleriyle kandırıp hamile bırakıyor ve evlilik günü bir erkeğin bir kadın üzerine tasarlanan en hain planı gerçekleştiriyor. Fakat planının yarı başarısız olmasıyla, filmin en sonunda çocuğun yaşadığını haber vererek daha hain başka bir planın hazırlandığını haber alıyoruz. Tarantino “Jackie Brown” ile feminist tarafını ucundan göstermişti, ama orada ‘entrikacı’, kadın tarafıydı. “Pulp Fiction”da aslında maço eleştirisiydi.-Özellikle de filmin en maço karakteri, mafya babası Marsellus Wallace’ın iğfal edilivermesi sahnesi düşünülürse-.  “Reservoir Dogs”’tan “Kill Bill”’e gelirken Tarantino’nun filmleriyle geçirdiği maçoluk-feminizm-femme fatalizm evresi neye bağlanır bilemiyorum, [tabii ki fizikteki entropi ilkesini saymazsak (entropi=düzenden düzensizliğe akış), bi de meşhur olunca kızlarla arasının çok daha iyi olmasını da saymazsak], ama şurası kesin ki Tarantino kendisini sürekli geliştiren bir yönetmen. Bunda popüler kültürü dışlamaması sayesinde elindeki kaynakların devasalığı (comics, manga, anime, sphagetthi, John Woo, Sam Peckinpah vs.) ve onları kullanabilecek özgür dehasının rolü büyük tabii. Tarantino’daki şu anki nokta:

1)Çiğ erkeksi kuvvet yerine kadınların ve çocukların dahi kullanabileceği işlenmiş teknik becerinin, filmlerindeki metaforları çarpıştırırkenki temasal kullanımlarında tercih edilmesi. Yani çıtı pıtı heroine/kadın kahraman lara dövüş sanatı uygulamasıyla dövüş sanatından kas öğesinin ayıklanarak, teknik, koreografi, estetik gibi sanatla ilgili kısımlarının daha bir vurgulanması gibi son zaman trendlerine yeşil ışık yakmak...” Crouching Tiger Hidden Dragon”, “Matrix”, “Charlie’s Angels” vs.

2) Şiddet öğelerinin mübalağa metoduyla soyutlanarak, (kovalarca kan çıkması herhangi bir ampütasyonda misal) en klişe Hollywood avantür şiddetinin bile metafor haline getirilebilinmesi...

3)Stanley Kubrick stili Alexander de Large + Beethoven sinema simyacılığını gore + New Age şeklinde uygulayabilmesi!!!

      

Uma Thurman’daki şu anki nokta:

1) Belki Oscar alamaz ama en azından Sony Chiba ile olan sahneler hafızalardan zor kazınacak!!!

2) Doruk!!!

David Carradine:

1) Aktör hemen hemen hiç gözükmese de aldığı rol o denli önemli ki sinema hayatı açısından, en azından bunu alması kariyerindeki en önemli nokta sayılabilir ki Tarantino’nun sadece ikinci bir unutulmuş aktör restorasyon girişimi gibi gözükmesine rağmen. (Birincisi “Pulp Fiction”’da John Travolta’ydı.)

2) Oyuncular arasında imaj olarak rolüne en iyi giden aktör kendisi...Lucy Liu’ya nazaran hele..

Tarantino OK! Mesaj alındı: Atom’a karşılık gökdelen, ilahi adalet kan kardeşleri yarattı!!! Bundan sonraki tek beklentimiz herhalde Ang Lee yada Peter Jackson’un yaptığı gibi şaheserlerden sonra bir “Hulk” yada “King Kong” filmi çekmeye kalkışmaman!!!! Korhan.

 

INDEX

 


NATTEVAGTEN. Yönetmen: Ole Bornedal (1994)


Bazen sağlam filmler hiç beklenmedik yerlerden, beklenmedik durumlarda çıkabiliyor. Söz konusu film Danimarka yapımı ve yerli bir dağıtımcı tarafından (Efes Video) Türkçe dublajlı olarak VCD formatında piyasaya sürülmüş. Film elime geçtiğinde ne tür bir şeyle karşılaşacağımı bilmiyordum ama beklentim, yine ülkemizde VCD olarak piyasaya sürülen Alman yapımı vasat bir gerilim filmi olan “Anatmomy”’den daha iyi olmayacağı şeklindeydi – stilistik ama sıkıcı. Film beklentilerimi olumlu yönde haksız çıkardı. “Nattevagten” tam anlamıyla “hoş bir sürpriz”. Yönetmen Ole Bornedal kendine özgü, karanlık, vurucu ve her şeyden önemlisi beklenmedik bir biçimde “hasta” bir seri katil filmine imza atmış, hem de “ölü sevicilik” gibi bir temayı oldukça cesurca işleyerek.

Öncelikle filmin konusuna biraz değinelim. Martin (Nikolaj Coster-Waldau) etrafında oldukça sevilen, sakin ve kendi halinde bir hukuk öğrencisidir. Ek bir iş yapması gerekmektedir ve o da bir hastanenin morgunda gece bekçiliği yapmaya karar verir. Her ne kadar kulağa pek hoş gelmese de en azından sessiz bir mekanda rahatça ders çalışabilecektir. Bu arada Jens (Kim Bodnia) adlı serseri modundaki okul arkadaşıyla da “kim daha cesur” şeklinde iddialara girmektedirler, iddiayı kaybeden kız arkadaşıyla evlenecektir. Martin, işi adeta cesede dönmüş eski gece bekçisinden devralır. Yapması gereken belirli bir saatte hastane içinde devriyeye çıkmaktır .Ancak bunu yaptığını garantilemek için hastanenin belirli yerlerine anahtarlar konulmuştur, yapması gereken o odalara girip anahtarı yanında taşıdığı bir kutuya takıp çevirmektir. Bu anahtarlardan biri de morgdadır. Yaşlı gece bekçisi Martin’e hastaneyi gezdirir ve yapması gerekenleri anlatır. Bu esnada hastanede eskiden yaşananlarla ilgili ilginç bilgiler de vermeyi ihmal etmez. Bekçilik görevini yıllar evvel yapan birinin ölü sevici olduğu anlaşılmıştır. Tüm bu gergin atmosfere bir de morgda her bir cesedin baş ucunda asılı olarak bulunan zincirler de eklenir. Söz konusu zincirler gece bekçisinin odasındaki bir alarma bağlıdır ve zincirler cesetlerden birisi “uyanırsa” onu çekerek “canlandığını” bildirmesi için konulmuştur. Martin bir yandan sinir bozucu yeni işine uyum sağlamaya çalışmakta, bir yandan da serseri arkadaşının kendini soktuğu sıkıcı durumlarla uğraşmaktadır. Bu arada şehirde bir seri katil tarafından cinayetler işlenmektir ve doğal olarak bu cinayetlerin sonuçlarına da morg bekçisi olduğu için tanık olur. Zaman geçtikçe cesetlerin yerinden kalkıp hastanede dolaştığıyla ilgili “halüsinasyonlar” görmeye başlar. Bu halüsinasyonlar ve arkadaşı Jens sayesinde ilişki kurduğu bir fahişe sinirlerinin yıpranmasına, ve birdenbire cinayetlerdeki baş şüpheli durumuna gelmesine sebep olur. Artık kendinden emin olamamaktadır. Bu cinayetlerin arkasında o mu vardır yoksa birisi ona oyun mu oynamaktadır. Peki kimdir bu kişi, arkadaşı Jens mi, yoksa eski morg bekçisi mi, yoksa doktor mu, yoksa...?

Nattevagten dediğim gibi oldukça karanlık bir film. Yönetmen gore görüntüleri çoğu kez göstermekten kaçınmıyorsa da bence filmin asıl gücü atmosferinden geliyor. Bu atmosferi ise büyük ölçüde baş karakter Martin’in hastanede gecenin bir vakti yalnız kaldığı zamanlarda yaşadığı tedirginlik yaratıyor. Gecenin bir vakti böyle bir yerde karşısındaki camdaki kendi yansımasından başka kimse olmadan oturmasının nasıl sinir bozucu bir şey olduğunu yönetmen bize mükemmel bir biçimde yansıtıyor. Bundaki en büyük nedenlerden biri de baş karakter Martin’i canlandıran Nikolaj Coster-Waldau’nun çok sağlam ve gerçekçi bir performans göstermesi, kendinizi onunla kolayca özdeşleştirebiliyorsunuz ki bu tip bir film için en önemli özelliklerden birisi de budur zaten. Martin’in hastane içindeki devriyesinde ziyaret ettiği mekanlar başlı başına tiksinti verici, özellikle çeşitli organların tanklar içinde tutulduğu oda “göstermeden ima etme” olayının çok başarılı bir örneği olarak karşımıza çıkıyor; sadece karakterin yüz ifadelerinden bu tanklarda ne gibi şeyler olduğunu tahmin etmeye çalışıyoruz. Morg ise başlı başına bir “karakter” adeta. İçerde yatan cesetlerin sadece ayaklarını görmek bile hayal gücümüzü hareketlendirerek bize tiksinti veriyor, ki bu da “göstermeden ima etme”’nin sağlam bir örneği sayılabilir. Dahası morg kapısının sadece dışarıdan açılabilmesi de bir çeşit “morgda kapalı kalma” paranoyası yaratıyor, ne de olsa Martin orada yalnız başına ve kapı hatayla bile olsa kapanırsa orada uzun bir süre için cesetlerle baş başa kalacak demektir. Bunlara bir de gece vakti “ceset alarmı”’nın çalıp çalmayacağının yarattığı paranoya da eklenince gerginlik had safhaya çıkıyor. Kısacası yönetmen bu sahneleri başarıyla perdeye yansıtmış.

Jens’i canlandıran Kim Bodnia her ne kadar itici bir portre çizse de zaten canlandırdığı karakterin de itici olması istendiği için başarılı olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Aynı şekilde polis müfettişi rolünde karşımıza çıkan Ulf Pilgaard (ki kendisi aslında bir komedyenmiş) çok başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Zaten filmin diğer bir güçlü tarafı da oyunculuklar ve iyi işlenmiş karakterler. Bu öğeler doğal olarak filmi gerçekçi ve organik kılıyor.

Filmde katilin seyircinin ilk defa karşısına çıktığı kısım Argento giallo’larını andırıyor: Bu kısımlarda katilin yüzünü görene dek sadece lastik eldivenli ellerini görüyoruz (Argento filmlerinde katil siyah deri eldivenler giyer). Bu tip öğelerin filmin genelinde daha fazla karşımıza çıkması hoş olurdu, örneğin katilin önceki cinayetleri yine aynı üslupla gösterilebilirdi, ama yönetmen Argento-vari bir biçimde bol kanlı cinayetler yerine baş karakterin yaşadığı paranoyalar üzerinden anlatmak istemiş öyküsünü. Ve filmin en zayıf noktası da burada karşımıza çıkıyor. Seyirci katilin kim olduğunu öğrendikten sonra belirli bir süre daha film devam ediyor. Bu doğal olarak filmin finalindeki vuruculuğu biraz azaltıyor. Her ne kadar Martin katilin kim olduğunu bilmediği ve biz bildiğimiz için bu gerilim yaratsa da sürpriz etkisi biraz havada kalıyor. Katilin kim olduğunu Martin’in kız arkadaşı öğreniyor ve tanıdığı birisi değil, bu durumda o sahnede katilin kim olduğu seyircilere gösterilmeseydi, daha doğrusu seyircinin bilgisi baş karakterin bilgisiyle sınırlı kalsaydı sürpriz de finale kalırdı ve bu çok daha vurucu olurdu. Ama bu haliyle de filmin finalinin güzel olmadığını iddia edemem tabi ki. En azından ben filmden tatmin olmuş bir biçimde ayrıldım.

