ALBUM / E.P.


 

AGONY – “Call The Rain”

AMORPHIS – “Far From The Sun”

ANATHEMA - "A Natural Disaster"

ANTIMATTER – “Lights Out”

ANTIMATTER – “Unreleased 1998-2003”

ARCH ENEMY – “Anthems Of Rebellion”

ATANAB – “The Garden Sad Souls”

BETH GIBBONS & RUSTIN MAN - "Out Of Season"

BRUCE DICKINSON – "Best Of Bruce Dickinson"

CACAFONIA PART 1 – Compilation

CADAVEROUS CONDITION – “The Past Is Another Country”

CENOTAPH – "Pseudo Verminal Cadaverium"

DIMENTIANON – “Seven Suicides”

DISASTROUS MURMUR – “… And Hungry Are The Lost”

DISMAL – “Rubino Liquido – Three Scarlet Drops”

ELITE – “Kampen”

FORGOTTEN SILENCE – “Yarım Ay”

FUNERAL – “In The Fields Of Pestilent Grief”

GRANDADDY - "Sumday"

GRIMFORCE – “Circulation To Conclusion”

GROTESQUEUPHORIA – “Euphoric Discordance”

GROTESQUEUPHORIA – “Conquered By Corruption”

GUIDED BY VOICES – “Human Amusements At Hourly Rates”

IMMORTAL – “Sons of Northern Darkness”

IMPETIGO – “All We Need Is Cheez”

INTERPOL – “Turn On The Bright Lights”

IRON MAIDEN – “Dance Of Death”

KATATONIA – “Viva Emptiness”

LAMBCHOP – “Aw C'mon / No You C'mon”

LARS FREDERIKSEN AND THE BASTARDS - “Lars Frederiksen And The Bastards”

LIZ PHAIR - "Liz Phair"

METALLICA – “St. Anger”

MUSE – “Absolution”

NINE INCH NAILS – “All That Could Have Been”

NOFX – “The War On Errorism”

NOVEMBERS DOOM – “To Welcome The Fade”

ORPHANED LAND – “Mabool (The Story Of The Three Sons Of Seven)”

PARADISE LOST – “Symbol Of Life”

Yeni! PJ HARVEY – “Uh Huh Her”

SELF TORTURE – “Mislead”

SEPTIC FLESH – “Sumerian Demons”

SUEDE - "Singles"

SURRENDER OF DIVINITY – “Oriental Hell Rhytmics”

TERROR SQUAD – “The Wild Stream of Eternal Sin”

TINDERSTICKS - "Waiting For The Moon"

THE DANDY WARHOLS – “Welcome To The Monkey House”

THE FLAMING LIPS - “Yoshimi Battles The Pink Robots”

THE RAPTURE – “Echoes”

THE WHITE STRIPES - "Elephant"

TYPE O NEGATIVE – “Life Is Killing Me”

V.A.R. – “Fifteen Years Fast Like Bikila”

VERDIOG SVAOR – “In The Distance”

VIOLET VORTEX – “Lure Elegant”

 


AGONY – “Call The Rain” CD 2003 I.F.A. Records


“Çek Cumhuriyeti” ve “Doom/Death” deyince aklınıza ne geliyor? Şahsen benim aklıma melodik klavyeler, sert (çoğu zaman thrashy) gitar tonları, güzel (çoğu zaman sarışın) ve Türk dinleyicileri tarafından röportaj/mektup yoluyla sarkıntılığa maruz kalacak bir bayan vokalist, brutal ve clean vokaller yapan bir erkek vokalist, çoğu sarışın ve kumral, efendi grup elemanları (en azından birinin saçları “yıllarımı verdim bu piyasaya” tadında dökülmüş olmalı), sağlam bir müzik ve tabi ki clean vokallerde gün yüzüne çıkan aksan problemi. İşte söz konusu Agony bu “prototip”’e tam anlamıyla bir grup. Elime yeni albümleri geçince doğal olarak kritiğini yapmaktan kendimi alamadım. Yıllarımı bu ülkenin Doom/Death gruplarını dinleyerek harcadım ne de olsa, ki Agony de bu gruplardan biriydi. Grubumuzun kökleri epey eskiye dayanıyor. Kendileriyle ilk kez (çoğu Türk dinleyici gibi) Forgotten Silence ile yaptıkları split 7” EP’yle tanışmıştım. Sonra ondan önceki (8 parçalıktı yanlış hatırlamıyorsam) demolarını edindim. Tarz yukarıda da bahsettiğim melodik, dinamik, thrashy Doom/Death’ti. Sonra adını şu an hatırlamadığım bir MCD, ve 1999’da da “Ashes To Ashes, Dust To Dust” adlı bir CD yayınladılar. Söz konusu CD’nin kritiğini yanlış hatırlamıyorsam Dead Comedian # 2’de yapmıştım (bakıyorum… evet, yapmışım). Oradaki müzik genelde orta tempoda seyreden, biraz komplike, melodik klavye destekli bir Doom/Death’ti. Güzel bir albümdü ve zamanında epey dinlemiştim.
Grup bu albümü yayınlamak için harcadığı 4 sene içinde neler yapmış bilmiyorum, ama gördüğüm kadarıyla bu geçen zaman onlara yaramış, zira köklerini kaybetmeden kendilerini geliştirmişler. Öncelikle “Call The Rain”’deki parçalar eskiye göre daha kısa, daha melodik ve her şeyden önemlisi daha hızlı ve enerjik. Klavyeler çoğu yerde melodik yapısıyla gitarların önünde müziği götürüyor. Önceki çalışmalarda dikkat çekici olan bas kullanımı burada da yerli yerinde. Dediğim gibi tempo oldukça yüksek. Parçalarda yer yer oldukça farklı etkiler göze çarpıyor, klavyeler ve vokaller Crematory’i fazlaca çağrıştırırken heavy metalden rock’a kadar birçok farklı etkinin ön plana çıktığını görmek mümkün. Albümde sonlara doğru bir enerji düşmesi görülse de dinlerken sıkılmayacağınız bir albüm olmuş. Beni en fazla rahatsız eden şey clean vokallerde açığa çıkan aksan problemi oldu. Prodüksiyon şu ana kadar grubun sahip olduklarının en iyisi. CD’de “Mad Theatre” başlığı altında, albümdeki “Doom Theatre” parçasının grubun kayıt sırasında çekilen görüntüleriyle bir arada sunulduğu bir de “klip” mevcut, ki grubun kayıtlar sırasında epey eğlendiğini gözler önüne seriyor. Bu albüm grup için bir “kırılma noktası” teşkil eder mi bilemiyorum, ama Agony bence iyi bir iş çıkarmış. 7/10
– Mert.
www.ifarecords.cz

www.agony.dacicko.com

 

INDEX

 


AMORPHIS – “Far From The Sun” CD 2003 Virgin


Daha dün gibi hatırlarım “Tales From The Thousand Lakes”’i ilk dinleyişimi. Folk etkili, atmosferik, melankolik ve ülkeleri gibi buz gibi soğuk bir Death/Doom başyapıtına imza atmıştı Amorphis ve doğal olarak o dönemlerde beni en çok etkileyen gruplardan birisi olmuşlardı. Sonra “Elegy” geldi ve Amorphis, müziğindeki Death Metal etkilerini minimuma indirerek ‘70’lerin Amerikan Progressive Rock gruplarının ve folk müziğin etkilerinin daha rahat hissedilebildiği bir müzik ile tarzını buldu. Alışılması biraz uzun sürse de yine çok iyi bir albümdü “Elegy” ve ‘90’lar Metalinin kilometre taşlarından birisi olarak kaldı zaman içinde.

“Tuonela”’da ise Amorphis kendilerinden beklediğim büyük adımı atamadı. Kendilerine özgü parça yapılarını mükemmelleştirmek yerine girmiş oldukları ‘70’ler Hard Rock takıntısı önlerinde adeta bir engel olarak kalmıştı. “Am Universum”’da Amorphis’in düşüşü devam ediyordu, kendilerinden beklenmeyecek derecede yavan çalışmalar üretmeye devam ediyorlardı. Belki de gün gibi ortada olan ve bu konuda ilk büyük adımı Amerika’ya yerleşmekle attıkları büyük pazara açılma kaygılarıydı kafalarını karıştıran. Bir şekilde büyük denize atılmaya çalışıyorlardı ama bunu nasıl yapacaklarını bilemiyorlardı.

Sonuçta Virgin imdatlarına yetişti ve Finliler böyle büyük bir firmadan ilk albümlerini yayınladılar. “Far From The Sun” sound olarak oldukça modern bir yapıya sahip olsa da Amorphis’in bilhassa “Elegy” dönemindeki parça yazım şekline döndüğü bir albüm olmuş. Ancak “Elegy” gibi baştan sona gücünü koruyabilen bir albüm mü burası tartışılır.

Albümde ilk dikkat çeken şey bunun en iyi prodüksiyona sahip Amorphis albümü olduğu. Sound gerçekten çok güçlü, gitarlar çok sert, yer yer oldukça modern bir havaya sahip, ancak bu temiz soundun içinde Amorphis Hammond orglarını, wah wah’lı sololarını ve hatta sitar kullandıkları kısımları çok güzel eritmiş. Yani prodüksiyon açısından “Far From The Sun” dört dörtlük bir albüm. Ancak modern etkiler bununla da kalmamış, şöyle ki “Evil Inside” parçasının verse kısmındaki riffler ve vokaller Metallica’nın “Load” dönemini fazlasıyla andırıyor. Tabi benzerlikler bu kadarla sınırlı değil, “Killing Goodness” “Black Sabbath”’ın “Children Of The Grave”’ini çağrıştırırken harika kapanış parçasının sonundaki solo Pink Floyd’un “Echoes”’unun unutulmaz gitar melodisine aşırı derecede benziyor, umarım Roger Waters bunu fark etmez, zira Anrew Lloyd Webber’ı Operadaki Hayalet eserindeki “Echoes” arağı nedeniyle yerden yere vurmuş, herifin resmen suyunu çıkarmıştı.

Açılıştaki iki parça “Day Of Your Beliefs” ve “Planetary Misfortune” klasik bir Amorphis taktiği şeklinde başa konulmuş albümün en iyi iki parçası, grubun kariyerinin en iyi parçaları arasına girebilirler. Gerçi grubun kullandığı melodiler bilhassa “Elegy” zamanlarını fazlasıyla hatırlatıyor ama grup daha büyük bir firmayla anlaştıklarını ve ulaşabilecekleri bir sürü yeni potansiyel dinleyici olduğunu düşünerek bu tip melodiler kullanmaktan kaçınmamış. “Far From The Sun” ‘70’ler havası ve folk melodileri ile bu albümün “My Kantele”’si denilebilir. “God Of Deception” modern etkilerin yoğun olarak hissedilebildiği melodik bir çalışma. “Higher Ground”’da sitar kullanımı dikkat çekiyor. “Smithereens” de çok güzel ve soft bir kapanış parçası.

Ancak albümde her şey de güzel değil maalesef. Öncelikle albüm baştan sona gücünü koruyamıyor, yani “dolgu malzemesi” terimini kullanmaktan özellikle kaçınıyorum ama albüm ilk iki parçadan sonra o ışıltılı havasını yavaş yavaş kaybetmeye başlıyor maalesef. Bunda Amorphis’in eskiden olduğu gibi orijinal ve kafa sıyıran melodiler bulmak konusunda kısır döngüye girmiş olmasının da bir etkisi olabilir. Örneğin “Song Of The Troubled One” veya “Against Widows” gibi parçalarındaki adrenalin yükseltici akıl almaz melodilere burada rastlayamıyoruz, rastladığımız birkaç akılda kalıcı melodi de eskileri fazlasıyla çağrıştırıyor zaten. Yani her ne kadar “kötü” tanımını kullanabileceğim pek bir parça olmasa da albümün genelinde standart çok yüksek de sayılmaz, en azından bu grubun eski kapasitesi düşünülürse. Tabi bir diğer neden de grubun müzikal anlamda kendini yenileyememesi, ya da yenileyemeyecek noktaya gelmesi.

Aslında bu kısır döngünün en önemli nedenlerinden birisi şu an ismini anımsayamadığım vokalistlerinin kendini bir türlü geliştirememesi. Hatta bu albümde adam resmen gerilemiş, bu kadar güçlü bir sound ve gösterişli müzikal yoğunluğun içinde vokaller çoğu kez müziğe hiçbir şey katamadığı gibi birkaç armonik kısım dışında tek boyutlu bir görünüm sergiliyor. Amorphis’in şu anki vokalistleri ile çok fazla büyüyebileceğine inanmıyorum, zira her ne kadar gruba özgü bir ses rengi olsa da farklı kullanımlara pek müsait değil.

Sonuçta ilk dinleyişte çok tutmadıysam da Amorphis “iyi” bir albüme imza atmış diyebilirim, hatta “Elegy”’den beri yaptıkları en derli toplu albüm “Far From The Sun”. Yeni pek bir şey sunmuyor ama daha çok eski güzel Amorphis soundunun üstün bir prodüksiyon ile ve ufak modern etkilenimler ile revize edilmiş hali gibi duruyor. Önceki iki albümlerinde benim gibi hayal kırıklığına uğrayan fanların ilgisini çekebileceğine inanıyorum. Gerçi okuduğum kritiklerden albümün pek de beğenilmediğini görüyorum, anlaşılan diğer eleştirmenler benim “Tuonela” zamanında girdiğim sıkılma moduna daha yeni yeni giriyorlar. Umarım “Elegy”’den beri yaptıkları bu en iyi albüm kaşla göz arasında güme gitmez. 7,5/10 – Mert.

www.amorphis.net

 

INDEX

 


ANATHEMA - "A Natural Disaster" CD 2003 Music For Nations


"A Natural Disaster", Anathema'nın Darren White sonrası dönemlerinde yaptığı en karamsar, en içe kapanık albüm, aynı zamanda da kariyerlerinin en kırılgan albümü. "A Natural Disaster"'ın baştan sonra sürüp giden ağır, sıkıntılı ve içe kapanık havasını ve bunların getirdiği duygu çöküntüsünü "kırılgan"dan başka bir kelimeyle tarif etmek sanırım mümkün değil. Aynı zamanda "A Natural Disaster" grubun Duncan Patterson'ın ayrılmasından sonra yaptığı en fazla Duncan Patterson havası hissedilen albümü.
Albümü "The Silent Enigma"'nın hipnotik, sabit motiflerin üzerine örülen parça yapıları ve agresif patlamalarının "Eternity"'deki akustik ve duygusal atmosferler ve grubun son albümlerinde kazandığı son dönem İngiliz Alternative Rock grupları etkilerinin bir birleşimi olarak tarif etmemiz mümkün. Albüm, sound'daki "canlı" havası, gitarlardaki feedback'ler ve dreamy bir hava yaratan çiğ yapısı nedeniyle bana "The Silent Enigma" ve "Eternity" albümlerini çağrıştırdı fazlaca. Ancak görülebilen bir farklılık var, bu da Danny Cavanagh'ın sololarının oldukça geri plana düşmüş olması, hatta albüm boyunca Danny'nin karakteristik sololarına çok az rastlıyoruz denilebilir. Albümün davul - bas - gitar kısımlarında geçerli olaan akustik hava araya giren loop'lar ve atmosferik ambient klavye bölümleriyle desteklenmiş. Vincent'ın vokalleri gerçekten gelişimini tamamlamış, müziğin hiddetlendiği bölümlerde yine eski tadını verse de özellikle ağırlaştığı kısımlarda "Coldplay" dedirtiyor.
"A Natural Disaster"'da çok hüzünlü, adeta ölüm kokan bir hava hissediliyor. Dediğim gibi albümde "The Silent Enigma" vari bir biçimde tekrarlar mevcut, daha doğrusu, temelindeki belirli bir motif üzerine örülmüş, bu motif üzerinde yavaş yavaş gelişen ancak ana melodinin ekseninden uzaklaşmayan hipnotik parçalar göze çarpıyor. Albümde birleşik olarak karşımıza çıkan "Balance", "Closer", "Ar You There?" bu yapıya iyi birer örnek. "Flying", "Eternity" günlerinden fırlamışa benzeyen bir ballad, "A Natural Disaster" ise bayan vokalli, hafif trip hop havasında bir çalışma. "Childhood Dream" nefis bir akustik çalışma. Albümün benim için en ilgi çekici yanı ise "Pulled Under At 2000 Meters A Second" ve "Violence"'daki "A Dying Wish" ve "Restless Oblivion" parçalarını anımsatan kaotik, agresif yapı; gerçekten hoş bir sürpriz ve albümün geri kalanına oldukça iyi uyan bölümler oldukları söylenebilir. Aslında bu albümde "The Silent Enigma"vari bir bütünlük söz konusu, yani o albümdeki "Cerulean Twilight" ve "Nocturnal Emission" gibi birçok çalışma belki tek başlarına çok güçlü olmasalar da albümün bütünlüğü içinde hiçbir biçimde yadırganmazlar, buradaki parçaların birçoğu da Anathema'nın en iyileri arasına giremeyecek çalışmalar olsalar da albüm içinde sırıtmıyorlar.
Ancak albümün bence problemi de burada ortaya çıkıyor. "The Silent Enigma" ve "Eternity" gibi albümlerde olup da "Alternative 4" sonrasında Anathema'nın her albümünü öyle ya da böyle etkileyen ufak ama önemli bir problem: Albümler güçlerini sonuna dek koruyamıyor. Yani söz konusu Patterson'lı üç albüm adeta giriş-gelişme-sonuç bölümleri şeklinde kağıt üzerinde önceden tasarlanmış havası sergilerken sonradan gelen bu üç albüm bir şekilde büyülerini yitirmeye başlıyorlar. Ben Darren Patterson'un eksikliğinin en fazla bu noktalarda hissedildiğini düşünüyorum, zira kendisi Roger Waters hayranıdır ve bilindiği gibi Roger Waters albümlerini her zaman bu şekilde KURGULAR ve ondan sonra kaydeder. Eğer Patterson albüme manevi bir biçimde yani en azından albümün inşa edilmesinde fikir olarak katkıda bulunsaydı daha iyi bir "A Natural Disaster" ile karşılaşmamız mümkündü.
Diğer yandan hala grubun Pink Floyd'a benzer müzik icra ettiği konuşuluyor ki yıllardır Pink Floyd hastası olan ve albümlerinin her birini deşmiş birisi olarak bu tip müzikal bir benzerlik bu albümde pek gözüme çarpmıyor. Yani grubun Floyd'dan etkilenmesi onların melodilerine benzer melodiler kullanmasını gerektirmiyor. Özellikle de "günümüzün Pink Floyd'u" gibi ithamları anlayamıyorum, yani bir grubun müzikal olarak Floyd'u andırması da zaten onu günümüzü Floyd'u yapmaz, bir grubun "günümüzün Floyd'u" olabilmesi için, '70'lerde Floyd müzik dünyası için neyse, o grubun da günümüz için o olması gerekir: deneysel, yenilikçi, düşünsel olarak derin!!! Anathema her ne kadar albümlerinde kendini yenilemeyi müziğini modern etkilerle karıştırarak sağlasa da asla Floyd gibi her albümünde radikal değişimler geçirecek, her albümde müziğine ve müziğe yeni açılımlar getirecek ve en önemlisi her albümünde düşünsel açıdan inanılmaz derinlikli, defalarca incelenip farklı farklı okunabilecek albümler üreten bir grup değil. Kabul, Danny'nin bilhassa Judgement'taki soloları Gilmour özentisi ve kabul, grubun vokallerin yankılanması gibi fikirleri temelde Waters'tan arak, ama bunlar bu derece büyütülecek şeyler de değil. Bu albümde ise garip gelebilir ama en fazla Floyd etkisi "Pulled Under At 2000 Meters A Second" parçasının girişindeki bas tonlarında ("Sheep" vari) ve nakaratındaki vokal kısımlarında (ki Floyd'un "Sheep" parçasının verse kısmının vokallerine "aşırı!" derecede benziyor) ve "Violence"'ın sonlarındaki yumuşak kısımlardaki bariz "Cluster One" etkili bölümlerde ortaya çıkıyor. Anathema'yı en köklere dönük bu iki parçasında Floyd etkilerini çömez Floyd dinleyicisi Anathema fanlarının fark edemeyeceği derecede iyi eritebildiği için kutlamak gerek derim ben.
"A Natural Disaster" Patterson sonrası dönemin en fazla beğendiğim Anathema albümü oldu, ve bu son 3 albüm arasında belki de bir bütün olarak en güçlü olanı, ancak yine de eski, rüya gibi günlerinden biraz uzağa düştüğü de bir gerçek… 7,5/10
- Mert.
www.anathema.ws

 

INDEX

 


ANTIMATTER – “Lights Out” CD 2003 Prophecy Productions


Duncan Patterson’ın eski arkadaşı Mick Moss ile beraber kurduğu bu Anathema sonrası grubunun ikinci stüdyo albümü bize müzikal bakımdan oturmuş bir Antimatter sunmakla kalmıyor, ayrıca Patterson’a kalsaydı Anathema’nın gidişatı nasıl olurdu bunu da az çok gösteriyor.

“Lights Out”’u ilk albüm “Saviour”’dan ayıran birçok nokta var. Öncelikle bu albümün prodüksiyonu genel anlamda “Saviour”’dan daha başarılı. Bunun yanında Patterson ve Moss’un besteleri bu kez birbirinle çok daha uyumlu bir birliktelik sergiliyor, hatta albüm bir konsept albüm gibi işliyor bile denilebilir. Mick Moss’un vokalleri belirgin bir şekilde daha yoğun kullanılmış, ki bu görebildiğim en olumlu değişikliklerden biri. Ancak en önemli farklılık sanırım bu albümde parçadan parçaya değişim gösteren müzikal eğilimlerin eklektik bir bütünlük oluşturması ve bu eklektik yapının içinde “Saviour”’da az çok hissedilen pozitif duyguların burada tamamen silinmiş olması. “Lights Out” gerçekten çok karamsar bir albüm.

Albüm trip hop tadındaki isim parçasıyla açılıyor. Albümün en karanlık ve ağır çalışmalarından biri, Patterson’ın female vokallerle düet halinde fısıldayan sesi, nefret ve kin yüklü liriklerdeki duyguyu odanızın havası içine yayıyor adeta. Albümdeki Patterson parçalarında Anathema günlerinin etkisi büyük ölçüde hissedilse de (bilhassa akustik gitar partisyonlarında), oradaki karanlığı birkaç adım ileri götürmüş olduğu da bir gerçek. “Reality Clash”’deki keyboard motifi “The Silent Enigma”’nın “Alone…” parçasını fazlasıyla anımsatsa da burada artık nihilizme varan karamsar bir yoğunluk hissediliyor. “Expire” Patterson’ın “Anathema on Portishead” çalışmalarından birisi. Kapanıştaki enstrümantal “Terminal” girişteki kırılgan akustik tınıları ile “Eternity” tadı veriyor.

Mick Moss parçaları ise ilginç bir biçimde Floyd etkisinin daha yoğun hissedildiği parçalar olarak göze çarpıyor. Daha kolay dinlenebilir parçalar olsalar da, Mick Moss burada daha farklı parça yapıları denemeyi ihmal etmemiş. Son derece melankolik “Everything You Know Is Wrong” nakaratındaki vokallerde Anathema tadı verirken keyboard solosu Pink Floyd’un “Dogs” parçasından alınmış gibi duruyor. Kapanıştaki katatonik bas tınıları ise Waters’ın “Careful With That Axe, Eguene”’den beri kullandığı bir motif. Zaten liriklerde de “The Thin Ice” parçasına bir gönderme var, bu da fark edilebiliyor. “The Art Of Soft Landing” eğer Anathema Patterson’ın önderliğinde çalışsaydı nasıl bir hal alırdı bunu gösteriyor adeta. İşin ilginç tarafı bunların Moss’a ait çalışmalar olması. “In Stone” albümün en güçlü çalışmalarından biri. Alaycı ve iğneleyici sözlerinin hüzünlü tınılarıyla yarattığı bütünlük çok hoş.

Albümde bir bütün olarak en yoğun olarak hissedilen şey karamsarlık ise müzikte görülebilen eğilim de minimalistik düzenlemeler oluyor. Patterson’ın “Eternity”’deki o çok layer’lı sound’u terk etme eğilimi “Lights Out”’da artık doruğa ulaşmış durumda. Sound çok sade ve gösterişsiz. Bu da çok daha solgun bir atmosfere ulaşılmasını sağlamış. Ayrıca dikkat çeken diğer bir şey gitar kullanımının iyice azalmış olması. Akustik gitarın yanında albüm boyunca çok az da olsa distortion’lı kısım dikkat çekiyor, ancak Antimatter’ın özellikle Patterson parçalarında klasik Rock kalıplarından uzaklaştığı bir gerçek.

“Lights Out”’da pek bir kusur göremiyorum, ancak daha gösterişsiz yapısıyla büyük, anthem-vari parçalara ilgi duyan fanları hayal kırıklığına da uğratabilir. Bu bir atmosfer albümü ve bir bütün olarak dinlendiği vakit çok daha etkileyici oluyor.

Bunun yanında minimalizm eğilimi kapakta da kendini gösteriyor ancak ne yalan söyleyeyim, ben daha farklı bir ön kapak seçerdim şahsen. Bu hem fazla basit hem de yapay bir görünüm veriyor.

Her ne kadar birbirinden farklı iki ayrı sound da olsa, eğer Patterson’a kalsa Anathema’nın nasıl bir yön izleyeceği “Lights Out”’da görülebiliyor: Daha minimalist bir Doom Rock. Gerçi Antimatter’ın soundunun bırakın Doom’u artık Rock ile bile ilgisi azalmış durumda, bir çok farklı etkinin tek bir potada eritildiği, belki de Patterson’ın dediği gibi “Dark Ambient Rock” olarak tanımlanabilecek bir sound buradaki. Karanlık, soğuk, melankolik ve klişelerden uzak bir müzik dinlemek isteyenler “Lights Out”’ı kaçırmasın. 8,5/10 – Mert.

http://antimatter.free.fr/uk/Site%20Files/HomeFrameset.htm

 

INDEX

 


ANTIMATTER – “Unreleased 1998-2003” CD 2003


Aslında bu elle tutulur bir biçimde yayınlanmış bir ürün değil. Patterson ve Moss 5 yıllık bir dönemde ellerinde biriken yayınlanmamış kayıtları “fazlasını” arzulayan fanlara ulaştırmak istemişler ve bu 16 parçayı Duncan Patterson’ın dizayn ettiği ön ve arka kapaklar ile beraber official bootleg modunda websitelerine koymuşlar. Yani 75 dakikalık bu albüm MP3 formatında grubun sitesinden bedavaya indirilebiliyor, bu da kesinlikle takdir edilesi bir davranış, büyük gruplar rare kayıtlarını büyük paralar karşılığı özel setler içinde fanlara kazıklarken Antimatter tüm bu parçaları bedavaya sunuyor.

Öncelikle belirtmem gerekir ki Antimatter’la tanışmak için ilk durağınız bu albüm olmamalı, yerinizde olsam bunu dinlemeyi en sona bırakırdım zira burada normalden de daha minimalist bir Antimatter çıkıyor karşımıza. Burada “Saviour” öncesindeki demolarından üç, “Lights Out” öncesindeki demolarından iki parça ile beraber iki “Lights Out” ve dört “Live at K13” outtake’ine yer verilmiş. Demo kayıtları yukarıda yazdığım “daha minimalist” tanımına uyuyor, özellikle eski demo kayıtları daha kirli bir sounda sahipken son dönem demolarının daha profesyonelce hazırlandığı dikkat çekiyor. “Lights Out” outtake’leri ise “In Stone” ile “The Art Of Soft Landing”’in akustik versiyonları. “Live at K13”’e alınmayanlardan ise en çok Pink Floyd cover’ı “Nobody Home” ve “Far Away” dikkat çekiyor. Bildiğiniz gibi bu kayıtlarda Danny Cavanagh da mevcut. Bunların yanında 2003’de Almanya’da canlı kaydedilmiş 3 parça (ki biri Dead Can Dance’den “Black Sun” cover’ı), “Holocaust”’un remixi ve grubun bu compilation için özel olarak kaydettiği “Lost Control”’un akustik versiyonu da mevcut.

