FESTIVAL


 

Yeni! ROCK STATION VII

 


ROCK STATION VII (19 - 20 - 21 Mart 2004, Saklıkent, Ankara)


(Okuyacanız yazı sağlıklı bir Rock Station festival kritiğinden çok, festival boyunca başımdan geçenlerin ve genel izlenimlerimin bir özeti şeklindedir. Sağlıklı bir festival yorumu bekleyenler hayal kırıklığı yaşayabilirler…)

 

Düşünüyorum da, eğer bu sene Rock Station’a Cadaverous Condition gibi en sevdiğim gruplardan biri gelmeseydi o kadar sıkıntıya katlanıp da festivale gideceğimi pek sanmıyorum. Bunun nedeni festivalin kötü olması veya çıkacak olan gruplara ilgi göstermemem falan değil. Sadece artık bu tip kalabalık, gürültülü ve boğucu ortamlardan sıkılmış durumdayım hepsi bu. Sanırım artık benim her konsere büyük bir hevesle gittiğim, çeşitli mektup arkadaşlarımla tanışıp eğlenceli dakikalar geçirdiğim, iyi kötü her grubu büyük bir ilgiyle izlediğim o eski günler geride kaldı. Yaşlanmaya başladım, bu tip şeyler bana eskisi kadar zevk vermiyor. Biraz bencilce gelebilir ama evimde oturup müzik dinlemeyi kötü bir ses düzeniyle canlı müzik dinlemeye tercih ediyorum şimdilerde. Ancak bu son festival benim hafiften silkinip kendime gelmemi sağladı galiba. Hayır, hala konserlerin çoğunda ilgim dağılıyor ve hala gereksiz ses kirliliği başımı ağrıtıyor ama o ortamda, eski ve yeni arkadaşlarım arasında eskiden kaybettiğim bir şeyleri tekrar buldum sanki. Bunun ne olduğunu anlatmam güç, unutmuş olduğum bir duyguyu yeniden anımsamanın verdiği mutluluk bu belki de…

 

Ehm, fazla romantik bir giriş oldu sanırım, formaliteden böyle yazdığımı herkes çakacak, bu utanç verici bir durum gerçekten. Üstteki paragraftakilerin tıraş olduğunu hissettirmeden direk olarak konuya girelim en iyisi. Dediğim gibi, festivale Cadaverous Condition geliyordu ve benim de gitmek için birincil nedenim onlardı hiç şüphesiz ki. Bunu festivalde yer alacak gruplar açıklanmadan epey önce, sanırım 2003 sonbaharında öğrenmiştim. Aslında grup uzun zamandır (aşağı yukarı 4 senedir) bu festivalde yer almak istiyordu ancak her seferinde araya bir aksilik giriyordu. Bu seneyse Wolf bana % 99 ihtimalle geleceklerini hatta uçak biletlerini bile ayırttıklarını söyledi. Bu gerçekten garip bir histi, bundan 6 yıl önce grupla ilk kez yazışmaya başladığımda bir Cadaverous Condition konseri izleyebilmek benim için yalnızca uzak bir hayaldi ve bu hayalim tam da olaydan kopmaya başladığım bu vakitlerde gerçek oluyordu.

 

Festival kadrosunda yine çok sevdiğim Cenotaph ve Sodom’un da yer aldığını görünce mutluluğum bir kat arttı. Cenotaph’ın son kadrolarıyla nasıl çalacağını gerçekten merak ediyordum, zira çok sağlam yeni bir albümleri vardı ve yeni kadroyla tekrar ateşlenmişlerdi. Sodom ise eskiden epey dinlediğim ve sevdiğim bir gruptu, Tom Angelripper ve ekibini klasikleşmiş parçalarını canlı çalarken görebilmek gerçekten çok hoş olacaktı. Bu durumda 7. Rock Station Festivaline gitmek farz oluyordu, iki elim kanda olsa kimse beni gitmekten alıkoyamazdı diğer bir değişle. Bu durumda...

 

19 MART CUMA...

"You don't make up for your sins in church, you do it on the streets, you do it at home.

The rest is bullshit and you know it."

 

...Lafı uzatmadan olaya girelim. Festivalin başlangıç günü 19 Mart Cuma Alternative Ferdi, Sonic Splendour Utku, Murat, Seda ve hatırlayamadığım birkaç kişi ile beraber festival alanı olan Saklıkent’in yolunu tuttuk (gerçi bu ekstra kişileri sallıyor da olabilirim, beynimdeki kalıcı uyuşukluk bazen bana bu tip hafıza oyunları oynayabiliyor). Diğer elemanlar paşa paşa biletlerini göstererek içeri girdikten sonra soylu, üstün ve büyük insanlar olarak ben ve Ferdi kapıdaki görevliden görevli listesinde adımızı bulmasını istedik ve son derece konuk sever hareketler eşliğinde içeri davet edildik. Evet, Cadaverous Condition tarafından crew member olarak seçilmiştik. Tabi ki hoş bir histi bu. :)

 

Karanlık merdivenleri inip de aşağıdaki siyah perdelerin arasından geçtikten sonra insan Twin Peaks'teki Red Room tarzı gizemli bir ortam bulmayı umuyor ancak ben bunun yerine tanıdık bir görüntüyle karşılaştım: Akustiği kötü, loş ve büyük bir konser salonu. Saklıkent’e en son 2002’deki Zoo Fest’te gelmiştim. Değişen bir şey yoktu, standlar dışında. Girişte sol tarafta kocaman bir yemek standı bulunuyordu. Sağ tarafta başka standlar göze çarpmaktaydı, millet demo, CD, dergi, T-shirt vs… gibi ürünler için masalar kapmış, paşa paşa oturmaktaydı. Bizim Underground tayfası geç kaldıkları için düzgün bir yer kapamadı, bulabildikleri iki masayı yan yana salonun sağ tarafındaki barın köşesine sıkıştırdılar, festival boyunca yanlış hatırlamıyorsam Cadaverous Condition ve Cenotaph merchandise’ı da dahil tam 17 farklı ürün burada satıldı, tek bir demo CD için ayrılmış standların yanında Underground standı patlamaya hazır gibi görünüyordu.

 

Vakit kaybetmeden Ferdi’yle beraber festival yetkilileriyle görüşüp Cadaverous Condition’ın ne zaman geleceğini öğrendik. Bu arada da passlerimizi aldık, bir de kolumuza kağıt bir bileklik takıldı. Backstage bölümü yoktu, alanın sağında kalan iki katlı balkon kısmı grup elemanlarına, davetlilere ve basın kartı olanlara ayrılmıştı. Ancak festival alanını cillop gibi gören üst kata yalnızca o gün çalacak gruplar ve beraberindekiler çıkabiliyordu.