Sonuçta son dönem Avrupa korku sinemasına (bkz. “Tesis”) meraklı olanların kaçırmaması gereken bir film. Filmin 1998 tarihli bir de Amerikan versiyonu mevcut, başrollerde Ewan McGregor ve Nick Nolte yer alıyor ve işin ilginç tarafı yönetmen yine Ole Bornedal. Bu yeniden yapımı izlemediğim için bir yorum yapamıyorum, ama onu seyretmeden önce “Nattevagten”’i izlemenizi tavsiye ederim. Mert.

 

INDEX

 


OKUL. Yönetmen: Yağmur Taylan, Durul Taylan (2004)


Uzun zamandır birçok kişi gibi benim de gelişimini takip ettiğim, merakla beklediğim bir projeydi “Okul”. Doğu Yücel’in “Hayalet Kitap” adlı romanının serbest bir uyarlaması olan film oldukça iddialı bir biçimde tanıtılıyordu. Komedi – korku karışımı, kendine özgü bir yapıya sahip olmasını beklediğim film hakkında yapım aşamasında bazı endişelerim oluşmuştu. Filmin yapımcısı kötü-ünlü Sinan Çetin’di ne de olsa. Sinan Çetin’in neden birçok kişiye antipatik geldiğiyle ilgili herhalde bir yazı dizisi hazırlanır, bu nedenle bu konuya burada değinmek istemiyorum, ama şahsi kanaatim Çetin’in sinema anlayışının ticari yönü gereğinden çok fazla ön planda tutan bir anlayış olduğu yönünde. “Okul”’u ticari başarıyı garantilemek için anlamsız ve de rahatsız edici bir ünlüler geçidi haline getireceğinden korkuyordum. Cast açıklanmaya başlanınca ve filmde oynayacak bazı medyatik isimleri görünce endişelerim daha da arttı: Ragga Oktay, Deniz Akkaya, Hamdi Alkan medyatik isimler ve bu isimlerin filmde fazlasıyla öne çıkartılacağından korkuyordum.

Tabi filmle ilgili tek endişem bu değildi. İşin açıkçası yönetmenlerin nasıl bir iş çıkaracağından da pek emin değildim. Bugünlerde bahsi yeniden geçmeye başlayan “Sır Dosyası” dizisinin yönetmenleriydi kendileri. O dizinin tüm bölümlerini zamanında seyretmiş ve başarısız bulmuştum. Evet, Taylan biraderler görsel açıdan etkileyici bir iş çıkarmışlardı ama bence ne oyuncu yönetiminde, ne kurguda, ne de senaryolarda iş yoktu. Özellikle “satanistler” temalı bir son bölüm vardı ki o bölümü izledikten sonra “Türkiye’de bu iş kolay kolay yapılamayacak anlaşılan” demiştim. “Sır Dosyası” sonrasındaki çalışmalarından ise “Yıldız Tepe”’yi seyretmiş ve fena bulmamıştım. Ama korku-komedi türünde, hayli iddialı bir yapım olan “Okul”’un altından başarıyla kalkabilecekler miydi, bu konuda şüphelerim vardı.

Sonuçta 9 Ocak günü filmi izledim ve tek kelimeyle “hoş bir sürpriz” ile karşılaştım. Sinan Çetin ile ilgili olanlar da dahil olmak üzere film endişelerimi tamamen yersiz çıkardığı gibi beklemediğim kadar iyi yönetilmiş, iyi yazılmış, iyi oynanmış bir film olarak karşıma çıktı. Benim beklentilerim çok yüksek değildi belki de, bilemiyorum, ama “Okul”’un son yıllarda popüler tarzda ülkemizde yapılan filmlerin en iyilerinden biri olduğunu düşünüyorum.

Her ne kadar öykü oldukça sıra dışı gibi görünse de sinema tarihinde öyle yada böyle daha önceden denenmiş bir tema olduğunu reddetmek mantıksızlık olacaktır. Yani “intikam alan hayalet” temasını işleyen o kadar çok film var ki, hangi birini sayayım. “Başsız hayalet” öykülerinden tutun da “Cadı tahtası” filmlerine, oradan "The Crow"'a kadar gider bu örnekler. “Okul”’un farklı yönü hayaleti, söylemek istediği şeyler için bir araç olarak kullanması, ve tüm bunları ilginç bir karışım içinde bizlere sunması. Ama izleyicinin bu atmosfere kolayca girebilmesinde sanırım iyi işlenmiş, “organik” karakterlerin ve oldukça doğal oyunculuğun payı büyük.

Film dediğim gibi “Hayalet Kitap”’ın serbest bir uyarlaması. “Okul”’un “Hayalet Kitap”’tan en büyük farkı sanırım üniversitede değil de lisede geçmesi. Film Gökalp adlı duyarlı bir gencin bir türlü açılamadığı platonik aşkı yüzünden intihar etmesinden 1 sene sonra başlıyor (yada öyleymiş gibi görünüyor J). Platonik aşkı Güldem ve arkadaşları tarafından aşağılanan Gökalp, hayalet olarak geri dönüp, ölümüne öyle veya böyle sebep olan herkesten intikam almaya başlıyor, ki bunların başında da Güldem’in lümpen arkadaşları geliyor. Ancak Gökalp’in intikam şekilleri diğer bahsettiğim “intikam alan hayalet” filmlerinden biraz daha farklı. Gökalp kurbanlarının zayıf yönlerini (belki de kusurlarını) biliyor ve bu zayıf yönler üzerine gidiyor. Örneğin güzelliğine meraklı biri kendini aynada bir canavar olarak görürken cep telefonu hastası birinin cep telefonu “ayaklanıyor” vs… Bu sırada hayalet Güldem’in yaşadığı hayatı ve yapmak üzere olduğu seçimi sorgulamasını sağlıyor.

Öncelikle filmin verdiği mesajlar bence önemli. Film anlamsız, gençlerin yararından çok zararına işleyen eğitim sistemini, gelecekte sistemin dişlileri haline gelecek olan aşırı materyalist ve bencil genç kesimi hayalet aracılığıyla eleştiriyor, bir yandan da gençlere hayallerinin peşini bırakmamaları gerektiğini anlatıyor. Bunlar bence önemli şeyler, ama diğer yandan  bu mesajların oldukça ilginç ve yenilikçi pazarlama yöntemleri ile desteklenen bir filmde verilmesi biraz garip ve ironik duruyor, sözgelimi filmin websitesinde cep telefonları için oyun ve melodiler gibi promosyon malzemeleri tanıtılıyor. Bunlar bir “X” filmi için normal olabilir ama “Okul” gibi mevcut sisteme karşı, dolayısıyla da tüketim toplumuna karşı mesajlar içeren bir film için anlamsız ve de gereksiz tanıtımlar diye düşünüyorum. Sanırım Sinan Çetin ve ekibi (ki kendileri promosyon bakımından oldukça iyi çalışırlar) filmin eleştirel derinliğini hesaba katmadan sadece “genç” yanı üzerinde durmuşlar.

Film bir aşk öyküsü üzerine kurulu. Gökalp’in Güldem’e olan platonik aşkı çok iyi anlatılmış, bunda Gökalp’i canlandıran Burak Altay’ın çok iyi bir performans göstermesinin de payı var hiç şüphesiz. Kızlar tuvaletindeki flashback sahnesi çok güzel ve çok doğal. Zaten dediğim gibi filmin en büyük kozlarından biri oyunculardaki doğallık. Burak Altay gelecek vadeden bir oyuncu, bence Türkiye’de pek görülmedik bir doğallıkla canlandırıyor Gökalp karakterini. Burak Altay’dan başka Berk Hakman da en az onun kadar iyi bir oyunculuk sergiliyor diyebilirim, canlandırdığı karakterin varlığına bizi "inandırıyor". Diğer oyuncular da oldukça iyiler, yalnızca Nehir Erdoğan'ın bazı sahnelerde yapmacık kaldığını belirtmem gerek (örn. konser sahnesi). Filmin “medyatik” isimleri ise Türkiye’de pek de görülmedik bir biçimde akıllıca kullanılmış. Yani sanırım kabul etmemiz gereken bir gerçek var, Türkiye’de bu isimler insanların bir kısmını sinemalara topluyorlar, bu da böyle masraflı bir iş için gerekli bir şey, her ne kadar burun kıvırsak da. Ancak bu filmin farklı yanı bu ünlü isimlerin bir kısmını cameo olarak kullanması, geride kalanları da “günlük hayattaki” imajlarından olabildiğince bağımsız kullanması. Örneğin korktuğum bir isim olan Hamdi Alkan “komedyen” imajından oldukça farklı bir şekilde karşımıza çıkıyor oldukça küçük rolünde. En fazla korktuğum isim olan Ragga Oktay ise benim için filmin bir diğer sürprizi oldu, zira reklamlardaki imajı ile tamamen alakasız bir biçimde karşımıza çıkıyor kendisi. Yani bu bir Sinan Çetin veya Mustafa Altıoklar filmi olsaydı muhtemelen kendisine şarkı söyletirlerdi sözgelimi, Taylan Biraderler bu hataya düşmemiş neyse ki. Emre Kınay din hocası rolünde gerçekten çok iyi. Deniz Akkaya var mı yok mu belli değil, filmin “seksi” kısmını dolduruyor diyelim. Yani ben bu filmin cast anlayışını çok tuttum, medyatik isimlerin çoğunu ufak rollerde formaliteden kullanarak (hem de iyi kullanarak) ağırlığı genç oyunculara veriyorlar. İşte Sinan Çetin ve Mustafa Altıoklar gibilerinin de izlemesi gereken yol belki de bu, medyatikleri cameo olarak kullanmak ve yetenekli genç isimlere fırsat tanımak. Yani artık en “sanatla alakasız” izleyici bile bu medyatik isimlerin kötü oyunculuklarını izlemekten bıktı usandı, bunu gittiğim seansta insanların tavırlarından rahatça görebildim. Bu yönetmenlere tavsiyem “Okul”’un cast anlayışını bir incelemeleridir.

"Okul" dediğim gibi saf bir korku filmi değil. Komedi işin büyük bir kısmını oluşturuyor ve hakkını vermek gerek, film gerçekten komik. Orçun ve Ediz karakterleri başlı başına komedi unsuru. Belki de bana bu kadar komik gelmesinin sebebi yine doğallıktır, zira bu iki karakter neredeyse elle tutulur derecede gerçekçi çizilmiş. Filmin bu noktadaki dezavantajı bazı esprilerin fazlasıyla bizlere özgü olması, ki bu da filmi izleyecek olan yabancılar için bir problem oluşturabilir, ama yine de filmin kendine özgü havası nedeniyle hoş karşılanabilecek bir şey olduğunu düşünüyorum.