Çalışmada en çok “Far Away” ve “Lost Control” gibi iki Anathema parçasının Antimatter yorumları dikkat çekiyor. Mick Moss’un ses renginin parçalara daha güzel gittiğini düşünüyorum şahsen, daha koyu bir ton getiriyor. “Nobody Home”’da ise vokal performansı tabi ki Waters’ın seviyesine ulaşamıyor ama bence gerçekten güzel bir seçim olmuş.

Söylenecek çok bir şey yok. Çok güzel bir compilation ve Antimatter’ı daha da yalın bir şekilde dinlemek için büyük bir şans. Yapmanız gereken şey bunu vakit kaybetmeden indirip daha sonra da Antimatter’a alçak gönüllülüğü için teşekkür etmek. 8/10 – Mert.

 

INDEX

 


ARCH ENEMY – “Anthems Of Rebellion” CD 2003 Century Media Records


Geçtiğimiz sene Maiden’la beraber Avrupa’yı turlayan NWOSDM beşlisini bundan böyle kolay kolay kimse durduramayacak gibi görünüyor. “Anthems Of Rebellion” sağlam bir Melodic Swedish Death Metal örneği ve grubun en üstün çalışmalarından birisi, anlayacağınız Amott biraderler ve kankaları yine iyi iş çıkarmışlar.

Aslında albüme baktığımızda müzikal anlamda büyük bir yenilik ya da ekstra bir olay göremiyoruz ama müzik bir şekilde insanı etkisi altına alıveriyor. Buradaki müzik hafif Taetre-vari bir şekilde yoğun Thrash Metal etkisine haiz, aynı zamanda Hard Rock kokan nefis soloları da unutmamak gerekiyor tabi ki. “Silent Wars”, “End Of The Line” gibi parçalar türün tipik ve çok güzel birer örneği. “Dead Eyes See No Future”’da Sepultura-vari benzeri kafa kırıcı davul atakları ile klavye destekli duygusal rifflerin müthiş uyumu, “Dehumanization”’daki müthiş clean vokaller dikkat çekiyor. “We Will Rise” ise neredeyse son dönem Septic Flesh duygusallığına ulaştıkları bir çalışma.

Kısacası ortada bu türün çok iyi bir örneği mevcut. Grubun vokalisti Angela Nathalia Gossow inanılmaz bir sese sahip, bu tarz bir grupta gördüğüm en iyi seslerden birisi ve dinlerken söyleyenin bir kadın olduğuna inanmak çok güç, gerçekten çok yırtıcı ve güçlü bir sese sahip ve albüm boyunca bunu çok yaratıcı şekillerde kullanıyor. Bu arada belirtmem gereken diğer bir şey de clean vokallerin female vokal olmaması, bence bu güzel bir seçim olmuş.

Aslında albümle ilgili negatif bir nokta arıyorum ve bulamıyorum, her şey kusursuz, steril ve belki olsa olsa tek sorun da bu! Yani bu türün grupları prodüksiyon bakımından bana git gide daha plastik görünmeye başlıyorlar, insan biraz daha kusurlu, biraz daha “insani” şeylere özlem duymaya başlıyor bu kusursuz prodüksiyonlar karşısında. Türün fanları için farz kesinlikle, bunun yanında modern ve sağlam bir Metal albümü dinlemek isteyenlere de her daim tavsiyemdir.

Ama nedendir bilmem, Autumn Leaves’in “As Night Conquers Day”’inden beri hiçbir NWOSDM albümü beni yeterince heyecanlandıramadı. Bu da aradan bir reklam olsun. :) 8/10 – Mert.

www.archenemy.net

 

INDEX

 


ATANAB – “The Garden Sad Souls” CD 2001 Gloomy Magazine


Kolombiya’dan kaydı bir Opera IX’nın eski kayıtları kadar sallama ama bir onlar kadar da tuhaflıkta orijinal ve buram buram okült kokan karanlık albümleriyle bu grup bana bayağı ilginç anlar yaşatıyor dinlediğim zamanlar!!! Psychedelic damarınız kabardığı ve ancak değişik tatlar aradığınız zaman sokulun bu albüme, yoksa kılı kırk yarsanız bile bir haz alamazsınız bu baldırı çıplak Güney Amerikalılardan, GSMH’ları binlerce dolara vuran kuzeylilere nazaran… Sadece tek başınıza dinleyebileceğiniz bir CD olduğunu da unutmayın, yani böyle şeyler dinlediğiniz zaman Tanrı bile sizi terk edip gider… Bence çok güzel ama baştan söylemedi demeyin, veletseniz ve/veya bakireyseniz asla sokulmayın!!! Şakayı bir yana bırakırsak bu albümden bir halt anlayabilmeniz için açık görüşlülükte epey bir yol kat etmiş olmanız, 40 fırın ekmek niyetine dünyanın bilumum iyi-kötü kayıtlı amatör-pro demolarını silip süpürmeniz gerekiyor… 6/10 – Korhan.
c/o GLOOMY ZINE A.A. 1310 CALI. COLOMBIA SOUTH AMERICA

 

INDEX

 


BETH GIBBONS & RUSTIN MAN - "Out Of Season" CD 2003 Go Beat


Gerçi Portishead vokalisti Beth Gibbons'ın bu ilk solo(msu) albümünün yayınlanmasından bu yana 1 yıldan fazla süre geçti, ancak bunun farkında olmayanlar olabilir. Portishead'ın şu ana kadar yaptığı iki stüdyo albümünü de sevmeme rağmen, açıkçası hiçbir zaman grubun hayranı olmadım. Bunda, yaklaşık 10 yıl kadar önce grupla tanışmama vesile olan ilk şarkıları, itici "Numb"ın da etkisi olabilir pekâla. Gerçi daha sonra ilk albümleri "Dummy"i dinleyince "Numb"a katlanmayı ve hatta alışmayı bile öğrenmiştim. Kendi adlarını taşıyan ikinci albümlerini ise "Dummy"den bile daha çok sevmiştim.
Portishead'ın adeta yılan hikâyesine dönen 3. stüdyo albümü, aradan geçen 7 yıla rağmen hala yayınlanmış değil. Beth Gibbons belli ki bu süre içinde solo albümüne yoğunlaşmış ve oldukça kişisel bir eser çıkartmış ortaya. "Out Of Season"da Beth Gibbons'a eşlik eden Rustin Man adlı abi ise, Talk Talk basçısı Paul Webb'den başkası değil.
Albümden beklentim pek yüksek değildi, bu yüzden beğendiğimi söyleyebilirim. Ancak Portishead albümleri kadar etkileyici ve başarılı değil "Out Of Season". Elbette kimileri albüme bayılmış olabilir; ancak "Out Of Season" vasatın üstüne çıkabilen bir albüm, daha fazlası değil.
Beth Gibbons çoğu şarkıda değişik bir vokal tekniği kullanmış, bu da Portishead'a çok yakın bir albüm olmamasını sağlıyor "Out Of Season"ın. Öyle ki, 4. şarkı "Romance"a kadar, bunun modern bir folk albümü olduğuna yemin edebilirdim.
İlk şarkı "Mysteries" etkileyici bir gitar tonuna sahip ve sizi hemen atmosferinin içine sokuyor. Dediğim gibi, klasik bir Portishead bestesinden çok, yeni arayışlara giren ve tek başına da ayakta kalabileceğini kanıtlamaya çalışan bir kadının hamlesine benziyor (Ama yine de Rustin Man'in desteğine ihtiyaç duyuyor olması şaşırtıcı). Albümün en iyilerinden biri, Portishead-vari "Sand River" ile birlikte. "Resolve", insanda Nick Drake, Scott Walker veya Joni Mitchell dinliyormuş gibi bir hava yaratıyor. Şahsen folk müziğini trip-hop'a göre daha etkileyici bulan benim gibi birinin kulağında, bu tip parçalar daha güzel tınlıyor hâliyle.
"Out Of Season", Beth Gibbons'ın Portishead ile olan bağını umursamadan dinlendiğinde etkileyici ve tatmin edici bir yapıt olabilir, ancak bir "Dummy" beklentisiyle dinleyecekseniz bu albümü, hiç kalkışmayın derim ben. 6,5/10
- Kıvanç.
www.bethgibbons.com

 

INDEX

 


BRUCE DICKINSON – "Best Of Bruce Dickinson" DCD 2001 Sanctuary Music


“Kısa, kıllı, İngiliz”. Bruce Dickinson’ın kendini tanımlamak için bir röportajda kullandığı 3 kelime bunlar. Birçok kişi onu “Air Raid Siren” olarak tanımlar. Ben Bruce Dickinson’ı tanımlamak için 3 kelime bulamıyorum, bırakın 3 kelimeyi, adam hakkında sayfalar yazılsa yine de yetmez. O çok yönlü bir müzisyen, mükemmel ve benzersiz bir vokalist, kusursuz bir frontman, harika bir lirik yazarı, fena sayılmayacak bir senarist ve yazar, yetenekli bir eskrimci, konserlere kendi uçağıyla giden bir pilot, ve kim bilir daha neler neler. Böylesine çok yönlü bir adamın, dahası hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olmayan ve sürekli araştıran, yeni şeyler deneyen bir adamın Maiden gibi belirli sınırların dışına çıkmayan bir grupta dayanması mümkün değildi, bize mükemmel görünen “Somewhere In Time” ve “Seventh Son Of A Seventh Son” bile onu tatmin etmemişti. İlk solo albümü “Tattooed Millionaire” kendini ciddiye almayan, hafif ve klişeler üzerine rahatça giden bir Hard Rock albümüydü. Son derece mütevazı yapısı içinde gerçekten güzel bir albümdü. Ama bu ilk solo albüm onu tatmin etmemişti çünkü Bruce yeni şeyler denemek istiyordu. Sonunda 1993’te Maiden’ı terk etti. Geride kızgın bir Steve Harris ve hayal kırıklığına uğramış bir yığın fan bıraktı. Bence Bruce’un ayrılması adeta kısır döngüye girmeye başlayan Maiden için de, sesini kaybetmeye başlayan Bruce için de iyi oldu. Uğruna 3 kez stüdyoya girip 3 kez albüm kaydettiği “Balls To Picasso” Bruce’un kendini aradığı, farklı ve modern bir albümdü. Ancak “Balls To Picasso” da onu kesmemişti, daha yenilikçi bir şeyler yapmak istiyordu, bu kez bir grup kimliği altında yeni elemanlarla çok iyi bir Alternative Metal/Rock albümü olan “Skunkworks”’ü kaydetti. Ortaya sağlam bir albüm çıkarmasına rağmen albümü ne fanlar ne de eleştirmenler beğenmedi. Bruce artık yaptığı müzikle kimsenin ilgilenmediğini düşündüğü bir anda “Balls…”’u beraber yazdığı kankası Roy Z devreye girdi, “Balls…” kadrosuna Adrian Smith’in de eklenmesiyle, Bruce’un kariyeri boyunca geçtiği tüm dönemlerin izlerini taşıyan ve ona yeni kapılar açan taş gibi “Accident Of Birth” ile adeta yeniden doğdu. Ardından gelen “The Chemical Wedding” ise bir başyapıt seviyesindeydi. Neyse olayı uzatmayalım, Bruce’un Maiden’a girmesine hem sevinmiş hem de üzülmüştüm, çünkü Bruce’un sololarını çok seviyordum ve Maiden’da yer alması muhtemelen yeni solo çalışmalar için vakit bırakmayacaktı, öyle de oldu. Konser albümü “Scream For Me Brazil”’dan beri yayınlanan son Bruce çalışması bu Best-of albümü. Ancak Bruce öyle bir best-of albümü hazırlamış ki en "Bruce sevmeyen" adam bile şapka çıkartır. İlk CD’de 2 yeni parça ve 11 klasik yer alıyor. Klasikler özenle seçilmiş, her biri bu CD’deki yerini hak ediyor. Yeni parçalar da gerçekten çok sağlam. Açılıştaki “Broken” Bruce’un son iki solosundaki tarzın bir karışımı gibi, kolay dinlenir, catchy ve sağlam bir parça. Ancak asıl olay “Silver Wings”’te. İddia ediyorum, “Silver Wings” “Brave New World”’de olsaydı "Out Of The Silent Planet" yerine rahat rahat 2. single olurdu. 2000’lerin “Aces High”’ı diyebileceğim hareketli, şahane bir parça, nakaratı da müthiş. Yani Bruce best-of albümü yapmasına karşın kesinlikle sallama yeni parçalar yapmamış, bu parçalar CD’deki diğer klasiklerden aşağı kalmıyorlar. Diğerlerine gelince. İşin açıkçası “Book Of Thel”’in konser versiyonu yerine albüm versiyonunu tercih ederdim. Artı CD sadece 63 dakika sürüyor, yani epey boş yer kalmış ve işin kötüsü bu CD’ye girmesi gereken birçok başka parça vardı, “Son Of A Gun”, “Inside The Machine”, “Inertia”, “Killing Floor” ilk aklıma gelenler. Yine de bunca farklı tarzdaki parçayı bu kadar akıcı bir şekilde bir araya getirdikleri için kutlamak gerek Roy Z ve Bruce’u, doyurucu bir compilation olmuş. Ama best-of'un asıl değerli kısmı bonus CD'si. Bu CD albümü almak için başlıca bir sebep. 13 rare ve yayınlanmamış parçanın yanında Bruce’un tüm bu parçalar hakkında bilgi verdiği bir röportaj da CD’de yer alıyor. Öne çıkanlar “No Way Out”, “Midnight Jam”, “The Wicker Man” (Maiden’ın parçasıyla alakasız) ve “Bring Your Daughter…”’ın orijinal versiyonu. CD’nin sonunda Bruce’un Shots grubuyla yaptığı, kariyerindeki ilk stüdyo kaydı yer alıyor: “Dracula”! Sonuçta iki CD tek CD fiyatına, kapak da çok güzel olunca almak tek kelimeyle farz oluyor. Heavy Metal’in bu belki de en iyi vokalistinin tüm solo kariyerine ve ne kadar farklı tarzlarda başarılı olabildiğine tanık olmak istiyorsanız kaçırmayın. 9/10 – Mert.
www.screamforme.com

 

INDEX

 


CACAFONIA PART 1 – Compilation CD 2001 Butchery Music


Butchery Music Brutal Death & Grind piyasasında Bulgaristan’ı temsil eden bir şirket. Şu ana dek çok fazla bir ürün yayınlamış değiller ancak iyi çalıştıklarını belirtmeliyim. Bu compilation’da Dünyanın dört bir yanından 21 adet Brutal Death ve Grind grubu yer alıyor. Prodüksiyonların büyük bir kısmı oldukça kaliteli, müzikalite de aynı şekilde oldukça yüksek, “sallama” gruplara yer verilmemiş. CD’de Haemorrhage, Inhumate, Nyctophobic gibi önde gelen Grind gruplarının yanında Disinter, Sanatorium, Corpse, Epicedium gibi albüm yayınlamış ve Disinfect, Drain Of Impurity gibi albüm yayınlamamış gruplar yer alıyor. Dediğim gibi tür ağırlıklı olarak Brutal Death/Grind ama arada Toccata & Bulla ve B.M.E.S. gibi hardcore & crust etkisine sahip gruplar da mevcut. Kapak renkli ve grup adresleri ve parçalarla ilgili kısa infolar yer alıyor. 62 dakikalık bu compilation Death/Grind fanlarını hiç şüphesiz ki tatmin edecektir. Şirketin web sitesinden diğer ürünleri hakkında da bilgi edinin. 7/10 – Mert.
www.butchery-music.com

 

INDEX

 


CADAVEROUS CONDITION – “The Past Is Another Country” CD-R 2003 Starry


Röportajda grupla ilgili yeterince ayrıntılı bilgi var, bu yüzden direk olarak kritiğe geçiyorum. Cadaverous Condition’ın Türkiye konseri öncesi bu ülke piyasasına özel olarak hazırladığı bu compilation CD’de grubun ilk albümünden bu sene yaptıkları en yeni kayıtlarına kadar geniş bir zaman diliminden seçilmiş 20 parça yer alıyor. Bir fan olarak öncelikle ilgilendiklerim tabi ki yeni parçalar. Açılışta özel İzlanda CD-R’ında da yer verdikleri “The Once And Future King” ve “Now We Make The Past Undone” yer alıyor. Bu iki parça grubun müziğinin Wolf’un da bahsettiği gibi daha kısa, sade ve vurucu bir hale geldiğinin birer göstergesi. Özellikle ikincisi çok iyi. Yine aynı CD-R’dan alınan “To The Distant Grey” “For Love…” zamanlarını çağrıştırsa da “The Lesser…” ile girdikleri daha sade parça düzenlemelerine gitme yaklaşımlarının da sürdüğünü gösteriyor. Bunların dışında bir de “Tesco Girl” parçasının yeni versiyonu yer alıyor, ortadaki bölüm “For Love…” albümünden “I Love You” parçasından alınan bir kısım ile değiştirilmiş, ben şahsen orijinalini tercih ediyorum. Bu yeni parçaların prodüksiyonu üzerinde çok vakit harcanmamış yani bunlar bir nevi ön kayıt şeklinde, ama sound yine oldukça sağlam. CD’nin geri kalanında ise grubun “şu anki” soundunu ve görüşünü yansıtacak parçalar seçilmiş, “The Lesser Travelled Seas” albümünden tam 8 parçaya yer verilirken debut “In Melancholy”’den sadece iki parçaya yer verilmiş. En sevdiğim albümleri olan “”For Love” I Said”’den sadece “What The Moon Brings” ile, “Tryst” ve “Your And My Dead Stars”’ın yeniden mixlenmiş versiyonlarına yer verilmiş. “Tryst” albümünden 3 parçanın yer alması ve bunlardan birinin en sevdiğim parçalarından biri olan “Wings But No Body” olması da hoş bir sürpriz. Tabi ki kişisel favorilerimden bir çoğu burada yok, örneğin “For Love…” albümünden “A Song For”, “All The Vastness”, “The Ever Bleating Fools” ve “The Lesser…”’den “I Came To Leave”’in de olmasını isterdim, ama sonuçta maksadı konser öncesinde dinleyicinin grubun müziği hakkında bilgi sahibi olmasını sağlayacak bir çalışma olduğunu düşünürsek iyi bir seçki olmuş. Kapak yine çok sade, ön kapakta hoş bir illüstrasyon mevcut. Kapağın içini tüm grup elemanlarının imzalaması da hoş bir ayrıntı. 71 dakikalık bu CD’nin, daha doğrusu Türkiye’nin dandik ekonomik durumu düşünülerek daha fazla kişiye ulaşabilmek için CD-R formatında basılmış bu albümün fiyatı sadece 4 milyon (posta hariç). Tam anlamıyla arşivlik. Türkiye dağıtımını Alternative Distro üstlenmiş durumda. Kaçırmayın! (CD’nin liriklerine buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz) 9/10 – Mert.
www.alternativemag.go.to

www.cadaverouscondition.com

 

INDEX

 


CENOTAPH – "Pseudo Verminal Cadaverium" CD 2003 United Guttural Records


Cenotaph ülkemizin çıkardığı en önemli metal gruplarından birisi hiç şüphesiz. Yaptıkları tarzdan nefret edenlerin bile kendilerini takdir etmesini sağlayan, Dünya'da kendi türlerindeki bence en sağlam çalışmalardan birisi olan "Puked Genital Purulency" gibi bir albüme imza atmış bir grup.
Eğer "Puked..." gibi mükemmel bir albüm yaptıysanız işiniz gerçekten zordur. Bunun nedeni fanların hem onun tarzında, hem de ondan daha iyi bir albüm bekleyecek olmasıdır. Cenotaph için de bu geçerliydi. "Puked..."'nin yayınlanmasının üzerinden geçen 4 senelik sessizlik ve bu sırada yaşanan kadro değişiklikleri, insanlarda yeni albümle ilgili merakı da arttırdı. Ve sonuçta 2003 yılında 3. Cenotaph albümü "Pseudo Verminal Cadaverium" karşımıza çıktı.
Öncelikle Cenotaph bu albümde yukarıda bahsettiğim "beklenti" problemini "Puked..."-2 şeklinde bir albüm yapmak yerine daha farklı bir ucu hedefleyerek, daha doğrusu daha farklı bir sound deneyerek aşmış. Sound genel olarak önceki albümden daha farklı, önceki albümde daha akustik ve bass-heavy bir sound varken bu albümdeki sound oldukça gitar ağırlıklı ve mekanik. Sözgelimi bir önceki albümde baterist Cem müthiş davul partisyonları ile daha ön plandayken bu albümde daha mekanik ve tiz bir davul soundu kullanılmış ve parçalarda öncekilere nazaran daha kontrollü bir brutalite söz konusu. Parçalar en az "Puked..."'dekiler kadar komplike, ancak prodüksiyondaki farklılık bu konuda kulak yanıltıcı olabiliyor. Bunun yanında gruba yeni katılan gitaristler de bence en az Coşkun kadar iyi iş çıkarmış. Bunun haricinde parçalarda eskiye göre daha fazla melodik ve akılda kalıcı bölümler söz konusu. Bunlar parçaların içerisine çok akıllıca yerleştirilmiş. Bunun dışında özellikle albümün 2. yarısındaki parçalar "hiperaktif" ve değişken, son derece varyasyonel yapılarıyla "Puked..." dönemindekileri andırıyorlar, ancak dediğim gibi bu parçalarda daha melodik bölümler mevcut. Örneğin "Goremented Visceral Reality" sürekli değişen yapısı, yükselen agresyonu ve sonundaki mükemmel melodik riffi ile bu bahsettiğim yapıya en iyi örnek. Bunun dışında önceki albümlerden aşina olduğumuz Bülent'in ön planda yer alan basına bu albümde rastlamıyoruz, bu her ne kadar grubun sound’u açısından bir kayıp gibi görünse de albümün genel sound’u içerisinde bu bas ağırlığının biraz "fazla" kaçacağı da gözle görülür bir gerçek. Davullar dediğim gibi daha mekanik sound’lu, ancak Cem'in performansı yine her zamanki gibi mükemmel. Albümde, geçen albümde de olduğu gibi ilk albümlerinden bir parçanın yeni yorumu yer alıyor. Bu kez "Different Dimentional Pervertation" seçilmiş. Her ne kadar bu hali de güzel olsa da bu parça ile yeni parçalar arka arkaya dinlendiğinde grubun müziğindeki ilerleme bariz biçimde ortaya çıkıyor. Albümde tek tatmin olmadığım yan ise çift gitardan bence gerektiği gibi faydalanılamaması. Arada bir farklı gitar partisyonları aynı anda kullanılsa da buna oldukça az rastlanıyor. Bence iki gitar arasındaki karşılıklı etkileşimin arttırılması grubun müziğine daha farklı bir boyut getirir.
Albüm kapağı bu kez bir illüstrasyon. İşin açıkçası gore fotoğraf olayına artık pek sıcak bakmayan birisi olarak bu kapak benim oldukça beğenimi kazandı. 40 dakikalık ve 9 parçadan oluşan albümde bir de multimedia bölüm var. Burada grubun biyografisi, fotoğrafları, diskografisinin yanı sıra Rock Station festivalindeki performanslarının bir video kaydı bulunuyor. Her ne kadar ses pek iyi olmasa da grubun sahne hakimiyetini gösteren, tam anlamıyla "arşivlik" bir kayıt.
Sonuçta albüm bence çok iyi. Dediğim gibi eğer "Puked..."-2 bekliyorsanız sizin için üzgünüm. Ama açık fikirli bir biçimde dinlendiğinde kalitesinin yadsınması imkansız. Tüm death, grind fanları için farz. Hatta tüm Türk metalcileri için farz. Sonuçta 3 harika albüm yayınlayabilmiş, yurtdışında bu kadar tanınan ve de 3. albümlerini türlerindeki en iyi şirketlerden birinden yayınlayabilmiş kaç Türk grubu var ki? Bugün Cenotaph böyle bir albümü Amerikalı sağlam bir UG şirketten yayınlarken ses çıkarmayanlar Allah bilir grup dağılırsa arkalarından "süper gruptu yazık oldu" şeklinde söylenirler. Her zaman olan bir şey değil mi bu zaten? Yiğide hakkını zamanında vereceksin, iş işten geçtikten sonra laf etmenin bir anlamı yok maalesef.
Bu albümü mutlaka alın. 8,5/10
- Mert.
www.unitedguttural.com

www.cenotaph.cjb.net

 

INDEX

 


DIMENTIANON – “Seven Suicides” CD 2003 Paragon Records


Uzun zamandır epey merak ettiğim bir albümdü New York’lu Dimentianon’un bu debut albümü. Grupla Innsmouth Productions adı altında takıldığım günlerde tanışmıştım. O zamanlar The Forgotten adını taşıyorlardı, ben de bizim Türk Forgotten’ın CD-R’ını basmıştım, bu vesileyle vokalistleri Mike benle bağlantıya geçmişti. Bir CD yayınladıktan sonra Dimentianon ismini aldılar. Mike bana grubun 3 parçalık promosunu yollamıştı ve ürettikleri karanlık, çiğ ve yoğun Death/Black Metal’i oldukça tutmuştum, zaten kritiği de demo kısmında halen mevcut. Bir de bunun üstüne albümün adının “Seven Suicides” olacağını duyunca merakım daha da arttı. New York, şiddet ve intihar… Akla tabi ki güzel şeyler geliyor, Carnivore, Type O, Life Of Agony, Taxi Driver, Mean Streets, vs… Doğruya doğru, bu şehirden çıkan sanatçılar eğer bu negatif duygularla ilgili bir şeyler üreteceklerse başka kimsede görülmeyen bir samimiyet ve cüretkarlık ile bu işi gerçekleştiriyorlar. Yani Sentenced’ın intihar temasını artık resmen istismar etmeye başlaması gibi plastik bir hissiyat bu New York’lu elemanlarda hiç hissedilmiyor. Bu da geldikleri yerden kaynaklanan bir durum olsa gerek.

“Seven Suicides” beklediğim gibi bir albüm. Söz konusu promodaki 3 parçanın da yer verildiği albüm Type O Negative’in vahşi ilk albümü “Slow, Deep And Hard”’ın Black/Death’teki karşılığı gibi neredeyse, ki bu benim kitabımda madalya takmaya eşdeğer bir durum. Yani o albümdeki gibi burada da çok çiğ ve kaotik bir müzik söz konusu, her hangi bir estetik kaygı güdülmemiş, elemanlar kayda girip işkence çekercesine içlerini müziğe dökmüşler ve ortaya karanlık, soğuk, çirkin, agresif ve depresif bir albüm çıkmış. Prodüksiyon “S,D & H”’da da olduğu gibi çok çiğ ve kirli, ancak anlayacağınız üzere bu çirkinlik müzikteki depresyonu katlayarak olumlu bir etki yaratıyor. Burada da farklı etkilenimler söz konusu, yani müzik çoğu kez Black/Death sınırlarından taşarak Doomy tonlar içersine gömülüyor, ancak söz konusu olan tabi ki daha Sludgy bir Doom. Müzik varyasyon dolu ve aşırı değişken, albüm ilerledikçe de bu karanlık ve çiğ sound’un içine iyice batıyorsunuz. Bu arada parçalar birbiriyle birleşik ve parça içlerindeki feedback’ler ile olay neredeyse psychedelic bir havaya bürünüyor, yani depresyona hepten gömülüyorsunuz.