 

İlk grup çıkmadan önce ortam kalabalıklaştı, tahminen bir 1000 kişiyi buldu. Bu arada ben de Tenebrarum Berkay ve kız arkadaşı İsmet ile tanıştırıldım. İzmirli oldukları hemen belli oluyor, o kadar negatif Ankaralının arasında etrafa pozitif enerji saçıyorlardı! İyi insanlar, kendilerini selamlıyorum. Yine eski dostlardan Tamer Orphaned Land T-shirt’ü ile ortalıkta gezinmekteydi ve kendisiyle hasret giderdik.

 

Bu sırada ilk grup Abea sahne aldı. Biz de ortalarda yerimizi aldık. Grup Power Progressive tarzında müzik icra ediyor. Bol klavyeli, melodik bir müzik. Oryantal etkiler dikkat çekiciydi. Genel olarak iyi bir performans gösterdiklerini söyleyebilirim. Son olarak Queen cover’ı yapacaklarını söylediklerinde heveslendim, Queen’in süper Progressive tatta parçaları vardı çünkü, acaba hangisini çalacaklardı? Maalesef grup “The Show Must Go On”’u çalmayı ve milleti coşturmayı tercih etti. Her şeye rağmen iyi bir yorumdu ve açılış için iyi bir seçim olduklarını söyleyebilirim.

 

Abea’dan sonra Tamer’le geyiğe daldık. Sigara standının bir köşesinde eski günleri yad ederken üzerimizdeki balkon kısmına konulmuş kamera dikkatimizi çekti. Rock Station bu seneki festival boyunca çekim yapması için Selay Prodüksiyon adlı bir firmayla anlaşmıştı dahası isteyen gruplara DVD hazırlıyorlardı (yerli gruplara 1 milyar lira, yabancılara 1000 Bruce Willis). İki adet dijital ve profesyonel kamera alanın iki tarafına kurulmuştu. Bulunduğumuz sigara standının tam üstünde kameranın çektiklerinin görülebildiği monitör duruyordu ve görüntüler gerçekten nefisti.

 

Oldukça kısa bir süre sonra Self-Torture sahne aldı. Festivalin merak ettiğim gruplarından birisi de Self-Torture’du zira “Mislead”’i beğenmiştim, Zoo Fest’de gördüğüm kadarıyla iyi bir sahne performansları da vardı. Grup Ankara tayfasının büyük tezahüratları ile sahne aldı ve gerçekten agresif bir performans sergiledi. MCD’deki parçaların yanında yanında çıkacak olan albümlerinden de parçalar çaldılar. Sahnede çok rahatlar, seyirciyle iletişimleri çok iyi, parçalar gerçekten enerjik, özellikle yeni parçaları oldukça gelişmiş buldum. Konser sırasında ufak bir pit de oluştu. Genel olarak Self Torture’un festivalin en iyi performanslarından birini sergilediğini söyleyebilirim.

 

Konserler devam ederken Ferdi’yle bizim gözümüz de Cadaverous Condition’daydı, her an mekana gelebilirlerdi çünkü. Üçüncü olarak daha önce adını duymadığım Gun Barrel sahne aldı. Rock Station tayfası tarafından “hapishanede konser veren grup” şeklinde gazlanmalarından başka müzikleri hakkında bir bilgim yoktu, ancak konser alanında ‘80’lerden kalma tipler görüntüsü çiziyorlardı. Sahnede de bu görüntünün hakkını verdiler. Gun Barrel albümlerinde nasıldır bilemem ama konserde gerçekten iyi bir grup. Aslında tam bir Teutonic Metal soundları var, müziklerinde Running Wild ve hafif Priest etkisi hissedilse de biraz Manowar ve Motorhead esintileri de taşıyorlar. Adamların seyirciyle iletişimi çok iyiydi, muhtemelen çaldıkları en ateşli seyirci topluluğu buydu ne de olsa, hapishanedeki abiler nasıldır bilemiyorum gerçi. Bu karşılıklı gazlama sonucunda Gun Barrel oldukça sağlam bir performans gösterdi. Adamların hareketler, sahnede koşuşturmaları falan tam anlamıyla Retro ama bunu da hakkıyla yapıyorlar, doğruya doğru. Yani ‘80’ler müziğini raconuna göre icra ediyorlar. Darısı sahnede kütük gibi dikilen bizim Retro özentisi gruplarımıza. Bu arada dikkatimi çeken bir diğer şey de sound'un giderek boğuklaşmasıydı, Saklıkent’in akustiği zaten zayıf, bir de kolonlar şişince müzik hepten anlaşılmaz bir hal almaya başladı.

 

Ve bu sırada bir yandan geyik yapıp bir yandan konseri izlerken kalabalık içinde şaşkın şaşkın yol almaya çalışan Cadaverous Condition elemanları göründü. Adamların yanına gidip balkona kadar eşlik ettik. Sonra tanışma, muhabbet vs… derken gürültüden yılıp Gun Barrel’ı izlemeye başladık. Acayip bir duyguydu, yıllardır yazıştığım elemanlar yanı başımda oturuyordu. Konsere gelmeden önce Wolf’a Türk fanların manyak olduğunu ve stagedive & pogo hastası olduklarını söylemiştim, ancak o sırada bu tip şeyler yapılmıyordu. Wolf bana bunun sebebini sorduğunda “sen dert etme, sizde seyirciler coşacak, olmadı sen çağır stagedive yapmaya” şeklinde tavsiye verdim. Tabi festivalin son günü öğrendiğim üzere pogo ve stagedive yasakmış, o ayrı konu.

 

Bu kadar muhabbet ve tanışma faslı zayıf (85 kg.) bünyeme fazla geldi ve alt balkonun kenarındaki bir sandalyeye çöküp kafamı dinlemeye başladım. Bu balkonda herhangi bir ışık söz konusu değil, yani çok loş ve uyumaya müsait bir mekan. Son derece pozitif düşüncelere dalmıştım ki, oturduğum yerin tam aşağısında kalan UG standına, Utku’ların yanına bir eleman geldi ve anladığım kadarıyla beni sordu, zira Utku’lar parmaklarıyla beni işaret ettiler. Adamın heyecanlı olduğunu görünce direkman “buyrun, kavgalı olduğum bir tip, mükemmel zamanlama, hiç rahat yok mu lan bana!” diye geçirdim içimden. Benim mutluluklarım epey kısa sürer, tam yıllardır görmek istediğim arkadaşlarımla tanışıp hoş bir ruh haline bürünmüştüm ki yukarıdaki bana yeni bir sürpriz yolluyordu. “Ne yapalım, hadi bismillah” diye ayağa kalkıp parmaklıklardan aşağı atlıyordum ki eleman büyük bir hızla balkona giden merdivenlere yöneldi. Bu mükemmel manevra karşısında afallayan ben bu kez aklımda Sorrow'un "Hatred And Disgust" albümü, Raging Bull tadında guard almış bekliyordum ki eleman yanıma geldi ve “Selam!” diyerek elini uzattı, bir kez daha afalladım. Meğerse bu kişi Rock Station tayfasından Cadaverous Condition ile temas kuran ve Wolf’un da bana bahsettiği Tolga’ymış. Gerçekten çok iyi birisi, bana Cadaverous Condition’ın geldiğini haber verecekmiş meğerse. Elemana teşekkür ettim ve aklımdan geçirdiğim fikirler yüzünden kendimden utandım. Neyse ki kimse bir şey fark etmemişti… Yoksa fark etmiş miydi?!...