İşin korku kısmı ise fena sayılmaz... Açıkçası filmin korku yönü beni en az etkileyen kısmı oldu. Bunda çok fazla korku film seyrettiğim için sürpriz unsurundan çok fazla nasiplenememem etkili olabilir, ama ben pek öyle düşünmüyorum yine de. Yani film yeri geldiğinde gerilim yaratmayı beceriyor, sözgelimi Berk Hakman’ın kütüphanede geceleyin yalnız kaldığı kısımlarda bu atmosfer hakkıyla yaratılmış. Ancak Melisa Sözen’in bilgisayar odasındaki kabusu etkileyici değil. Bunun haricinde filmde makyaj ve maske kullanılan birkaç sahne var. Makyajlı yüzün aynada anlık görüldüğü kısım kitabına uygun ses efektleriyle birlikte hoş bir etki yapsa da, özellikle maskenin kullanıldığı kısım aynı oranda etkileyici değil. Korkutucu olmadığı gibi maske olduğu biraz fazla belli oluyor. Bu maskeli sahnede de aynı anlık görüntü taktiği kullanılabilirdi, bu şekilde akıllarda daha iyi yer ederdi (bu konuda “The Ring”’deki ilk kurban kızın yüzünün flashback olarak aniden gösterilmesi buna bir örnek olarak verilebilir). Bunun dışında cep telefonunun böceğe dönüşmesi biraz Cronenberg-vari de olsa ilginç bir fikir. Ancak buradaki cgi animasyon çok iyi olmamış. Aslında eleştirilebilecek bir nokta bu korku sahnelerinde neler olacağının tahmin edilebilmesi, yani cep telefonu dışındakiler klişeler etrafında dönüyorlar. Yine de bu saydığım şeyler filmin dokusuna pek bir zarar vermiyor, zira ben bu korku unsurlarının hikayenin “sosu” olduğunu düşünüyorum, ve ortada iyi işlenmiş ilginç bir öykü ve gerçekçi karakterler olduğu sürece bunların büyük problemler olduğunu düşünmüyorum. Filmin sonundaki twist de gerçekten oldukça güzel.

Taylan biraderler bu filmin en başta öne çıkan isimleri. Kendilerini o günden bugüne anlatım konusunda çok geliştirmişler. Filmde yönetmenlik çok iyi. Karşımızda sinemayı çok seven iki yönetmen olduğu seçtikleri kadrajlarda belli oluyor. Sahnelerden en iyi randımanı ne şekilde alacaklarını biliyor olmalılar ki bir çok sahnede kamera çok şık mizansenler yaratıyor, bu da bu yönetmenlik işini iyice oturttuklarının bir göstergesi. Filmde dikkat çeken diğer güzellikler kurgudaki akıcılık ve sağlam görüntü yönetimi. Ancak bence filmin en önemli silahı Kevin Moore’un müzikleri. Filmin müzikleri gerçekten klas, bir Türk filminden beklenmedik bir biçimde. Filmden önce müzikleri Kevin Moore’un yapacağı söylendiğinde birileri böyle yabancı isimlerle çalışmanın Türk müzisyenlerin önünü kapayacağını iddia etmişti. Şimdi bu sözü eden kişi bir zahmet bu filmin müziklerini bir dinlesin, sonra da “Sır Dosyası”’nın Demir Demirkan imzalı müziklerini dinlesin. Kevin Moore’un müziklerini yabancı bir filmde rahatlıkla kullanabilirsiniz, ama dizinin müziklerini aynı şekilde kullanmaya kalktınız mı “cheesy” sınırından öteye adım atmış olursunuz. Yönetmenler ellerine Kevin Moore gibi bir müzisyenle çalışma imkanı geçince kaçırmamışlar, iyi de etmişler, yerli müzisyenlerle riske girmek yerine işi pirine teslim etmek her zaman daha mantıklı. Dahası müzik kullanımı da çok iyi. Yani tamam, elinizde sağlam müzikler var, ama müzikleri filme anlam katacak, atmosfer verecek biçimde kullanmanız gerek. Filmin en üstün yönlerinden birisi de bu. Birçok sahne sanki müzikler düşünülerek kurgulanmış gibi duruyor. Okulun bize ilk kez sergilendiği kısım buna iyi bir örnek (bana “Donnie Darko”’daki benzer bir sahneyi anımsattı).

Filmde negatif yönler de var tabi. Bunların bir kısmının kurguda bazı sahnelerin atılması nedeniyle oluştuğunu düşünüyorum. Örneğin müdür karakteri hakkında filmde yeterince bilgi alamıyoruz. Adamın sürekli yaptığı tikin sebebi nedir filmde verilmiyor. Dahası filmin sonlarında olayların kızıştığı bölümde hayaletin ona monitörlerde izlettiği görüntüler biraz anlamsız duruyor. Bunun yerine müdürün sözgelimi kızlar tuvaletini izlediğinin görüntüleri gelebilirdi (filmde böyle bir olay yok gerçi). Ediz ve Orçun’un hikayesi tamamlanmadığı gibi finale de bağlanmıyor, bu da filme sadece komiklik unsuru olarak katılmışlar havası yaratıyor. Bir şekilde onların da filmin sonlarında yaşanan olaylara dahil edilmesi daha iyi olurdu. Yine kurgudan kaynaklandığına inandığım bir problem “okuldaki gizemli sevgili” olayı. Filme gerçekten oturmayan tek kısım bence o. Ama bunlar bence çok önemli problemler değiller. Sanırım filmin en önemli gafı belli bir yere kadar "hayalet öyküsü" ile komedi unsurları arasındaki bağlantıyı kurmadığı için hafif dağınık bir biçimde ilerlemesi, ancak okuldaki son kısımlarda konu toparlanıyor.

Filmin “özenti” ve “taklitçi” olduğuyla ilgili eleştiriler yapıldı bazı yerlerde. Film bence bazı klişeleri kullanıyor ama sonuçta ortaya özgün bir birleşim çıkarıyor. Bunda en büyük neden oldukça kişisel bir romandan uyarlanmış olması. Eğer bu bir Hollywood filmi olsaydı bu kişisellik muhtemelen varolamazdı ama burada bir şekilde kendini belli ediyor, belki de filmi özgün kılan bir etken de budur. Bu arada filmde çeşitli göndermeler mevcut. Karakterlerden birinin Dream Theatre ve “The Unbreakble” t-shirtleri giymesi, Güldem’in odasındaki “The Shining” kitabı, hoparlörlerden seslerin “The Exorcist”’i anımsatırcasına tersten çalınması vs… Ancak en ilginç gönderme Güldem’in kantinde Gökalp zannettiği elemanın Doğu Yücel tarafından oynanması oldu, Gökalp de Doğu Yücel’in bir nevi alter ego’su olduğu için gerçekten çok hoş bir gönderme olmuş bu.

Toparlamak gerekirse, “Okul” sıkılmadan izlenecek, akıcı, güzel bir film. Mükemmel bir film değil, ama son derece samimi, iyi yönetilmiş, gerçekçi karakterlere ve ilginç bir öyküye sahip bir film. Bence bu film popüler Türk sinemasında “iyi” ve yenilikçi filmler yapılabileceğinin bir göstergesi. Eminim bu şekilde özel efekt kullanmak gerekmeseydi sonuç daha da iyi olurdu. Bu nedenle Taylan Biraderler ve Doğu Yücel’in beraber çekeceği örneğin seri katilli bir gerilim filmi nasıl olurdu gerçekten merak ediyorum. Ancak bu film özel efektlerin her şey demek olmadığını da bize gösteriyor, “Okul” benim için “Ghost Ship”, "They", “Bone Snatcher” ve benzeri özel efekt zengini ama boş korku filmlerinden daha iyi bir film. Kesinlikle kayıtsız kalınmamalı. Mert.

 

INDEX

 


SEUL CONTRE TOUS. Yönetmen: Gaspar Noe (1998)


Sanırım birçoğumuz artık “Gaspar Noe” ismine aşina. Yönetmenin sansasyonel filmi “Irreversible” geçtiğimiz sene sinemalarımızı ziyaret etmiş ve seyircinin yoğun (!) ilgisine maruz kalmıştı. “Irreversible”’ın ülkemizde tamamen Monica Belluci’li sert tecavüz sahnesi ile öne çıkartıldığını ve bu nedenle filmin kalitesinin büyük bir kesim tarafından göz ardı edildiğini düşünüyorum. Bu kesim ise bence sanat sinemasıyla ilgilenenler değil, daha çok sinemanın “istismar” kısmıyla ilgilenenler. Sonuçta Gaspar Noe ince bir hat üzerinde film yapıyor; sanat sineması ile istismar sineması arasındaki sınırda dolaşıyor. Filmlerinin sunulacağı izleyici kitlesine göre herkesin farklı anlamlar çıkaracağı ve farklı yönleri üzerinde duracağı bir gerçek. “Irreversible” bunun iyi bir örneğiydi; ülkemizde sanat sinemasına yatkın izleyici büyük ölçüde filmin yönetmenlik, senaryo (?), kurgu ve oyunculuk gibi “teknik” kısımları üzerinde dururken diğer bir kısım izleyici de (ki büyük çoğunluğu bu tip izleyiciler oluşturuyordu) filmin “müstehcen” kısmına odaklanarak sinemaların yolunu tuttular. Film her iki izleyici kitlesini de ikiye böldü. Sanat sinemasına yatkın izleyicinin bir kısmı filmi başyapıt olarak nitelendirirken bir kısmı anlamsız, şok etmekten başka bir amaca hizmet etmediğini düşündü. “Diğer” sinema ile ilgilenenler ise filmden ya tiksindiler, ya da “zevk aldılar”. Zira filmin küçük şehirlerde porno film muamelesi gördüğü ve bazı sinemalarda tecavüz sahnesinde “izleyicilerin” mastürbasyon yapmasını önlemek için sinema ışıklarının yakıldığı kulağımıza gelenler arasında! İşte bu nedenle Gaspar Noe filmleri tehlikeli bir hat üzerinde duruyor ve belki de her tür izleyiciye izlettirilmemeli. Bu nedenle “Irreversible”’ın Türkiye dağıtımını üstlenen firmayı filmi bir istismar aracı olarak kullanarak “Lord Of The Rings”’in bile gitmediği küçük şehirlerdeki eğitimsiz izleyicinin önüne sundukları ve potansiyel tecavüzcüler yaratmakta ön ayak oldukları için kınıyorum. Yani benim izlediğim seansta bir kısım izleyici niyetini fazlasıyla belli edercesine filmin ikinci yarısında “sıkılıp” sinemayı terk etti. Bu durumda dağıtımcı firma keşke şöyle bir şey düşünseymiş diye aklımdan geçirdim; “özel gösterim”. Yani sadece tecavüz sahnesini izlemek 3 milyon, tecavüz + cinayet 4 milyon gibi bir uygulamaya gitselerdi belki daha çok izleyici toplarlardı (!!!).