Mike vokallerde acıyı, kini ve nefreti fazlasıyla hissettiriyor. Lirikler ise tahmin edeceğiniz üzere manifesto tadında. İntiharsal ve cinayi duygular etkileyici bir şekilde dile getirilmiş, özellikle Type O’nun “Xero Tolerance”’ını anımsatan “A Song For Elisabeth When She Is Dead” kopartıcı. “Soulless Extinction”’da olay pesimizmin dibine vuruyor.

İlginç bir parça da “Brotherhood Of The Seventh Day”. Burada bir ambient müzik eşliğinde bir kız çocuğu bir çeşit chainletter okuyor. Bunu tamamen size bırakıyorum.

Bu arada “intiharla falan ilgili şarkı niye yazıyorlar ki, öldüreceklerse öldürsünler kendilerini” diyenlere de bir cevap verelim buradan. Hangi viking metal grubu gemiyle denize açılıyor? Hangi vampirik black grubu gidip birilerini dişliyor? Hangi kılıçlı kalkanlı power grubu sokakta birinin kafayı kesiveriyor? Hangi tolkien etkili grup sırtında ok ve yayla mr. spock gibi dolaşıyor? Hangi Death grubu kalkıp cinayet işleyip öldürdüklerinin organlarıyla seks yapıyor? Hangi Doom grubu her allahın günü ağlıyor (Doom grupları geyikçi olur bildiğiniz üzere)? Hangi “fuck the cops” diye haykıran HC grubu “fuck the cop” olayına girebiliyor? Vesaire, vesaire, vesaire…

Müzik duyguların ifadesidir, bu duygular bazen kılıçlı kalkanlı bir biçimde “kaçış” tadı vererek icra edilebilir. Bazen de direk olarak kişisel tecrübelerden esinlenerek yazılabilir. Bir insan negatif duygularını müziğe dökme hakkına her zaman sahip, e o halde?...

Sonuçta “Seven Suicides” bu türün gördüğü en depresif, en çirkin ve en acı dolu albümlerden biri. Buradaki acının dozu yanında Sentenced gibilerin “ah, lütfen ben kendimi öldürdüğüm için kusura bakmayın abi, olur mu?” tarzı yapmacık oyunları komedi gibi kalıyor. Ancak baştan uyaralım, bu dozu da herkes kaldıramaz. Gerçi bilirsiniz, derler ya “herkes sevmez bu müziği” diye, çoğu zaman kötü bir şeyi iyi göstermek için söylenir bu, buradaki durum böyle değil. Bu müziği kendinle ilgili her şeyi bir anlık bir sinir patlaması içinde fırlatıp atabilecek, uzlaşmasız, kırık tipler severler, hem de çok severler, diğerleri ise “Seven Suicides”’ı gereğinden fazla kaotik ve çiğ bulabilirler, onların da canları sağ olsun derim. Her halükarda çok güzel, iyi yazılmış bir müzik, muhakkak bir şans verin. Eh, ben zaten o belirttiğim gruba giriyorum yani diğer bir deyişle “siz kemeri kancaya asın ben geliyorum” :)) 8/10 – Mert.

www.paragonrecords.net

 

INDEX

 


DISASTROUS MURMUR – “… And Hungry Are The Lost” CD 2001 Perverted Taste Records


Bu Disastrous Murmur’ı ilk dinleyişim. Elemanlar epey eski ve de köklü Avusturyalı bir Death Metal grubu. Bu albüm bir nevi “come back” albümleri. Lafı uzatmadan konuya girmem gerekirse, “… And Hungry Are The Lost” son yıllarda dinlerken en çok zevk aldığım Death Metal albümlerinden biri. Disastrous Murmur’ın müziği Heavy, Brutal, Agresif ama aynı zamanda da melodik. Tabi buradaki melodiklik asla Gothenburg melodikliği gibi değil, elemanların müziği epey old school bir yapıya sahip ve buradaki melodiklik daha çok “Covenant” dönemi Morbid Angel veya Avulsed tadında. Riffler kesinlikle aşırı komplike değil, ancak akılda kalıcı ve (tabiri caizse) kafa kırıcı. Bir sürü catchy bölüm mevcut, ki bunları aklınızdan atamayacağınızdan emin olabilirsiniz. Grup 3 kişiden oluşuyor ve inanılmaz heavy bir müzik üretiyorlar. Gitar tonları çok sağlam, en önemlisi de davul tonları – tek kelimeyle ezici. Bana bazı yerlerde drum machine kullanılmış gibi geldi yada bateristin mükemmel bir performans göstermesi nedeniyle yanılıyorum, zira tonlar çok iyi. İyi yazılmış davul partisyonlarının müziğe neler katabileceğinin en iyi göstergesi bu albüm olsa gerek. Bateristin tarzını tarif etmem gerekirse, Cenotaph Cem grind’ın Nicko McBrain’iyse bu eleman da Clive Burr’ü sayılabilir, tarzları arasında bu tip bir fark var, umarım anlatabilmişimdir. 47 dakikalık albümde 11 parça yer alıyor ve ilk 5 parça tek anlamıyla yıkıp geçiyor, özellikle “Pigamism Of Remains” ve “Ultimate Masturbation” çok iyi. 8. parçadan itibaren her ne kadar catchy riffler kaybolmasa da albüm az çok kendini tekrar etmeye başlıyor. Bunun sebebi müzikte varyasyonun fazla olmaması, ki albümde müzikle ilgili eleştirebileceğim tek şey de sanırım bu. Belki araya “dinlenme” mahiyetinde Morbid Angel’ın söz konusu dönemlerinde yaptığı gibi bir ambient enstrümantal vs… koysalar albüm daha dengeli olurdu. Prodüksiyon gerçekten sağlam. Albümün en zayıf yanı ise hiç şüphesiz ki kapağı, sonuçta para verip orijinal CD alınca insan doğal olarak “ekstra” bir şeyler arıyor ki bunların başında da başarılı bir kapak çalışması geliyor. Albümün her ne kadar ön kapak resmi orijinal ve hoş olsa da kapağın içi için aynı şeyi söylemek mümkün değil; dizayn fazlasıyla sade, dahası sadece grup fotoları, kayıtla ilgili ufak bir info kısmı ve teşekkür listesi yer alıyor. Bunun dışında bir de şirketin diğer ürünlerinin ve grup merchandise’ının yer aldığı iki sayfa var. Lirikler mevcut değil. Bence böyle sağlam bir albüm için önemli bir eksik, zira birçok kişi kapak olayına önem vermese de kapak “albüm” denilen şeyin bir parçasıdır, ve “albüm” denilen şey bir bütün olarak bir sanat eseri ise onu değerlendirirken tüm içeriği de değerlendirilmeye tabi tutulmalıdır doğal olarak. Kapak müziğin görsel kısmını tamamlar. Bu nedenle Perverted Taste’i böyle sağlam bir albüme böyle zayıf bir kapak yakıştırdıkları için kınıyorum. Ama her halükarda albüm çok sağlam ve bu nedenle yukarıdaki eleştirilerimi es geçip gönül rahatlığıyla alabilirsiniz. Bu sayının en iyilerinden biri. 8,5/10 – Mert.
www.pervertedtaste.de

www.disastrousmurmur.at

 

INDEX

 


DISMAL – “Rubino Liquido – Three Scarlet Drops” CD 2003 Dreamcell 11


Son birkaç yıldan beridir bıkmış olduğum bir tarzı bana tekrar sevdiren grup Dismal oldu. Yani female ve male vokalli, atmosferik, melankolik, hüzünlü, melodik ve yer yer senfonik, klavye ağırlıklı, yavaş, değişken, progresif tatta Gothic Doom Metal. Bu türe verebileceğim hem yabancı hem de yerli örnekler mevcut ama inanın Dismal’ın albümünü dinledikten sonra başka bir grubun reklamını yapmak hiç istemiyorum, zira Dismal’ın bu albümü bu tarzın doruk noktalarından birisi kesinlikle ve bunu dinledikten sonra kolay kolay benzeri başka bir grubun yavan kalacağı bir gerçek. “Rubino Liquido – Three Scarlet Drops” benim için çok hoş bir sürpriz oldu gerçekten.

İsterseniz önce Dismal’ı bir tanıyalım. Elemanlar ’96 yılında daha sonra CD’ye basılan ilk demoları “Our Old Saga”’yı yayınlamışlar. Ancak asıl çıkışları “Fiaba Lacrimevole” adlı ilk albümleriyle olmuş. Grup bu albümle beraber müziğindeki senfonik ve tiyatral etkilenimleri arttırmış. Benim grubun ismini duymamı sağlayan “Dionisiaca” ise 2001’de Beyond… Productions’dan yayınlandı ve çok iyi tepkiler aldı.

Aslında grup bana bu albümdeki sound’u ile tipik bir Romantik ve deneysel İtalyan grubu izlenimi veriyor. Önce The Path, sonra Canaan ve Drastic, Ensoph, Funereum.... Arada Beyond… Prod. patentli oldukça zayıf bir de Blood Stained Host vakası vardı ama sonuçta bu romantik – senfonik – gotik tatta metal yapma konusunda kesinlikle üzerlerine yok, sanırım adamların geldikleri yerden, oranın atmosferinden kaynaklanan doğal bir avantajları söz konusu.

“Rubino Liquido – Three Scarlet Drops” üç bölümden meydana geliyor, ilk iki bölümde dörder çalışma, son bölümde ise bir önceki MCD’lerinin en sağlam parçası “A Venere”’in yeni versiyonu yer alıyor. Müzik dediğim gibi Atmospheric Gothic Doom tarzında ancak grubun müziği birçok açıdan benzerlerine göre fazlasıyla üstün. Bir kere parçalar “senfonik” kelimesinin hakkını fazlasıyla veriyor, her biri lineer olmaktan çok uzak, progresif, değişken ve varyasyonel, kullanılan melodiler, atmosferler estetik bir güzelliğe ulaşıyor. Düzenlemeler bir harika. Elemanların klasik müzik eğitimli olduklarını öğrenmek hiç şaşırtıcı olmazdı gerçekten. Female vokaller bana Drastic’i anımsattı, gerçekten çok iyi bir iş çıkarmış Ae ablamız, ayrıca konuşma vokalleri de Cradle Of Filth dedirtiyor. Male vokaller ise Yearning ile Anathema arasında gidip geliyor. Ritm gitarlar çoğu kez çok yoğun olarak kullanılmamış, müziğe kırılgan bir tat veren piyanonun ve klavyelerin arkasında duvar örmenin ötesine gitmese de arada müthiş sololar da dikkat çekiyor. Albüm konsept ve grup bu konsept havasını güçlendirmek adına parçalarda çeşitli sample’lara yer vermiş, bunun haricinde ağlama ve inleme sesleri My Dying Bride vari bir “erotik hüzün” atmosferi yaratıyor.

Ancak bu çalışmanın en önemli ve en üstün yanına henüz değinmiş değilim. Bilirsiniz, bu tarz gruplar atmosfer vermek için klavyeleri string formatında kullanırlar, belki arada bir keman ve flüt gibi enstrümanlara da cameo tadında yer verirler. Dismal bu grupların birkaç adım önüne geçerek (sıkı durun) gerçek bir orkestra ile çalışmış! Keman, viola ve cellolardan oluşan 14 kişilik bu orkestranın müziğe katkısı tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük, atmosferi tek kelimeyle katlıyor. Bunu dinledikten sonra yapay keyboard string’i kullanan benzeri grupları dinlemek inanın zor gelmeye başlayacak, orkestranın müziğe katkısı çok büyük gerçekten.

Prodüksiyon da oldukça sağlam, grup oldukça ünlü bir prodüktörle çalışmış bu albüm için. Albümde bulabildiğim tek kusur drum machine. Yani böyle grupların eleman bulamamaları nedeniyle bir nevi kaderidir drum machine kullanmak, Dismal da bu soruna takılmış. Her ne kadar tonlar iyi olsa da ve dinledikçe kolayca alışsanız da gerçek bir davul’un da bu müziğe katkısı büyük olurdu, işte o zaman Dismal’ın önüne geçmek mümkün olmazdı.

Sonuçta bu tarzdan hazzetmeyenlerin bile mükemmel müzisyenlik nedeniyle takdir edeceği bir çalışma çıkmış ortaya. Eğer bu tür müzikten baydıysanız muhakkak dinleyin, ilaç gibi gelecektir. Atmospheric Gothic Doom’un doruk noktalarından biri, belki de doruğu. 9/10 – Mert.

www.dismal.it

 

INDEX

 


ELITE – “Kampen” CD 2004 Paragon Records


Aslında bu albüm Korhan’ın uzmanlık alanına giriyor ama kendisi ultra militarist Black Metal konusundaki araştırmalarına askerde devam ettiğine göre eleştiriyi yazmak benim görevim.

Norveç, Black Metal, Pure olanından. Eğer bu cümleyi okuduktan sonra sırıttıysanız bu sayfayı kapatın, ve sağa sola bok atıp insanları tahrik ederek kendinizi birisi gibi hissedebildiğiniz forumunuza geri dönün lütfen, “Nordic Black hehehe” modasına uyan sığ kardeşlerimizden maalesef çok var etrafta bugünlerde çünkü. İnsanımız maalesef iki yüzlü, bundan 5 sene öncesine kadar en abuk subuk Türk Black grupları yere göğe sığdırılamazken her konuda yurtdışını geriden takip ettiğimizden olsa gerek bugün onların 6-7 sene önce yaptığı gibi Nordic gruplarını hafife alma durumu söz konusu. Ben bir müzik türünün dandik ve kendini bilmez gruplar tarafından rezil edilip “cheesy” bir noktaya gelebileceğine inanmıyorum, her şeyde “iyi” ve “kötü”, “bilinçli” ve “bilinçsiz”, “idealist” ve “kaypak” taraflar olabilir, bu müzikte de söz konusu. Ben bilinçli ve idealist bir biçimde icra edilen her müziğe saygı duyarım, umarım bu webzine’i okuyanlar da benim gibi düşünüyorlardır.

Bu negatif paragrafı yazdım çünkü Elite Nordic Black Metal’in “in” olmadığı günümüzde bu müziği son derece köklere bağlı, idealist ve saf bir şekilde icra ediyor ve bu müziğin fanatiklerine sunuyor. Yani bu müzikten para kazanamayacakları gibi “karı kız” da yapamayacaklar, ama bu onların sevdikleri ve inandıkları bu sanatı icra etmemeleri için bir neden değil. Jilet gibi keskin gitar tonları ve distortionlu scream vokallere sahipler ve parçalarını canlı kaydediyorlar. Kapakları kitabına uygun bir biçimde siyah beyaz basılmış. Adamlar die hard yani. İkincisi boktan müziklerini pazarlayabilmek için Nazicilik oynayan gruplara göz dağı verircesine kapaklarına “Elite politik bir grup değildir!” yazıyorlar. Üçüncüsü kapaklarına fotoğraf bile koymuyorlar, yani boktan müziklerinin üzerini imajla kapamaya çalışan çocukların aksine Elite müziğiyle ön plana çıkıyor. Kısacası Elite sanatı sanat için, inanarak icra ediyor, saygı duymayanlar mümkünse çıkarken kapıyı çeksinler.

Plak şirketi bu albümü Norveç’ten yıllardan beri çıkmış en iyi Black Metal albümü olarak tanıtıyor. Gerçekten de bu müziğin asla “ölümüne” bir dinleyicisi olmamama karşın sağlam icra edilmiş Pure Black dinlemekten zevk alan birisi olarak “Kampen”’in bu tarzda uzun zamandır dinlediğim en tatmin edici çalışma olduğunu söyleyebilirim. Buradaki müzik tipik Norveç Black Metali çizgisinde. Benzetme yapmam gerekirse Dark Storm ve Maniac Butcher’ın agresifliğiyle Nargaroth’un atmosferik yüzünün bir birleşimi diyebilirim. Ancak Elite klavye kullanmadığı gibi bu atmosferi de yine keskin gitar tonlarıyla yaratıyor. Parçalar oldukça uzun ve epik. Kapanıştaki 14 dakikalık “Fanget I Vrede” anıt gibi bir çalışma, finaldeki vokaller ve riffler o kadar etkileyici ki bu müziğin zamanında nasıl olup da kitleleri etkisi altına alabildiğini söz söylemeden anlatıyor adeta..

“Kampen” bu müziği dinlemeyi bırakmamış, Nazicilik oynamayan, aklı başında Pure Black fanları için ilaç gibi gelecek, hayatının belirli bir döneminde Pure Black dinlemiş ve zevk almış herkesi de etkisi altına alacak 54 dakikalık karanlık ve acı dolu bir yolculuk sunuyor. Her gün dinleyeceğim bir şey değil, ama kaliteli bir sanat eseri her zaman kaliteli bir sanat eseri olarak kalır ve diğerlerinin arasından sıyrılarak kendini dinletmesini her zaman becerir. İşte “Kampen” öyle bir albüm... 8/10 – Mert.

www.paragonrecords.net

 

INDEX

 


FORGOTTEN SILENCE – “Yarım Ay” 7” EP 2002


Tembelliğim yüzünden gecikmiş bir review, kusura bakmayın. Forgotten Silence ile ilgili ne gibi bir giriş yapabilirim bilemiyorum. Underground’da gördüğüm en benzersiz, en kaliteli, en derin gruplardan birisi bu Çek Cumhuriyetinden gelen manyaklar. 10 senelik geçmişlerine üç müthiş albüm, bir full lenght demo ve her albümden önce yayınladıkları 4 adet 7” EP sığdırdılar, ki bunların tümüne sahip olmak bana gurur veriyor. İlk başlarda deneysel bir Doom/Death icra eden grup, gitaristleri Medved’in Thrash manyaklığı, bas/vokal Krusty’nin de Progressive Rock hastalığı nedeniyle müziklerindeki farklı türlerden etkilenimleri gün geçtikçe arttırdı. Dahası her seferinde Krusty’nin duygularına güvenerek seçtiği bir de konsept belirleyerek anıtsal çalışmalar ortaya koydular: Atmospheric Doom ile Progressive Death/Thrash arasında sınır tanımaksızın gezindikleri ve “The House Of Spirits” romanı ve filminden esinlendikleri “Thots”, liriklerin artık mükemmelleştiği bir atmosfer başyapıtı ve Tarkovski’nin “Stalker”’ından aşağı kalmayan ruhani bir yolculuk olan double “Senyaan” (kafası kaldırmayanlar uzak dursun) ve son olarak Krusty’nin Mısır’a olan yolculuğundan esinlenerek Mısır’la ilgili yazdıkları “Ka Ba Ach”.

“Senyaan”’ın grubun doruğu olduğunu ve onu kolay kolay aşamayacaklarını düşünüyorum, keza “Ka Ba Ach” da harika bir albüm olmasına rağmen gerek seçilen daha mütevazı parça anlayışı, gerek de daha kısa süresi ile “Senyaan”’ın hafif gölgesinde kalmıyor değildi. Ancak beni heyecanlandıran bir şey vardı o da Krusty’nin 2002’de Türkiye’yi ziyarete gelmiş olmasıydı. Krusty duygusal bir eleman ve yukarıda bahsettiğim gibi Mısır’a yaptığı geziden yola çıkarak “Ka Ba Ach”’ı yazmıştı. Kendisi Türkiye gezisinden de çok etkilenmişti, yeni albümlerini Türkiye üzerine yaparlar mıydı acaba? Cevap: Evet! Grup yeni albümlerinden önce piyasaya sürmeye adet edindiği plağına Türkçe bir isim verdi ve plağı Türkiye Underground’ına adadı.

“Yarım Ay” diğer 45’liklerine göre daha farklı ve daha özel, zira bu bir split değil. “Yarım Ay” aslında 16 dakikalık (yani 45 rpm’de değil 33’de çalacaksınız) ve 3 bölümden oluşan tek bir parçadan oluşuyor ve bu parça doğal olarak fade out’lanarak ikiye bölünmüş durumda. “Yarım Ay”’da göze çapan en büyük farklılık müziğin genel olarak Metal’den uzağa kaymış olması. Grup kadro problemleri nedeniyle baterist bulmakta zorlanmış, ve onlar da bu kadroyla bir şeyler yapalım demişler ve ortaya perküsyon destekli, akustik ağırlıklı, folky ancak hala son derece progressive, atmosferik, duygusal ve her şeyden önemlisi “Forgotten Silence” bir çalışma çıkmış. İlk göze çarpan şey Hanka’nın vokallerinin ağırlıklı olarak önde gitmesi oluyor, ancak Krusty de arada brutalleri ile destek vermeyi ihmal etmemiş. Çalışmada diğer bir farklılık Cello kullanılmış olması. “Yarım Ay”’da bizim için en dikkat çekici şey ise tabi ki Türkçe bölüm isimleri! “Göl”, “Caminin Üzerindeki Sabah Ayı”. Üçüncü kısım ise Yes’in “Onward” parçasının “Yarım Ay” içinde eritilmiş hali denilebilir. Diğer iki bölüme baktığımızda sözlerin İngilizce olduğunu görüyoruz ama grup kapağa sözlerin Türkçe ve Çekçe çevirilerini koymayı da ihmal etmemiş. Sözlerde ise dediğim gibi Türkiye’den ve buradaki atmosferden etkilenilmiş. Ancak Krusty zannetmeyin ki “Cami ne güzel cami, ağaçları felan var çok güzel tarihi bi mekan, hastası oldum” veya “Osmanlı ne güzel eserler bırakmış bu güzel memlekete, 1456 yılında…” vs… gibi turistik ve iki boyutlu sözler yazmış! Elemanın yaptığı şey daha çok ruhani arayışını hayali “Senyaan”’dan (daha doğrusu kendi içinden) ve Mısır’dan sonra Türkiye’nin atmosferi içinde sürdürmek. Sözlere de o anki hislerini yansıtmış ve bu da lirikleri dinleyicinin dipsiz bir kuyu gibi kendini içinde kolayca kaybedebileceği derin bir platform haline getiriyor.

Müzikal açıdan çok iyi olan bu çalışmanın görsel kısmı da harika. Bir kere kapak renkli ve ön tarafta çok güzel bir cami fotoğrafı, arkada da gruba özgü bir illüstrasyon var. Plak iki versiyon olarak hazırlandı, ilki bildiğimiz siyah plak, diğeri ise bir Picture disc! Gördüğüm en güzel Picture disclerden birisi, ön yüzünde siyah versiyonunun stickerındaki şehir görüntüsünün nefis renkli bir versiyonu varken arka tarafında ise yukarıda sözünü ettiğim illüstrasyon yer alıyor. Plak fetişistlerine her iki versiyonunu da almalarını önem veririm, ben öyle yaptım şahsen.

Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız ve Underground’a gönül verdiyseniz, size adanmış olan bu plağı edinmek sizin için bir ödev olmalı. İster çerçeveletip duvara asın, ister dinleyin, ama bu plak evinizde olmalı! Bu arada yakın bir zamanda “Yarım Ay” MCD olarak da (bonus bir parçayla birlikte) basılacak, bunu da aradan bildirelim. Grubun kadrosunda ise şu an gitarist Biggles ve female vokal Hanka yer almıyor, 4 kişilik bu yeni kadroda klasik bas – gitar – klavye – davul formatına geri dönülmüş, bu elemanlarla üretecekleri yeni albümlerini de merakla bekliyoruz. 9,5/10 – Mert.

http://fs.redblack.cz

 

INDEX

 


FUNERAL – “In The Fields Of Pestilent Grief” CD 2003 Nocturnal Music


Bas/vokalleri Einar'ın ölümünün ardından Funeral'ın bir daha albüm yapması biraz zor görünüyor. Norveç'in (bence) çıkardığı en sağlam gruplardan biri olan, aynı zamanda "Tragedies" gibi bir Doom Metal klasiğine imza atan grubun şansı bir türlü yaver gitmedi. 1995'ten beri yayınladıkları ilk yasal çalışma bu albüm. Tarzları epey değişmiş. Yani tabi söz konusu müzik yine Doom Metal, ancak "Tragedies"'deki ultra yavaş ve monoton yapı söz konusu değil. Buradaki müzik daha çok İngiliz Doom'una yakın. My Dying Bride, eski Anathema, vs... ancak burada bahsi geçen grupların aksine sadece soprano vokaller mevcut (bir parça hariç). Bayan vokaller "Tragedies" dönemi kadar duygusal değil, daha operatik, şahsen ben eskisini tercih etsem de buna da hayır demem mümkün değil. Müzik eskisine göre daha melodik, daha değişken, ve eskisi kadar olmasa da oldukça karanlık. Melankoli yine hüküm sürüyor anlayacağınız. Albümde biri kısa enstrümantal olmak üzere 10 parça mevcut ve 55 dakika sürüyor. Parçaların tümü belli bir kalitenin üstünde, ancak benim favorim sadece erkek vokal kullanılan 9. parça oldu. Einar'ın bu parçadaki vokalleri tabiri caizse Andrew Eldritch'in ölüsü gibi. Kesinlikle vokal tekniğini fazlasıyla geliştirmiş ve albümde onun vokallerinin daha fazla kullanılmasını isterdim. Sonuçta ortada başarılı bir Doom Metal albümü var. İkinci bir "Tragedies" değil, onun kadar orijinal de değil, ama sağlam bir çalışma. Dediğim gibi Einar'ın ölümünden sonra yeni bir çalışma geleceğini sanmıyorum, umarım yanılıyorumdur. Bu tarzın fanatiklerini (bkz. ben) tatmin edecek bir çalışma. Diğerleri? Sıkılırlar muhtemelen. 8/10 - Mert.

www.nocturnalmusic.net

 

INDEX

 


GRANDADDY - "Sumday" CD 2003 BMG


Grandaddy yine bildiğiniz gibi: Akıcı, melankolik ve hayalperest.
Bir önceki Grandaddy albümü "Sophtware Slump"'tan çok da farklı değil "Sumday". Built To Spill'vari vokaller ve sürükleyici akustik-elektro gitarlar ile, sanki zamanımızın gerisinde kalmış gibi duruyor "Sumday". Ama çok tatlı bir 'eski zamanlarda kalış' bu. Son yıllarda yeniden şekillenmeye başlayan rock müziğinin uç noktadaki (Godspeed You! Black Emperor, Codeine vs...) grupları kadar ayrıksı ve radikal bir müzik değil yaptıkları; hatta genel hatlarıyla Coldplay veya Travis'e benzediği bile söylenebilir. Ancak adı geçen son iki gruptan da daha samimi ve etkileyiciler.
"Now It's On", "The Go In The Go-For-It", "The Group Who Couldn't Say" gibi şarkılar insanın aklına ister istemez günümüz Amerikan rock müziğinin en nitelikli grubu olan Built To Spill'i getiriyor. Ve "Sumday", Built To Spill'in 2. albümü "There's Nothing Wrong With Love"'a oldukça benziyor. Harika pop melodileri ile harmanlanmış "There's Nothing Wrong With Love" gibi klasik bir albüm değil elbette, ancak insan yine de "Sumday"'i dinlerken dalıp gidiyor ve kendini bir hayal dünyasında buluveriyor. Sanırım Grandaddy ne yapması gerektiğini iyi biliyor.
"El Caminos In The West" adlı parçaya takılıp kaldım bir süre. Çok güzel bir pop şarkısı, ancak şarkıyı tanımlayacak kelimeleri bulamadım bir türlü. Derken geçen gün Yahoo!'nun müzik sitesinde, şarkının aklımda doldurduğu yerin tam karşılığı olan tanımlamayı buldum. Simon & Garfunkel ile Weezer arası bir şey diyordu "El Caminos In The West" için, ve beynimde bir ampul yandı! Evet, bu şarkının açıklaması gerçekten de bu olmalıydı.
"Sumday" bir başyapıt değil, ancak gerçekten nitelikli bir alternatif rock albümü. 7,5/10 -
Kıvanç.
www.grandaddylandscape.com