 

Serbest çağrışımlar denizinde boğulurken Wykked Witch sahne aldı. Grubun soundu ülkemizde yayınlanan albümlerinden bu yana epey değişmiş. Şu an Cradle / Dimmu arası ve King Diamond esintili bir Atmospheric Black/Death icra ettiklerini söyleyebilirim. Ancak grup Gun Barrel’da göçme belirtileri gösteren ses düzeninin azizliğine uğradı, maalesef hiç kimse çalınandan bir şey anlayamadı. Ki sonradan öğrendiğime göre grup kendisi de monitörlerden bir şey duyamamış, bu da yaptıkları “Elimination” coverındaki uyumsuzlukların nedenini ortaya koyuyordu. Yine de bu koşullara rağmen sahneyi terk etmeyip çalmaya devam eden bir gruba vokalistlerinin bayan olmasını da fırsat bilip küfür etmek tamamen bizim millete mahsus bir denyoluk. Kınıyorum bu gorintoları. (Bu arada üstteki fotoğraf: Tamer - Murat - Utku; çektiğimin farkında değiller.)

 

Wykked Witch’de en sonunda bayıp kendimi festival alanına attım, bu sırada Cadaverous Condition da standa Avusturya’dan getirdiği kendi mamullerini ekledi, T-shirt, CD’ler, özel Cadaverous Condition çakmağı, gofreti vs… Ben de Wolf’tan “özel” siparişlerimi aldım, ki bunlardan biri festival boyunca gururla giydiğim Cadaverous Condition T-shirt’ü idi.

 

Bu arada Bay Angelripper da barda oturmuş kafayı çekiyordu. Tabi hiçbir Allah’ın kulu yanına gidip imza falan istemiyordu, bu da buraya mahsus klasik bir hareket tabi.

 

Grup direk olarak otele gidip uyuyacaklarını belirtti, gayet profesyonelce olan bu davranışlarını takdir ettim. Eh, bu durumda biz de profesyonel takılıp eve gidip zıbarmalıydık, ertesi gün bizim de yapacak işlerimiz vardı çünkü. Crew Member dediğin crew memberlığın hakkını verecek arkadaş.

 

Herkesle vedalaştıktan sonra elimde yeni aldığım bir sürü ıvır zıvırın bulunduğu torbamla beraber mutlu mutlu eve yol almaya başladım. Saklıkent’te 6 saat kapalı kaldıktan sonra temiz hava almak istediğimden eve (ki ev Aşağı Ayrancı’daydı) yürüyerek gitmeye karar verdim. Yokuştan aşağı indim, tam pelerinli Atatürk heykelinin oraya gelmiştim ki 45-50 yaşlarında tıknaz bir amca karşıma çıktı. Herif bir şeyler soruyordu da benim kafam dopdoluydu ve belli ki sorusunu kaçırdım. Kafayı kaldırıp da baktığımda durumun sakatlığını kavradım; herif sarhoştu ve yol parası istiyordu. İstiyordu istemesine de herif kafayı sıyırmıştı ve sanrılar görüyordu. “Ya, bana niye insan muamelesi yapmıyorsunuz kardeşim, ben insan değil miyim lan! Benim sizden ne eksiğim var, ağlatmayın beni!” gibi sözler karşısında kafam oldukça karıştı. Bu sırada sol elinde sallamaya başladığı ekmek bıçağını fark ettim. “Bingo!” diye geçirdim içimden, yukarıdaki meğerse sürprizi dışarı koymuş. Ama çok da yeni bir durum değildi, ne de olsa Türkiye’nin Brooklyn’inden geliyordum ve soğuk kanlılığımı koruyarak adamla konuşup anlaşmaya çalıştım, “nedir abi derdin kim sıktı canını” falan filan, ancak herifin anlaşacağı yoktu, yamulmuştu resmen. Bir yandan bozuk para istiyor bir yandan da “bir şey yapmıycam kardeşim niye insan muamelesi yapmıyosunuz lan” şeklinde bıçaklı söylev veriyordu ata’nın önünde. Baktım olmuyor, ben de “bir saniye” diyerek sol cebimden bir avuç bozuk para çıkarttım, herife uzattım, herifin gözlerinin kaymaya başladığını görür görmez paraları üzerine fırlattım ve yaylandım. Adam önce peşimden koşmaya çalıştı ancak baktı ki koşamıyor, bu kez sülaleme övgüler yağdırmaya başladı. Eve kadar arkamı kontrol ederek yürüdükten sonra kapıdan girdim ve kendimi koltuğa atıverdim.

 

Evet, ilk günden sağ salim çıkabilmiştim. Da daha ilk gün böyle olacaksa üçüncü gün ne olacaktı? İzmit’e cesedimizi postalayacaktık her halde. Bir yandan Wolf’un getirdiği CD ve DVD’leri dinleyip bir yandan da vasiyetimde Iron Maiden koleksiyonumu hangi yeğenime bırakacağımı düşünürken uykuya daldım…

 

20 MART CUMARTESİ...

"My whole life has pointed in one direction. I see that now.
There never has been any choice for me."

 

Gece saat 4 sularında yatmama rağmen beynimdeki otomatik alarmla saat 9 gibi uyandım, ki Mert standartlarına göre uyku en az 9 saat sürer. Üzerimde acayip bir gerginlik ve heyecan vardı ve bu tabi ki Cadaverous Condition konseri içindi. Dile kolay grubu ilk kez dinlediğim 1996 yılından itibaren hayalini kurduğum bir olay sonunda gerçekleşiyordu, bir diğer değişle hacı oluyordum. Tabi iş bu kadarla da kalmıyordu, bir de konseri kamerayla kaydetme muhabbeti vardı. Bu tarihi bir andı, bunu bir şekilde kaydetmeliydik, hatta ilerde bir şekilde bu görüntüleri adam gibi kullanalım diye iki kamerayla birden kaydetmeliydik. Cadaverous Condition konseri görmek bir mutluluk, konserlerini kamerayla kaydetmek bir onur… Ama kayıt yaptığım için konserlerini seyircilerin arasında manyaklaşamadan ve parçalara eşlik edemeden izlemek de biraz üzücüydü ne yalan söyleyeyim. Yani biraz buruk bir sevinçti benimkisi.