Konu nereden nereye geldi. Ama söz konusu şey bir Gaspar Noe filmiyse bunlara değinmek de kaçınılmaz oluyor. Burada bahsedeceğimiz film yönetmenin “Irreversible”’dan bir önceki uzun metrajlı çalışması “Seul Contre Tous”, ya da İngilizce ismiyle “I Stand Alone”. “Irreversible”’ı izleyenler bilirler, filmin başında (ve hikayenin sonunda) yaşlı bir amcanın apartman dairesi gösterilmekteydi. Amcamız kızına tecavüz ettiği için hapis yattığından söz ediyordu. Filmle hiçbir ilgisi olmayan bu karakter “Seul Contre Tous”’un baş karakteri Kasap’tan başkası değil! Yönetmen bir röportajında Kubrick’e özenerek bu tip bir olaya girdiğini belirtiyor (Kubrick yaptığı filmlerin ilk sahnesinde bir önceki filminin son sahnesine gönderme yapmasıyla bilinir, bkz. “Dr. Strangelove”’un sonu & “2001: A Space Odyssey”’in başı, & “2001: A Space Odyssey”’in sonu & “A Clockwork Orange”’ın başı). Bir sonraki filmini de “Irreversible”’a gönderme yaparak açabileceğini söylüyor. “Seul Contre Tous” birçok açıdan “Irreversible” ile benzeşse de üslup bakımından birçok nokta da ayrılıyor. Ancak yönetmenin amacı yine sarsıcı, düşündürücü, uzun süre akıllardan çıkmayacak ve her şeyden önemlisi “iyi” bir film yapmak, bunu da başardığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Önce konuya biraz değinelim. Filmin baş karakteri basitçe “Kasap” olarak adlandırılmış. Adamımız babası 2. Dünya Savaşında Naziler tarafından öldürülmüş bir yetim. Hayatı boyunca acı çekmiş ve tek başına mücadele vermiş. Mesleği adı üstünde kasaplık. Özürlü ve annesi tarafından terkedilmiş bir kızı var. Bir gün kızı ilk adet kanamasını geçirip korkarak babasının iş yerine geliyor ancak yol üstünde bir işçi tarafından taciz ediliyor. Kızının külotundaki kanı gören baba olayı yanlış anlayarak masum bir adamı bıçaklıyor ve bir süre hapis yatıyor. Hikayenin buraya kadarki kısmı yönetmenin izlemediğim ilk kısa filminde yer alıyor(muş). “Seul Contre Tous” ise bundan sonrasını anlatıyor. 50 yaşına gelmiş olan Kasap hapisten çıkıyor, bir kadınla beraber yaşamaya başlıyor ve kadını hamile bırakıyor. Çift, kadının annesinin evine taşınıyor ve Kasap kendi deyimiyle “taksimetreyi sıfırlıyor”, yani yeni bir hayata başlıyor. Ancak sorun şu ki Kasap hem sevgilisinden, hem onun annesinden, hem de içinde bulunduğu ortamdan nefret ediyor. Sevgilisinin finansmanıyla yeni bir kasap dükkanı almaya karar veriyorlar ancak kadın bu fikirden vazgeçiyor ve çocukları doğana kadar parayı elinde tutmaya karar veriyor. Bu arada da Kasap’ın geçici bir iş edinmesi gerekiyor. Birkaç denemeden sonra Kasap “hapishaneden daha kötü değil” diyerek tanımladığı bir huzurevinde gece bekçisi olarak çalışmaya başlıyor. Bu süreç içinde de zaten pek “normal” sayılmayacak ruh sağlığı hepten bozulmaya başlıyor. Kafayı sıyırmış bir Albert Camus tadındaki hayat görüşünü voiceover aracılığıyla izleyiciye aktarırken, bir yandan da şiddet eğilimlerini dizginleyemez hale geliyor. Bundan sonra bir yanlış anlama ve hakaret sonucunda hamile sevgilisini döverek karnındaki çocuğu darbe üstüne darbe vurarak düşürüyor. Başının belaya girdiğini anlayan Kasap evdeki “baba yadigarı” tabancayı alıp cebindeki 300 Frankla Kuzey Paris’e kaçıyor. Burada bir yandan iş ararken bir yandan da eski arkadaşlarından maddi yardım istiyor, ama işsizliğin ve ekonomik çöküntünün kol gezdiği 1980’in Fransa’sında arkadaşlarından da yardım alamıyor. Bu zaman sürecinde sinir yıpratan bir seri olayla karşı karşıya kalınca kendine bir sürü günah keçisi yaratıyor ve sonucu “ölüm”de buluyor, tek problemi elinde herkese yetecek kadar kurşunu olmaması, ve dahası, kendini hala sorumlu hissettiği özel bakım altındaki bir kızı olması…

“Seul Contre Tous” bazıları tarafından “Travis Bickle” filmi olarak nitelendirilen tarza ait. Nedir bu tarz? Yabancılaşmış, acı çekmiş bir anti-kahraman, o anti-kahramanı sınıra taşıyacak bir olaylar zinciri ve mümkünse kahramanın iç dünyasına daha kolay girmemizi sağlayacak bir de voiceover. Ancak söz konusu film “Seul Contre Tous” olduğunda karşımıza şöyle bir gerçek çıkıyor: “Taxi Driver”’ın Travis’i bu filmdeki Kasap’a göre çok daha sempatik ve izleyicinin kendini daha rahat özdeşleştirebileceği bir karakter (tabi özdeşleştirebilirse). “Seul Contre Tous” filmindeki Kasap ise belki de sinema tarihinin gördüğü en antipatik ve en sarsıcı baş karakter (bu arada Kasap’ı Philliphe Nahon canlandırıyor ve performansı inanılmaz). Kasap sadece davranışları ve yaptıkları ile değil, aynı zamanda filmde diyalog olmadığı zamanlarda neredeyse sürekli devam eden voiceover aracılığıyla yansıttığı düşünceleri ve hayat görüşü ile de feci şekilde sarsıcı. Hiçbir filmde bu kadar “negatif” söylemin bir arada sunulduğuna tanık olmadım. Kasap’ın dünyasında umuda hiç yer yok, hiçbir şeyin anlamı yok, onun için yaşam acı dolu, anlamsız bir çürüme süreci, etrafındaki herkes kendi çıkarı için birbirini ezmekten çekinmeyecek mahluklar. Filmin bu noktadaki en büyük başarısı ise tek kelimeyle Kasap’a hak vermeye başlamamızı sağlaması. Kasap hayat ve insanlar hakkındaki görüşlerini örnekler ile anlatıyor (her biri özlü söz gibi) ve izleyiciyi direk olarak etkisi altına alıyor.

Aslında yönetmenin kamerasını direk olarak Kasap’ın bu görüşlerini çok basit biçimlerde görsel olarak desteklemek için kullandığını söylemek yanlış olmaz. “Irreversible”’daki inanılmaz kamera hareketlerinin aksine bu filmde kamera çoğu kez sabit ve dar açılardan çekim yapıyor. Bu durumda perdeye yansıyan görüntüler adeta hareketli fotoğraflara dönüşüyor, yönetmen Kasap’ın öyküsünü sanki bir dizi fotoğraf ile izleyiciye sunuyor (fotoğraf demişken, Kasap’ın filmin açılışında yaşam hikayesini ekrana gelen birkaç fotoğraf eşliğinde voiceover ile kısa bir sürede anlatması da bu üslubun en ekstrem ve en saf örneği). Kurgu çok ama çok sade; yönetmen büyük çoğunlukla “cut” tekniğini kullanıyor, dahası kadraj değişirken yönetmen bizi kulak delici ani pompalı tüfek patlamalarıyla ve hızlı zoom’larla (bir eleştirmen bunu “shotgun zoom” olarak tanımlamış) baş karakterin şiddet dolu dünyasına geçiriyor – Kasap adeta bir saatli bomba gibi. Bunların üzerine filmin belirli yerlerinde görüntüye giren Godard-vari “ara başlıklar” ve filmin klimaxından önce ekrana gelen William Castle tarzı “filmi terk etmek için son 30 saniye” yazısı gibi “yabancılaştırıcı” unsurlar, filmi adeta bir “tecrübeye” dönüştürüyor.

Yönetmen Kasap’ın kendini çöküşe götüren o soğuk ve acımasız dünyadaki yolculuğu sırasında konuyla ilgisiz insanlara neredeyse hiç yer vermiyor. Örneğin Kasap sokaklarda hep tek başına dolaşıyor, şehir sanki terkedilmiş gibi. Kasap (“Taxi Driver”’a gönderme yaparcasına) porno film gösteren bir sinemaya gidiyor ama orada da tek başına. Bir kafeye gittiğinde bile kadraja mümkün olduğunca az insan alıyor, ki bu insanlar da olabildiğince sessizler. Kısacası yönetmen Kasap’ın dünyasına bizi bu tedirgin edici “sakinlik” ile, “insansızlık” ile sokuyor, bu da Kasap’ın yalnızlığını daha rahat hissetmemizi sağlıyor.

Şiddet sahneleri yine “Irreversible”’da olduğu gibi uçlarda geziniyor. “Çocuk düşürme” sahnesi hiç kan göstermemesine rağmen fazlasıyla sarsıcı. Filmin “klimax” sahnesinde Kasap’ın misanthropic voiceoverı eşliğinde sunulan şiddet görüntülerinden çok, bu sahne sonunda Kasap’ın yaptığı ahlaka aykırı, sapkın seçim sarsıyor izleyiciyi, ve işin ilginç tarafı yönetmen Kasap’ın bu davranışlarını filmin en “mutlu” anı olarak karşımıza getiriyor. Bu da filmin Kasap’ın subjektif bakış açısının bir yansıması olduğu görüşünü iyice güçlendiriyor.

Ancak burada şöyle bir sorun ortaya çıkıyor. Bu bakış açısı Kasap’ın olduğu kadar yönetmenin bakış açısı olarak da algılanabilir. Eğer böyle bir algılayış söz konusu olursa yönetmeni “ırkçı, kadın düşmanı, sübyancı, ensest ilişki savunucusu” şeklinde nitelendirmek de mümkün.

Ben kendi payıma yönetmenin amacının temelde “sarsıcı” ve “rahatsız edici” filmler yapmak olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde filmler yapmasındaki amacının da, günümüzün bireyselliğe aşırı derecede önem veren, bencil, materyalist toplumunda insanların “görmezden geldikleri” unsurları, örneğin “arka sokaklarda” yaşanan acıları, düşük gelir sahibi insanların ıstırap dolu yaşamlarını, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” şeklinde umursanmayan sapkınlıkları, bu “umursamaz” izleyici kitlesinin adeta kafasına vura vura sokmaya çalıştığını düşünüyorum. Bunun ipucunu “Irreversible”’da tecavüzün ardından sokak serserisinin Marcus’a söylediği lafta bulmak mümkün: “Böyle olayların hep başkalarının başına geleceğini düşünürsün, ama kendi başına geldi mi de hiçbir şey yapamazsın”.

Veyahut “Seul Contre Tous”’un başındaki (filmin geri kalanıyla alakasız) “mafyatik” bir adamın bir kafede “ahlak”, “zengin ve fakir” ve “yasa” gibi kavramlar üzerine yaptığı tehditkar konuşması buna bir örnek olarak algılanabilir: Adamımız “Yasaları ve ahlakı zenginler belirler, fakirler de ceremesini çeker. Benim ahlakım ve adaletim ise bu” der ve tabancasını gösterir, ve alay edercesine “Haklı da olsan, haksız da olsan, ikisi de aynı şey dostum” diye ekler.

İşte Gaspar Noe de filmlerini izleyiciye bu tecrübeleri yaşatmak için birer araç olarak, birer silah olarak kullanıyor. Yönetmen filmlerini izleyici için izlenmesi zor birer “tecrübe” haline dönüştürmek için her tür “ekstra” unsurdan yararlanıyor; “Seul Contre Tous” söz konusu olduğunda shotgun zoom’lar, “Irreversible” söz konusu olduğunda rahatsız edici kamera hareketleri ve ışıklandırma, her iki filmde de yer verdiği ‘70’lerin korku/gerilim filmlerini hatırlatan müzikler ve “belgesel” şeklinde sunduğu şiddet.

Tabi ki bu konuda yanılıyor olabilirim, ama bence yönetmen röportajlarında filmlerinin içeriğini anlatırken David Lynch gibi formalite icabı, derine inmeden konuşarak birçok şeyi izleyiciye bırakıyor, ki bu da onun amacı zaten: Gaspar Noe şok etmek istiyor, film değil “tecrübe” yaratıyor ve bu “tecrübelerle” izleyiciyi yüz yüze bırakıyor.