 

INDEX

 


GRIMFORCE – “Circulation To Conclusion” CD 2000 World Chaos Productions


Evet, yine bir Bolt Thrower olayı mı ne? Müzikte değil tabi ki kastettiğim, basçılarında olan olay. Yani Grimforce da bas gitarda bir demir leydi içeriyor. İşin ilgi çekici noktası, grubun Bolt Thrower’ın son zamanlarda yaptığı groovy olaylara asla girmeden sapına kadar old school ve oldukça hızlı Thrash yapması. Kayıttaki tek problem tonların biraz boğuk kaçması, belki de soundun olabildiğince bombastik olmasına çalışılmıştır, bu yüzden low’lar açık. Vokaller müziği biraz daha Deathcore’a kaydırıyor. Ayrıca back vokalleri de yine basçımız üstlenmiş durumda. Sözler Thrashcore tarzında gerektiği kadar iyi. Kapak ise Japon kağıt katlama sanatı olan origaminin örneklerinden biri gibi, yani açıldığında A3 boyutunda poster olan bir bookleti var bu CD’nin. Elemanlar Japon olduğu için, yani hem isimlerinden hem de tiplerinden cinsiyetleri zor anlaşıldığı için, basçılarının aslında erkek olma ihtimali de var. Neyse, bu kaliteli prodüksiyonu kaçırmayın derim. 8/10 – Korhan.
http://cvnweb.bai.ne.jp/~churin/index.htm

 

INDEX

 


GROTESQUEUPHORIA – “Euphoric Discordance” CD 2002 Self-financed


Paragon Records / Dimentianon’dan Mike kendi yayınladığı CD’ler ile birlikte kankaları olan bu grubun 2 CD’sini de kritiğini yapmam için yollamış, Underground dayanışmasının güzel bir örneği olarak. Grotesqueuphoria da Dimentianon gibi New York’lu bir grup. Ancak türleri oldukça farklı, zira geleneksel Brutal Amerikan Death Metali sınırları içersinde müzik icra ediyorlar. CD’yi player’a takmadan önce Pyrexia tarzı biraz HC esintili bir Death Metal bekliyordum. Buradaki müzik ise HC esintisinin hissedilmediği, Incantation’ımsı daha straight forward bölümlere de sahip ancak temelde oldukça komplike bir Death Metal, yani Suffocation okulundan çıkma bir grup Grotesqueuphoria, Dying Fetus benzetmeleri de sanırım yapılabilir. 12 parçalık bu albümdeki tüm besteler belli bir kalite seviyesinin üzerinde seyrediyor ve toplam süre 45 dakika. Söz konusu tür müzik için bu süre gereğinden fazla uzun gibi görülebilir ancak grup akıllı bir taktikle 2 adet Atheist-vari enstrümantali tüm bu brutal ses akışının içersine dinlenme ve konsantrasyonu toplama arası şeklinde yerleştirmiş. İyi de yapmış. Her ne kadar çok dikkat çekici enstrümantaller olduklarını düşünmesem de amaca iyi hizmet ediyorlar. Grubun müziğinde türe katılan bir yenilik tabi ki görmek mümkün değil ama kimin umurunda? Müziğin ulaşacağı kitle belli: Brutal Death Metal dinleyicileri. “Euphoric Discordance”’ın bu kesimi tatmin edeceği bir gerçek. Görebildiğim problem sound’un biraz kirli olması ancak bu tarz Amerikan gruplarını dinlemeye aşina olanların önemsemeyeceği bir sorun bana sorarsanız. Kapak ise albümün en zayıf tarafı, illüstrasyon çok başarılı sayılmaz, dahası orijinal baskıda durum nasıldır bilemiyorum ama bendeki kapak booklet içermiyor, doğal olarak lirikler mevcut değil. Ancak 8 $ gibi düşük bir fiyattan satıldığı hesaba katılacak olursa türün fanlarının almaması için de hiçbir sebep göremiyorum. 7/10 – Mert.

http://www.destrorecords.com/

http://www.grotesqueuphoria.com/

 

INDEX

 


GROTESQUEUPHORIA – “Conquered By Corruption” CD 2003 Destro Records


Evet, New York’un brutal çocuklarından 30 dakikalık bir kafa ezme seansı daha. Genel olarak buradaki müzik de “Euphoric Discordance” tarzının çok dışında değil, varyasyonel, brutal ve teknik Death Metal. Burada bekli biraz daha fazla Dying Fetus etkisi olduğunu söylemem mümkün. Daha değişken ve komplike besteler, havada uçuşan sololar ve sosyal içerikli lirikler. Bunun dışında buradaki vokaller de biraz daha değişken, bazı yerlerde Gorguts’ı hatırlatıyor, ki anladığım kadarıyla grubun vokalisti değişmiş ancak emin de değilim zira grubun gitar/vokali değişmiş değişmesine de ama kadroda vokal yapan iki eleman daha var, Ton vari bir durum yani. Bu arada Ton demişken, Ton da buradaki müzik için iyi bir benzetme. Melodikleşen bölümler bana Gorguts’ın ilk iki albümünü de anımsattı. Ancak buradaki müzik hala Brutal Amerikan Death Metal’inin tipik bir örneği. Bu arada bu albüm ilk albümden 15 dakika daha kısa ama hala doyurucu bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Unutmadan bu albümde ilk albümde de yer yer karşımıza çıkan filmlerden vs… samplel’lar kullanma olayı artmış, iyi de olmuş. Sonuçta yine başarılı bir US Death Metal çalışması var karşımızda. Eleştirebileceğim şey kapak çalışmasının yine başarılı olmaması. Bu kez bilgisayar yardımıyla hazırlanmış çizgi roman tadında bir illüstrasyon var karşımızda ama ne yalan söyleyeyim bana epey itici geldi. Prodüksiyon da biraz daha iyi ancak hala çok iyi sayılmaz, burada oldukça dağınık, kaotik bir sound var, özellikle de davullar. Yine de tatmin edici bir sonuç var ortada ama daha iyisine de hayır demem şahsen. Albüm türünün tipik bir örneği yani hitap ettiği kitle belli ve o kitleyi tatmin etme ihtimali de yüksek. US Death Metal fanları grubun sitesini mutlaka bir ziyaret etsinler. 7/10 – Mert.

http://www.destrorecords.com/

http://www.grotesqueuphoria.com/

 

INDEX

 


GUIDED BY VOICES – “Human Amusements At Hourly Rates” CD 2003 Matador Records


Guided By Voices geçtiğimiz günlerde kariyerinin ilk best-of albümünü yayınladı: “Human Amusements At Hourly Rates ”. Bu tek kişilik grubu tanımayanlar için biraz bilgi verelim:
Guided By Voices, a.k.a Robert Pollard, bir ilkokul öğretmeni. Guided By Voices adı altında '80'lerin sonunda faaliyet göstermeye başladı. Faaliyet göstermek?... Robert Pollard şarkılarını evindeki 4-track kayıt aletinde kaydediyordu! Ve hala da büyük bir stüdyoda albüm yapma fırsatı bulabilmiş değil. Guided By Voices’ın şarkılarını "rock" diye tanımlayabiliriz. Ortalama 2 dakika uzunluğa sahip, zaman zaman poppy ve hatta catchy melodiler, ve Robert Pollard’ın masalsı sözleri. 1994’te yayınladığı “Bee Thousand” hala Guided By Voices’ın en iyi albümü olarak gösterilebilir. Spin ve NATN gibi kalburüstü müzik dergileri bu yapıtı '90'lı yılların en önemli 100 albümünden biri olarak göstermişti. Sanatçının diğer önemli albümleri ise “Under The Bushes, Under The Stars” ve “Alien Lanes”. Robert Pollard bu best-of albümü tamamen kendi isteği ve seçkisi ile hazırlamış. Eğer bütün albümlerini alacak kadar paranız yoksa ve Guided By Voices’la tanışmak istiyorsanız, “Human Amusements At Hourly Rates ” sizin için en iyi seçim olacaktır. 8,5/10
– Kıvanç.
www.matadorrecords.com

 

INDEX

 


IMMORTAL – “Sons of Northern Darkness” CD 2002 Nuclear Blast


“At the Heart of Winter”’dan itibaren yaşanan çizgi değişikliğini Osmose’dan ayrılıp Nuclear Blast ile anlaşarak pekiştiren Immortal’ın herhalde jübile yapmasında kendince doğru nedenleri vardır. Çünkü yaptıkları şirket değişikliği üzerine bir de grubu bırakmaları çoğu kişi üzerinde bomba etkisi yaptı. Belki de artık “true”'luktan uzaklaştıklarını hissettiler, belki de çok yoğun tepkilerle karşılaştılar, ikileme düşüp en sonunda tamamen işi bitirmeye karar verdiler. Debut albümleri “Diabolical Fullmoon Mysticism”'daki soundlarına geri dönmelerindeki çaba "SOND" albümlerinde göze çarpıyor. Nuclear Blast gruba hiç karışmamış, sadece demin bahsettiğim çaba konusundaki gayretleri onlara zaten yetmiş gibi. Gitarların soundu “At the…” ve “Damned In Black” albümlerindekine göre daha bir dağınık ve daha pisleştirilmiş. Ama bu parçalara hiçbir şekilde zarar vermemiş, lakin parçalar bundan önceki iki albümdeki Thrash etkilerinden çok daha az retro daha çok kendilerine özgün o eski havayı barındırıyor. Horgh davullarda gene kendini konuşturuyor, Abbath vokallerde ve gitarlarda aynı karanlık ve sert çizgiyi sürdürüyor. “Damned…” albümünün tersine parçalardaki dur-kalklar, ölçü ve tempolardaki değişimler progresif olma kaygısı ile değil de “ses manzaraları” yaratım edimi ile olduğu için bunca karmaşık düzenleme grubun namından bir şey götürmüyor tam tersine namına nam katıyor. Kuzey, en kuzey daha da kuzey dedirten bu sound karşısında insana bu adamlar artık unlarını elemişler de tavana asmışlar dedirtiyor. “Damned…”'deki gibi virtüözite isteyen riffler pek yok bu albüm de ama dinlenebilirlik açısından şimdiye kadar çıkardıkları en güçlü albüm. Başlangıcı kadar bitişi de muhteşem oldu Immortal’ın dedirten bir albüm…
9/10
– Korhan.
www.immortal.nu

 

INDEX

 


IMPETIGO – “All We Need Is Cheez” CD 2000 Bizarre Leprous Production


Eğer Impetigo olmasaydı bugünkü Gore Grind piyasası ne durumda olurdu merak ediyorum. Basit, heavy ve hasta müzikleri, gore filmlere yaptıkları göndermeler vs… yığınla gruba esin kaynağı oldu. Bu CD’de ise grubun 1987’den kalma 30 dakika civarında süren bir konser kaydı mevcut. Buradaki 12 parça boyunca gelmiş geçmiş en baba Gore gruplarından birinin adeta doğuşuna tanık oluyorsunuz. Grup “Harbinger Of Death”, “Revenge Of The Scabbyman”, “My Lai” gibi ilk dönem klasiklerinin yanında birkaç cover’a (örnek: Verbal Abuse’dan “I Hate You”) ve 2 de yayınlanmamış parçaya yer veriyor. Grubun buradaki müziği sonraki dönemlerindeki Death/Grind tarzlarına göre çok daha fazla Hardcore/Punk etkisine sahip, ve dahası daha eğlenceli. Bir kere bu CD sadece “Hey Jeff, What’s Up” ve parça aralarındaki diyaloglar için bile alınır. Elemanlar acayip kafa, Beavis & Butthead izlerken bile bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Aynı zamanda grubun Naziler hakkındaki görüşlerini de “I Hate You”’nun başında duymanız mümkün. Kayıt kalitesi hakkında yorum yapmayacağım, zira önemi yok, kült bir kayıt bu. Sonuçta tam anlamıyla arşivlik. Gore fanları için farz. Bunun yanında ayrıca Shindy Prod.’dan yayınlanan Impetigo/Ingrowing split MCD’sini de tavsiye ederim zira orada grubun sonraki Death/Grind döneminden kalma rare bir konser kaydı yer alıyor (bu arada şimdi hatırladım, söz konusu split MCD’nin t-shirt’ünü takas etmiştim ama sonra İzmit gibi bir yerde böyle nekrofilyak temalı bir t-shirtle dolaşmaktan tırsarak Korhan’a satmıştım, kim bilir ne olmuştur t-shirt, özledim bir an…). Kritiği grubun son sözleriyle kapatalım: “We’re Impetigo, thanx for coming. Hope you like this, if you don’t, oh well. We tried!...” 7/10 – Mert.

www.bizarreleprous.cz

 

INDEX

 


INTERPOL – “Turn On The Bright Lights” CD 2002 Matador Records


“Turn On The Bright Lights” beni ilk dinlediğimde çok etkilemişti. Ancak neredeyse bir yıldır beni tersyüz edecek kapasitede bir albüm dinlememiştim, bu yüzden ilk başta “Acaba ben mi biraz fazla büyütüyorum” olmuştum. Sonuç olarak bir debut albümdü bu, NE KADAR İYİ olabilirdi ki? Haha! “Turn On The Bright Lights” sizi serseme çevirecek kadar güzel; Wilco'nun “Yankee Hotel Foxtrot”'u ile birlikte 2002'nin en iyi iki albümünden biri, muhtemelen en iyisi. Adil olmak gerekirse de The Microphones'un 2001 tarihli olağanüstü şaheseri “The Glow, Pt. 2”'dan bu yana geçen üç yıl içinde yapılan en muhteşem albüm.

Öncelikle gecikme için sizlerden özür dilemeliyim. Deadcomedian internette yayına başladığında bu albüm piyasaya sürüleli bir yıldan fazla olmuştu, ben de “boşver” demiştim, “çok uzun süre geçmiş”. Sonra birkaç ay daha geçti ve ben yeniden düşünmeye başladım: Yoksa bu albümün kritiğini yapmalı mıydım? Sonuç olarak bir şaheserdi “Turn On The Bright Lights”, ve bu yazıyı geciktirerek, Interpol ile tanışmaya müsait bünyelerin vakitlerinin boşa geçmesine sebep oluyordum! Evet, sonunda kararımı verdim: “Turn On The Bright Lights”'ı hâlâ keşfetmemiş olanlar ile paylaşmalıydım!

“Turn On The Bright Lights”, 11 şarkılık, yaklaşık 50 dakika süren bir albüm. Interpol'ün tarzı Joy Division'a çok, çok, çok ama çok benziyor. Zaman zaman Echo & The Bunnymen ve Smiths gibi 80lerin baba indie gruplarına da yaklaşıyorlar, ancak çalarken en çok andırdıkları grup Joy Division. Ancak onlardan daha iyiler. Abartmıyorum: Interpol, Joy Division'dan çok daha yetenekli müzisyenlerden oluşuyor ve “Turn On The Bright Lights”, atmosferik havasıyla daha çok Joy Division'ın ilk albümü “Unknown Pleasures”'ı andırsa da, müzikalite olarak, Joy Division'ın asıl başyapıtı olan “Closer”'ı bile gölgede bırakıyor. Evet, o kadar iyi!

“Turn On The Bright Lights”, “Untitled” adlı (daha doğrusu adsız) parça ile açılıyor. “Untitled”, ilk 30 saniye boyunca Slowdive'ı veya Codeine'i andıran gitarın ardından, bas ve davulun girişi ile “rock ‘n’ roll işte bu” dedirtiyor: Çok etkili bir açılış. Bir sonraki “Obstacle 1” ise hani şu ancak karşımıza ‘yılda bir’ çıkan güzellikteki şarkılardan biri. “I'LL NEVER SEE THIS PLACE AGAIN” diyor vokalist Paul Banks, ve siz de şöyle mırıldanmadan edemiyorsunuz: I'LL SURE LISTEN THIS SONG AGAIN AND AGAIN!

Sözlerinde albümün isminin de geçtiği “NYC” ağır ve atmosferik havasıyla adamı bunalıma sürüklüyor. “Say Hello To The Angels”, “PDA” ve “Stella Was A Diver, And She Was Always Down” gibi şarkılar punk etkili gitarlarıyla albümü daha farklı bir noktaya yönlendiriyorlar, ancak “Turn On The Bright Lights” gergin, bunalımlı, sıkılgan ve depresif havasından hiç uzaklaşmıyor. “Hands Away” ise albümün en manyak şarkılarından biri ve sizi tek kelimeyle öldürüyor.

Bir dakika durun: Az önce gerçekten tıkandığımı hissettim, çünkü “Turn On The Bright Lights”'ı ‘iyi’, ‘güzel’, ‘muhteşem’ gibi sıfatlarla tanımlamak pek mümkün değil, insanın aklına daha çok ‘manyak’, ‘psikopat’, ‘deli’, ‘arıza’ gibi tekin olmayan kelimeler geliyor. Ve artık burama geldi, daha fazla yazamıyorum. İnanın “Turn On The Bright Lights”'ta bir tane bile olağanüstü olmayan şarkı yok. Daha önce de belirttiğim gibi bu albüm tüm Joy Division külliyatından daha etkili, Echo & The Bunnymen'in “Heaven Up Here”'ından, “Porcupine”'ından daha iyi ve neredeyse The Smiths'in “The Queen Is Dead”'i kadar güzel bir şey. Belki bu saydığım grupların hayranları bana kızacak (belki değil: kesin kızacaklar!), ama kızmadan önce bu albümü dinlemelerini öneriyorum onlara. 10/10 – Kıvanç.

www.matadorrecords.com

 

INDEX

 


IRON MAIDEN – “Dance Of Death” CD 2003 EMI Music


3 senelik uzun bir bekleyişin ardından 13. Iron Maiden albümü tüm görkemiyle karşımızda. Grubu 1986'da dinlemeye başlamış bir fanatik olarak "Brave New World" de dahil olmak üzere 1988'deki "Seventh Son Of A Seventh Son"'dan beri hiçbir Iron Maiden albümü beni 100 % tatmin etmemişti. 1990'daki "No Prayer For The Dying" Bruce Dickinson'ın da kabul ettiği gibi "Seventh Son..." gibi bir başyapıtın ardından ciddi bir geriye adımdı. Hedeflenen şey köklere dönüş de olsa ortaya eski ve yeninin tutarsız bir karışımı çıkmıştı, ve Adrian Smith'in eksikliği de büyük ölçüde hissediliyordu. 1992'de piyasaya çıkan "Fear Of The Dark" ise büyük bir ticari başarı getirse de uzun vadede kalıcı bir albüm olamadı. İçerdiği birkaç eşsiz klasiğe rağmen birçok zayıf besteye de sahipti ve '80'ler albümlerine özgü "bütünlük" duygusundan yoksundu. Sonunda Dickinson gidişatı iyi görmemiş olacak ki grubu terk etti. Metal dünyasının belki de en küçümsenen vokalistlerinden birisi olan Blaze Bayley geldi. 1995'teki "The X Factor" müzikalite bakımından önceki 2 albümün üzerindeydi, grubun müziğinde bariz bir gelişim vardı, ancak bu kez prodüksiyon zayıftı ve Bayley'in vokallerine de çoğu kişi alışamadı. Böylece bu sağlam albüm güme gitmiş oldu. 1998'de çıkan "Virtual XI" ise daha hareketli ve catchy parçalar içeriyordu, eski Maiden göndermeleri daha fazlaydı ancak yine eski kaliteden uzaktı. Dahası fanlar Bayley'i bir türlü kabullenememişlerdi.
Bu esnada Bruce Dickinson eski kankası Adrian Smith ile iki mükemmel metal albümüne, "Accident Of Birth" ve "The Chemical Wedding"'e imza atmıştı. 1999'da sürpriz bir kadro değişikliğiyle Bayley gönderildi, yerine Bruce geldi hem de beraberinde Adrian Smith'le beraber.
Bu kadro değişikliğinin ardından gelen "Brave New World" 1988'den beri gelen tüm albümlerden daha sıkı olsa da şahsen beni tatmin etmemişti. Bunun birçok nedeni var. Birincisi albüm çok kısa bir sürede hazırlandığından düzenlemeler üzerinde yeterince uğraşılmamıştı, parçalar kulağa biraz fazla "sade" geliyordu. İkincisi albümde "Virtual XI" artığı 4 parça mevcuttu ve bu parçalarda "Virtual XI"'ın karakteristik özelliği olan fazla tekrarlar görülmekteydi. Diğer bir sorun albümde çok fazla epik olmasına rağmen kısa ve vurucu parçaların azlığıydı. OK, "The Wicker Man" üstün bir parça olabilir ama onun yanında ona eşdeğer ikinci bir parça söz konusu değildi maalesef. Ve son olarak 3 gitar olayından birkaç parça dışında gerektiği gibi yararlanılamamıştı.
Geldik 2003'e. 13. albüm "Dance Of Death" öncesindeki sabırsız bekleyiş 8 Eylül'e dek sürdü. İlk single "Wildest Dreams" 80'lerden fırlayıp gelmişe benzeyen sağlam bir Hard Rock parçasıydı ancak birçok kişi bu parçanın doğrultusundan hoşnut kalmadı ve bazıları albümle ilgili endişelere kapıldı. 8 Eylül'de ise albümle ilgili tüm şüpheler ortadan kalktı, en azından benim için.
"Dance Of Death" tartışmasız bir biçimde grubun 1988'den beri yaptığı en iyi, isimlerine en fazla yaraşan albüm. Bir kere albümdeki 11 parçada varyasyon had safhada. Albüm grubun tüm dönemlerinden etkiler içerse de yeni etkileri de beraberinde getiriyor, ki "Brave New World" bu açıdan pek cesur sayılmazdı. Prodüksiyon bence güzel, "No Prayer..."'ın sahip olması gereken sound adeta; canlı, çiğ ama güçlü. Bunun dışında Bruce Dickinson ve Nicko McBrain başta olmak üzere tüm elemanlar formlarının en üst seviyesinde. 3 gitar olayından bu albümde bir öncekine göre çok daha güzel yararlanılmış, birçok parçada 3 hatta 4 farklı gitar partisyonunun çalındığı kısımlar mevcut, bazı parçalar resmen bu yapı üzerine kurulu. Bir önceki albümde öne çıkmaya başlayan orkestral bölümler bu albümde mükemmele ulaşmış. Dave Murray ve Janick Gers kariyerlerinin belki de en iyi bestelerine imza atarlarken Adrian Smith sonunda gerçek formuna kavuşmuş ve albümde besteciliğinin harika örnekleri mevcut. Steve Harris ise 1988'den beri yapmaya çalışıp da 100 % randıman alamadığı tüm fikirlerini bu albümde mükemmel bir biçimde hayata geçirmiş. Bir de bunun üzerine ilk Nicko McBrain bestesi ve de ilk full akustik parçaları da eklenince ortaya eklektik, görkemli, ilk dinleyişte tam olarak alışılamayacak ama her dinleyişte ayrı bir özelliğini fark edebileceğimiz, 1980'lerdeki albümlere eşdeğer bir albüm çıkmış ortaya. O dönemdeki Maiden albümleri de ilk çıktıklarında karışık tepkiler almışlardı, ama zaman değerlerini açığa çıkardı. Eminim ki bir 5 sene sonra bu albüm de klasikler arasına dahil edilecek.
Açılış parçası "Wildest Dreams" hafif, basit ve etkili bir Hard Rock parçası dediğim gibi. Bana "Back In The Village" ve bir cover olan "Rainbow's Gold"'u anımsattı. Olması gerektiği gibi, straight-forward ve sağlam bir parça. Nakarat dikkat çekici. İkinci single "Rainmaker" ise grubun son 15 senedir yaptığı en iyi bestelerden birisi. Bruce'un "Accident Of Birth" dönemi tadında. Melodik yapısı, coşkulu atmosferi, duygu yüklü lirikleri ile Dave Murray'in "Public Enema No. 1", "Judas Be My Guide" gibi parçalarda kotarmaya çalıştığı müzikaliteyi en üst seviyeye taşıyor. "No More Lies" Steve Harris'in tek başına yazdığı tek parça. "Virtual XI" ve "The X Factor" dönemlerinde oluşturduğu tarzın belki de en mükemmel örneği. Albümün en iyilerinden (bu arada "Virtual XI" ve "The X Factor" albümlerini kötüleyen kesimin bu parçayı çok iyi bulması ironik bir durum). "Montsegur" grubun en sert parçalarından biri. Kesinlikle orijinal, varyasyon had safhada. Aşırı melodik ve akıcı yapısı, mükemmel sololarıyla süper bir beste. "Dance Of Death" mükemmel bir epik. Dickinson parça girişinde yavaş yavaş gazlanan akustik kısımda adeta Ian Anderson-vari bir biçimde hikaye anlatıcılığına soyunuyor. Parça uzun süresi, mükemmel soloları, görkemli atmosferi ve müthiş kelt melodileri ile tek kelimeyle bir harika. Bu son iki parça Janick Gers'in sonunda bir besteci olarak tam anlamıyla kıvama geldiğini gösteriyor. "Gates Of Tomorrow" yine light-hearted, basit ve straight-forward bir parça. Giriş "Lord Of The Flies" girişine çok benziyor. Verse kısmı ise Bruce'un "Skunkworks" dönemini andırıyor. İlk dinleyişte vurmasa da dinledikçe etkisine kapılacağınız bir parça. "New Frontier" Nicko'nun ilk bestesi. Adrian Smith ve Bruce Dickinson da ufak yardımlarda bulunmuşlar. Hızlı ve sert bir parça, bence "Piece Of Mind" ile Bruce'un "Accident Of Birth" dönemlerinin bir sentezi gibi.
Geldik albümün en iyi kısmına. Bundan sonra gelen 4 parça albümün bence en iyileri. Önce "Paschendale"... Steve Harris'in deyimiyle "biz buna bir epik diyoruz". Evet bir epik, ama hiçbir Maiden epiğine benzemiyor. Dinamik, değişken yapısı, heavy riffleri, atmosferik orkestrasyonu ve mükemmel lirikleri ile sizi alıp cepheye bırakıyor. Albümü satın almak için başlı başına bir sebep bu parça. Aynı zamanda Adrian Smith'in de ilk epiği. Grubun yaptığı en iyi parçalardan. "Face In The Sand" ilk dinleyişte vurmayan, ancak sonraki dinleyişlerde aklınızdan çıkaramayacağınız muhteşem bir parça. "Blood Brothers"-vari bir giriş, ardından Pink Floyd-vari gitarlar... "Alexander The Great"'den beri böyle adrenalin yükselten bir giriş daha görmedim. Parçanın geri kalanı Bruce'un son dönem sololarının biraz daha progressive etkili bir hali gibi. Geldik benim favori parçama. "Age Of Innocence" varyasyonlu, dinamik ve agresif yapısıyla benzersiz. Queensryche'ın ilk dönemlerini anımsatan çok sağlam rifflerle açılan parça Bruce'un "Tattooed Millionaire" dönemini anımsatan inanılmaz güzellikteki nakaratı ile doruğa ulaşıyor. Solonun ardından gelen son derece agresif geçiş kısmı ise Maiden'ın bunca yıldan sonra hala kendini yenileyebildiğinin en iyi göstergesi. "Journeyman" harika bir akustik. Yine Bruce'un sololarındaki akustik balladları anımsatıyor ama onlardan daha güzel olduğu su götürmez bir gerçek. Orkestrasyon mükemmel. Harika bir albüm için harika bir kapanış.
Albümün ön kapak dizaynı ise "sıra dışı" ve biraz itici. Ancak iç kapak müthiş. Grup fotoları özellikle de.
Sonuçta "Dance Of Death" artık Maiden'ın formuna kavuştuğunu müjdeleyen bir başyapıt, aynı zamanda Bruce Dickinson'ın "The Chemical Wedding"'i gibi Heavy Metal'e yeni açılımlar getiren, yenilik katan anıtsal bir albüm. Arşivinize mutlaka katın, ilerde bir klasik olarak sayılacağından emin olabilirsiniz. 10/10
- Mert.
www.ironmaiden.com