 

Neyse uzatmadan bugün neler oldu bir bakalım. Görevli Pass’im olduğundan kapıların açılma saati olan 12.30’dan tam bir saat önce Saklıkent’e ulaştım. Kapılar açık olmadığı gibi kapıları açacak olan görevlide de anahtar yoktu. Bu durumda Saklıkent’e arka kapıdan girdik. Gizemli ve labirentimsi merdivenlerden aşağı indikten sonra alana çıktık, çıktık çıkmasına da “acaba yanlış mı geldik, neresi burası?” diye kendime sormadan da edemedim. Daha önceden varlığını bile fark etmediğim bir kapıdan bomboş ve ışıklarla aydınlatılmış salona girince ilk etapta biraz afalladım. Sonra baktım yapacak bir şey yok, ben de yine alt balkondaki sandalyeme geçip etrafı gözetlemeye koyuldum…

 

Aslında gözetleyecek pek de bir şey yoktu. Kapılar açılmadan önce son hazırlıkların nasıl yapıldığına tanık oldum. Biralar taşındı, bugünkü profesyonel çekimler için getirilen Jimmy Jib festival alanına konuldu, stand kapmak için erkenden üşüşen çocuklar yer kavgası yaptılar falan filan. Ha bir de Knight Errant sound check yaptı.

 

Tabi bizim elemanların hiçbiri ortada değildi. Stand’ı ben kapayım dedim de yüzsüz gibi elimde hiçbir şey olmadan masaya kurulma fikri pek hoşuma gitmedi. “Ne satıyorsun?” “Valla ben bişey satmıyorum da elemanlar gelecek onlar satıyolar”. Bollocks!… Ben de gittim daha yeni açılmış olan yiyecek standından henüz kahvaltı yapmış olmama rağmen iki sosisli sandviç aldım. Tanesi 2 kaat. Rip off. Salçalı, doğranmış, muhtemelen hindi katkılı sosis ve bayatlamaya yüz tutmuş sandviç. En azından büyük sandviç ekmeği kullanılmıştı yani bir tanesiyle ortalama bir Türk genci rahatlıkla doyardı. Tabi hem hayvanlıktan hem de “enerji lazım” diye düşünerek iki sandviçi birden birayla birlikte tükettim, can sıkıntısının da bunda bir etkisi olabilir. Festival boyunca aynı standdan toplam 6 adet ancak sadece ama sadece sosisli sandviç alarak yemekçi teyzelerde takıntılı kişilik izlenimi bıraktım sanırım. Bu arada festival eleştirisine nasıl usta bir biçimde gurme yazısı tadı kattığıma da dikkatinizi çekmek istiyorum. Bir sonraki konser yazımda Adapazarı'nda öğrencilik yaptığım bir sene boyunca nasıl eşşek kesilen ara sokağın önündeki köfteciden her gün köfte ekmek aldığımı anlatacağım, metalcinin gurmeliği böyle olur.

 

Kapılar geç açıldı, saat 1.00 gibiydi sanırım. İkinci günün ilk saatlerinde dikkat çeken şey seyirci sayısının fazla olmamasıydı, tahminen 800 civarı kişi vardı Knight Errant’ı izleyecek olan. Tabi bu sayı gün ilerledikçe arttı ve sanırım bir 1500’e ulaştı, ama sallıyor da olabilirim kusura bakmayın.

 

Knight Errant’da çok bir değişiklik göremedim ama seyircinin yoğun ilgisine maruz kaldıklarını da belirtmeliyim. Yeni parçalarda biraz daha farklı etkilenimler sezilse de (oryantal etkiler, Türkçe lirikler vs…) genel anlamda pek bir değişim söz konusu değil. Yalnız sound yine çok iyi değildi. Daha ikinci günün başında sound bu haldeyse sonra ne olacaktı kim bilir. Baslar patlıyordu, riffler doğru dürüst anlaşılmıyordu ve genel olarak ses çok boğuktu. Yine de özellikle eski parçalarda millet epey gazlandı. Tabi grubun performansıyla ilgili de birkaç kelime etmek gerekiyor. Öncelikle vokal konser ilerledikçe detone olmaya başladı. Aynı şekilde sürekli önde giden kemanda da falsolar dikkat çekiyordu. Bu form yetersizliğinden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama grup umarım en kısa zamanda sağlam bir performans tutturur.

 

Evet, vasatın üstünde seyreden bir Knight Errant performansından, biradan ve geyik muhabbetinden (argh, feci geyikçiyim) sonra, İzmir’li Courtyard sahne aldı. Müziklerine değinmeden önce elemanların seyirciyle iletişimlerine dikkat çekmek istiyorum. Vokalistleri tam ‘80’ler havasında oldukça gaza getirici sözlerle seyirciyi havaya soktu. Sahne performansları da gerçekten sağlam. Müziklerine gelirsek; ‘80’ler Thrash Metali ile NWOSDM arası bir tarzları var diyebilirim. Vokalist sahne şovu dışında vokallerde de epey sağlamdı. Sound her ne kadar yine çok iyi durmasa da 2. gün seyirciyi tam anlamıyla havaya sokmayı başaran ilk grup oldular.

 

Bu arada Courtyard konserinde sadece Türkiye’de görebileceğimiz bir olay yaşandı, buna da değinmeden geçmeyelim. Yukarıda profesyonel çekim ekibinin Jimmy jib getirdiğini söylemiştim. Elemanlar aleti önce festival alanına yerleştirmek istediler, sonra bu fikir uygulamada başarısız oldu. Courtyard sahnedeyken üst balkona koymaya karar verdiler. İyi güzel de koskocaman, onlarca kiloluk hayvani alet edevat nasıl taşınacaktı ikinci kata?... Tabi ki seyirciler konseri izlerken, o karanlık ve karambol ortamda, yaklaşık 7 kişilik bir ekip tarafından “haydi hop!” şeklinde metrelerce yukarı doğrultulmak suretiyle! Yukarıdan bazı kişiler “yolla abi yolla” modunda aleti tuttular ve sağ salim yukarı çıkarıldı da, bir ara ellerinden kayıp bir seyircinin kafasını karpuz gibi patlatmasından korkmadım da değil. Hayır, konser başlamadan önce neden yapmıyorsunuz bu işi, niye insanların hayatı tehlikeye girsin durduk yerde? Neyse, “bir şey olmaz abi yolla sen”…

 