İster sevin ister nefret edin Gaspar Noe iyi bir yönetmen ve iyi filmler yapıyor. Problem şu, yönetmenin size sunduğu tecrübeleri yaşamak istiyor musunuz yoksa istemiyor musunuz? Eğer istemiyorsanız size hayatta başarılar. Eğer istiyorsanız, o halde sarsılmaya hazır olun. “Seul Contre Tous” yapılmış en sarsıcı, en provokatif filmlerden biri ve her şeyden önemlisi; “Seul Contre Tous” “iyi” bir film. Mert.

 

INDEX

 


SHORT FILMS OF DAVID LYNCH. Yönetmen: David Lynch (2002)


Bana sinema sanatını sevdiren iki kişi vardır. Birincisi Ömer Kavur’dur. “Gizli Yüz” adlı baş yapıtını seyrettiğimde çok küçük olmama rağmen beni alıp bir yerlere götürdüğünü hissetmiştim. Diğeri de David Lynch’tir, zira kendisinin “Blue Velvet” filmi ve televizyon ekranlarında görülmüş en muhteşem şey olduğuna inandığım “Twin Peaks” dizisi ile beni bu dünyadan kopardığı hissine kapılmıştım. Bu çalışmalar ile sinemanın ne kadar dehşet bir güce sahip olduğunu anladım. İlginçtir, o zamanlarda, yani küçükken beni etkileyen yönetmenler daha kişisel, duygulara daha fazla hitap eden filmler yapan yönetmenlermiş. Tabi zaman geçtikçe insan değişiyor, insan değişince de zevkler biraz farklı yönlere kayıyor. Sözgelimi en sevdiğim 25 filmi saysam herhalde Scorsese’nin daha fazla filminin adı geçer Lynch’e nazaran. Ama ne olursa olsun Lynch sevgim ‘90’ların başından beri hiç azalmadı ve azalacağa da benzemiyor.

Bir Lynch fanatiği yönetmenin tüm filmlerini defalarca izledikten sonra neye ihtiyaç duyar? Fazlasına tabi, bunun başında da TV dizileri gelir. “Twin Peaks”’e ulaşmak artık çok daha kolay, “On The Air” için aynı şeyi söylemek mümkün değil tabi. Ama asıl merak uyandıran, yönetmenin “Eraserhead” öncesindeki kısa filmleridir. Bildiğiniz (veya şimdi öğrendiğiniz) gibi David Lynch para karşılığı üye olunan bir site açtı. Bunu yapma fikri sanırım geleceğin internette olduğunu düşünmesinden kaynaklanıyor. Sözgelimi, TV kanallarıyla yaptığı diziler yüzünden defalarca takışan (son örneği “Mulholland Drive”’ın başına gelenlerdi) ve artık hiçbir kanal ile işbirliği yapmak istemeyecek noktaya gelen David Lynch, kendi websitesinde kısa seriyallere yer verdi ve izleyicisine direk olarak kendisi ulaştı. Bu konudaki en sağlam adım da sadece www.davidlynch.com adresinden temin edilebilen, bir çoğu şu an bulunması fazlasıyla zor olan kısa filmlerinin yer aldığı bu muhteşem DVD oldu.

Öncelikle uyaralım, “Short Films Of David Lynch” sadece Lynch fanatiklerine hitap ediyor. Yani yönetmeni bilmeyenlerin, veya şöyle diyelim, büyük bir takipçisi, izleyicisi olmayanların uğramaları gereken son adres bu çalışma olmalı. Lynch fanatikleri için ise tam anlamıyla farz. Bu sette yönetmenin bir kısmı yasal olarak piyasaya sürülmemiş ve dahası sanatsal doğuşunu ve gelişimini gözlemlememizi sağlayan 6 kısa film yer alıyor. Bunların arasında Lynch’in öğrencilik yıllarında yaptığı çalışmalardan tutun da prestij sahibi bir yönetmen olduktan sonra yapmış olduğu deneysel çalışmalara kadar bir çok farklı örnek mevcut. Çalışmanın en güzel özelliği de bu filmlerden önce Lynch’in film hakkında bilgi verdiği kısımların yer alması.

Sanırım filmlere teker teker değinmek daha mantıklı olacak.

SIX MEN GETTING SICK (1966): Lynch’in sanat okulundayken 200 $’a mal ettiği ilk film denemesi. Söz konusu eser aslında “hareketli bir heykel”, şöyle ki; Lynch’in hazırlamış olduğu üç boyutlu bir tuval üzerine 1 dakika süren bir film yansıtılıyor ve ortaya böyle rahatsız edici bir sonuç çıkıyor. Film ise animasyon şeklinde yapılmış. Konu adı üstünde belli zaten, 6 adet adam (grotesk kafalar) “hastalanıyorlar” ve filmin sonunda kusuyorlar. Bu 1 dakika süren animasyon içerisinde Lynch’in sonraki çalışmalarından eksik olmayacak kan, vücut sıvısı gibi unsurlar kendilerini belli ediyorlar. Bu görüntüler fonda ambulans sesleri ile sergileniyorlar. 1 dakikalık bu film (her kafa için 1 kez olmak üzere) ardı ardına 6 kez tekrar ediliyor. 1966’dan kalma bir film olduğu görüntüdeki lekelerden belli olsa da transfer oldukça temiz.

THE ALPHABET (1968): Lynch’in “sipariş üzerine” 1000 $’a hazırladığı ikinci kısa filmi. Bu film DVD’dekiler arasında en sağlamlarından birisi, 4 dakikalık süresi içinde insanı bir kabus gibi sarsıyor. Zaten Lynch de filmi, eşinin yeğeninin gördüğü bir kabustan esinlenerek çekmiş. Film animasyon ile normal film çekiminin bir karışımı olarak oluşturulmuş. Tek bir oyuncu var, o da kabus gören kız rolünde karşımıza çıkan, David Lynch’in ilk eşi Peggy Lynch. Kabusta sürekli olarak alfabe tekrarlanıyor, bu esnada bilinç altını harekete geçiren rahatsız edici çeşitli görüntüler ekrana yansıyor. Bu görüntülerde Lynch’in sonraki filmlerinde sık sık rastlayacağımız çarpıtılmış insan vücudu, anne figürü, kan, vücut sıvıları ve cinsel göndermeler mevcut. Bunların hepsi Lynch’in bilinç altındakilerin birer sembolü hiç şüphesiz, ama ben bu kolajla yansıtılmaya çalışılan şeyi büyüme korkusu olarak algıladım. Filmin sonunda kızın ağzından kan akması da (ilk adet kanamasının bir sembolü olsa gerek) buna bir işaret olabilir. Ama bu filmin açığa çıkardığı şey, Lynch’in anlamlardan çok duygular üzerinde durduğu. Lynch izleyiciyi düşündürmekten çok bir şeyler hissettirmek istiyor, ve yarattığı görüntülerin ardı ardına gelmesi izleyicide bu duygu yoğunluğunu oluşturuyor. Mükemmel bir çalışma.

THE GRANDMOTHER (1970): Lynch’in ilk “gerçek” filmi. 16 mm’de renkli olarak çekilen 34 dakikalık bu filmi ben şahsen “Eraserhead”’in öncesi olarak yorumladım. Gerek üslup, gerek mekan kullanımı, gerek de hikayedeki “farklı gerçeklikler” olgusu bana “Eraserhead”’i fazlasıyla anımsattı. Farklı olarak Lynch burada da önceki çalışmalarındaki gibi animasyonlara da yer veriyor. Konu şöyle: Yeterince olgunlaşmamış, hayvansı (köpeksi), kaba ve de genç bir anne baba bir çocuk sahibi olur (Lynch’e yakışır bir biçimde tüm bu “doğumlar” topraktan büyüyerek gerçekleşir) ve çocuğu türlü baskı ve eziyete maruz bırakırlar. Aynı “Eraserhead”’deki Henry karakteri gibi bu çocuk da takım elbise ile mahzun bir görünüm sergiler. Çocuk bir gün bulundukları evin üst katında (muhtemelen ebeveynlerinin yatak odasında) bir çuval içinde tohumlar (sperm?) bulur. Yatağa toprak döküp bu toprağa seçtiği bir tohumu eker ve uzun süre boyunca bu tohumun büyümesini bekler. Sonunda bir tür bitkisel rahmin içinden “büyük anne” doğar. Bu büyük anne karakteri çocuğun anne ve babasından göremediği sevginin eksikliğini kapar ve onunla ilgilenir. Çocuk da bu alternatif gerçekliğe kendini kaptırıp anne ve babasından git gide kopar…

Filmde sembolizmin ve hatta dışavurumculuğun yeri çok büyük. Bu en çok mekan kullanımında kendini gösteriyor. Çocuğun yaşadığı ev, duvarları tamamen siyaha boyanmış, kapkaranlık bir mekan olarak tasvir ediliyor. Çocuğun sabah uyandığında yatakta bıraktığı sidik lekesi bile örtünün kabaca koyu turuncu boyayla boyanması şeklinde "dışa vurulmuş". Karakterlerin ise (yine eski Alman dışavurumcu filmleri hatırlatırcasına) yüzleri soluk, beyaza boyalı. Dahası filmde diyalog yer almıyor, onun yerine “hayvansı” ebeveynler son derece ilkel sesler çıkarak iletişim kuruyorlar. Bunun dışında Lynch’in fondaki sesler ile özel olarak ilgilendiği ve burada da sembollere yer verdiği gerçeği de ortaya çıkıyor: Çocuk toprağı sularken fonda yağmur ve gök gürültüsü sesleri geliyor. Lynch’in sonraki çalışmalarında rastlayacağımız o gore etkisi özellikle büyük annenin “doğum” sahnesinde ortaya çıkıyor (tarif edilemeyecek bir sahne!).

Bu filmdeki çocuk karakteri birçok açıdan bana “Eraserhead”’deki Henry karakterinin küçüklüğü olabileceğini düşündürdü. “Eraserhead”’deki sevgiden yoksun, ezilmiş, suçluluk duygusu taşıyan (bkz. yatağın içinden çıkan dev ölü spermler) ve daima bir “anne” karakteri arayan Henry, “The Grandmother”’daki çocuğun gelecekteki hali gibi duruyor. Belki de Lynch “Eraserhead”’i bu filme bir çeşit devam olarak tasarlamıştır, kim bilir? Ama temasal açıdan bu film Lynch’in sonraki filmlerinde karşımıza çıkacak olan bir çok unsuru bize sunuyor aynı zamanda (baskıcı ve çarpık aile, sevgisizlik, büyüme korkusu, kimlik arayışı, paralel gerçeklikler vs…). Bu nedenle “The Grandmother” Lynch’in filmografisinde kilit bir noktada duruyor.

THE AMPUTEE (1974): En ilginç çalışma. Lynch bu filmi “Eraserhead”’i hazırladığı dönemde çekiyor. Filmin yapım hikayesi çok ilginç. Amerikan Film Enstitüsü için farklı markalardan iki siyah/beyaz filmin test edilmesi gerekiyor. Lynch de bu fırsatı değerlendirmeden edemiyor, bir gecede filmin senaryosunu yazıyor ve ertesi gün de çekiyor. Filmi iki farklı marka film için iki kez çekiyor, yani ortada iki adet “The Amputee” mevcut.