 

INDEX

 


KATATONIA – “Viva Emptiness” CD 2003 Peaceville Records


“Viva Emptiness” benim için hoş bir sürpriz oldu, çünkü “Discouraged Ones” sonrası Katatonia’dan pek hazzetmeyen birisi olarak bu albümü pek de heyecanla beklediğim söylenemezdi. Ancak “Viva Emptiness” ile Katatonia (bence) 1998’den beri en sağlam çalışmasına imza atmış. Hayır, “Discouraged Ones” ve öncesine bir dönüş söz konusu değil, tam tersine son iki albümdeki değişimleri (yada gelişimleri) sürüyor, ancak grup bu kez gerçekten bir bütün olarak sağlam ve oturaklı bir çalışmaya imza atmış. Bence önceki iki albümde zaman zaman kaybolan bu bütünlük hissi bu albümde tam anlamıyla yerli yerinde, hem de bu çalışma grubun belki de en fazla varyasyon içeren çalışması olmasına rağmen.
Katatonia’ya “Brave Murder Day” adlı başyapıtları ile tapmıştım. Paradise Lost-vari bir gitar düzeni üzerine kurdukları monoton, donuk, atmosferik ve adeta hipnotize edici bir biçimde melankolik ve sert müzikleri beni inanılmaz etkilemişti. Evet “Dance Of December Souls” da çok iyi bir albümdü, ama “Brave Murder Day”’de Katatonia yaptıkları sade ve donuk müzik ile apayrı bir noktaya yerleşmişti benim için. Her ne kadar “Discouraged Ones” birçok kişi tarafından brutal vokal yerine tamamen clean vokal kullanıldığı ve eskisi kadar sert bir sound’a sahip olmadığı için büyük bir “değişim” olarak nitelendirilse de ben olaya bu şekilde bakmadım hiçbir zaman. Bence “Discouraged Ones”, “Brave Murder Day”’deki müzikal anlayışın bir devamıydı, belki de tek farkı onun gibi brutal olmamasıydı, ancak parçalar yine sade, basit, durağan, çiğ ve monotondu, melankoli aynen yerli yerindeydi, hatta “canlı” soundu ve Renkse’nin donuk, içe kapanık vokalleri melankoliyi iyice kuvvetlendirmişti.
Ardından grup Peaceville’e geçti ve benim için az çok bir hayal kırıklığı sayılabilecek “Tonight’s Decision”’ı yayınladı. “Tonight’s Decision” kötü bir albüm müydü? Kesinlikle hayır. Ancak grup önceki albümlerinde ulaştıkları sound’un üzerinden benim kafamda olmayan bir yola kaymıştı, her ne kadar müzik yine donuk ve melankolikse de eskisi gibi sade ve monoton değildi, eskiden çok basit düzenlemelere sahip olan parçalar bu kez prodüksiyon esnasında daha fazla “işlenmişti”, önceki albümlerde son derece basit, sade olan davullar bu kez daha “etkili” kullanılmıştı. Bunlar olumlu gelişmeler gibi görülse de bence Katatonia’nın benzersiz melankolik ve güçlü soundunu sağlayan önemli unsurlar olan tekdüzelik ve sadeliği büyük ölçüde ortadan kaldırıyordu. “Last Fair Deal Gone Down” aynı yoldaki bir gelişimdi, bu kez sound biraz daha oturaklıydı, grup saydığım karakteristik özellikleri iyice yitirmişti, yerine daha fazla Rock etkisi, gitarlarda daha fazla varyasyon, loop’lar, vs… gelmişti. Ancak ben benim için Katatonia’yı Katatonia yapan özellikleri yitirdiklerini gördükçe olaydan soğumuş, hevesimi kaybetmiştim.
İşte bu son albümü bu duygularla dinlemeye başladım ve tek seferde baştan sona liriklerini de okuyarak dinleyince önceki iki albümde olmadığı gibi etkisi altında kaldım. Şimdi söyleyeceklerim bazı fanları kızdırabilir, ama bence önceki iki albüm “eski” Katatonia ile “bugünkü” Katatonia arasında bir nevi geçiş köprüsü oluşturan, “arada kalmış” albümlerdi, zira bu albümde grup önceki iki albümde eksikliğini hissettiğim unsurların üzerini çok iyi bir şekilde kapıyor, hissettirmiyor, bunu da o albümlerde denedikleri yeni etkilerin en sağlam yönlerini alarak ve fazlasını ekleyerek yapıyor. Kısacası sound tam anlamıyla oturmuş. Bunun yanında müzikleri öncekine göre belirgin bir biçimde daha sert ve agresif. Daha açılış parçası “Ghost Of The Sun” bunun sinyallerini veriyor zaten. Agresifleşme liriklere de yansımış. Liriklerde önceki albümlerdeki hayal kırıklığı ve umutsuzluğun artık nihilizme ulaştığını görüyoruz. Yani “Viva Emptiness” önceki iki albüme göre çok daha karamsar bir çalışma. Ancak parça içlerinde de varyasyon oldukça fazla, yani grup sert ve yumuşak bölümler arasındaki kontrastı arttırmış, ve daha dinamik ve sağlam bestelere ulaşmış. Gitar partisyonları hem parça içlerinde, hem de albüm içerisinde fazlasıyla çeşitlilik gösteriyor.
Dediğim gibi albüm bir bütün olarak baştan sona dinlendiğinde etkisini gösteriyor, parçalar albümün gidişatı içersinde çok akıllıca yerleştirilmiş ve enerji seviyesi düşmüyor. Albüm boyunca varyasyon had safhada, değişmeyen şey tüm parçaların dinamik ve son derece heavy olması. “Sleeper” önceki albümden fırlamışa benzerken “A Premonition” “Discouraged Ones” çağrışımları yapıyor. “Will I Arrive” değişken, agresif ve duygu yüklü bir parça, nakaratı mükemmel. “Wealth” “Brave Murder Day” günlerinden beri yaptıkları en “metal” çalışma belki de; sürekli değişen ölçüleri ve progresif tabanı üzerinde grup kendine özgü harika gitar melodilerini yap boz gibi birbirine uyduruyor, yine albümün en iyilerinden biri. Ancak grup bence en iyiyi sona saklamış; kapanıştaki görkemli “Inside The City Of Glass” mükemmel bir Doom Metal çalışması (yanlış okumadınız, tam anlamıyla Doom Metal) ve adeta “Brave Murder Day” günlerinden fırlayıp gelmişe benziyor, en iyi Katatonia bestelerinden biri bence.
Albümde bir iki “nispeten” zayıf parça da bulunsa da albümdeki kalite standardının oldukça yüksek olduğunu düşünecek olursak bu o kadar da önemli değil kanımca.
Sonuçta “Viva Emptiness” sağlam bir albüm, diğer bir deyişle Katatonia’nın sound’unu tam anlamıyla oturttuğunun bir göstergesi. Son iki albümü sevdiyseniz buna taparsınız. Sevmediyseniz de muhakkak bir şans verin. Dediğim gibi, bu senenin en hoş sürprizlerinden biri. 8,5/10
– Mert.
www.peaceville.com

 

INDEX

 


LAMBCHOP – “Aw C'mon / No You C'mon” DCD 2004 Merge Records


Dinlediğiniz gruplar içinde kadrosu en kalabalık olan kimdi? Cevabınız muhtemelen UB40 olacaktır, ki bu da şu ana kadar hiç Lambchop dinlemediğiniz anlamına gelir. Kurt Wagner önderliğindeki Lambchop tam 14 kişiden oluşuyor, ve bu sayı, albüm için gruba eşlik eden stüdyo müzisyenlerini ve her albümlerinin olmazsa olmazı kemancıları (ki bunların sayısı da nereden baksanız 10 eder) içermiyor!

Lambchop'un müziğini kavrayabilmek için öncelikle dahil edildikleri müzikal janrı tanımlamak gerekiyor kanımca. Lambchop alternatif-country'e dahil edilen bir grup. Öncülüğünü Uncle Tupelo'nun yaptığı bu tür, müzikal açıdan doruk noktasına Wilco ve Son Volt ile ulaşmıştı, ki Wilco da, Son Volt da, Uncle Tupelo dağıldıktan sonra bu grubun üyelerinin kurduğu gruplar. Bana sorarsanız Lambchop'un müziğinin Wilco ile de, Son Volt ile de pek alakası yok, çünkü öncelikle Lambchop zaten country'nin yanına Wilco veya Son Volt gibi ‘rock’ı değil, soul ve cazı tercih ediyor (Bu ne ya, ben rakının yanına haydari tercih ederim gibi bir şey oldu). Ancak asıl altyapılarının country olmasına rağmen, müziklerinin Amerikan filmlerinde gördüğümüz kovboy şapkalı, rodeo hastası, göbekli adamların müziğine hiç benzememesi ile, Lambchop'ın aynı Wilco gibi ‘farklı’ bir country olduğu hemen hissediliyor; hâtta country ile bir ilgisi olduğunu fark edebilmek için grubu bayağı bir sayıda dinlemek gerekiyor. Ve kanımca şunu da belirtmek lazım: Grup çok sayıda enstrüman kullanıp pek çok türü birleştirdiğinden, zaten müziklerini rock, caz veya country diye tanımlamak pek mümkün değil; anlayacağınız işler çok daha karışık.

Lambchop geçtiğimiz Şubat ayında iki albüm birden yayınladı: “Aw C'mon” ve “No You C'mon”. Bu bir double albüm değil, aynı anda piyasaya sürülmüş iki farklı albüm, ama dünyanın her tarafında beraber satılıyorlar. Bu yerinde bir karar olmuş, çünkü hem iki albüm de farklı olmasına rağmen birbirlerine çok iyi uyum sağlıyor, hem de 1 CD fiyatından sadece biraz daha pahalıya satın alınabiliyor.

Grubun beyni Kurt Wagner yine nefis bir prodüksiyona imza atmış. Lambchop'un müziği ilk dinleyişte country'den çok soul / caz havasında yine, ancak son iki albümleri “Nixon” ve “Is A Woman”'a oranla daha ağır tempoda ilerliyor. Öncelikle “Aw C'mon”'dan bahsedelim: Sakın “Aw C'mon”'u gündüz vakti dinlemeyin, etkisi azalıyor. Albüm geceleyin dinlendiğinde, gündüze oranla çok daha etkileyici duruyor. Ancak benim size tavsiyem “Aw C'mon”'u güneş batarken dinlemeniz. Güneşin batışına bundan daha iyi eşlik eden bir albüm hiç dinlemedim (Belki bir Pink Floyd – “The Final Cut”). Güneş batarken öylesine atmosferik ve etkili ki “Aw C'mon”, Wagner'ın albümü kaydederken amacının bu olduğuna yemin edebilirim!

“Aw C'mon” keman ağırlıklı bir enstrümental olan “Being Tyler” ile açılıyor; müthiş huzurlu bir parça. Bu şarkıyı dinleyip de mutlu olmayan bir insanın akıl sağlığından şüphe edebilirim. Albüm iki dakikalık “Four Pounds In Two Days” ile de ’kemanın gücüne’ sığındıktan sonra, diskin en iyi parçalarından biri olan “Steve McQueen” ile selamlıyor sizi. Bu, albümdeki çoğu şarkıya oranla daha atmosferik ve caz havasında bir parça; ancak Kurt Wagner'ın tek kelimeyle acayip olan sesiyle ne dediğini anlamak çok da mümkün değil: Sanırım araya Steve McQueen'i de katıp bir aşk hikâyesi anlatıyor, ama yanılıyor da olabilirim! “Something's Going On” Nick Drake'in “Pink Moon” albümünden çıkıp gelmiş gibi sade ve dinlendirici; evet, biliyorum, albümü CD çalarınıza taktığınızda yaktığınız sigara henüz bitti, ancak 2.sini yakmak için daha ne bekliyorsunuz: Bu şarkı bir bardak çayın yanında sigara ile hayal dünyasına dalmak için biçilmiş kaftan. Ardından gelen “Nothing But A Blur From A Bullet Train” ise, etkileyici keman ve piyano düzenlemeleri ve Kurt Wagner'ın doruğa çıkan vokal performansı ile, Tindersticks'in 1997'den beri hiç yapamadığı kadar güzel bir Tindersticks şarkısı gibi duruyor. “Each Time I Bring It Up It Seems To Bring You Down”, 1930ların caz şarkılarını andırıyor; “Women Help To Create The Kind Of Men They Despise” da bu havada bir eser, ve aynı “Each Time...” gibi, kızılan sevgiliye yazılmış gibi duruyor. “I Hate Candy”'nin özellikle şu satırları dikkate değer: “WHERE'S MY LITTLE TROUBLE GIRL?” Kurt Wagner âdeta size soruyor bu soruyu, ve siz de verecek bir cevabınız olmadığı için utanıp sıkılıyorsunuz! Hele bir de üstüne “C'MON! C'MON! C'MON!” deyince Wagner, iyice rahatsız oluyorsunuz, ama içinize ilginç bir hoşluk yayan bir rahatsızlık bu. “I Haven't Heard A Word I've Said” “Aw C'mon”'un en aykırı şarkısı. Müzikal aranjmanlar yine oldukça yoğun, ancak oldukça geri planda ve zar zor seçilebiliyorlar ve kendinizi The Microphones dinliyormuş gibi hissetmenize sebep oluyorlar. Albüm “Action Figure” ile Grandaddy-vari bir havada sona eriyor.

İlkinden belki biraz daha bile iyi olan ikinci disk “No You C'mon” ilk başta iç kapağındaki “YOU ARE IMPORTANT. BE GOOD TO EACH OTHER” mesajıyla dikkat çekiyor (Ulan bir tane Metal grubu bu kadar insancıl ve anlamlı bir mesaj versin bütün Type O CD’lerimi kırıcam be! – Mert). Bir söylem doğru zamanda, doğru yerde, doğru insanlar tarafından kullanıldığında gücünü ne kadar da arttırıyor! İlk şarkı “Sunrise” yine keman altyapısıyla dikkat çeken hoş bir enstrümantal. Ardından albümün iki ağır topu geliyor: “Low Ambition” ve “There's Still Time”. “Nothing Adventurous Please” ise adına zıt düşen havasıyla iki albümün de en farklı ve maceracı dakikalarını yaşatarak son zamanların en etkili noiserock şarkılarından biri oluyor. Ardından gelen “The Problem” iki albümde de piyanonun en çok ön plana çıktığı parça, son 40 saniyesindeki huzurlu vuruşlara dayanarak Kurt Wagner'ın bu problemi çözdüğünü söyleyebiliriz sanırım. “Shang A Dang Dang” albümün en country şarkısı. Vuruşları Rolling Stones'un “Sticky Fingers” veya Wilco'nun “Being There” zamanlarını andırdı bana. “About My Lighter” da gitarlarıyla country havasında, ta ki vokaller başlayıncaya kadar. Neyse ki Kurt Wagner çoğu country müzisyeni gibi ağzını yayarak söylemiyor şarkıları ve sesiyle parçaya ayrı bir hava katmayı başarıyor. Albümün en iyi enstrümantallerinden biri olan “Jan. 24” bir Broadway melodisi tadında, Blues Brothers'ın “Peter Gunn Theme”i havasında ilerliyor. Ardından gelen piyano ağırlıklı “Listen”'dan sonra, yine piyanonun etkin bir biçimde kullanıldığı, ama bu sefer gitara da geniş yer ayıran “The Producer” adlı enstrümental ile “No You C'mon” sona eriyor.

Country, soul, caz, blues, r&b, rock, dans ve alternatif müzikten hoşlanan, ama acaba bunların hepsinin birden karışımını yapan bir grup var mıdır diye düşünen birisi varsa aradığını sanırım ancak Lambchop'ta bulabilir. Veya bu kadar zorlamaya da gerek yok: Adı geçen türlerden bir ikisini kendinize yakın buluyorsanız, bence Lambchop'a şans vermelisiniz. Enstrümanları kusursuz kullanıyorlar, Kurt Wagner'ın vokalinden farkedebildiğim kadarıyla güzel sözler yazıyorlar, ve en önemlisi hiçkimsenin burun kıvırmaya cesaret edemeyeceği kadar nitelikli müzik yapıyorlar. Eh, bir grupla tanışmak için bu saydıklarım yetmeli, sizce de öyle değil mi? 8,5/10 – Kıvanç.

www.lambchop.net

 

INDEX

 


LARS FREDERIKSEN AND THE BASTARDS - “Lars Frederiksen And The Bastards” CD 2001 Hellcat Records


Tahmin edeceğiniz üzere bir punk grubuyla karşı karşıyayız. Grubu çok merak ediyordum ve albümleri bir tesadüf eseri elime geçti. İyi de oldu.
Lars ve “Piçler”, Rancid üyesi Tim ve Lars tarafından kurulmuş bir proje grubu. Ve inanın bu albümleri, Rancid’in tarihi boyunca yaptığı herşeyden daha “punk” ve 1998 tarihli Rancid albümü “Life Won’t Wait”i bir kenara bırakırsak, Rancid’in diğer bütün albümlerinden de daha sağlam bir yapıt!
Albümün kayıtları 5 gün içinde tamamlanmış ve ortaya son yılların en iyi punk albümlerinden biri çıkmış. Intro hariç 12 parça bulunuyor albümde, hepsi çok kısa, hepsi çok sağlam eserler. Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Sanırım uzun yıllardır punk grupları arasında, bizden habersiz, en kısa albümü yapanın onurlandırıldığı ilginç bir yarışma düzenlenmiş durumda. Ancak bu yarışmaya katılmayan grupların (The Clash, The Damned, Bad Religion gibi) en popüler ve başarılı punk grupları olması da ayrı bir ilginçlik tabi. (Demek ki onları dışlıyorlar mı ne?)
Lars Frederiksen And The Bastards, Pennywise gibi ciddi punk gruplarından çok, Lagwagon ve NOFX gibi neşeli olanlara benziyor. NOFX gibi ironik ve rahat, Sex Pistols gibi sert ve etkili.
Takıldığım tek bir konu var: Finaldeki “Vietnam” adlı parça. Bu eleştiriyi yaparken, şarkının müziğine ve sözlerine eğilmeyeceğim. Söylemek istediğim şu: İster ciddi olsun, ister dalga geçmek amacıyla yapılmış olsun, bu Vietnam geyiği beni baydı artık. Resmen boku çıkarıldı ya, bana ne Vietnam’dan? Ne biçim bir yaraymış bu Vietnam, kaşı kaşı bitmedi. Bir daha herhangi bir şarkının içinde ‘Vietnam’ lafı duymak istemiyorum!
Müziğe dönersek; punk dinliyorsanız bu albümü kaçırmamanızı öneririm. Özellikle “Dead American”, “Leavin Here”, “To Have And To Have Not” ve “10 Plagues Of Egypt” nefis eserler. 8/10
– Kıvanç.
www.geocities.com/larsfrederiksenandthebastards/main.html

 

INDEX

 


LIZ PHAIR - "Liz Phair" CD 2003


Liz Phair’in kendi adını taşıyan son albümü, daha önce yayınladığı tüm yapıtları gibi kaliteli bir eser olmuş. Sesi PJ Harvey’e benzeyen bu ablamızın yaptığı müzik emin olun ki en az PJ’inki kadar iyidir. Gelin onu şu ana kadar dinlememiş olanlar için bir açılış yapalım önce...
İlk Liz Phair albümü “Exıle In Guyvılle” 1993’te yayınlandı ve alternatif müzik piyasasında ufak çaplı bir çığır açtı. Albümün en dikkat çeken özelliği “cüretkar”’lığıydı. Liz Phair bir fahişe gibiydi adeta: “Şöyle ağzıma alırım, böyle emerim, her türlü pozisyona gelirim” tarzında sözler, “Seni her gördüğümde bacaklarımın arasındaki o şey ıslanıyor” gibi aforizmalar, kendisini abazan erkekler için bir tanrıça yaptı adeta. Kuşkusuz Phair’in müziğindeki tek önemli öğe cüretkarlık ve pornografi değildi, buna en iyi örnek hemen hemen dünya üzerindeki bütün önemli müzik dergilerinin 90’lı yılların en iyi albümleri listesinde “Exıle In Guyvılle”’e ilk 10 içinde yer vermesi olarak gösterilebilir. Artı parantez, şunu da belirtmek istiyorum: Liz Phair albümün ismini Rolling Stones’un “Exıle On Maın St.”’inden etkilenerek koymuş, ancak emin olun “Exıle In Guyvılle” bu albümü gölgede bırakıyor.
Phair’in hiçbir albümü milyonlar satmadı, ancak “Exıle In Guyvılle”’den sonra gelen “Whıp-Smart”, “Whıtechocolatespaceegg”, “Juvenıle” gibi albümlerinin hepsi de belli bir seviyenin üstünde eserler olduğundan hayranlarını tatmin etmeye yetti. Son albümü de 2003’ün en nitelikli çalışmalarından biri olarak tüm ihtişamıyla karşımızda duruyor. Değişen bir şey var mı Liz Phair’in dünyasında? Eh, kendi deyimiyle bir “blowjob queen”’den daha fazla ne bekleyebilirsiniz ki? Sadece bu albümün “Exıle In Guyvılle”’e oranla daha az pornografik öğe içerdiğini söyleyebilirim.
Geçtiğimiz sene radyolarda da çalınan “Why Can’t I” doğru bir single seçimi; pop dinleyicilerini bile yakalayabilecek bir şarkı. “Rock Me”, “Firewalker”, “Love/Hate” ve “Extraordinary” ise ilk dinleyişte diğerlerinden bir adım öne çıkan şarkılar. Albümün en etkileyici bestesi ise “Friend Of Mine”. Hem melodik, hem de harika sözlere sahip. Single olarak yayınlandığı takdirde çok can yakacağı kesin.
Özetlemek gerekirse... PJ Harvey, Fiona Apple, Tori Amos, Björk gibi sanatçılardan en az birinin hayranıysanız, Liz Phair sizi büyük bir ihtimalle etkileyecektir. Ona bir şans verin derim. 8/10
– Kıvanç.
www.lizphair.com

 

INDEX

 


METALLICA – “St. Anger” CD 2003 Elektra


(Bu albüm için iki kritik yazdım. Eğer "Seynt Engır b*k gibiymiş abi yeah" veya "Olum dinledin mi Metalika'nın sonuncusunu rezalet lan" şeklinde "modaya uyan" taraftaysanız ilk kritiği okuyun. Eğer sağdan soldan gelen abuk subuk yorumları umursamadan albümü dinlediyseniz veya dinlemediyseniz ve merak ediyorsanız ikinci kritiği okuyun...)
 
1) St. Anger rezalet! Noolmuş lan bu herifler? Sound çok kötü, solo yok, hardcore yapmaya başlamışlar! Hem söylenenlere göre James Heltfield da gay olmuş galiba. Bence Metallica'nın emekliye ayrılma vakti gelmiş de geçiyo. 1/1000 - Chris O'Dönnell.
 