Kara Kedi cover’lardan oluşan bir setlist hazırlamıştı. Ne yalan söyleyeyim, grupların kendi müziğini dinleyiciye tanıttığı böyle bir ortamda bir cover grubu fikri bana biraz anlamsız geldi ilk başta, ancak bar grubu olmalarının da verdiği tecrübeyle çok iyi çaldıklarından ve genel olarak sound da daha iyi olduğundan milleti epey havaya soktular. Herkes mutluydu kısacası. Gerçekten iyi uyarlamalardı çaldıkları. Asena’nın seyirciyle iletişimi çok iyi ve sesi de çok sağlam. “Eşşoğlueşşek” adlı kendi bestelerini de çaldıkları setlerinde ben en çok Dio’nun “Don’t Talk To Strangers”’ını beğendim, mükemmel bir yorumdu kesinlikle. Ancak “Fear Of The Dark” cover’ı her ne kadar milleti kopartsa da inanılmaz gereksizdi. Bu parçanın Türkiye dışında bu kadar çok çalındığı kaç ülke kalmıştır bilmiyorum, resmen kusma raddesine geldim. Hayır Maiden çalın, en sevdiğim Metal grubu kendileri, de ne bileyim insan biraz daha geniş düşünür, “2 Minutes To Midnight”, “22 Acaica Avenue”, “Children Of The Damned” vs… gibi çalınsa ortalığı yaracak bir sürü Maiden klasiği varken neden kolaya kaçıp “Fear Of The Dark” çalınıyor anlam vermek mümkün değil.

 

Kara Kedi sahnedeyken üst katta da Alman Legacy Mag. elemanları Asena’nın bol bol fotoğrafını çektiler. E adamların Almanya’da gördüğü Türklerin çoğu meşe kıvamında olunca böyle şeyleri belgelemeleri gerekiyor eve döndüklerinde hemşerilerini inandırabilmek için.

 

Bu arada biz de Cadaverous Condition tayfasıyla muhabbet halindeydik ve çekimleri nereden yapacağımızı kararlaştırıyorduk. Hicri Bozdağ’dan sahnenin yanından çekim yapmak için izin aldıktan sonra Ferdi’yi de üst balkona mevzilendirmekte karar kıldık.

 

O esnada kaşla göz arasında Soul Shred sahne aldı. Ben bir yandan elemanlarla geyik halindeyken bir yandan da buraya bir şeyler yazabilmek için Soul Shred’e konsantre olmaya çalışıyordum. Bunun sonucunda ikisine de konsantre olamadığım gibi sensible soccer modunda heriflerle kısa süreli bir frekans bozukluğu yaşadık, iki taraf da kulağa söylenenleri anlamış gibi nezaketten başını sallıyordu sallamasına da hiçbirimizin dediklerimizden bir şey anladığını sanmıyorum, şahsen ben o gürültüde kendi dediğimi bile anlayamıyordum.

 

Görebildiğim kadarıyla Soul Shred soundcheck tecrübesizliğinin kurbanı oldu. Bildiğim kadarıyla gruplar festivalin başlama saatinden önce soundcheck yapamamışlar. Apar topar konserden önce yapılınca da bu kadar oluyor işte. Zaten dediğim gibi sound tüm festival boyunca anlamsız şekilde boğuktu. Bunun en büyük iki kurbanı ilk gün Wykked Witch ikinci gün de Soul Shred oldu. Wykked Witch üçüncü gün düzgün bir sound ile çalarak kendini kurtardı, olan tecrübesiz Soul Shred’e oldu. Elemanlar Heavy Metal çalıyorlar ve dinleyebildiğim ilk iki parçaları boyunca fena değildiler, ancak monitörlerden ne çaldıklarını kendilerinin bile duyamadığı çalarken birbirlerine bakmalarından anlaşılabiliyordu.

 

Tabi bu sound dandikliği Cadaverous Condition ekibini de kıllandırmaya başladı haliyle. Her neyse, Wolf Cuma günü seyircinin Cumartesi günü en çok hangi grupta azacağını sorduğunda cevabım hiç düşünmeden “Suicide” olmuştu. Kendisine Suicide’ın köklü bir grup olduğunu, Ankara’da fanatik bir dinleyici kitlesine sahip olduklarını ve muhtemelen konserleri sırasında sağlam bir pit oluşacağını hatta su gibi stagediving olacağını söyledim. Stagediving’in yasak olduğunu hala bilmiyordum ve grubu da bu konuda gazlayıp duruyordum.

 

Suicide yeni piyasaya sürdükleri ilk albümleri ile klasikleşmiş parçalarından oluşan bir setlist hazırlamıştı. Yeni parçaların daha komplike ve teknik olduğunu söylemem mümkün. Genel olarak sağlam bir performans sergilediler, tecrübelerini konuşturdular. Ancak seyirci her nedense git gide olaydan koptu. Bunun en önemli sebebi sanırım yine sound’du. Komplike parçalar boğuk ses içinde hepten anlaşılmaz bir hal alınca millet de olaydan yabancılaştı.

 

Ve beklediğim an gelip çatmıştı. Artık geri dönüş yoktu, Cadaverous Condition ile beraber aşağı inecek ve sahnenin yanından (daha doğrusu grupla aynı sahneden) köşede dikilmek suretiyle aksiyonu görüntüleyecektim. Grup sahne aldığında setlistlerini çoktan ezbere biliyordum. Kaldı ki Wolf gelmeden önce benden bir setlist yazmamı istemişti, ben de çalmayı çoktan bıraktıkları bazı parçalarının da olduğu bir setlist karalamıştım. Her ne kadar birebir aynısı olmasa da en azından girişin benim tavsiye ettiğim parçayla yapılacak olması hoş bir ayrıntıydı. Benim asıl merak ettiğim ise sound’un nasıl olacağıydı. Bir de seyircilerin çoğunun hiç dinlemediği bu esrarengiz Avusturyalı gruba nasıl tepki vereceğiydi.

 

Cadaverous Condition çalmaya başlamadan hemen önce Hicri Bozdağ mikrofonu aldı ve üzücü bir haber verdi; Cumartesi günü en son sahne alacak olan Powergod grubu Almanya’da ciddi bir kaza geçirmişti, hatta elemanlarından birinin uzun süre müzikten uzak kalması ihtimalinin olduğunu söyledi. Kendilerine geçmiş olsun dileklerimizi yolluyoruz. Ve konser…

 