Film tek bir planda, sabit bir açıdan çekilmiş. Bacakları olmayan bir kadın (“Twin Peaks”’in Log Lady’si Catherine Coulson!) bir koltukta oturup arkadaşlık ve ihanet üzerine bir mektup yazıyor, yazdıkları da üst ses olarak bize aktarılıyor. Bu esnada erkek bir hemşire (yanlış okumadınız) kadının bacaklarından geride kalan parçalara pansuman yapıyor. Ancak pansuman sırasında şiddetli bir kanama oluyor ve kanamayı durduramayan hemşire panik içinde mekandan kaçıyor. Tüm bu olaylar esnasında bacaksız kadın ise hiçbir şeyin farkında olmaksızın mektubunu yazmaya devam ediyor.

Filmde kadının bacaklarının olmayışı dahası yaralı oluşu, özel hayatında yaşadığı ilişkilerin yarattığı psikolojik zararı sembolize ediyor olsa gerek. Lynch’in karakteristik özelliği olan kan ve gore burada da kendini gösteriyor. Her iki filmde de olaylar tamamen aynı. İkinci filmin süresi birinciden biraz daha kısa ve toplamda 9 dakika ediyorlar. Filmlerin görüntüleri oldukça kötü ve yıpranmış, ama belki de böyle olması istenmiştir. “The Amputee” son derece sıra dışı ve neredeyse doğaçlama olarak hazırlanmış bir film ve her türlü yoruma açık.

THE COWBOY AND THE FRENCHMAN (1989): Lynch’in nadir bir kısa filmi daha. Yönetmen bu filmi, farklı ülkelerden çeşitli yönetmenlerin Fransa hakkındaki görüşlerini yansıttıkları kısa filmlerinin gösterildiği bir Fransız televizyon programı için hazırlamış. Film temel olarak Lynch’in “Wild At Heart” ve “On The Air” gibi çalışmalarındaki garip, absürd komedi anlayışı ön planda tutularak hazırlanmış. Lynch burada iki stereotipi bir araya getirmiş: maço kovboylar ve Avrupalı giysileri içinde bir Fransız centilmeni. Kovboylar (aralarında Harry Dean Stanton ve Lynch’in fetiş oyuncusu rahmetli Jack Nance de var) garip bir yaratık olarak gördükleri Fransız’ı yakalarlar. Daha sonra çantasından çıkarttıkları patates kızartmalarından bir Fransız olduğunu anlarlar. Film oldukça “hafif”, eğlencelik bir çalışma ve Lynch’in espritüel yanından hoşlananlara hitap ediyor.

LUMIERE (1995): İşte benim için bu çalışmanın en değerli parçası. 55 saniyelik süresiyle bu film bir başyapıt seviyesinde. Orijinal olarak Lumiere kardeşlerin ürettikleri ilk kameranın 100. yıldönümü sebebiyle farklı farklı yönetmenlerin bu ilk Lumiere kamerasıyla çektikleri kısa filmlerin toplandığı bir DVD’de yer alan bu film özel bir izinle bu çalışmaya dahil edilmiş. Yalnız bu film için de her bir yönetmene kurallar verilmiş: sadece 3 planda ve sessiz çekim yapmak, tekrar çekim yapmamak, doğal ışık kullanmak ve de 55 saniyelik bir film yapmak. Lynch bu kurallarla alay edercesine ortaya öyle bir çalışma çıkarmış ki şok olmamak elde değil.

Film son derece soyut: İlk planda üç polis genç bir kızın cesedini buluyorlar. Son derece kısa süren ikinci planda daha yaşlı bir kadın bakışlarını bir yere yöneltiyor. Üçüncü planın ise tek plandan ibaret olduğuna inanmak neredeyse imkansız, ilk izlediğimde Lynch’in söz konusu kuralları çiğnediğini ve 2 plan daha kullandığını zannettim. Burada ilk olarak bir kadın tedirgin bir halde gizemli bir ortamda bir salıncaktan doğruluyor, sonra kamera sağa kayıyor ve görüntü ışığa boğuluyor. Flashfade etkisi yaratan bu geçişten sonra kendimizi daha da garip bir ortamda, birkaç garip, uzaylı gibi görünen yaratığın, içi sıvıyla dolu cam bir silindirin içindeki çıplak bir kızı incelediklerini görüyoruz. Kamera bu kez bir perdenin önüne kayıyor, perde yanıyor ve ardından ikinci plandaki oda çıkıyor; kapı çalıyor, kadın kapıyı açıyor, polisler şapkalarını çıkararak üzgün bir biçimde filmin başındaki kızın ölüm haberini veriyorlar ve ev yasa boğuluyor.

Şimdi filmi içerik olarak bir kenara bırakalım. Söz konusu kurallardan biri dediğim gibi 3 plan kullanılması. Burada 5 plan görünüyor ama aslında 3 plan var! Sondaki 3 farklı mekan aslında tek bir mekanda ve David Lynch bu farklı mekanlardan yapay (veya tam tersi yapay olmayan) “kurgu” taktikleriyle farklı planlar yaratıyor! İnanması güç ama o uzaylılar da polisler de aynı mekanda. Bence sırf bu plan bile Lynch’in bir dahi olduğunun ispatı.

100 yıllık bir kamerayla çekim yapılması da çoğu yönetmenin değerini anlayamayacağı, rüyasal bir doku getirmiş filme. Bu yüzden Lynch için belki de bu antika kamera bulunmaz Hint kumaşı niteliğinde. Ortaya çıkan görüntüler tamamen zamansız ve bu dünyanın ötesinden gelmişe benziyor. 55 saniyelik bu kısa film tekrar tekrar izlenecek, eşsiz bir çalışma.

“Short Films Of David Lynch” gerek yönetmenin filmler hakkındaki yorumları, gerek de bulunması çok zor David Lynch çalışmalarını barındırdığı için tam anlamıyla arşivlik, aynı zamanda yönetmenin filmlerindeki bazı sembolleri çözmek ve temaları daha iyi kavramak açısından da faydalı. Ve en önemlisi; çağımızın en büyük yönetmenlerinden birinin doğuşuna tanıklık etmemizi sağladığı için de tarihsel bir belge. Nice filmlere David Lynch… Mert.

 

INDEX

 


THE BELIEVER. Yönetmen: Henry Bean (2002)


Yönetmen olmadan önce bilhassa senarist olarak sinema çalışmaları içinde bulunmuş Henry Bean’in 2002 tarihli bu filmi her ne kadar katıldığı sene Sundance Film Festivalinde büyük ödülü kazanarak belli bir sükse yapsa da ülkemizde maalesef vizyon şansı bulamadı. Neyse ki filmin VCD’si piyasaya sürüldü ve dublajlı da olsa izleme imkanına kavuşmuş bulunmaktayız. “The Believer” dazlak bir Yahudi ile ilgili. Daha spesifik olmak gerekirse film kendisiyle, kendiyle aynı kökene sahip insanlarla, mensup olduğu dinle, toplumla ve genel olarak hayatla bir türlü barışamayan ve bunun sonucunda kendi kültürüne, ait olduğu kökene düşman olan bir gencin etrafına kurulu. Henry Bean kendi yazdığı bir öyküden sinemaya uyarladığı bu filmde çelişki ağına düşen bir gencin öyküsü aracılığıyla bir yandan günümüz Amerikan toplumundaki ırkçılık, kültürel ayırımlar, çıkarlar üzerine kurulan ilişkiler gibi sorunlar üzerine eğilirken bir yandan da Yahudilerin kendi içlerinde yaşadığı çelişki ve problemlere eğiliyor, ve bunu yaparken de aslında sadece Yahudiler için geçerli olan problemlere değil din konusundaki evrensel problemlere değiniyor: Düşünen azınlığın düşünmeyen korkak çoğunluk tarafından baskıya maruz kalması ve bunun sonucunda kendi inancından uzaklaşması.

Filmin baş karakteri Danny ilk bakışta azılı ve idealist bir Neo Nazi gibi görünse ve kendini etrafındakilere Alman asıllı olarak tanıtsa da aslında Yahudi bir aileden gelmektedir. Danny Yahudi olduğu için utanç duymakta ve Yahudilerden nefret etmektedir ve bunun sonucunda bir türlü ait olamadığı ve barışamadığı kendi ırkdaşlarından Nazi yanlısı olarak bir nevi intikam alır. Zekidir, idealisttir, güçlüdür, liderlik vasıflarına sahiptir ve beraber takıldığı sokak serserisi dazlaklardan farklı bir yanı vardır: Düşünebilmektedir. Ama aslında o kendisiyle barışık değildir, dininden, kültüründen ve insanlarından soğumuştur, barışamamaktadır. Bunun dışında toplumda Yahudilere karşı içten içe takınılan tavrı da adeta obsesyon haline getirmiş bir biçimde vurgulamakta ve de desteklemektedir. Kısacası barışamadığı toplumundan, o topluma düşman olarak intikam almaktadır. Film boyunca Danny’nin nasıl bu hale geldiğini anlamaya çalışırız ve bu noktada da Danny’nin çocukluğunda bir Musevi okulunda öğretmeni ve sınıf arkadaşlarıyla yaşadığı fikir çatışmasının hatırası flashback olarak karşımıza gelir. Danny dinini kendisine dayatılan şekilde değil kendi istediği şekilde yorumlamaktadır, çünkü Tanrı’nın insanlara zekalarını boşuna vermediğini ve insanlardan istediğinin de dini kendilerine göre yorumlamaları olduğunu düşünmektedir. Bu fikre hem öğretmeni hem de geleceğin sığ, sorgulamayan ve var olan sistemin kolayca bir parçası haline gelecek insanları olacak olan sınıf arkadaşları sert tepkiler gösterirler. Aynı şekilde filmin ileriki sahnelerinden birinde Danny, oğlu 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından gözleri önünde öldürülen yaşlı bir Yahudiyi, oğlunu korumak içini canını veremeyecek kadar aciz ve korkak olmakla suçlar. Bu da Danny’nin aynı zamanda tarih boyunca ırkına yapılanlar karşısında hep pasif kalmalarını da bir türlü hazmedemediğini ortaya koyar. Kısacası bu sahneler Danny ile diğerleri arasındaki farkı ortaya koymaktadır: Danny düşünmektedir ve kendi toplumunun öz eleştirisini yapmaktadır, diğerleri ise kendileriyle yüzleşmek istemezler, hatalarını görmek istemezler. Danny gerçeklerle yüzleşmek ister, dahası Tanrı ile arasına Din adamlarının dayatmalarının girmesi de yalnızca onun kendi toplumuyla arasına duvar örmesini kolaylaştırır. “İyi” yollardan derdini anlatamayan Danny adeta “bunu siz istediniz” diyerek kendi toplumunun en büyük düşmanı haline gelir. Sonuçta bunlar Danny’nin hikayesini bir nevi “iyi insanın toplumun baskıları sonucunda kötüye dönüşmesi” temasına bir örnek haline getiriyor. Filmin ırkçılık gibi bir temanın ana eksenine böyle bir öyküyü yerleştirmesi oldukça akıllıca, zira bu filme bir yandan hem Amerikan Yahudilerinin, hem de Anglo Sakson ırkçılarının günümüz Amerikan toplumundaki bakış açılarını, hem de işleyişlerini ve kendi içlerinde yaşadıkları bölünmeleri objektif bir biçimde perdeye yansıtma şansı tanıyor.