2) Hiçbir zaman büyük bir Metallica fanı olmadım. ‘80'lerde yaptıkları albümlerin tümünün mükemmel olduğunu düşünüyorum. Ama ne zaman Bob Rock ile çalışmaya başlayıp daha basit, sade ve kolay dinlenir parçalar yapmaya başladılar, adamların müziğinden soğumaya başladım. Eminim ki kendi istedikleri şeyi yaptılar, ancak "Metallica" benim için az yada çok, bir hayal kırıklığıydı. "Load"'da ise yine kendi istediklerini yaptıklarını düşünüyorum. Yani eğer "politik" davransalardı muhtemelen ticari açıdan çok başarılı olan "Metallica"'nın "ikincisini" yaparlardı. "Load" bence fena bir albüm değildi, evet metal dışı bir sürü etkiye sahipti ama ne olmuş ki? Ben herhangi bir beklentim olmadan dinlemiş ve sevmiştim. Ama "Reload" gerçekten kötüydü. Bunun zevklerle ilgisi olduğunu sanmıyorum. Ve sonunda o dönemde Metallica'nın kaçınılmaz düşüşü de başladı.
Geldik 2003'e. Öyle görünüyor ki Metallica "düşmeye" devam ediyor. Hem de (bence) iyi bir albüm yapmalarına rağmen. Ama sanırım böyle olması da biraz normal. Sonuçta bu hasarı eninde sonunda alacaklardı. Zamanla pop yıldızı haline gelerek eski fanlarını büyük ölçüde olaydan soğuttular, buna karşın yeni kazandıkları fanlar da kalıcı olamadı. Bir de bunun üstüne yeni albüm öncesi MTV Legends'daki iğrenç tanıtım da eklenince (Snoop Doggy Dog vs...) tüm düşmanların ekmeğine yağ sürüldü.
"St. Anger" insanların beklediği şey değildi sanırım. Bu albüm ne "’80'lere dönüş" ne de tam anlamıyla nu metal etkili ve "trendy". "St. Anger" çok çiğ, kaotik, tüm estetik kaygıların kapı önüne konulmuş olduğu, Metallica'nın "özlerini", kendilerini kendileri yapan "şeyi" aradığı bir albüm. Ha tabi 1980'lerdeki albümleri önlerine alıp şema üzerinde o dönemki parçaların benzerlerini yapıp dinleyicileri mutlu edebilirlerdi ama bunu istediklerini sanmıyorum. Sonuçta St. Anger Metallica'nın belki de en içten albümü.
Albüm hakkında uzun uzun yazıldı çizildi. Albümün ne şekilde kaydedildiğini herkes biliyor. Adamlar giriyorlar, içlerinden geldiği gibi çalıyorlar, sonra pro tools'da her şey yap boz gibi hallediliyor. Sonuçta bu albümde herifler tüm kıstasları bir kenara koyarak içlerinden ne geldiyse onu çalmışlar. Ortaya Metallica'nın tüm dönemlerinden etkiler içeren, aynı zamanda yeni etkiler de getiren bir müzik çıkmış. Bu nedenden olsa gerek albümün deneysel bir yapısı var.
Prodüksiyon "garaj" sound’lu, herhangi bir "estetik" kaygı güdülmediği ortada, ve Metallica gibi bir grup için bu çok radikal bir karar, ki söz konusu olan bir "X" grubu olsaydı bu karar yine radikal sayılırdı. Özellikle davul tonları çoğu yerde rahatsız edici, ancak Lars Ulrich tüm parçalarda sağlam bir performans sergiliyor. Gitarlar down tuned, çoğu yerde Korn / Machine Head tonları göze çarpıyor. James Heltfield'ın vokalleri kesinlikle kusursuz değil ama her şeye rağmen bu "doğallığın" kattığı aykırı bir güce sahip, ki tüm enstrümanlar için de aynı şey geçerli. Performanstaki ve sound’daki "sorunlar" eminim ki bilinçli bir şekilde olduğu gibi bırakılmış, önceki albümleri üzerinde en ufak ayrıntısına dek stüdyoda vakit harcamış bir grubun "hataları" düzeltemeyeceğini düşünmek saçmalığın daniskası.
Albüm için dediğim gibi "eskiye dönüş" demek imkansız, zaten böyle bir şey amaçlandığını da düşünmüyorum. Bu nedenle "St. Anger Thrash mi değil mi" gibi tartışmalar yapmak anlamsız. "St. Anger" = "St. Anger", hepsi bu. Parçalar dinamik ve varyasyonlu, ki "... And Justice For All" zamanından beri buna rastlamak pek mümkün değildi, yani "Metallica" albümünden itibaren kulaklarımızın aşina olduğu power ballad'lar, hit single'lar vs... bu albümde mevcut değil. Metallica tüm dönemlerinden gelen etkileri bu "radikal", aşırı derecede çiğ prodüksiyon içerisinde birleştiriyor. Ancak Metallica'nın ‘80'ler albümlerindeki melodik yapı burada kesinlikle mevcut değil, bu müzik tamamen agresif ve direkt.
Bence albümün en büyük silahı hiç dinmeyen agresyonu. “St. Anger”, ismine yaraşır biçimde Metallica'nın en agresif, hem de kontrolsüz bir biçimde en agresif albümü. Albümdeki tüm lirikler aşırı direkt, aşırı saldırgan, kin, nefret ve acı dolu. Bu ister istemez Peter Steele'in müzik yapmayı terapiye benzettiği bir söylemini aklıma getirdi: "Her hafta bir psikiyatriste 50 $ vereceğime grubumla çalıyorum ve kafamdaki tüm pislikleri haykırıyorum, bu beni deşarj ediyor". Peter Steele bu lafı en çiğ ve en agresif Type O albümü "Slow, Deep And Hard"'ı yaptıkları dönemde etmişti. Bu da bana "Slow, Deep And Hard" ve "St. Anger" arasında bir benzerlik olduğunu düşündürüyor. Her iki albümde de grubun diğer albümlerinin aksine prodüksiyon bilinçli olarak aşırı çiğ ve (belki de) zayıf, parçalar uzun ve varyasyonlu, vokaller ve performans kusursuz değil, ancak her iki albümde de müzik setinizden dışarı saf agresyon boşalıyor. Bu yaklaşım "St. Anger"'a karşı ekstradan bir sempati beslememe neden oldu.
Başta nefret dolu, eleştirel lirikleri ve Machine Head-vari catchy riffleri ile "Shoot Me Again", ‘90'lardaki Metallica sound’unun çok daha sertleştirilmiş bir hali diyebileceğim agresif "My World" ve sıra dışı riffleri ve nakaratındaki Glenn Danzig-vari vokalleriyle "Invisible Kid" başta olmak üzere bütün parçalar belli bir seviyenin üzerindeyse de benim favorim kapanıştaki 9 dakikalık hafif sludgy "All Within My Hands" oldu, özellikle parçanın sonunda Heltfield'ın cinnet geçirmişçesine "Kill kill kill kill!!!" diye haykırdığı hızlı kısım müthiş.
Peki albümde hiç sorun yok mu? Tabi ki var. "St. Anger" ve "Invisible Kid" başta olmak üzere bir çok parçada çok fazla tekrar var. Belli ki bu bilinçli yapılan bir şey, ancak parçaların gücünü azalttığı da ortada. Bir de aklıma gelmişken solo olayına değinelim. Evet, Kirk Hammett hiç solo atmamış. Peki albümde soloya ihtiyaç var mı? Bence yok. Yani albümü ilk dinleyişimde 7. parçaya dek solo olmadığına dikkat bile etmedim, tek kelimeyle sürüklenip gitti. Zaten albüm kaydedildiği sırada sololar eklenecekken Hammett parçaları dinlemiş ve "bu parçalarda soloya ihtiyaç yok" demiş, iyi ki de demiş, zorlama sololara yer yok bu albümde.
Sonuçta "St. Anger" aynı anda hem primitif hem de progresif, aşırı derecede çiğ, agresif, içten, dürüst bir albüm. Metallica'ya ait klasikleşmiş (ve de klişeleşmiş) birçok unsur burada yok. Eğer bunları arıyorsanız sizin için üzgünüm. Eğer 1980'lerdeki Metallica'yı istiyorsanız sizin için de üzgünüm çünkü buradaki müziğin ‘80'lere dönmek gibi bir amacı da yok, olsa olsa o zamanki agresyona bir dönüş söz konusu. "St. Anger" surata inen yumruk gibi çirkin, kaotik ve saldırgan bir albüm. İnanıyorum ki bu albümde adeta içlerindeki "şeytanlarla" yüzleştiler, içlerini döktüler ve kafalarını topladılar. Bu nedenle "St. Anger" belki de bir geçiş albümü. Eğer açık fikirli bir şekilde, hiçbir beklentiniz olmadan albümü sözlerini okuyarak dinlerseniz ya gerçekten seversiniz yada nefret edersiniz. Ama lütfen bu albümü değerlendirirken eski Metallica'yı kıstas almayın.
İşin açıkçası bu albümün Iron Maiden'ın "The X Factor"'ı gibi değeri geç anlaşılacak bir albüm olduğunu düşünüyorum. Merak ediyorum acaba o zaman şimdilerde "St. Anger kötü" demeyi adeta bir "misyon", bir "akım" haline getirenler fikirlerinden "dönecekler" mi?
Unutmadan, DVD eki de gerçekten süper bir düşünce, oradaki performans bazı yerlerde albümden daha bile iyi.
Metallica'yı onca baskı altında "kendileri" olabildikleri için tebrik ediyorum. 7/10
- Mert. www.umusic.com

 

INDEX

 


MUSE – “Absolution” CD 2003 Universal Music


İngiliz rock grubu Muse’un üçüncü albümü “Absolution” ilk ikisini aratıyor açıkçası. İlk albüm “Showbiz”'de harika melodileri güzel sözlerle harmanlayan grup, dinlemesi kolay ve keyifli bir eser çıkarmıştı ortaya. Aklımıza gelen ilk parçalar “Sunburn”, “Muscle Museum” ve “Unintended”. Ardından gelen ikinci albüm “Origin Of Symmetry”'de ise çıtayı yükseltmişlerdi. “Origin Of Symmetry”, müzikalite ve dinlenebilirlik açısından “Showbiz”'den daha üstün değildi; ancak grubun henüz ikinci albümünde brit-rock’ın sıkıcı ve kısıtlı duvarlarını yıkmaya ve olgunlaşmaya başladığını gösteriyordu. “Absolution”, “Showbiz”'den çok “Origin Of Symmetry”'ye benziyor. “Origin Of Symmetry”'de albüme çok iyi oturan deneysel hava, “Absolution”'da grubun işi eline yüzüne bulaştırmasıyla sona ermiş. “Stockholm Syndrome”'u ele alalım: Punk mı yoksa heavy metal mi? Tabii ki ikisi de değil. Bu kadar gürültü bu çocuklara yakışmıyor. Albümde güzel şarkı yok mu, tabii ki var: “Butterflies & Hurricanes” ve “Endlessly”. Finaldeki “Ruled By Secrecy” de yerine tam oturmuş. “Absolution”'u tek bir cümleyle özetlemek gerekirse: Grup yine iyi melodiler bulmayı başarmış, ama sanki bunları nereye oturtacağını bilememiş gibi. Üçüncü albümünü yayınlayan bir grup için iyiye işaret değil. Muse’dan bir isteğimiz var: Şöyle bir silkinin ve kendinize gelin, yoksa sonunuz Smashing Pumpkins gibi olacak, söylemedi demeyin. 5/10 - Kıvanç.
www.umusic.com

 

INDEX

 


NINE INCH NAILS – “And All That Could Have Been” DCD 2002 Nothing Records


Bilindiği üzere Trent “Mr. Selfdestruct” Reznor ve ekibi, ismi “Bleedthrough” olarak açıklanan son albümleri üzerinde son rötuşları yapıyor. Eğer bu yeni albümün ismine bakacak olursak Reznor’dan yine intiharsal, depresif bir destan beklememiz yanlış olmaz diye düşünüyorum. Onlar bu yeni başyapıtı hazırlaya dursunlar, biz de bu sırada hafiften gaza gelmek babında 2002 tarihli harika konser albümlerine bir göz atalım.

‘90’ların müzik dünyasını en derinden etkileyen isimlerinden birisi hiç şüphesiz ki Nine Inch Nails ve Trent Reznor oldu. Gerek grubu ile yarattığı müthiş ve benzersiz albümler, gerek yapımcı, besteci, aranjör olarak yardımda bulunduğu diğer sanatçı ve gruplar, gerekse de şirketi Nothing Records aracılığıyla Metal, Rock, Pop, Elektronik müzik fanlarını ortak bir paydada toplamayı bildi. İşin benim için en ilginç tarafı ise bu kadar ekstrem bir imajla yola çıkan Reznor’ın, birbirinden sansasyonel video çalışmalarına ve en güçlü anti depresanlara ihtiyaç duymanızı sağlayacak karamsarlıktaki bestelerine rağmen bu kaliteli müziği bu kadar geniş kitlelere ulaştırabilmesi kesinlikle. İlk single’ı “Down In It”’in klibinde bile Trent Reznor intihar etmiş ve çürümekte olan bir ceset olarak karşımıza çıkıyordu. Bir Macintosh bilgisayar aracılığıyla oldukça primitif bir biçimde kaydedilen “Pretty Hate Machine” endüstriyel müziğin kilometre taşı olarak adını müzik tarihine kazıdı. Üç kağıtçı şirketi TVT’nin yaptıklarından iyice morali bozulan Reznor benim favori N.I.N. çalışmam olan “Broken” ile başarısını katladı ve bu sırada müziğindeki metal etkisini de arttırmayı ihmal etmedi. “Wish”, “Happiness In Slavery”, “Gave Up” gibi süper parçaların ve aşırı ekstrem bir konsept videonun desteğiyle “Broken” kült seviyesine ulaşmakta gecikmedi. Tüm zamanların en depresif albümlerinin başında gelen “The Downward Spiral”’da ise Reznor konsept bir yok oluş destanı yazdı, bir yandan da müziğinin birçok farklı yönünü tek bir albümde eritmeyi başararak ticari açıdan da büyük bir başarı kazandı. ’99 tarihli double konsept albüm “Fragile”’da ise yine depresif ancak çok daha olgun, dingin ve oturaklı bir N.I.N. çıktı karşımıza. Reznor’ın N.I.N.’ı artık gerçek bir grup yapma isteği de diğer elemanların müzikal olarak daha fazla katkıda bulunmasıyla kendini gösteriyordu. Bunun dışında N.I.N. konserlerindeki daha akustik havayı stüdyoya taşıma isteği de bu albümde loop yerine direk olarak canlı kaydedilmiş akustik davullu birkaç parçada ve genel olarak endüstriyel tarzın dışında kalan birçok bölümde ortaya çıkmaktaydı.

“All That Could Have Been” ise uzun gecikmelerden sonra 2002 sonlarında raflarda yerini alan N.I.N. konser albümü ve videosu oldu. N.I.N.’daki tavrın daha samimi ve d.i.y. bir havaya büründürülmesi bu çalışmada kendini gösteriyor. Video 8 dijital kamerayla kaydedilmiş ve bilgisayarda Reznor’ın gözetimi altında kurgulanmıştı. CD için de aynı şey geçerli, kapakta özellikle belirtildiği üzere albüm bir Macintosh bilgisayarda pro tools ile hazırlanmış, yani bu konuda Trent baba bir nevi Steve Haris sendromuna girmiş gözüküyor, neyse ki bu konularda Harris’ten çok daha yetkin olduğu gerçeği var ortada.

Albüm iki farklı versiyon şeklinde piyasaya sürüldü, ilki yukarıda kapağını gördüğünüz tek CD’lik digipack versiyon, diğeri de benim sahip olduğum ancak kapağını scan etmeye üşendiğim bonus CD’li ekstra slipcase’li digipack versiyon. Elimdeki CD “imaj” açısından müthiş gerçekten de, dizaynda gri renk tercih edilmiş ve “Fragile” albümünün kapak dizaynı gibi sade. 3 folderlı şık digipack güzel hazırlanmış, bunun dışında 24 sayfalık bir booklet mevcut. Bunlar yetmemiş gibi bir de bunların içine konduğu üzeri gri kumaş kaplı mukavvadan bir slipcase mevcut ki tüm bunlar daha albümü CD player’a takmadan sizi atmosfere sokuveriyor.

Müziğe gelirsek… Önce ilk CD’ye bakalım. 74 dakika süren albüm Fragility v2.0 tour’da Kuzey Amerika’da verdikleri konserlerden derlenmiş. Sette ağırlık tabi ki “Fragile” albümünde, ancak önceki albümlerinin sağlam ve klasikleşmiş parçalarına da yer verilmiş. Gerçi 74 dakikalık sınırlama sonucunda burada yer bulamamış bir sürü parça da olmuş tabi ki. Konserde dikkat çeken şey grubun farklı dönemlerinden gelen ve o dönemlerindeki karakteristik özelliklerini barındıran parçaların o anki N.I.N. kadrosundan maximum verimi alacak şekilde yeniden düzenlenmesi, ki aslında bu N.I.N. için daima geçerli olmuş bir olay. Yani konserde N.I.N. izleyip hastası olmuş, sonra albümlerindeki baskın elektronik havayla karşılaşıp hayal kırıklığına uğramış birçok kişi oldu bugüne dek. “Fragile” albümündeki parçalar ise Reznor’ın belirttiği gibi canlı çalınacağı şekiller göz önünde bulundurularak kaydedildiği için albümdeki hallerinden çok farklı sayılmazlar.

Setlist çok iyi düzenlenmiş. Debut albümlerinin en manyak iki parçası “Terrible Lie” ve “Sin” ile enerjik bir biçimde başlayan konser harika bir “March Of The Pigs” yorumuyla sürüyor. “Piggy”, “The Frail”, “The Wretched” parçaları ile beraber konser daha ağır, atmosferik ve melankolik bir havaya bürünse de grup “Broken”’ın en gaz parçası “Gave Up” ile adrenalin seviyesi tekrar tavana vuruyor. Konserin geri kalan kısmında bu tip inişli çıkışlı bir yapının varlığından söz etmek mümkün, “Fragile” parçalarında atmosfer ağırlaşırken “Wish”, “Head Like A Hole” gibi hitlerle adrenalin tekrar yükseliyor. Kapanışta ise tabi ki “Hurt” var, çok güzel bir yorumuyla.

Albüm boyunca seyirciyle iletişim seviyesi çok düşük olsa da akıcılık nedeniyle buna pek gerek de yok gibi görünüyor. Sonuçta çiğ, enerjik, karanlık ve güçlü bir konser kaydı olmuş, ancak ben yine de “Fragile”’dan “We’re In This Together”’ın da burada olmasını isterdim. Aynı şekilde “Broken”’ın bonus parçalarından birisi olan “Suck” yerine mükemmel “Last”’ı dinleyebilmek isterdim. “Happiness In Slavery”, “Heresy” ve “Down In It” yine yokluğunu hissettiren klasikler. Ama bunların da olması için konserin bir double CD olması kaçınılmaz.

Bonus CD ise tek kelimeyle harika ve koleksiyoncular için farz. Burada demo kayıtları, yayınlanmamış ve yeni parçalar mevcut. Toplam 9 parça. “The Fragile”, “The Day The World Went Away” gibi son albüm çalışmaları ile “Something I Can Never Have”, “The Becoming” gibi eski unutulmuş klasiklerin çok primitif ve sade (çoğu kez piano, klavye desteği ve vokal) versiyonlarının yanında “All That Could Have Been”, “The Persistence Of Loss” ve “Leaving Hope” gibi üç gün yüzü görmemiş N.I.N. parçası da dikkatleri çekiyor. Tabi ki “The Fragile”’ın ağır havasını yansıtan çalışmalar bu üçü, özellikle ikincisindeki yaylı enstrümanlar inanılmaz güzellikte kullanılmış.

Sonuçta paranızın karşılığını 100 % verecek, sağlam bir konser albümü olmuş “All That Could Have Been”. Tabi ki konser kısmının daha uzun olmasını dilerdim ama bu haliyle de çok sağlam. Fanlara iki CD’lik versiyonu kaçırmamalarını tavsiye ederim. 9/10 – Mert.

www.nothingrecords.com

 

INDEX

 


NOFX – “The War On Errorism” CD 2003 Fat Wreck Records


NOFX son 15 yılın en başarılı punk gruplarından biri, hatta belki de birincisi. Kimilerince “gay lan bunlar” diye aşağılanıyorlar, kimileri de “bunları dinleyeceğime müzik dinlemem daha iyi” diyor. Hiçbirini takmamanızı tavsiye ederim: Tam bir punk grubu onlar; basit, alaycı ve komik. Ancak NOFX’in çoğu punk grubundan ayrılmasını sağlayan çok önemli bir özelliği var: Grup üyeleri yetenekli müzisyenler ve bunu pek hissettirmeseler de gerçekten entelektüel kişiler.

1988’de gelen ilk albüm “Liberal Animation”’dan bu yana çok fazla şey değişmedi NOFX’in müziğinde. 90’lı yıllarda “Ribbed”, “Punk In Drublic” ve “Heavy Petting Zoo” gibi mükemmel punk albümlerine imza attılar. Ancak beni asıl vuran eserleri 1999 tarihli “The Decline” adlı EP’leri olmuştu. 18 dakikalık “The Decline” adlı bir parçadan oluşan bu EP’de grup sadece 2 dakikalık punk şarkıları besteleyen bir grup olmadığını kanıtlamıştı (Bu şarkı hayatım boyunca dinlediğim en güzel 3 – 5 parçadan biridir, herkese şiddetle tavsiye ederim).

“The War On Errorism” punk dinleyicisine çok şey vaat eden bir albüm. NOFX hâla anarşist (bkz: “Anarchy Camp”) ve George Bush’a karşı (bkz: albümün kapağı). “Mattersville”, “I Hate Hate Haters” ve “Idiots Are Talking Over” klasik NOFX şarkıları. Her NOFX albümünde olduğu gibi, yine bazı garip şarkı isimleri dikkat çekiyor: “Whoops, I Od’d”, “The Irrationality Of Rationality”, “Re-Gaining Unconsciousness”, vs...

“Franco Un American” gerçek bir punk manifestosu. Tanrım, ben bu adamları çok seviyorum ve objektif olmaya da hiç niyetim yok açıkçası! Sözleri bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyor; adamların hobileri bile benimkilerle uyuşuyor: “I’M WATCHING MICHAEL MOORE... / I’M LISTENING PUBLIC ENEMY”!

Punk dinlediğinizi mi iddia ediyorsunuz? Henüz bir NOFX albümü dinlemediyseniz, punk hakkında bir bok bilmiyorsunuz demektir. 7,5/10 – Kıvanç.

 

INDEX

 


NOVEMBERS DOOM – “To Welcome The Fade” CD 2002 Dark Symphonies


Evet, sonunda Amerikanın Doom Metal’deki önde gelen ismi Novembers Doom ortalığı dağıtıyor. “To Welcome The Fade” son yılların en üstün Doom Metal albümlerinden birisi, aynı zamanda Novembers Doom’un en iyi çalışması.

Grubu “Of Sculptured Ivy And Stoned Flowers” albümleriyle tanımıştım. Söz konusu albümde İngiliz Doom Metal gruplarının yoğun etkisinin hissedildiği (hatta bir parçanın girişi My Dying Bride’ın “Sear Me”’sini aşırı derecede hatırlatıyordu), aynı zamanda kısa geçiş bölümleri ve atmosferik eklentiler ile epik tat da veren, ortalamanın üzerinde ancak göz kamaştırıcılıktan oldukça uzak bir müzik icra ediyorlardı. Sonraki çalışmalarından ise özellikle “The Knowing”’de belirli bir gelişim görülebilmekteydi ancak grup her ne kadar bu tarz müzikle yeni tanışmaya başlamış Amerikan piyasası için bir şeyler verebilse de bu müziği yıllardan beri dinleyen Avrupa’lı Doom Metal dinleyicileri için yeni ya da fazla özel bir şey sunamıyordu, güzel bir Doom Metal icra ediyorlardı ama çok özel bir Doom Metal değildi bu.

Ancak Novembers Doom “To Welcome The Fade”’de sonunda tarzını oturtmuş olarak, aynı zamanda neredeyse tamamı Avrupalı gruplardan gelen etkiler ile de her biri çok sağlam ve kendi başına rahatça ayakta durabilen parçalar ile karşımıza çıkmakta. Aslında hala çok orijinal bir müzik yaptıkları iddia edilemez hatta İsveç – İngiltere arasında mekik dokumaya devam ettikleri de söylenebilir ama grup en azından bu tarzların öncüsü grupların önde gelen albümlerinin yanında hiç de sırıtmayacak bir çalışmaya imza atmış “To Welcome The Fade” ile.

Albümdeki müzik baştan sona sıkı, tutarlı ve dengeli. Çok iyi bir prodüksiyon söz konusu ve grup bunun getirisi olarak müziğinin heavy ve agresif kısımları ile tatlı ve soft kısımlarını çok iyi dengeleyebilmiş. My Dying Bride, eski ve yeni Anathema gibi grupların yanında Katatonia (özellikle “Brave Murder Day” zamanları), Opeth (özellikle akustik ve clean vokalli kısımları), hatta ve hatta Unholy gibi grupların etkileri müziğin içinde göze çarpsa da grup tüm bu etkilerden kendine özgü üniform bir sound yaratmayı başarmış. Aslında bundan yola çıkarak da grubun aşağı yukarı tüm bu grupların karışımı sayabileceğimiz Katatonia elemanlarının yan projesi October Tide’a oldukça benzediğini söyleyebiliriz, evet Novembers Doom en çok October Tide’a benziyor ve bu albümde en az o kadar da iyiler. Özellikle brutal vokaller söz konusu gruba benziyor, bunun dışında Darren White-vari clean ve Aaron-vari scream vokaller dikkat çekiyor. Female vokaller de yine tadı kaçırılmadan müziklerinde yer verdikleri bir unsur. Aslında “To Welcome The Fade”’in en beğendiğim özelliklerinden biri tam anlamıyla gitar müziği olması, yani sırtını klavyelere yaslayan bir müzik kesinlikle değil, atmosferi armonik ve heavy riffler ile choruslu arpejlerin bileşimi sağlıyor denilebilir. Ve sonuç kesinlikle çok iyi, “To Welcome The Fade” gerçekten son derece melankolik bir albüm.

Açılıştaki üç parça “Not The Strong”, “Broken”, “Lost In A Day” arka arkaya insanın ruhuna inen soğuk birer bıçaktan farksız. Açılış parçasının lirikleri tek kelimeyle ağlatıcı. “Broken” ise oldukça dolambaçlı bir çalışma ve Anathema benzeri dreamy arpejleri harika. “Lost In A Day” yürek parçalayan cinsten. “If Forever” “Eternity” dönemi Anathema’yı gereğinden fazla anımsatan akustik bölümlere sahip olsa da iyi icra edilmiş. “The Spirit Seed”’deki vokal armonileri yine gereğinden fazla Anathema kokuyor. “The Lifeless Silhouette” Opeth’in komplike yapısından sıyrılmış hali gibi. “Dreams To Follow” yine Anathemavari bir piyano geçişi ve harika. “Dark Fields For Brilliance” albümün girişindeki ışıltılı havayı tekrar yakalayarak son noktayı koyuyor.

Sanırım eleştirebileceğim tek şey yukarıda da bahsettiğim gibi bazı parçaların, daha doğrusu bazı bölümlerin de ja vu hissi yaratması, grup ilerde bu bölümleri kendilerine özgü yeni etkilenimler ile doldurabilirse bir adım daha ileriye gitmiş olur. Ancak her halükarda karşımızda çok güzel, kitabına uygun bir Melancholic Doom/Death çalışması var. Önerilir. 8/10 – Mert.

www.novembersdoom.com

 

INDEX

 


ORPHANED LAND – “Mabool (The Story Of The Three Sons Of Seven)” CD 2004 Century Media Records


"İsrail'in efsanevi grubu Orphaned Land'den sofistike bir konsept albüm. Oryantal ve Orta Doğu etkili atmosferik Gothic Metal ile melodik Death Metalin mükemmel bir karışımı."

Century Media yaklaşık sekiz yıllık bir aradan sonra grubun çıkarttığı "Mabool..." albümünü böyle tanımlıyor. Bu kadar uzun bir süre fanlarda doğaldır ki büyük bir beklenti yarattı. Sonuç kesinlikle başarılı, güncel, derin, renkli ve kusursuz bir müzisyenliğin ürünü olan bir albüm olmuş. Her albümde farklı bir sound ve müzikal tarz ortaya koyan grup bu albümde de bu geleneğini Tiamat, Paradise Lost ya da Anathema gibi modern sound’lara yönelen grupların izinden giderek gelişimlerinin bir sonucu olarak progresif ve deneysel destekli bu tarz bir üretim ortaya koyarak sürdürmüş. “Sahara” (1994) ve “El Norra Alila” (1996) albümlerinden daha komplike ve olgun. Bağlama, buzuki ve ud gibi yerel enstrümanların yanı sıra keman, viyolonsel ve piyano ile zenginleştirilen albüm koro desteğiyle de pahalı ve zengin bir prodüksiyon olarak dikkati çekiyor. Kobi'nin vokalleri agresiften brutale, temizden konuşmaya kadar çeşitlilik gösteriyor.Grubun en melodik albümü olan 'Mabool' kompleks ve zengin düzenlemelerin yanında 30 kadar misafir sanatçı katkısıyla dinleyiciye üstün bir çeşitlilik sunuyor. İngilizce sözlerin yanında İbranca, Yemen Arapçası ve Latince kullanılmış. Kompozisyonların derinliği ve enstrümanların çeşitliliği metalin sınırlarının olmadığının ispatı.

Parçaların alt başlıklı olduğu konsept bir albüm olan “Mabool”’da lirikler Tevrat'taki Nuh Tufanı hikayesinden etkilenerek yazılmış. Zaten mabool sel anlamına geliyor. Hikaye üç tektanrılı dini (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) simgeleyen üç kahramanın doğmasıyla başlar. Üçlü insanların sapkınlığından dolayı Dünyayı büyük bir felakete sokacak olan Tanrı'nın uyarısını insanlara ulaştırırlar. Ne yazık ki başarılı olamazlar ve sonunda büyük sel Dünyayı yıkar. Üçlünün yaptığı Gemi sayesinde de hayatta kalanlar yeni bir yaşama kavuşurlar.

Giriş parçası “Birth Of The Three” vokalist Kobi'nin Hindistan yolculuğunda sokak müzisyenlerinden aldığı bir kayıtla açılıyor ve distorsiyonun girmesiyle dinleyiciyi tipik ve hoş bir Doğu melodisi karşılıyor. Albümün favorisi “Ocean Land” (belki de Türk fanlarına bir jest olarak) bağlama ile açılıyor. Bunu yanında buzukinin de bağlamayla birlikte serpiştirildiği parça etnik öğelerin en fazla kullanıldığı parça olarak göze çarpıyor. Parça Kobi'nin Tac Mahal camiinde gizlice kaydettiği bir bölüm ezan ile bitiyor. “The Kiss Of Babylon”’da demoda yer alan bir parçanın melodisi ile Kobi ile bayan vokalistin yerel chantleri dikkat çekici. Parça bir sonraki Orta Doğu motifli “A'salk”’a bayan vokalin solo performansıyla özgün bir geçiş yapıyor. 