Önce ışıklar karardı ve fonda Morrisey çalmaya başladı. Yaylıların kullanıldığı bu duygu yüklü ve nefis pop parçasıyla sanırım insanlar önce biraz afalladılar. Sonra gümbür gümbür “I Came To Leave”’in ilk riffleri duyuldu. Evet, seyirci havaya giriyordu. Cadaverous Condition’un komplike olmayan parçaları sound probleminden sıyrılmıştı ve seyircileri havaya sokuyordu. Elemanların performansı müthişti, özellikle dışarıda son derece sakin bir mizaç sergileyen Wolf sahnede kendinden geçiyordu; tek kelimeyle inanılmazdı. Yeni bir parça olan “Repent”’in ardından sırasıyla “A Song For”, “The Moon And The Scars” ve “The Once And The Future King”’i döşediler. O ana kadarki tartışmasız bir biçimde en iyi performans ve en iyi seyirci desteğiydi Cadaverous Condition’daki. “Lead Me” konserin bence doruğuydu, tüm elemanlar ayrı ayrı koptular. Bu arada Wolf 4. parçadan sonra “Come on, stagedive” dedi ve yasak olmasına rağmen stagedive’lar başladı. 11 parçalık setin akıllara kazınan sahnesiyse “North Isles Hotel”’in Grind’a bağladığı kısmında Rene’nin çalarken önce dizleri üstüne çöküp sonra sırtını da yere dayayıp kopmasıydı. Zaten yeterince havaya girmiş olan seyirciler bunun üzerine hepten coştular. Bu parça çalarken Hicri Bozdağ yanıma gelip “gruba 3 parça daha çalabileceklerini söyler misin?” deyince biraz kafam karıştı, yani elimde kamerayla gidip Rene’nin kulağına o gürültünün içinde mi söyleyecektim bunu? Neyse ki normal setlist bittikten sonra bu işaretle halledildi ve grup bis modunda iki parça daha çaldı. Önce “”For Love” I Said”’in gizli parçası “Forlorn”, sonra da “The Lonely Have No Right To Share The Summer Sun”. “Forlorn”’da Wolf’un hiç beklenmedik bir anda stagedive yapması bence bu festivalin kültleşecek üç sahnesinden birisiydi.

 

Grup konser sırasında bazı ufak tefek teknik aksaklıklar yaşadı ancak genel olarak festivalin o ana kadarki en iyi şovuydu diyebilirim. Hayatımın en güzel saatlerinden biriydi. Seyirciler de grup da harikaydı. Orada olmayanlar çok şey kaçırdılar, sadece bunu söyleyebilirim.

 

Konserden sonra soyunma odasında Wolf’un stagedive yaptığı kısmı kameradan şöyle bir izleyip güldükten sonra beraberce aşağı indik. İki gündür koşuşturmaktan, uykusuzluktan, stresten, gürültüden ve ayakta sabit bir biçimde dikilip çekim yapmaktan en nihayetinde anam ağlamıştı. Standa gittim, bir sandalyeye çöktüm. Omuzlarımdan bir yük kalkmıştı. Bundan sonra geriye yaslandım ve Cadaverous Condition’den imza almak ve muhabbet etmek için fanların başlarına üşüşmesini ve peynir ekmek gibi Cadaverous Condition özel Türkiye Compilation CD’si satılmasını izledim. O an tüm bu uğraşa değdiğini anladım. Yıllardır bu ülkede belki de bir tek benim fanı olduğum bu grup sonunda buraya gelmiş ve kendini başkalarına da sevdirmişti. Bunu görmek gerçekten harikaydı, başka ne diyebilirim bilmiyorum.

 

Ha bir de şunu ekleyeyim. Wolf buraya gelmeden önce geyikle karışık kızların gruba ilgi gösterip göstermeyeceğini sormuştu. Ben de “kesinlikle gösterecekler, siz yabancısınız” demiştim. İnanmamıştı, ama benim dediğim çıktı. Kızlar sonraki konser boyunca paso bizim elemanlara asıldılar.

 

Bu arada Powergod gelemediği için Dark Age de bir anda son grup oluvermişti. Dark Age ismini ilk kez 1999’da duymuştum, o vakitler yazışmakta olduğum Alman The Sequel grubu bana Dark Age’i tavsiye etmişti, ancak o vakitler dergiye son verince adamlara yazmamıştım. Keşke yazsaymışım. Gerçekten sağlam bir grup. Elemanlar kariyerlerinde gördükleri muhtemelen en büyük seyirci kitlesinin karşısında coştukça coştu. Tarz olarak Melodic Death/Black arası bir müzik icra ettiklerini söyleyebilirim. Pek orijinal değiller ama gayet iyiydiler. İlk etapta çok ilgili görünmeyen seyirci elemanların sıcak tavırları ve cover’lar (AC/DC’den “Hell’s Bells” ve Metallica’dan “For Whom The Bells Toll”) ile epey coştu. Genel olarak bende iyi bir izlenim bıraktılar.

 

Elemanlar indikten sonra imza faslı başladı. Bir ara The Sequel’dan muhabbet açtık elemanlarla, baya kafa heriflerdi gerçekten. Ancak kızların yoğun ilgisi nedeniyle uzun sürmedi muhabbet. Daha önce Cadaverous Condition’a yavşayan aynı kızların dakikalar sonra Dark Age’e de sulanması görülmeye değerdi. Hayır herifler bütün gün festival alanında dolaşıp durdular, o zaman aklınız neredeydi be kardeşim, bu nasıl bir güce ve sükseye tapınma hissidir anlamıyorum. Neyse, daha fazla uzatmayacağım yoksa iyice geyiğe saracak.

 

21 MART PAZAR...

"I've seen horrors... Horrors that you've seen. But you have no right to call me a murderer.
You have a right to kill me. You have a right to do that..."

 

Yine çok geç yattım ve yine erken kalktım, anlayacağınız uyku yoktu. Bu sefer de yaptığımız video kayıtlarını izledim sabaha kadar. Ertesi gün zombiye dönmüş bir biçimde festival alanının yolunu tuttum ve kapıların açılmasına az bir vakit kala içeri girdim. Geyiği kısa keserek izlenimlerine geçiyorum, zaten üzerimdeki yorgunluk nedeniyle pek bir şey de izleyemedim.

 

Zardanadam ‘80’ler tadında Melodik Hard Rock yapıyor. Bana eski İzmit’li grup Pis 7’liyi anımsattılar. Adrian Smith izlese epey severdi sanırım, bestelerin bir kısmı da ona aitti zaten. Lirikler Türkçe. Fena değillerdi. Onlar çalarken ben de kendime gelmeye çalışıyordum.

 

Zardanadam’dan sonra İzmir’li Notwithstanding sahne alacaktı. Berkay vakit kaybetmeden hemşerisi olan grubu muhakkak izlemem gerektiği yönünde ayak üstü promosyon yapmaya başlamıştı. Biz de hep beraber sahnenin önüne gittik. Evet, grubun yeni parçaları oldukça güzel. Grup hala hoş bir crossover icra ediyor. Ancak sound maalesef kötüydü, yani konserin ses kurbanlarından birisi de Notwithstanding oldu. Yine de elemanlar kötü sounda rağmen epey sağlamdılar bence.