Filmde Danny’ye (tabi ki gerçekte Yahudi olduğunu bilmeden) destek çıkan entelektüel, zengin Anglo Sakson Neo Faşistleri bize Amerika’da görünenin altında ne tip gruplaşmalar olduğunu ürpertici bir biçimde sergiliyor. Her ne kadar bu gruptakiler içlerindeki Yahudi düşmanlığını dışa vurmasa da “gelecek vaat eden bir dazlak” olarak görülen Danny’nin Yahudi karşıtı söylemleri bu kişilerin aslında içten içe Yahudi düşmanlığı beslediklerini su yüzüne çıkarıyor. Ancak film diğer yandan Yahudileri de eleştiri yağmuruna tutuyor. Örneğin film bir yandan bencil, çıkarcı, maddiyatın kölesi haline gelmiş Yahudilerin Amerika’da piyasaları ellerinde tuttuklarını, bir yandan da Yahudilerin de bu ırkçılığın ortaya çıkmasında suç sahibi olduklarını ortaya koyuyor. Bu konuda ilgi çeken bir nokta geleneklere bağlı muhafazakar Yahudi kesim ile daha modernist Yahudi kesim arasındaki fikir anlaşmazlıklarının filme birebir yansıtılması. Örneğin bir sahnede ayin sırasında çıkan bir tartışmada bir grup İsrail’i savunurken diğer bir grup da İsrail’dekilerin gerçek Yahudilerle alakası olmadığını ve katliamcılardan başka bir şey  olmadıklarını savunuyor. Yani Yahudi kesim filmde oldukça derinlikli bir biçimde işlenmiş. Ancak aynı şeyi W.A.S.P.’lar ve dazlaklar için söylemek mümkün değil. Film bu kesimi ele alırken biraz stereotiplere bağımlı kalınmış görünüyor. Özellikle dazlaklar bazı yerlerde neredeyse karikatürize edilmiş. Bunun dışında Anglo Sakson lobileri daha ayrıntılı işlenebilirdi, ne gibi faaliyetler içinde bulundukları ve hangi kesimlerden daha çok destek aldıkları gibi konulara film her nedense fazla eğilmiyor. Bunun sebeplerinden birisi de hiç şüphesiz hikayenin çok fazla yöne sahip olması. Zira tüm bunların yanında bir de Danny’nin yaşadığı ikilemler, kişisel problemler ve bir de filme hafiften yamanmış gibi duran sıra dışı bir aşk öyküsü var. Bu ilişki maalesef filmin karmaşık öyküsü içinde eriyip gitmiş ve özellikle filmin sonlarında daha fazla ön plana çıktığı yerlerde biraz sırıtıyor.

Aslında bu sırıtmanın temel sebebi de belli bir noktadan sonra filmin mantıksal bazı hatalar içermeye başlaması. Bu mantık hataları ise Danny’nin yaşadığı ikilemler sırasında ortaya çıkıyor. Şöyle ki; Danny her ne kadar idealist bir faşist, bir Neo Nazi ve Yahudi düşmanı da olsa hala dini inançlarına bağlılığını sürdürüyor ve bunu kendisini bir lider gibi benimseyen yandaşlarından gizli tutuyor. Film Danny’i izleyici gözünde nispeten daha sempatik bir hale getirebilmek için bu noktada senaryoda oluşabilecek bir sarkmayı göze alıyor. Danny ve arkadaşları bir sinagogu bombalamaya karar veriyorlar. Gece vakti sinagogu basıyorlar ve bir yandan bomba yerleştirip bir yandan da içindeki her şeyi yağmalıyorlar, ki buna kutsal bazı eşyalar da dahil. İşte bu noktada Danny, arkadaşları Yahudiler tarafından tanrının sözleri olduğuna inanılan bir parşömeni ellerine alıp savurmaya başladıklarında buna engel olmaya çalışıyor (bu parşömenin adı, sanı hakkında bir bilgim yok ama Yahudiler için dokunmak bile bir günah). Arkadaşları bunun nedenini sorduğunda garip bir biçimde bu parşömenin “kutsal” olduğunu söylüyor. Arkadaşları tüm eğlencenin içinde her nedense onun bu garip davranışını çok önemsemiyorlar ve burası bana çok mantıksız geliyor. Sonuçta Yahudi olmadığını ve onlardan nefret ettiğini söyleyen, onları ve dinlerini aşağılayan birisinin Yahudilerin kutsal olduğuna inandığı bir şeye tıpkı Yahudiler gibi saygı göstermesinin, hatta arkadaşlarını bu konuda uyarmasının mantığı nedir? Dahası Danny’nin bu hareketi karşısında diğer dazlaklar nasıl oluyor da fazla şaşırmıyorlar ve Danny’i sorgulamıyorlar? Danny de bu hareketi doğalmış gibi hiçbir açıklama yapma gereği hissetmiyor. Bu bence son derece mantıksız. Daha da ileri giderek Danny çaktırmadan bu parşömeni kaldıkları eve götürüyor. En sonunda elemanlardan birisi (diğerlerine fikrini söylemeden) Danny’den şüpheleniyor ve onun Yahudi olduğunu (hayatı pahasına) öğreniyor. Filmin bu kısımları maalesef mantık hataları ile dolu, yani dazlakların Yahudilerden nefret eden ve onlarla alay eden birinin onların kutsal saydığı bir şeye saygı göstermesini garipsememesi çok ama çok saçma, ve aptal olmalarıyla da açıklanamaz. Dahası Danny’e destek veren entelektüel Anglo Sakson kadının Danny ile ilişkide bulunan kızının Danny’nin Yahudi olduğunu öğrenmesine karşı tepki göstermemesi ve onun da bu bilgileri vermekten çekinmemesi bana saçma gelen bir diğer nokta. Film bu bölümlerde Danny’i Musevi izleyiciler için nispeten daha kendileriyle özdeşleştirebilecekleri bir karakter haline getirmeye çalışmış ama gerçekçiliğine de darbe indirmiş.

Film, sonuç olarak verdiği mesajların evrensel olduğuna inansam da, gittikçe daha çok Yahudilerin kendi içlerinde hesaplaştığı bir filme dönüşmekten kurtulamıyor ve en nihayetinde toplum ve din baskısı içinde bireyin, özellikle de düşünen bireyin nasıl eriyip gittiğini yansıtıyor. Filmin başrol oyuncusu Ryan Golding Danny karakterini başarıyla canlandırıyor ve senaryo boşluklarına rağmen gerçekçi bir karakter portresi çiziyor. Bu da filmin özellikle “American History X” tarzı ırkçılık üzerine yapılmış filmler ve bilhassa bağımsız Amerikan sinemasına meraklı kişiler için “izlenmesi gereken bir film” olmasını sağlıyor. Her ne kadar Sundance’de kazandığı ödülü hak edip hak etmediği konusunda şüphelerim olsa ve her ne kadar bu tip bir konuya değinmesinin avantajıyla ödülü kapmış olabileceğini düşünsem de film (bazı zaaflarına rağmen!) bence başarılı. Tavsiyem bu filmi seyretmeniz, ve bu filmi seyrettikten sonra da 1982 tarihli, Tim Roth’un başrolde oynadığı, İngiliz yapımı ve Punk hareketi üzerine yapılan ilk filmlerden biri olan “Made In Britain”’ı izlemeniz. Zira “Made In Britain” 70 küsur dakikalık süresine ve içerdiği çok az diyaloga rağmen tüm kültürel kıstasların ötesinde bireyin toplum içinde sıkışmışlığıyla ilgili öyle evrensel ve öyle samimi bir portre çiziyor ki tüm bu Amerikan yapımı filmler karşısında zayıf kalıyor. – Mert.

 

INDEX

 


TROUBLE EVERY DAY. Yönetmen: Claire Denis (2001)


Claire Denis'in bu filmini epey bir zamandır seyretmeyi istiyordum ve en sonunda bu şansı elde ettim. Açıkçası filmi izlemeden önce kafam epey soru işaretiyle doluydu. "Saygı değer" sinema eleştirmenlerinin çoğu, hatta neredeyse hepsi, bu filmin rezalet olduğunu, Claire Denis için utanç verici olduğunu, hiçbir doğrultusunun olmadığını vs... yazmıştı. Internet Movie Database'de ise izleyiciler ikiye bölünmüştü: Bir kısım filmin mükemmel bir biçimde çekilmiş benzersiz bir korku filmi olduğunu savunurken, çoğunluk filmi (değişik nedenlerden dolayı) "kötü" bulmuştu. Şöyle ki; klasik amerikan tarzı korku filmlerine alışık olan izleyiciler için film çok sıkıcı, fazlasıyla yavaş ve anlamsızken, "sanatsal" sinemadan hoşlanan "entelektüel" izleyiciler ise filmin adam gibi bir senaryoya sahip olmadığını ve gereksiz yere kan gösterdiğini savunuyorlardı.

Sonuçta filmi izledim ve kısa ve net olarak ifade etmem gerekirse; "Trouble Every Day" benzersiz bir korku başyapıtı, ve tüm zamanların (bence) en küçümsenen korku filmlerinden biri. Ancak ortada bir gerçek var: bu filmi ya çok seversiniz yada hiç sevmezsiniz. Maalesef bunun ortası yok gibi görünüyor. Eğer sanat sinemasına uzaksanız ve amerikan tarzı aklınızı yormayan "fast food" anlatım tarzındaki filmlere alışıksanız filmi sevmezsiniz. Eğer gore/korku janrına uzaksanız ve bu tarz sinemayı "düzeysiz" buluyorsanız filmi sevmezsiniz. Ancak bu bahsettiğim her iki tarzdan da hoşlanıyorsanız ve sanat sinemasıyla gore/korku sinemasının mükemmel bir karışımını görmek istiyorsanız muhtemelen filmi çok seversiniz.

Açıkçası Claire Denis bundan önce takip ettiğim bir yönetmen değildi, yalnızca bir filmini izlemiştim, ve belki de bu nedenden dolayı "Trouble Every Day"'i Denis'in önceki filmleriyle (auteurluk babında) kıyaslamadan, daha objektif bir şekilde, kendi içinde değerlendirme şansına sahibim. Ancak bu filmi (yönetmenin sinemasıyla ilgili okuduklarıma da dayanarak) önceden izlediğim "Beau Travail" ile karşılaştıracak olursam, burada da aynı minimal, ancak bir o kadar da etkili anlatımın, inanılmaz özenli sanat ve görüntü yönetiminin yer aldığını söyleyebilirim. İçerik olarak ise yönetmenin yalnızca bir filmini izlediğim için kullandığı temalar bazında "Trouble Every Day"'in de önceki çalışmalar ile aynı doğrultuda olup olmadığı konusunda bir yorum yapamayacağım. Ama "Beau Travai"l'e ve bu filme bakacak olursam her iki filmde de yönetmenin adeta takıntılı bir biçimde kamerasını insan vücuduna odakladığını söyleyebilirim.

Uzun uzadıya filmi baştan sona anlatıp zevkinizi kaçırmak istemiyorum, zaten buna gerek de yok. Filmin konusu özetle şu: Amerikalı bir doktor olan Shane, balayı için eşiyle birlikte Fransa'ya gelir. Ancak gelişinin başka bir amacı daha vardır. Shane eski okul arkadaşı Leo'yu aramaktadır çünkü Leo'nun bir çare bulabileceğini düşündüğü korkunç bir hastalığa tutulmuştur: Seks esnasında kendinden geçip partnerını canlı canlı yemek istemektedir. Eşinin bu problemden haberi yoktur ve Shane sürekli olarak kullandığı ilaçlarla kendini kontrol altında tutmaktadır. Ama çok sevdiği eşiyle yattığında kendini kaybedip onu da yiyeceğinden emindir. Leo da benzer bir soruna sahiptir: Leo'nun eşi Core da bu hastalığa tutulmuştur ve Leo onu sürekli evde kilitli tutmak zorundadır. Core ise artık bu hastalık yüzünden yaşamak istememektedir, evden kaçarak erkeklerle yatmakta ve onları yemektedir. Leo da bir yandan hastalığa bir çözüm aramakta, bir yandan da karısının işlediği cinayetleri temizlemeye çalışmaktadır. Shane film boyunca bir yandan Leo'ya ulaşmaya çalışırken bir yandan da hem seksüel içgüdülerini, hem de aklını kontrol altında tutmaya çalışır...