“Halo Dies”’da poliritmik ses efektlerinin eklendiği bölüm, “A Call To Awake”’de ise Kobi'nin temiz ve brutal olarak nöbetleşe yaptığı vokaller muhteşem. Hatta Iron Maiden tarzı armoninin ve Dream Theatre tarzı muhteşem yapıların ardı ardına takip ettiği bu bölüm albümde favorim. Sonraki parça “Building The Ark” grubun sıklıkla kullandığı hicaz makamından yazılmış, Latince sözlü ve koro tabanlı güzel bir deneysel parça. Özelikle koronun vokal melodileri ve etnik/akustik enstrümanların uyumu muhteşem. 

Orphaned Land'in “trademark”’larından biri parça kompozisyonlarında bir riff’i genelde tekrar etmemeleridir.  Diğer trademark’ları olan her albümde geleneksel (daha doğrusu dinsel) İsrail müziğini kullanması bu albümde “Nora El Nora” yorumuyla yerine getirilmiş. İbranca sözlü parça öyle ustalıkla “metalize” etmişler ki bunun yerel bir parça olduğunu anlaşılmıyor bile. Efektli ve senfoni destekli dingin enstrümantal “The Calm Before The Flood” bir sonraki parça “Mabool”’a yumuşak bir geçişle bağlanıyor. Albümün riff zengini isim parçası fark ettirmeden ismi tanıdık bir motto olan “The Storm Still Rages”’a bağlanıyor. İkinci parçadan ödünç aldığı birkaç riff’den sonra parçanın ortasında yer alan sustan hemen sonra yer alan klasik gitarın melodisi duygusallığıyla büyülüyor. Hemen ardından özelikle vokalin desteklediği nakarat bölümleri inanılmaz. Akustik bir enstrümantal olan Rainbow tufan ertesini simgeliyor ve parçadaki kuş sesleri insana temiz bir yeniden başlangıç için yeni bir umut aşılıyor.

Albümde enstrümanlar o kadar çeşitli ki, gitar, bas ve davul üçlüsünün baştan sonra götürdüğü tek parça bile yok. Hepsi de albümde anlatılan hikayeye uygun bir şekilde, uygun yerlerde kullanılmış. Özellikle yeni klavyecinin etkisiyle ortaya konan jazz ve fusion etkilenimli ve heavy’den progresif’e, endüstriyelden death ve black metale kadar oryantal temelli olan albümde grup yalnızca orijinal bir şeyler üretmiyor, aynı zamanda bunu başarılı bir şekilde yapıyor.

Yeryüzünün belki de en çoklu-kültürel grubu Orphaned Land'in metal basınında oldukça yüksek övgüler alan “Mabool” albümü açık fikirli tüm müzik dinleyicilerin arşivlerinin değerli bir köşesinde mutlaka yer almalı. 9/10 – Tamer.

www.orphaned-land.com

 

INDEX

 


PARADISE LOST – “Symbol Of Life” CD 2003 GUN


‘90’ların ilk yarısında, yani ben tam bir Doom Metal manyağıyken, Paradise Lost hastası olduğum grupların başında gelirdi. Metal müziğe getirdikleri yenilikleri ve ‘90’ların ilk yarısında yaptıkları harika albümleri unutmak mümkün değil. Her ne kadar bir “Shades Of God” fanatiği olsam da müzikalite bazında tavana vurdukları albümün “Draconian Times” olduğunu düşünüyorum. Giderek sade ve kolay dinlenir bir hale gelen müziklerinin en mükemmel hali o albümdü; “Hallowed Land”, “The Last Time”, “Forever Failure”, “Yearn For Change”… Albüm adeta bir “hit” deposuydu. Ardından gelen “One Second” ile beni pek de şaşırtmayarak müziklerine elektronik etkiler kattılar. “Draconian Times”’dan iyi olduğunu düşünmesem de güzel bir albüm olduğunu yadsımam imkansız. Sonuçta seçtikleri yol belliydi; daha kolay dinlenir, elektronik etkilerin bol olduğu ve “poppy” bir sound. İşin açıkçası ortaya çıkan müzik sağlam olduğu sürece trendy bir müzik icra edilmesi umurumda değil. “Host”’da “yeni Depeche Mode” olmak amacıyla müziklerindeki Metal etkilerini tamamen kapı dışarı ettiler. Sonuç “One Second”’dan iyi değildi, kabul, birkaç mükemmel parça vardı albümde ama bir bütün olarak bakıldığında mükemmel değildi. Dahası yeni bir Depeche Mode’a kimin ihtiyacı vardı ki?... Bunu onlar da anlamış olacaklar ki “Believe In Nothing”’de biraz daha “One Second”-vari bir tarza yelken açtılar, ama albümün kötü olması grubu hepten dibe batırdı. Şu an dinlemekte olduğum bu yeni Paradise Lost albümü ise bir önceki çalışmaya göre belirgin bir biçimde iyi. Bir kere “Symbol Of Life”’da parçalar daha derli toplu, catchy. Mackintosh daha sağlam melodilerle gelmiş. Grup her ne kadar bu kez daha açık fikirli bir biçimde parça yazdıklarını iddia etse de burada çok fazla bir yenilik görmek mümkün değil, evet müzikte grubun eskisi kadar melankoli takıntısı içinde olmadığı görülüyor, ama ben bu albümü daha çok önceki üç albümde denedikleri fikirlerin geliştirilmiş hali olarak görüyorum. Peki “Symbol Of Life” ne kadar iyi? Valla şahsen ben önceki albümden daha iyi olduğunu düşünsem de “yeni bir Paradise Lost başyapıtı” olmaktan uzak olduğu da bir gerçek. Çoğu parçadaki melodiler son derece klişe ve basit. “Isolate” ve “Erased” Mackintosh – Holmes ikilisinin 10 dakikada yazabileceği, kolay dinlenir olduğu kadar da kolay unutulacak besteler. Grubun trademark’ı olan heavy riff + melodik solo yapısı tabi ki bu parçalarda görülemiyor. Albümün ilk yarısı oldukça bayık, ancak grup akıllı bir taktikle sağlam parçaları sonlara saklamış. “No Celebration”, “Self Obsessed” ve “Symbol Of Life” albümün en iyileri, işin “ilginç” tarafı bu parçalarda Mackintosh abinin melodik soloları ve grubun Metal kökleri daha fazla öne çıkıyor. Albüm sağlam parçalarla sonlanınca doğal olarak tekrar dinlemek istiyorsunuz. “Symbol Of Life” iyi bir albüm. “Draconian Times”’dan iyi mi? Şaka mı ediyorsunuz… Ben ileriye dönük büyük bir adım olduğunu düşünmüyorum. Bu albümdeki soundu ne şekilde geliştirebilirler bilemiyorum, bu son derece basit, sade ve sırtını aranjmanlara yaslayan bir müzik çünkü. “Believe In Nothing”’in ardından ilaç gibi gelecektir bazılarına, ama ne yalan söyleyeyim, bu vakitten sonra benim bu ilaca ihtiyacım yok… Bilmem anlatabildim mi? 6,5/10 – Mert.
 

INDEX

 


PJ HARVEY – “Uh Huh Her” CD 2003 Island Records


Bizi hayalkırıklığına uğratmayacağını bildiğimiz Polly Jean Harvey, son albümü Uh Huh Her ile yeniden karşımızda. Bir önceki Stories From The City, Stories From The Sea ile Mercury ödülünü de alan PJ, bu sayede dinleyici kitlesini de genişletmeyi başarmıştı. Ancak ne Stories... ne de ondan önceki Is This Desire? biz sevenlerini tam anlamıyla tatmin edememişti. İkisi de yeterince iyi albümlerdi, ancak Polly'nin o kendine has üslubundan biraz uzak gibiydiler. Belki de biz, ilk üç albümünü de başyapıt olarak gördüğümüz Polly'nin ‘sadece iyi olan’ albümler yapmasını içimize sindirememiştik, kim bilir. Gerçekçi olmakta fayda var; hangi sanatçı tüm kariyeri boyunca hep olağanüstü albümler yapmayı başarmıştır ki? Biz de Stories...'den bu yana aradan geçen 4 yıl boyunca, ilk üç albümü Dry, Rid Of Me ve To Bring You My Love'ı döndürüp durduk müzik setimizde.

Uh Huh Her herşeyden önce iyi bir rock albümü. Rid Of Me'nin içinden çıkmış gibi duran ilk iki şarkı “The Life & Death Of Mr. Badmouth” ve “Shame”in şizofrenik lirikleri, Uh Huh Her için çok büyük umutlar besleyip “acaba yılın albümünü mü dinliyorum?” diye heveslenmenize sebep olabilir. Gerçi albümde hiç boş şarkı yok, ancak Uh Huh Her yine de bir Dry veya Rid Of Me değil. Beklendiği üzere farklı yönlere salınım yapıyor PJ'in şarkıları; punkvari “Who The Fuck?” ve dingin yapısıyla “The Slow Drug” albümün iki uç noktası. “The Slow Drug”ın yarattığı kasveti, kısacık bir akustik olan “No Child Of Mine” dağıtmayı başarıyor. “It's You” korku filmi müziklerine benzeyen piyanosu, Slint'i andıran gergin gitarları ve PJ'in “bak beni ne hâle getirdin” gibisinden lirikleri ile belki de albümün en etkili parçası. Polly Uh Huh Her'ü kapaktaki pozunu desteklercesine, üzgün ve sinirli bir havada bitiriyor. Araları martı sesleri ile bölünen son iki şarkı “The Desperate Kingdom Of Love” ve “The Darker Days Of Me & Him” Uh Huh Her'ün en karamsar besteleri. İkisi de akustik destekli, Wilco'nun artık terk-i diyar eylediği alt-country'ye göz kırpan depresif aşk şarkıları. Peki 41 dakikanın sonunda bizlere ne kalıyor... Albümü tekrar dinlemekten başka?

Tori Amos'un yerinde saydığı, Björk'ün suskun kaldığı, Liz Phair'in (ne hikmetse?) Avril Lavinge'i taklit etmeye çalıştığı şu sıcak ve boğucu yaz günlerinde, belki de 90ların en önemli bayan rock şarkıcısı olan Polly'nin Uh Huh Her'ü sizi ziyadesiyle mutlu edecektir. Ama bununla gülümseyemezsiniz. 7,5/10 - Kıvanç.

 

INDEX

 


SELF TORTURE – “Mislead” MCD 2002 Zoo Sound


Parça sayısı bakımından bir albüm gibi dursa da süresinin kısalığı nedeni ile (17 dk 17 sn) MCD kategorisine soktuğumuz bu yerli çalışma da prodüksiyonda Ankaralı Zoo Sound’un (Türkçe yasal adıyla Doğu-Batı Müzik Prodüksiyon Ltd . Şti.) imzasını taşıyor. Uzun zamandan beri extreme müzikle iç içe olan bir takım eski tüfeğin bu isim altında Hardcore yapmaya soyunduğunu gitaristlerinden 2-3 sene önce duymuştum. Brutal vokalli ve hafif Amerikan Death Metali sound’lu bu yaratığın yurdum Hardcore alanında benzer bir çalışma olan Radical Noise’un “Make a Wish” albümünü hiç aratmadığını baştan söyleyeyim. Bir kere çok daha sertler, çok daha agresif ve keskin tonlar kullanmışlar. Burada çok daha kısa ama yoğun, sürekli hızlı, groovy değil ama daha vurucu temalar kullanmışlar. Bu kadar keskinlik, sıradan bir Hardcore dinleyicisinde hardcore soundundan uzaklaşmış oldukları kanısına yol açabilir. Sözlerde ise illa politik değil de varoluşçu temaların işlenmesi bu kanıyı güçlendirebilir de. Ama bence hardcore bunlardan çok süreklilik ve iletişim özellikleri ile anılmalıdır yoksa Radical Noise’un trendy albüm çıkarması gibi bir durum kaçınılmaz olur bir Hardcore grubu için. Buna göre de Self Torture gibi bir Hardcore grubunun ne kadar Hardcore olduğunu yine zaman gösterecek... 7/10 – Korhan.
www.selftorture.org

 

INDEX

 


SEPTIC FLESH – “Sumerian Demons” CD 2002 Hammerheart Records


Yunanistan'lı Extreme Metal Tanrılarının son darbesi... Evet, Septic Flesh de tarihin sayfalarına karıştı. Ancak '90'lı yıllarda birbiri ardına sıraladıkları ve her biri başyapıt seviyesindeki "Mystic Places Of Dawn", "Esoptron" ve "Ophidian Wheel" gibi albümlerle metale yeni açılımlar getirdiklerini, metal müziğin sınırlarını sonuna dek zorladıklarını unutacak değiliz. Kendilerine özgü melodik, duygusal, sert, ancak görkemli ve benzersiz müzikleriyle zaman zaman Doom/Death sınıfına sokulsalar da bence Septic Flesh'in sınır tanımayan müziği bu kategorinin çoğu kez dışına çıktı. Zaman geçtikçe grup müziğindeki senfonik etkileri ön plana çıkardı; "Ophidian Wheel"'da (ki bence kariyerlerinin en kusursuz albümü) müziklerine bayan vokal de kattılar. "A Fallen Temple"'da ise müziklerini daha kolay dinlenir ve melodik bir yöne kaydırdılarsa da bir sonraki albümleri "Revolution DNA"'da (köklerinden çok uzaklaşmış olduklarını düşünmüş olacaklar ki) daha modern ve sert bir tarza yöneldiler. "Sumerian Demons"'ta aynı çizgi üzerinde ilerlemeye devam ediyorlar. Öncelikle albümle ilgili genel kanaatim, bunun en zayıf Septic Flesh çalışmalarından biri olduğu yönünde... Üzücü ama gerçek; grubun albümde seçmiş olduğu doğrultu adeta bir "çıkmaz sokak" gibi... Temelde Septic Flesh'i Septic Flesh yapan çoğu şey burada var. Örneğin sert, hiddetli senfonik death metal bölümleri, akılda kalıcı melodik kısımlar, Spiros'un derin brutal vokalleri, parça içlerine serpiştirilmiş biçimde karşımıza çıkan operatik bayan vokaller ve senfonik ambient kısımlar. Aynı zamanda grup müzikleri içine bir sürü sample ve "cyber" efekti de yedirmiş. Ancak grup tüm bunları son derece sert ve brutal bir sound'un içinde birleştiriyor. Evet, "Sumerian Demons" gerçekten çok sert bir albüm. Parçalarda grubun Death Metal yönüne ağırlık verilmiş. Prodüksiyon oldukça sağlam ancak grubun gerek imajı gerekse de değindikleri temalara uygun olarak "dijital" bir sound söz konusu. Yani bu gürültülü ve sert prodüksiyon içinde o güzelim melodiler adeta kaynayıp gitmiş, senfonik öğeler brutalliğin arkasında adeta erimiş. Bunun üzerine bir de tüm efektleri ekleyince ortaya karmaşık bir sound çıkıyor. İşin kötüsü buradaki melodiler, riffler kesinlikle eski albümlerindeki gibi kafayı çizdirecek sağlamlıkta, güzellikte değil. Örneğin geleneksel olarak Septic Flesh albümlerinde ikinci parça daha melodik ve akılda kalıcıdır. "Virtues Of The Beast" bu albümün "The Ophidian Wheel"'ı, ancak onun yanına bile yaklaşamıyor maalesef. Melodiler grubun defalarca kullandığı cinsten ve kesinlikle eskiler kadar akılda kalıcı değil. Bunun yanında 56 dakikalık albümde parçalar arasında varyasyon oldukça az, örneğin '90'lardaki albümlerde aşina olduğumuz ambient parçalara burada yer verilmemiş. Sonuçta grubun eski albümlerinde her ne kadar buradakine kıyasla daha primitif prodüksiyonlar söz konusuysa da, o primitif sound bize müziklerindeki birbirinden farklı öğeleri daha kolay takip edebilme imkanı veriyordu. Buradaki karmaşık, brutal sound içersinde eski atmosferi maalesef yakalayamıyorsunuz. Sonuçta "Sumerian Demons" benim en az beğendiğim Septic Flesh albümü oldu. Aslında albüm kötü değil, özellikle Septic Flesh'i yeni tanıyacak birisi hayran bile kalabilir. Ama eğer karşılaştırma yaparken "Ophidian Wheel", "Mystic Places Of Dawn" gibi başyapıtları göz önünde bulundurursak albümün yavanlığı ortaya çıkıyor. Keşke dağılmadan önce en iyi albümlerini yayınlasalardı...
Hoşça kal Septic Flesh. Kalbimizde her zaman ayrı bir yeriniz olacak. 6/10
- Mert.
www.karmageddonmedia.com

 

INDEX

 


SUEDE - "Singles" CD 2003 Sony Music


Suede’in son albümü “Singles”, adından da anlayabileceğiniz üzere “yepyeni” bir albüm değil ve grubun 1992 – 2003 arasında yayınladığı single’lardan oluşuyor. Toplama albümlere hiçbir zaman ‘tu kaka’ gözüyle bakmadım, ancak bence iyi bir toplama albüm, grubun / sanatçının hakikaten en iyi şarkılarından oluşmalı. Burada da, “best-of” albümlerin neden “singles” albümlere oranla daha iyi olduğunu anlıyoruz: “Singles” adı altında yayınlanan albümlerde single olarak piyasaya sürülmeyen parçalar yer almıyor haliyle. Ancak kuşkusuz her grubun single olarak yayınlanmayan özel parçaları vardır; anlatmak istediğim bu. Ben de Suede’in bu son albümündeki şarkılara tek tek değinmek yerine, “keşke single olarak yayınlansaymış da, bu albümde yer alsaymış” dediğim parçalardan bahsedeceğim.
Öncelikle grubun 10 yıllık tarihini şöyle bir hatırlayalım: Suede 1992 yılında “So Young” ve “Animal Nitrate” single’ları ile İngiltere’de bomba gibi patladı ve kendi isimlerini taşıyan ilk albümleri İngiltere’de o yılın en çok satan albümü oldu. Ama aynı başarıyı bir daha tekrarlayamadılar. “Sıngles” albümü için ilk albümlerinden seçilen parçalar şunlar: “So Young”, “Metal Mickey”, “Animal Nitrate” ve hala yaptıkları en güzel şarkı olan “The Drowners”.
İkinci Suede albümü “Dog Man Star” ilki kadar sükse yapmadı, ama objektif bakıldığında bu albümün grubun kariyerinin en üstün albümü olduğunu söyleyebiliriz. “Dog Man Star”’dan albüme dahil edilen parçalar şunlar: “The Wild Ones”, “We Are The Pigs” ve “New Generation”. Albümün en iyi bestesi “Still Life” ne yazık ki single olarak yayınlanmadığı için bu konsepte dahil edilmemiş.
Suede’in “Stay Together” adlı E.P.’sinin isim şarkısı da “Sıngles” albümüne dahil edilen şarkılardan.
3. Suede albümü “Scı-Fı Lullabıes” double formatlı bir yapıttı ve grubun b-side parçaları ve outtake’lerinden oluşmaktaydı. Haliyle bu albümden hiç parça dahil edilmemiş “Sıngles”’a.
1996’da yayınlanan “Comıng Up” albümü, ki bana her zaman keyif vermiştir, “Sıngles”’da 5 şarkıyla temsil ediliyor: “Beautiful Ones”, “Trash”, “Lazy”, “Filmstar” ve “Saturday Night”. Bu arada şunu da belirtmek istiyorum: “Comıng Up” kanımca müzik tarihinde ismi en kötü koyulmuş albümlerden biriydi. İçindeki şarkıların hemen hemen hepsinde “SHE” kelimesi sayısız kez geçiyordu; eh haliyle albümün ismi de “She” olmalıydı ve “She” adlı şarkı da single olarak yayınlanmalı ve “Sıngles”’da yer almalıydı.
1999 tarihli “Head Musıc”’in single’ları “Can’t Get Enough”, “Everything Will Flow”, “She’s In Fashion” ve “Electricity”. Albümün en iyi şarkıları “Down” ve “Asbestos” ne yazık ki bu toplamada yer almıyor.
“Head Musıc” ile beraber Suede artık sıkıcı bir grup olmaya başlamıştı. Yaptıkları besteler kötü değildi, ama artık çoğu müziksevere de keyif vermiyordu. Hep aynı çemberde dönüp dolaşmaları artık en harbi fanları dışında herkesi soğutmuştu gruptan. Yaptıkları son albüm “A New Mornıng” de Suede’den tam beklenen tarzda bir albümdü ve kendilerini tekrarlamayı sürdürdüler. Artık ne yapacaklar, inanın bilemiyorum. Ama “A New Mornıng” gibi bir albüm daha yaptıkları takdirde, çoğu müzikseverin bir daha Suede adını duymak istemeyeceğinden eminim.
Artık dağılmaları, Suede için en iyisi olacak gibi. 7,5/10
– Kıvanç.
http://uk.sonymusic.co.uk/suede/home/

 

INDEX

 


SURRENDER OF DIVINITY – “Oriental Hell Rhytmics” CD 2001 Psychic Scream Records


O da ne? Tayland’dan Pure Black, hem de Dark Funeral kadar sert ve de bir o kadar karanlık, hatta daha da blasphemic. Kayıt tabi asla bir Stockholm kaydı kadar iyi değil ama yeterli. Diğer Güney Doğu Asyalı gruplarda da olan kapaktaki tasarımsal üstünlük hemen göze çarpıyor. Sözlerde gramer olayı yine bu eski İngiliz sömürgelerinde olduğu gibi iyi durumda. Orijinallik pek yok, onca Güney Doğu Asya etnik kültürüne rağmen. Zaten olay Dünyanın öbür ucunda olan Kuzey Avrupa ülkeleriyle sidik yarışına girmek olunca biz buna batılılaşma eğilimindeki Doğu ülkelerinin “kendin olma başkası ol” hatta “kraldan kralcı olması” diyoruz. Teşekkür listesinde Türkiye’den isimler görmek ne de güzel. Yalnız renkli orijinal kapak ve prodüksiyon benden tam not alır. Dark Funeral’a “Norsecore” diyenler herhalde buna “Saucecore” falan derler. “Sauce” İngilizce’de okunduğu gibi sos demek, argoda da terbiyesizlik, hakaret, küfür manaları içeriyor. Sonuçta bunca küfre girmiş ve olabildiğince sert müzik çabasında olan ve de kuzeyli olmayan bir gruba, Dark Funeral’ı çekemeyenlerin yakıştıracakları lakap budur, tahmin ediyorum: Zehir acılı sos-core!!! Zaten sos da fonetik olarak İngilizce’de Güney demek olan South’a benzer bir kelime... 7/10 – Korhan.
[email protected]

 

INDEX

 


TERROR SQUAD – “The Wild Stream of Eternal Sin” CD 2000 World Chaos Production


Bu sayının en iyilerinden biri olan bu albüm geniş bir çerçevenin içersinde ortalığı tozu dumana katıyor. Tam bir Thrash klasiği, gerek 16 sayfalık full renkli kapağıyla gerek scream vokalli “nükleer” müziğiyle 2000’li yıllara damgasını vuracak bir albüm, bir şaheser!!! Albümde adeta “Pentagram’ın “Popçular Dışarı” demesine katılıyoruz” dedikleri “Disco Bloody Disco” ve sound olarak dahi Bathory’ye atıfta bulunan “Blood Fire Metal” gibi tapılası old school konseptli parçaların yanı sıra, vahşi doğaya övgü, Samuray nostaljisi gibi daha modern konseptler de yer alıyor. Bu termonükleer bomba Pasifik’in öbür yakasındakileri bile kaçacak delik aratacağa benziyor: Ben açıkçası Amerika’dan bile bu kadar extreme bir yaratık çıktığını görmedim. Bu arada bu albümün gerek karmaşıklığıyla gerekse kamikaze-vari bir şekilde kulaklardan beyine dalıp infilak eden müziğiyle çok ama çok zor dinlenebilir olduğunu belirtmeliyim, yanında Marduk okul korosu gibi kalır yani… Karmaşıklığı ise kesinlikle progresif bir gruptaki “müziği en çok biz biliyoruz” ukalalığında değil, ama “çalınması en zor, en fazla performans isteyen parçayı biz yaparız” ukalalığında. Bu ukalalıkları ise soundlarının çiğ kalması çabalarıyla sınırlı olduğu için rahatsız edici değil. Başka bir deyişle, bu grubun cover’lanmasını asla önermem. 9/10 – Korhan.
[email protected]

 

INDEX

 


TINDERSTICKS - "Waiting For The Moon" CD 2003


Kendini (buna ne hakkım var bilmiyorum ama) müzik eleştirmeni olarak gören birisi için en zor şeylerden biri favori sanatçıları hakkında yazı yazmaktır. Tindersticks de benim için işi zorlaştıran gruplardan biri. Grup beni hayatımın her döneminde etkiledi. ‘Kusursuz’ olarak tanımlanabilecek ilk iki albümleri hakkında çok şey yazılıp çizildi; ben artık bir daha oraya dönmek istemiyorum. Ardından gelen “Curtaıns” da nefis bir albümdü. “Sımple Pleasure” ile ise grup daha farklı bir çizgide yol almaya başladı. Grup üyeleri bunun sebebini “tıkanma” olarak açıklıyordu. “Sımple Pleasure”’dan sonra grup daha geniş çevrelerce tanınmaya başladı. Ardından gelen “Can Our Love...” da o ekolden bir albümdü, bu yazıyı yazmama sebep olan son albümleri “Waıtıng For The Moon” da öyle.
Tindersticks’in yaptığı herşey hala çok etkiliyor beni. Ancak “Sımple Pleasure”’dan bu yana yaptıkları albümlerin, insanlara ilk üç stüdyo albümlerindeki kadar “derin duygular” hissettirebildiğini zannetmiyorum. Grup artık daha akustik, daha pop ve kesinlikle daha az melankolik (Pop derken lütfen yanlış anlaşılmalara izin vermeyelim). Bu, onların seçimi ve ben buna ancak saygı duyabilirim. Ancak “Waıtıng For The Moon” ilk iki albümlerinin kalitesine yaklaşamıyor bile. Kim bilir, belki de bunun sebebi onlardan bizleri hep bunalıma sürüklemelerini istememiz olabilir. Kötü bir albüm mü “Waiting For The Moon”? Haşa! Ağzınızdan yel alsın! En azından “iyi” bir albüm, hatta objektif açıdan bakıldığında “baya iyi” bile denebilir. Ama birşeyler eksik gibi: Aynı “Simple Pleasure” ve “Can Our Love...”’da olduğu gibi.
Şimdi albümün teknik analizine geçelim. “Waiting For The Moon”, ki bence çok güzel bir albüm ismi, kemancı Dickon Hinchliffe’in vokal yaptığı “Until The Morning Comes” ile açılıyor. Akustik bir şarkı. Ardından gelen “Say Goodbye To The City” ile solist Stuart Staples’in sesini duyma şerefine erişiyoruz. Bu parça grubun “Simple Pleasure” albümünün en sağlam bestelerinden biri olan “Before You Close Your Eyes”’a şaşılacak derecede benziyor, özellikle girişteki davul ve klavye partisyonları ile. “Sweet Memory”, “Curtains”’in içinden kopup gelmiş gibi, keman ve piyano ağırlıklı güzel bir şarkı. “Trying To Find A Home” ve belki de bir düet olduğu için “Travelling Light”’ı anımsatan “Sometimes It Hurts” çok güzel şarkılar. Finaldeki “Running Wild” ile de albüm nefis bir atmosferde bitiyor.
Yazıda oldukça objektif olabildiğime inanıyorum. “Waiting For The Moon”’u yeni bir grup yapsaydı, muhtemelen alternatif müzik dergilerinde “çok şey vaat eden” bir grup olarak bahsedilirdi onlardan, ve belki de övülüp göklere çıkarılırlardı. Tabii bunun için olmazsa olmaz bir şart var: Tindersticks diye bir grubun daha önce hiç varolmamış olması.
Bilmem anlatabiliyor muyum? 7/10
– Kıvanç.
www.tindersticks.co.uk

 

INDEX

 


THE DANDY WARHOLS – “Welcome To The Monkey House” CD 2003


The Dandy Warhols, 3 yıllık bir bekleyişin ardından, 2003’ün sonlarında yayınlanan son albümü “Welcome To The Monkey House” ile yeniden karşımızda. Andy Warhol etkilenimli isimleri insanda “acaba artistik-entel-sanatsal bir şey mi bu? Beni aşmasın?” gibi düşünceler uyandırabilir, ancak telâşa mahal yok: The Dandy Warhols oldukça eğlenceli bir grup.