 

Ve sıra geldi festivale gelmek için ikinci sebebim olan gruba. Cenotaph genel olarak önceki iki gruba göre oldukça iyi bir sound ile mükemmel bir performans sergiledi ve tek kelimeyle ortalığı dağıttı. Yasak olmasına rağmen epey bir pogo yapıldı. Ben de tabi ki sahne önlerindeki yerimi aldım ve bir yandan ezbere bildiğim parçalara tempo tutarken bir yandan da fotoğraf döşedim. Elemanlar “Less Than Human Urinal” ve “Voluptuously Minced” ile manyak gibi başladıkları konserleri boyunca ağırlıklı olarak son albümden çaldılar. Bu arada son albümdeki parçaların yeterince teknik ve brutal olmadığını iddia edenler de konserde fikirlerini değiştirmişlerdir herhalde. Çaldıklarından aklımda kalanlar “Middle Ages”, “Goremented Visceral Reality”, “Compulsive Disownency”, “Different Dimentional Pervertation”Batu bas/vokal olayında gerçekten çok iyiydi, o komplike parçaların hakkını verdi. Cem için söylenecek bir şey yok zaten, tek kelimeyle “inhuman”!... Diğer yandan bildiğim kadarıyla monitörlerdeki ses çok kötüymüş ve elemanlar birbirlerinin ne çaldıklarını duymamışlar ve ezberlerinden çalmışlar. Ne diyebilirim ki, performansları buna rağmen kusursuzdu, teknik kapasite dedikleri olay bu olsa gerek!! Batu’nun bas gitarı yukarı kaldırıp arkasındaki “GORE” yazısını sergilemesi festivalin kültleşecek ikinci anıydı. Cenotaph’ın peformansının beni tek tatmin etmeyen yanı kısa sürmesiydi, gerçi eminim ki diğer herkese yetti ama ben 2 saat de çalsalar sıkılmadan dinlerim şahsen.

 

Cenotaph ile beraber son kalan enerjimi de tüketmiştim, acayip kalabalıklaşan ortamda da ayakta duracak bile yer bulunamadığından faniler diyarını terk ederek alt balkondaki yerimi aldım. Karanlık ve ışıksız ortamda mayışarak divanlardan birinin üzerine uzandım. Bu nedenle sonraki grup Melatonin’i pek de dikkatle izleyemedim. İstanbul’lu grup Thrash etkili Heavy Metal icra ediyor. Sound yine göçüktü ama seyirci mutlu görünüyordu. Bana orta karar gibi göründüler, ama dediğim gibi pek de sağlıklı bir yorum yapamayacağım çünkü çoktan uyuklamaya başlamıştım.

 

İkinci kez sahne almak ilk gün sound faciasına maruz kalan Wykked Witch’e yaradı diyebilirim. Konserden önce bu performansın video olarak grup tarafından yayınlanacağını bildiğimden daha iyi bir performans ve sound bekliyordum. Grup parçalarını bu kez daha iyi bir performansla icra etti. Ancak vokalist İpek’in sesi kısılmıştı ve antibiyotiklerle ayakta duruyordu. İpek’in ilk gün seyirciyle İngilizce olarak temas kurması millette biraz antipati yaratmıştı, bu ikinci konserde ise Türkçe konuşmayı tercih etmesi seyirciyi daha iyi havaya soktu. Ancak bana kalırsa seyirciyi havaya sokan daha çok beleşçilik merakı oldu; İpek konser boyunca yanılmıyorsam 4 T-shirt attı, T-shirt vaatleri verdikçe millet de coştukça coştu. Bir ara seyirciye “yavrularım” diye hitap etti ve millet yarıldı. Genel olarak iyiydiler diyebilirim ancak T-shirtler bittikçe izleyicilerin magandalık iç güdüleri de kabarmaya başladı.

 

Bu arada balkonun demirliklerine dayanmış uyuklamaktayken gözüme Utku ve Murat’ın hinlikle gülümseyen yüz ifadeleri çarptı, ne olduğunu sorduğumda bar kısmındaki küt saçlı bayanın Zeki Alasya’nın eski sevgilisi ve Hastane dizisinin seksi hemşiresi Sema Yunak olduğunu söylediler. Elemanlar gidip kendisiyle konuşmuşlar ve gösterdiği soğuk tavır karşısında tüm o “seksi hemşire” imajı paramparça olmuş. Eh, 10'lu yaşlarımızın testosteron pompalayıcısıydı kendisi o vakitler. O iç gıcıklayıcı konuşması ve mini eteğiyle yarattığı görüntü her zaman aklımda kalacaktır. Hatta hastası olduğum bir bölümde Hakkı afrodizyak içip kendisine arkadan yaklaşmıştı ve AARRGGH!... Ehm, neyse, konu nedense çok dağıldı birden, demek istiyorum ki kendisi hala çok güzel, hiçbir değişiklik yok. Ama yok aslında biz ona bir abla gözüyle bakıyoruz artık, o o zamandı yani, o bir rol'dü rol (Yalanını yiyim senin - Kıvanç).

 

Suzan Hemşire’yi bir anlığına unutup backstage’de Wykked Witch’in davulcusuyla muhabbete başladığımda bu kaydın Headbanger’s Ball’un yanı sıra DVD olarak da yayınlanacağını öğrendim. Buradaki seyircinin Amerika’dakinden iyi olduğunu belirtti. Tabi yapılan magandalıklardan habersizdi garibim. Farkında olsaydı imeceyi toplar gelir, İpek’e hareket çekenleri topuğundan kurşunlatırdı. İrlanda göçmeni bunlar. Eleman zaten Sullivan Brothers Sports Center'da takılmış yıllarca. Yani "Haaaayt, Karate!".

 

Vanden Plas sahne aldığında yine demirlere dayanmış uyuklamaktaydım. Ancak festivalin o vakte kadarki en temiz sound’u karşısında kendime geldim ve konseri baştan sona izledim. Elemanlar Progressive Metal yapıyorlar bildiğiniz üzere. Müzikleri gerçekten sağlam. Özellikle gitarist çok iyiydi, tek gitar ile olayı mükemmel idare ederken harmonizer’lı back vokalleri de sounda renk kattı. Gerçekten çok beğenildiler. Aslında grup seyirciyle iletişim kurmak için gayet klasik taktikler kullandı, Türkçe kelimeler kullanmak ve vokalistin Türkiye forması giymesi gibi. Wolf’la beraber backtage’de bu ucuz taktiğe epey güldük gülmesine de millet durumdan gayet hoşnut görünüyordu. Sanırım Vanden Plas da konseri DVD olarak yayınlayacak gruplardan ancak bu konuda emin değilim.

 

Vanden Plas’tan sonra tamamen ayıldım, çünkü festivale gelmek için üçüncü sebebim olan Sodom sahne alacaktı. Cuma günü Angelripper babayı barda oturmuş sarhoş olurken gördüğümde acayip retro bir duygu içimi kaplamıştı, "işte ruh bu" diye geçirmiştim içimden. “Agent Orange” gibi bir Thrash klasiği yapmış bir gruptu Sodom ve Alman Thrash’inin üç önderi arasında en sevdiğim gruptu kendileri.