Öncelikle film bana görsel açıdan epeyce 1972 tarihli Nicolas Roeg klasiği "Don't Look Now"'ı anımsattı. "Don't Look Now"'da hikayeyi taşıyan, Roeg'in hüzünlü, romantik ve gizemli bir biçimde perdeye yansıttığı Venedik sokaklarının yerini "Trouble Every Day"'de Paris almış, hem de Tindersticks'in tarifsiz güzellikteki müziğiyle tüm bu vasıfları iyice öne çıkarak. Denis'in kullandığı renk tonları, karakterlerin nostaljik giyimleri, kullanılan müzik, adeta ölü dinginliğindeki anlatım... Bunların tümü bir yandan Paris'in içinde karakterler için melankolik, nostaljik ve izole bir dünya yaratırken bir yandan da karakterlerin aşklarının ve geleceklerinin umutsuzluğunu vurguluyor. Ve bu soğuk ama mükemmel görselliğin ve anlatının içine yerleştirilen, gerçekçi bir şekilde çekilmiş kanlı ve zor izlenir cinayet sahneleri insanın zihnine işleyen derin bir kontrast yaratıyor. Özellikle Core'un, işlediği son cinayetin ardından kanla boyanmış duvarın önünde dolandığı sahne unutulmaz.

Film başta da dediğim gibi klasik, düz bir anlatıma sahip değil, diyaloglar olabildiğince az ve yönetmen hikayesini görüntüyle anlatma yolunu seçmiş. Tabi burada oyunculara büyük iş düşmüş. Filmin başrol oyuncuları gerçekten çok iyi performanslar göstermişler. Vincent Gallo (bence şu an etraftaki en iyi ve en benzersiz oyunculardan birisi) Shane karakterinde harikalar yaratıyor, donuk, hipnotize edici bakışlarıyla bize karakterin içinde bulunduğu stresi, sıkıntıyı inanılmaz bir biçimde aktarıyor. Şahsen ben bu rolün Gallo'dan başka hiçbir oyuncu tarafından bu kadar iyi kotarılabileceğine inanmıyorum. Alex Descas fedakar koca Leo rolünde çok iyi. Beatrice Dalle Cole rolünde oldukça iyi, gerek cinayet sahnelerinde gerek evde kapalı kaldığı sahnelerde etkileyici. Tricia Vessey ise filmin en masum karakteri Jude rolünde sağlam. Ama dediğim gibi, filmin asıl yükü Vincent Gallo'nun sırtında ve Gallo bu yükün altından kolaylıkla kalkıyor.

Filmin anlatımından dolayı bazı şeyler ilk izleyişte anlamsız bulunabilir. Örneğin filmin sonlarında Gallo'nun neden bir yavru köpek satın aldığı sorgulanabilir. Gallo filmin o noktasında artık içindeki dışa vuramadığı, bastırdığı, izole ettiği sevgiyi (ve de sevgi ihtiyacını) saklayamaz hale geliyor ve bunun için yavru köpeği alıyor. Daha sonraki metro sahnesinde de ilaçlarını da almamasının etkisiyle seksüel arzularını da dizginleyemez hale geliyor ve ayakta dikilen bir kadına elle sarkıntılık ediyor, seksüel arzusunu kadını elleyerek bastırmaya çalışırken kadınla aralarına köpek yavrusunu koyarak sevgi ihtiyacını tatmin ediyor... Tabi benim yorumum bu. Sonuçta önemli olan sizin yorumunuz, çünkü film sizi düşünmeye, kafanızı kullanmaya zorluyor.

Sizi gerçekten düşündürecek, izlerken zorlayacak, duygularınızı yıpratacak bir film seyretmek istiyorsanız "Trouble Every Day"'e muhakkak bir şans verin. Ancak bunu yaparken kafanızdan tüm film klişelerini çıkartın. Örneğin gore sahnelerde "bunlar korkutucu değil, daha kanlısını görmüştüm" diyebilirsiniz ama önemli olan filmi başka filmleri referans almadan, karşılaştırma yapmadan izleyebilmeniz. O zaman filmin gerçek değeri kendini gösteriyor. - Mert.

 

INDEX

 


UNDERWORLD. Yönetmen: Len Wiseman (2003)


Bir “Matrix” yada “Equilibrium” gibi son moda akımı Gun-Kata (tabancalı dövüş sanatı) filmleri kervanına katılan bu film de gerçek işi yönetmenlik ve senaristlik olmayan kişiler tarafından çekilmiş olmanın acısını çekiyor (acı bağlamında bir örnek de “Final Destination 2”'ydi!!!). Len Wiseman “Stargate” ve “Independence Day”'in sanat yönetmeni asistanlığı yapmış biri ama hiç yönetmenlik tecrübesi yok. Senarist ve yapımcı Kevin Grevioux ise ünlü bir dublör, aktör ve genetik de okumuş bir mikrobiyolog!!!

Yönetmen senaryoyu işlerken hep plansız davranmış, en çok da diyalogların yeri ve zamanı bağlamında. Ama filmde hakikaten görsel olarak anlık muhteşem görüntüler var, film 23 milyon dolar gibi kısıtlı bir bütçeyle çekilmiş olmasına rağmen efektler olabildiğince doyurucu. Bu, yönetmenin dijital teknoloji ve CGI’ı iyi olduğu kadar verimli olarak kullanabildiğini de gösteriyor. Ama tabii ki bilgisayarlarda kurt adamları modellerken onları önceki kurt adam filmlerinden alışkın olduklarımıza nazaran saçsız ve kılsız olmalarına çaba gösterilmiş, neden mi çünkü CGI‘da saç ve kıl film haline getirilmeleri en uzun zaman alan ve böylece en çok pahalıya patlayan kısımlardır da ondan! Yönetmen güzeller güzeli nişanlısı Kate Beckinsale’i filminde oynatarak ne kadar da iyi etmiş... Vampir asker Selene rolünü pelerinli siyah rugan kostümüyle ve kedimsi sinsiliği ile iyi kotarmış. Senarist Kevin Grevioux aynı zamanda kurt adam askerlerden en vahşisi ama en sadığı rolünde. Eleman senaryoda biyoloji ve genetik bilgisini konuşturmaya çalışmış, aslında gayet iyi bir bilim kurgu öykü yazarı ama keşke elini kurt adam ve vampir gibi çoğunlukla yanlış işlenmiş okült klişelere uzatmasaymış. İki tane farklı predator tür var, vampirler ve kurt adamlar. Bunlar birbirleriyle doğadaki diğer predatorler gibi sürekli savaş halinde. Hatta davranışları da doğadaki kedigiller ve köpekgillerden esinlenilmiş. Bir nevi kedi köpek dalaşı var işin içinde anlayacağınız. Demonolojik olarak yıllardır tanımlana gelinen bu varlıkların, “Blade” serisinden rip-off biyolojik olarak açıklanmaya çalışılmaları bilimin metalaşması yönünde bir çalışma olmuş açıkçası. Ayrıca kurt adamların sadece erkek olmaları, aşırı maço ve brutal görünümlerinin sadece erkekliğe yakıştırılmalarından dolayıymış gibi görünmesinden çok bir homoerotizm işlenmesi kaygısı gibi duruyor. Özellikle de köpek dövüştürme gibi kurt adamların kendi aralarında kurt adam dövüştürmeleri bu homoerotizmin doruk noktası. Neyse ki vampirler heteroseksüel bir oluşum, dişileri olduğu kadar erilleri de var. Acaba film heteroseksüellik ve homoseksüellik çatışması da mı barındırıyor alt metninde diye düşünmeden edemiyoruz... Aslında film post-modern bir Romeo ve Juliet uyarlaması, kurt adam - vampir meta bilim-kurgusu. Birbirini yyok ederek baskın olmaya çalışan bu iki türün, genetik olarak birbirlerine karışma imkansızlıkları birbirlerini öldürmelerini daha da perçinler, ta ki aslında iki türün de tek bir türden geldiği ve bu tek türün son temsilcisi “Michael” isimli kişi bulunana kadar. Michael önce kurt adam yapılır, Selene düşman klandan bu kişiye Shakespear vari bir şekilde aşık olur ve onu daha sonra ısırarak vampir yapar. “Michael” değişim geçirir ve “Hulk”‘a çok benzeyen ama onun yeşil değil de siyah renklisi bir süper melez yaratık olur, aslında bu melez değil asıl ilk türdür. Hızlı kamera hareketleri ve oyuncuların (özellikle de bir marka(!?) haline gelen büyük vampir, “V” markalı Viktor rolüyle Bill Nighy’in) performansları ucuz CGI efektlerini çok iyi örtüyor. “Hulk” bozmalığını unutturuyorlar. “M” markalı büyük vampir Markus’un lahdinin üzerine yanlışlıkla kurt adam kanı dökülmesiyle pisi pisine ölmesi de kurt adamların bu ölüm maçının ilk yarısından galip ayrılmalarına sebep oluyor. Ama durun bir dakika Markus da Michael‘ın soyundan değil miydi?... Ayrıca kendilerini ısırarak ölümsüz haline getiren Viktor’la Lucian ölünce Selene ve Michael ilk fani Ademoğlu, Havva kızı hallerine dönüşüveriyorlardı hani!...

Filmdeki ultraviole emdirilmiş vampirsavar kurşunlarla, içlerinde kana daha rahat karışsın diye sıvı gümüş nitrat bulunduran kurt adamsavar kurşunlar gibi meta bilim-kurgusal öğelerle, vampirlerin mermer heykeller üzerinde atış talimlerinde bulunmaları işin cılkını iyice çıkartıyor. Fakat ısırmayla yada ağza kan dökerek geçen virüslerin, hafıza kayıtlarını da barındırıyor olmaları enteresan bir buluş. Bu virüslerle kan vampirler yada kurt adamlar arası bir medya işlevi görüyor. Vampirlerle kurt adamların farklı toplumsal sınıflara ait olmaları, sınıflar çatışmasının sonucunun filmde alt sınıf olan kurt adamlar lehine olması da düşündürücü. Yine de çizgi romansal diğer bir film olan “Kill Bill”‘deki sinematografideki başarı ve yaratıcılık bu filmde neredeyse hiç yok. Kapalı mekanların çokluğu ve çeşitliliğiyle filmin olağanüstü hareketliliği ve Bill Nighy (Viktor), Kate Beckinsale (Selene), Michael Sheen (Lucian) ve Kevin Drevioux (Raze) performansları yine de bu kadar eksiye rağmen bu filmi baymadan seyredilebilir kılıyor, tabi ki görsel ve işitsel gürültüden rahatsız olmayanlardansanız. Soundtracklerinde Dillinger Escape Plan gibi extreme metal gruplarının da bulunması bir başka ilginç ve gürültülü nokta:

Baby's First Coffin - Dillinger Escape Plan!!! Korhan.

 

INDEX

 

 

GERİ DÖN

Hosted by www.Geocities.ws

1