 

Sodom sahne almadan önce salondaki tansiyon gerçekten de tavana vurmuştu. İnanılmaz bir kalabalık vardı, mekan tıklım tıklımdı. Grup prodüksiyon firmasıyla konserin DVD’sini hazırlamaları için anlaşmıştı ve bu yüzden tarihi bir konsere tanık olacağımı hissediyordum. Önce “M-16” kapağının yer aldığı backdrop asıldı. Soundcheck’in ardından tüm heybetiyle Motorhead T-shirt’lü Tom Angelripper ve silah arkadaşları Bernemann ve Schottkowski sahne aldılar. Bu arada grubun menajeri olduğunu tahmin ettiğim bir abimiz de bir Mini DV ile sahneye gelip seyirciyi çekti.

 

Tek kelimeyle müthiş bir performanstı. Kusursuz çaldılar (bir parçadaki bilinçli bir batırma anı dışında) ve seyirciyle iletişimleriyle olsun, karizmalarıyla olsun, sıcak kanlılıklarıyla olsun, Sodom tek kelimeyle inanılmazdı. Grup “M-16”’dan yalnızca iki parça çalarak klasiklere ağırlık verdi. “Agent Orange”, “Eat Me”, “Outbreak”, “Sodomized”, “Sodomy And Lust” gibi klasikler inanılmaz bir enerjiyle icra edildi. Angelripper baba parça aralarında birkaç yudum aldığı su ve biraları seyirciye veriyor, arada mini DV’yi eline alıp seyircileri çekiyordu. Yıllar yılı grubu Türk düşmanlığıyla suçlayanlar elemanların bize karşı olan bu sıcak tavırları karşısında ne düşünmüşlerdir merak ediyorum. Etrafta bize her yan bakanı düşman bellemekte üzerimize yok.

 

Ve tabi ki seyirci. Sakin bir biçimde balkondan izlediğim konserde seyirci kitlesi inanılmazdı diyebilirim. Özellikle konserin başlarında öyle bir headbang ortamı oldu ki önümdeki görüntü saçlardan oluşan dalgalı bir denizi andırıyordu. Yasak olmasına rağmen durmaksızın stagedive yapıldı. Hatta bir iki eleman kafa üstü çakıldı. Bu agresyonun içinde kavgaların da çıktığını tabi o an için bilemiyorduk. Ve bu arada yine bizlere özgü bir olay gerçekleşti. Birileri Tom Angelripper’a bir peçete uzattı. Tom baba ilk etapta ne olduğunu anlayamadı, sonra kağıttaki parça adını görünce olayı kavradı. Gazinolarda as solistten peçeteye yazmak suretiyle şarkı isteme geleneğini üstün zekalı seyircilerimiz köklü bir Alman Thrash grubuna da uyarladı ya, ne diyebilirim ki, helal olsun! Bu da konserin kültleşecek üçüncü anıydı benim için.

 

Grup bis için geri döndü. “Ace Of Spades”’in harika bir yorumunu çalmış ve son parça “Stalinhagel”’e geçmişlerdi ki bilinmeyen bir nedenden dolayı parçayı kesmek zorunda kaldılar. Hiçbir şekilde devam etmelerine izin verilmedi ve konser doruğuna ulaşamadan biraz buruk sona erdi. Son bir umutla tekrar çalmalarını bekledik ama olmadı. Bundan sonra imza dağıtacakları Rock Station standına üşüşüldü ancak ne gelen oldu ne giden. Havada söylentiler uçuşuyordu. Saklıkent yetkilileri “hadi kardeşim hadi kapıyoruz dükkanı” şeklinde insanları uğurlarken polis ekiplerinin kapıda beklediği dikkat çekiyordu.

 

Sonuçta konserin neden kesildiğiyle ve polislerin neden geldiğiyle ilgili çeşitli söylentiler dolaştı durdu. Benim taze taze ilk duyduğum açıklama Sodom sahnedeyken çıkan kavgalardan birinde, bir bodyguard’ın bir izleyicinin ağzını burnunu dağıttığı, bu çocuğun babasının da savcı olması vasıtasıyla Saklıkent’e ekip arabaları yollayıp konseri durdurduğu şeklindeydi. Kafama yatmadı değil, tabi farklı açıklamalar da yapıldı sonraki günlerde.

 

Ancak her durumda olan Sodom’a oldu. Millet olarak maganda bir yapıya sahibiz ve hangi müzik türüyle ilgilendiğimiz de bunu değiştiremiyor. Sodom yıllar önce ülkemize gelmek istediğinde o dönemki bürokratik engeller problem yaratmıştı ve çalamamışlardı. Şimdi ise belki de bir DVD ile ölümsüzleşecek bu konser bu kez seyircilerin magandalığı sonucunda piç oldu. Ne söylenebilir ki? O ses düzeninde o sahneye çıkıp çalmayabilirlerdi de, ama alçak gönüllü davranıp bunu yaptılar ve anlamsız, kavga meraklısı davranışlar sonucunda belki de Sodom ülkemizde son kez sahne aldı. İki dakika mantıklı davranamayan ve durmadan sağa sola saldıran herkese teşekkürler.

 

Ve biz de evlerimizin yolunu tuttuk. Sonuçta üç gün boyunca bu kadar grubu 25 milyon gibi bir fiyata izlettirdikleri için, ki bu grupların bazıları tabiri caizse gizli kalmış mücevherler tadındaydı, Rock Station ekibine teşekkür ederiz. Görebildiğim en ciddi sorun yazı boyunca da belirttiğim gibi sound’un zayıf olmasıydı, umarım seneye bu konuda daha iyi bir ekiple çalışırlar. Bunun dışında iyi niyetli bir organizasyondu, kendilerini kutluyorum.

 

Orada görüştüğüm herkese de buradan selam ederim, teker teker isim vermeye gerek yok, kendilerini biliyorlar.

 

Cadaverous Condition’a gelince. Elemanlar Türkiye maceralarından çok memnun kaldıklarını ve seneye tekrar gelmek istediklerini belirtiyorlar. Wolf’un bu konuda fanlardan bir isteği var. Seneye Cadaverous Condition’ı tekrar canlı izlemek istiyorsanız lütfen Rock Station’ı mail yağmuruna tutun! İşte adres:

 

[email protected]

 

Umarım okurken sıkılmamışsınızdır ve umarım festival hakkında az çok fikir sahibi olmuşsunuzdur. Maalesef ayrıntıların çoğu aklımdan silindi, elimden şu an için bu kadarı geliyor. Cheers. - Mert.

 

INDEX

 

 

GERİ DÖN

 

Hosted by www.Geocities.ws

1