Grup 2000’de yayınladığı “Get Off” single’ı ve ardından gelen “Thirteen Tales From Urban Bohemia” albümüyle, 2000 yılının en başarılı rock gruplarından biri olmuştu. Albümden çıkan bir diğer single “Bohemian Like You” da son yılların barlarda en çok çalınan şarkılarından biri. Ancak “Thirteen Tales From Urban Bohemia” salt eğlence için yapılmış bir şey değildi; “Mohammed”, “Nietzsche” gibi elektronik balladlar, “Solid” ve “Cool Scene” gibi güçlü rock şarkıları, grubun geleceğinin parlak olduğunun işaretleriydi. Albümün açılışını yapan “Godless” ise kanımca son yılların en etkileyici şarkılarından biriydi.

Andy Warhol’un grubu Velvet Underground & Nico’nun muz kapaklı kült albümüne gönderme yapan kapağıyla “Welcome To The Monkey House”’un, benim için bir hayalkırıklığı olduğunu söyleyebilirim. Fiyasko bir albüm değil, ancak kalite olarak “Thirteen Tales From Urban Bohemia”’dan çok uzak. Ne “Godless” gibi uçurucu bir şarkı var, ne de “Nietzsche” veya “Mohammed” gibi ciddi ‘mod’ şarkıları. Gerçi “You Were The Last High”, “I Am Sound”, “I Am A Scientist” gibi bazı güzel besteler içeriyor, ancak birkaç şarkı, 13 parçalık bir albümü kurtarmaya yetmiyor. Belki de beklentim biraz fazla yüksekti, bilemiyorum. Sonuç olarak “Thirteen Tales From Urban Bohemia”’yı hala büyük bir zevkle sık sık dinliyorum. Ancak “Welcome To The Monkey House” CD çantamın içinde uzun bir süre tozlanacakmış gibi gözüküyor. 5,5/10 – Kıvanç.

www.dandywarhols.com

 

INDEX

 


THE FLAMING LIPS - “Yoshimi Battles The Pink Robots” CD 2002 Warner Bros


The Flaming Lips günümüzün en ‘iyi’, en ‘güçlü’, en ‘etkileyici’ veya en ‘iddialı’ Rock grubu olmayabilir, ancak içlerinde en heyecan verici olanı. Grup aslında 80’lerin ortasından beri aktif olarak müzik dünyasının içinde. 80’lerin sonunda grupta yaşanan sorunlar neredeyse The Flaming Lips’in dağılmasına sebep oluyordu. Ancak anlaşmazlığa düşen elemanlar yalnızca gruptan ayrılmayı ve yeni bir grup kurmayı tercih ettiler ve böylece Mercury Rev kurulmuş oldu. Aslına bakarsanız çok da iyi yapmışlar, zira Mercury Rev de günümüzün en başarılı rock gruplarından biri haline gelmiş durumda artık.

The Flaming Lips 1995 yılında yayınladığı “She Don’t Use Jelly” single’ı ve bu şarkıdaki harikulade gitar tonlamaları sayesinde, sonunda müzikseverleri yakalamayı başarmıştı. 1997’de yayınladıkları “Zaireeka” adlı albümleri ise Rock ‘N’ Roll tarihinin en orijinal eserlerinden biridir. 4 CD’lik bu olağanüstü yapıtta grup, vokalleri bir CD’ye, şarkıların gitar bölümlerini bir başka CD’ye, davul partisyonlarını bir diğer CD’ye vs... kaydederek, daha önce hiç kimsenin düşünmediği bir prodüksiyona imza atmıştı. 1999’un sonlarında kaydettikleri “The Soft Bulletin” ise grubun kariyerinin müzikal anlamda doruğu idi. Pek çok müzik dergisinde yılın albümü payesiyle onurlandırılan “The Soft Bulletin”, lo-fi’nin orijinal Rock ‘N’ Roll melodileri ve harika pop ezgileriyle birleştiği eşsiz bir eserdi. Pitchforkmedia dergisi “The Soft Bulletin”’i, Radiohead’in “OK Computer”’ı ve My Bloody Valentine’ın “Loveless”’ından sonra 90lı yılların en iyi albümü olarak nitelemişti.

“Yoshimi Battles The Pink Robots”, az önce adı geçen, çok övülen ve yere göğe sığdırılamayan “The Soft Bulletin”’den bile ileri bir adım bence. Grup her albümünde limitleri sonuna kadar zorlamasını biliyor gerçekten de. Açılıştaki “Fight Test”’ten “In The Morning Of The Magicians”’a, “Ego Tripping At The Gates Of Hell”’den “It’s Summertime”’a ve girişteki ‘metronom’sal vuruşlarıyla “One More Robot / Sympathy 3000-21”’a kadar, her şarkı çok özel ve etkileyici; sanki her biri insanın ayrı ruh halleri için yapılmış, ancak yine de her türlü ruh haline gidiyor gibi!

Şahsi fikrim albümün isim şarkısının en etkileyici parça olduğu yönünde. Elektronik vuruşlar daha önce hiç olmadığı kadar rahatlatıcı ve huzur verici, akustik gitar Syd Barrett bestelerinden daha etkileyici, ve vokaller: Çok mutlu ama bünyeye üzüntü garkedici. Şarkının nakaratı oldukça akıcı ve vokaller eşsiz güzellikte: Kimse kızmasın, neredeyse Pink Floyd oluverecek gibi duruyor The Flaming Lips!

“Yoshimi Battles The Pink Robots”, geniş düşünen her Rock severin mutlaka edinmesi gereken bir albüm. 9/10 – Kıvanç.

www.flaminglips.com

 

INDEX

 


THE RAPTURE – “Echoes” CD 2003 Strummer Records


The Rapture, “Echoes” ile belki de 2003 yılının en iyi albümüne imza attı. Dinleyicisini ayakta tutan, coşturan ve son şarkı “Infatuation” dışında ona hiç sakinleşme şansı vermeyen bir başyapıt “Echoes”. Bir albüm çıktıktan birkaç ay sonra ‘başyapıt’ ilân edilebilir mi? Eh, bu kadar kaliteliyse, elbette!

Grup, disko ve punk karışımı bir müzik yapıyor ve bazı şarkılarda gotik bir atmosfer hüküm sürmekte. Gerçi disko ve punk birbiriyle çok alakasız türler, ancak Rapture bunları çok iyi harmanlayarak, Public Image Limited – Primal Scream havasında ve kalitesinde bir müzik icra ediyor. Zaman zaman The Cure, Sisters Of Mercy veya Siouxsie And The Banshees gibi grupların etkisini yakalamak da mümkün.

“Echoes”'un ilk şarkısı “Olio”, albümün en iyisi olmasa da, muhtemelen en güçlü parçası. Mesajı kusursuz veren güçlü davullara harika bir piyano melodisi eşlik ediyor, ve solist Luke Jenner vokallerde Robert Smith'e öylesine yaklaşıyor ki, “Olio” 2003'ün en iyi rock şarkılarından biri olup çıkıyor. Ardından gelen iki şarkı “Heaven” ve özellikle “Open Up Your Heart”, “Olio”’ya oranla daha yavaş tempolu parçalar, ancak yine de yerinizde durmanıza izin vermiyorlar. Sanırım The Rapture'un asıl gücü de buradan kaynaklanıyor. Yaptıkları kasvetli şarkılar bile garip bir şekilde insanda dans etme isteği uyandırıyor! “I Need Your Love” albümün en artistik parçalarından biri ve müzikal atmosferiyle Public Image Limited'tan çok Moloko'yu andırıyor. Bu şarkı çaldığı sırada hâlâ tepkisiz bir şekilde yerinizde oturmayı başarabiliyorsanız, sizi şu iki kategoriden birine gönül rahatlığıyla sokabilirim:

1-) Müzikte ilerlemelere pek açık olmayan tutucu bir dinleyicisiniz.

2-) Sağırsınız.

“The Coming Of Spring” endüstriyel punk havasıyla albümü yeniden başka bir güzergâha yönlendiriyor. “Echoes”'un geneli boyunca müzikal düzenlemeler birbirine benziyor, ama hiçbir şarkı birbirine benzemiyor; ve çoğu single olarak yayınlandığı takdirde ortalığı yıkacak güce sahipler, bu da grubun ne kadar yaratıcı olduğunun göstergesi olmalı. “House Of Jealous Lovers” albümün (şimdilik) en ünlü şarkısı ve Luke Jenner'ın neredeyse çığlığa dönüşen vokalleriyle çok etkileyici. Grup bu parça sayesinde Gang Of Four ile kıyaslanma şerefine erişmişti. Albümün isim şarkısı da kaygan gitarları, muhteşem bir bas ve yine çığlık çığlığa vokalleriyle en az “House Of Jealous Lovers” kadar güçlü bir parça ve albümün belki de en iyisi. Belki en iyisi, çünkü “Love Is All” da son derece basit sözleri ve straightforward melodisi ile gerçek bir bomba.

Albümün adının neden “Echoes” olduğunu ilk dinleyişte anlamıştım: Sözler genelde birbirini takip ediyor, hâtta bazı şarkılar sadece nakarattan ibaret. Bu bir yankı (echo) gibi âdeta, ama başka sanatçılar tarafından uygulandığında etkisiz, hâtta itici duran bu taktik (nakarata yoğunlaşmak), Rapture tarafından denendiğinde çok başarılı bir sonuç vermiş. Albümden başka şarkı adı vermeye gerek bile duymuyorum. The Rapture piyasadaki bütün taklitlerinden (Liars, !!!, Out Hud, vs...) çok daha iyi ve “Echoes”, ne Siouxsie And The Banshees'in, ne de The Cure'ün kariyerleri boyunca hiç yapamadığı kadar güzel bir albüm (hadi lan! – Mert) ve yazının başında da belirttiğim gibi 2003 yılının belki de EN İYİSİ. Dinlemeyen olmasın. 9,5/10 – Kıvanç.

 

INDEX

 


THE WHITE STRIPES - "Elephant" CD 2003


Jack White ve Holly White sonunda ortalığı kasıp kavurmayı başarıyor. “Elephant” kuşkusuz 2003 yılının en iyi birkaç rock albümünden biri. The White Stripes, Jack White ve Holly White’tan oluşuyor. Soyisimlerinden de anlaşılabileceği üzere, bu ikili karı-koca oluyor. Ve buldukları harika melodiler, yazdıkları güzel sözler ve Jack White’ın neredeyse Mick Jagger oluverecek sesi ile birlikte inanın bugün, 2001’de The Strokes’un vaat ettiğinden daha fazla şey vaat ediyorlar rockseverlere. Bir önceki albümleri “White Blood Cells” ile de turnayı gözünden vurmuşlardı aslında, ancak “Elephant” ile piyasayı da yakalamayı başarıyorlar (Bunda MTV’nin verdiği gazın da önemi büyük tabii).
Albümün ilk dikkat çeken özelliği inanılmaz uzun şarkı isimleri. Genellikle hoşlandığım bir albümün içindeki şarkıların isimlerini birkaç dinleyişten sonra ezberlerim, ancak “Elephant”’ın henüz yarısına bile gelemedim! İlk single ve albümün açılış şarkısı “Seven Nation Army”, insanın aklına kazınan gitar riffleriyle hemen akılda yer ediyor. Çok güçlü bir Rock N’ Roll şarkısı. “Black Math” ve “The Air Near My Fingers” da benzer etkiyi yapan şarkılardan. “I Just Don’t Know What To Do With Myself” Smiths-vari sözleri ile insanın aklını başından alıyor. “You’ve Got Her In Your Pocket” ise çok şirin ve samimi bir şarkı. Gelelim albümün en can alıcı şarkısına, finaldeki “Well, It’s True That We Love One Another”’a. Jack ve Holly’nin beraber vokal yaptıkları bu nefis folk şarkısı, hayatım boyunca dinlediğim en güzel aşk şarkılarından biri. İronik, melankolik, komik ve oldukça da melodik; kesinlikle finale yakışan bir eser.
Jack ve Holly White “Elephant”’ı edinen herkesi etkilemeyi başarıyor. Smiths, Placebo, Rolling Stones, U2, eski Radiohead, hatta Bob Dylan: Bu sanatçılardan herhangi birinin hayranıysanız, “Elephant” yıllardır dinlemeyi beklediğiniz albüm. 9/10
– Kıvanç.
www.whitestripes.com

 

INDEX

 


TYPE O NEGATIVE – “Life Is Killing Me” CD 2003 Roadrunner Records


Aslında bu albümün kritiğini yapmaya gerek bile yok, sonuçta doğruya doğru, Type O Negative kötü albüme imza atmamış bir grup. Yaptığı her albüm mükemmel olan bir grup daha tanımıyorum şahsen, buna en sevdiğim diğer iki grup olan Iron Maiden ve My Dying Bride da dahil. “Slow, Deep And Hard” gibi bilinçli bir biçimde kötü prodüksiyona sahip, tüm zamanların belki de en “negatif” albümü ile piyasaya giriş yaptı kötü-ünlü Peter Steele ve ekibi. Bu inanılmaz albümü “Origin Of The Feces” başlıklı “konser” (!) albümleri izledi ve o da harikaydı. Ancak grup için kırılma noktası “Bloody Kisses” oldu. Steele ilk defa farklı müzik zevklerinin tümünü çaldığı bir gruba yansıtmıştı ve ortaya inanılmaz güçlü bir crossover albümü çıkmıştı. Dahası eskiden kadınların arkalarına bakmadan kaçtıkları bu 20. yüzyıl Conan’ı bir anda kadınların göz bebeği haline gelivermişti ki hayatı boyunca “negatif” müzik yapmış bu adamın belki de en büyük hayaliydi bu. Sonraki “October Rust” eski Steele fanlarını kızdıracak biçimde daha soft, atmosferik ve Goth bir albümdü. Yine mükemmel bir çalışmaydı ama Peter belli ki “Bloody Kisses” sonrasında kendisine gösterilen ilgiden fazla etkilenmişti. Ancak daima aşırı (hatta kendine zarar verecek derecede) dürüst birisi olan Steele bu ilginin “sahte” olduğunu anlayınca, bir de üstüne üstlük hayatındaki en kötü dönemece girince (akrabaları ve aile fertlerinin ardı ardına ölümleri vs…) ortaya “World Coming Down” gibi tüm zamanların en depresif, en acı dolu albümlerinden birisi çıktı. Klavyelerin geriye çekilip distortion’ın öne çıkması eski fanları sevindirdi ama bu sefer de “October Rust” tayfası (kızlar :) olaydan pek memnun kalmadı.
Şahsen ben hala “World Coming Down”’ın en iyi albümleri olduğunu düşünüyorum, ama bu kadar içine zor girilir bir albümün herkes tarafından beğenilmemesi de çok garip karşılanmamalı. Sonuçta “World Coming Down” gibi Peter Steele’in adeta “dibe vurduğu” bir albümün ardından gidebilecekleri tek yön “yukarı”’ydı. Grubun köklere dönüşü, daha doğrusu “Slow, Deep And Hard”’daki sludgy bölümlere dönüşü “World Coming Down”’da belirgindi, dahası “World Coming Down”’a giremeyen 3 parçanın yer aldığı “Least Worst Of” toplamasında da yine bu hissediliyordu. Sonuçta benim “Life Is Killing Me” ile ilgili beklentim, albümün tüm Type O albümlerinin bir karışımı olacağı, “Bloody Kisses” gibi eklektik olacağı ve her şeyden önemlisi daha “light-hearted”, daha “kendini ciddiye almayan” bir albüm olacağıydı. Yanılmadım. Ama unuttuğum bir şey vardı, o da Type O Negative albümlerinin ilk dinlendiğinde yarattığı “aptallaştırıcı” etkisiydi. Albüm piyasaya çıkmadan önce Roadrunner’daki lavuk A&R elemanları sayesinde internete düştüğünde bile sabredip albümün çıkmasını bekledim. Sonuçta albüm elime geçti, CD player’a taktım, ve Type O’nun artık bu dünyanın ötesinden (veya Vinnland’dan!!) geldiğine inandığım müziği zihnimde uyuşturucu etkisi yapmaya başladı. 15 parçalık ve de her zamanki gibi parçaların birbirinin içine geçtiği bu albüm (daha doğrusu başyapıt), gerçeklikle rüya atmosferini yine birbirine karıştırdı acımasızca. “Life Is Killing Me”, Type O Negative’in “Bloody Kisses”’tan beri yaptığı en varyasyonlu, en fazla adrenalin yüklü ve de en “mutlu” albüm. Ve hala fazlasıyla “negatif” bir albüm.
Albümü incelemeye “World Coming Down” ile karşılaştırarak başlayalım. Bir kere prodüksiyon “sanıldığının” aksine “World Coming Down” prodüksiyonundan çok farklı değil. Davul soundu tamamen aynı. Gitarlar da büyük ölçüde aynı “radyoaktiviteye maruz kalmış” sounda sahip. Buradaki farklılık miksajda ortaya çıkmış. Peter Steele “World Coming Down”’ın miksajından fazla memnun olmadığını söylüyordu (ki bence mükemmeldi), öyle ki “World Coming Down”’a giremeyen parçalardan ikisini “Least Worst Of” için kendisi mixlemişti ve o parçalardaki sound “Life Is Killing Me”’deki sounda çok benziyor. Yani buradaki sound daha sade, çiğ ve heavy. Bu açıdan da parçaların “Bloody Kisses”’dakine benzer bir anlayışla kaydedildiğini söylemek mümkün. “World Coming Down”’ı fazla kişisel ve depresif bulduğu için sevmeyen Peter Steele, bu albümün “October Rust” (Steele’in favorisi) ve “Bloody Kisses” arasında bir soundda olduğunu söylese de ben şahsen ona katılmıyorum, burada yoğun bir “World Coming Down” etkisi de bulmak mümkün. Sözgelimi “World Coming Down”’daki groovy, Sabbath-vari riffler (bkz. “Everyone I Love Is Dead”, “Pyretta Blaze”, “World Coming Down” vs…) burada yine karşımıza çıkıyor, dahası yine aynı albümde devreye yeniden giren Sludge etkisi burada da yer yer oldukça belirgin, ki “Bloody Kisses” ve “October Rust”’ta pek de görülemeyen etkilerdi bu saydıklarım. “October Rust”’ı benzersiz kılan Gothic Rock ve Pop etkisi burada birçok parçada baskın, ancak sound “October Rust”’a göre daha sert ve klavyeler daha geri planda, “World Coming Down” gibi. Aynı şekilde hem “Bloody Kisses” hem de “October Rust”’ta karşımıza çıkan Beatles etkisi burada belki de ilk defa bu kadar baskın bir biçimde hissedilmekte. “Less Than Zero” ve “Todd’s Ship Gods” bunun en iyi örnekleri, bilhassa sitar kullanımı ve armonik vokal düzenlemeleriyle. “Slow, Deep And Hard” etkisi yine birçok yerde karşımıza çıkmakta, “How Could She?”’de Kenny Hickey’in vokalleri devraldığı kısım “Prelude To Agony”’i fazlasıyla çağrıştırıyor. Ancak söz konusu albümün daha çok HC/punk kısımları burada etkilenim kaynağı olarak karşımıza çıkmakta, sade düzenlemeleriyle “I Like Goils” ve “I Don’t Wanna Be Me” buna iyi birer örnek (laf aramızda, Steele bu parçaları türünü Hillbilly-core olarak tanımladığı bir yan proje için yazmış ancak grup çok beğenince albüme alınmışlar). Bunun dışında albüm önceki albüme göre belirgin bir biçimde daha yüksek tempolu ve her şeyden önce daha rahat dinlenebilir ve catchy, bu nedenle bu albümün radyolarda bu kadar fazla çalınmasına şaşmamak gerek.
Temalar bazında baktığımız zaman bu albümde Peter Steele’in yine “World Coming Down”’daki gibi negatif söylemlerde bulunduğunu görmekteyiz, ancak baba bu kez kaybettiklerinden olduğu kadar kaybetmekten korktuklarından da bahsetmekte, yine kendinden nefret ettiğini belirttiği kısımlar mevcut, ancak bazı kısımlarda “October Rust”’ta olduğu gibi nostaljik bir hava da söz konusu. Bu albümün liriklerini önceki iki stüdyo albümlerinden ayıran en önemli etken “farklı” temaların da bulunması, örneğin intikam, daha fazla anti-PC söylem vs… Peter Steele yine günah keçileri yaratmayı ihmal etmemiş tabi ki. Bu seferki kurbanı doktorlar, ki albümün isim parçası “Life Is Killing Me”’de bu konuda bayağı bir laf geçiriyor söz konusu mesleği yapanlara. “I Like Goils”’de ise kendisine sarkıntılık eden homoseksüellere karşı ilk ve son kez ağzını açıyor. Tabi her zamanki gibi kendilerini ciddiye almıyorlar, bunun en iyi göstergesi de bir transseksüel’in hayatının anlatıldığı “Hedwig And The Angry Inch” müzikalinden bir parçanın coverlanması; Peter Steele’in bir transseksüelin ağzından konuşması kadar büyük bir tezat olamaz sanırım! Ama sonuçta albüm genel olarak önceki albüme göre daha neşeli, daha pozitif, daha “hafif” bir havada, buradaki bakış açısı şuna benziyor: “Evet, hayat hala boktan, ama kim takar ki?”.
Albüme parça parça bakacak olursak… Grup açılışı Celtic Frost’un “Innocence And Wrath”’ı veya Cathedral’ın “Cathedral Flames”’i gibi Doomy, kısa bir enstrümantal olan “Thir13teen” ile yapıyor. Groovy ve yavaş rifflerin beynimize yaptığı saldırının ardından albümün ilk single'ı ve belki de en catchy parçası olan, uzun zamandan beri yaptıkları en kolay dinlenir ve gaz parçaları “I Don’t Wanna Be Me” ile geliyor. Tek kelimeyle müthiş, aynı zamanda grubun isterse bir yığın mükemmel “radio friendly” parça yazabileceğinin de göstergesi. “Less Than Zero”’da Steele kendini deşmeye devam ediyor. Sözler her ne kadar feci şekilde sert olsa da müzik son derece “hafif”. “October Rust”’dan fırlamışa benzeyen mükemmel bir parça, aynı zamanda verse kısmı kullanılan sitar ile de inanılmaz derecede Beatles-vari. Parçanın nakaratı ise ağlatıcı güzellikte. Bu parçada Peter Steele adeta kendisini idolleştirenlere şaşırıp kaldığını ve “aslında” ne olduğunu anlatıyor: “Kurt kıyafeti giyen bir koyun”. Ve şunu ekleyerek adeta “aklınızı başınıza toplayın” diyor: “Çelikten yapılmışa benzeyen bu adamın hiçbir yanı gerçek değil, doğruluğu kıt, aptalların efendisi. Kurbanlar meydana çıksın, hepiniz gönüllüsünüz”. Peter Steele’in yazdığı belki de en pozitif sözler bunlar!! “Todd’s Ship Gods” albümün en iyilerinden, hareketli, akılda kalıcı ve inanılmaz duygusal. Bu kez Beatles olayı nakaratta açığa çıkıyor. Yine feci şekilde “October Rust” etkisinde ama “World Coming Down”’ın “mutlu” parçalarını da andırmıyor değil. “I Like Goils” “I Don’t Wanna Be Me” gibi punky bir parça, akılda kalıcı ve hareketli. Back vokallerde eski davulcuları Sal Abruscato’nun yer alması da hoş bir ayrıntı. “…A Dish Beter Served Coldly” “Green Man”-vari bir girişe sahip de olsa, adından da anlaşılacağı gibi bir “intikam” parçası ve “World Coming Down” sertliğinde olmasa da oldukça yavaş ve yıpratıcı. Bazı kısımlar bana Sabbath’ın “Snowblind” parçasını hatırlattı. Hoş bir ayrıntı da “12 Black Rainbows”’daki fil seslerine burada da rastlamamız. “How Could She?” lirikler açısından en "nostaljik" parçalardan birisi, Peter Steele burada sevdiği TV dizilerindeki, filmlerdeki vs… kadın karakterlerin isimlerini sayıyor. “Bloody Kisses” etkisi hissedilse de parçanın ikinci nakaratından sonra ardı ardına gelen sludge ve hardcore kısımlar direkman “Slow, Deep And Hard”’dan fırlamış gibi duruyor, Kenny Hickey’nin vokalleri de müthiş. “Life Is Killing Me” albümün “centerpiece”’i ve grubun yazdığı en iyi parçalardan birisi. Yine yoğun “World Coming Down” etkisine sahip bir parça ama daha kolay dinlenebilir, daha sade, bu da “Bloody Kisses”’ı çağrıştırıyor. Peter Steele’ın annesinin hastalığı nedeniyle doktorlara söylediği laflar tarihe geçecek türden. Bu parça ile bağlantılı olarak gelen ve yine “October Rust” havasındaki “Nettie”, Steele’in hasta annesine adadığı bir parça. “(We Were) Electrocute” yine yoğun Beatles etkisinde. Aynı zamanda albümdeki tek “aşk” parçası (kızlar bunu iyi değerlendirsin). Tek kusuru “Burnt Flowers Fallen” ve “Die With Me” gibi parçaları fazla andırması, ama içerdiği farklı etkilenimler nedeniyle bu da hoş görülebilir. “IYDKMIGTHTKY (Gimme That)” mükemmel bir diğer parça. “October Rust”’ın duygusal yapısıyla “World Coming Down”’ın ultra-heavy yapısının mükemmel bir birleşimi. Hipnotize edici kapanış ve acı dolu lirikler göz yaşartıyor. “Angry Inch” yine “I Like Goils” ve “I Don’t Wanna Be Me” yapısında, bir cover olsa da Type O yine kendi tarzına uyarlamış bu parçayı. “Anesthesia” albümün küçük bir özeti gibi; albümdeki genel yapı (tüm Type O albümlerinin etkilerinin karışımı) bu parçada hakim. Bazı bölümler Pink Floyd’un “Empty Spaces”’ini feci halde çağrıştırıyor. Böyle yoğun 13 parçanın ardından gelen kısa, soft ve hüzünlü enstrümantal “Drunk In Paris” kapanıştan önce bir nevi dinlenme arası mahiyetinde. Kapanıştaki tatlı-hüzünlü “The Dream Is Dead” ise grubun gelmiş geçmiş en iyi parçalarından birisi, “Everyone I Love Is Dead” – “Pyretta Blaze” – “12 Black Rainbows” karışımında ve kalp burkan türden, Peter Steele’in babasının ölümüyle ilgili lirikleri de harika. Sonuçta böyle harika bir albüme yaraşır güzellikte bir final parçası.
Albümün bendeki baskısı İngiliz versiyonu ve yanında bir de bonus CD mevcut. Burada 5 klasiğin rare versiyonlarının yanı sıra az bulunan bir parça olan “Suspended In Dusk” ve ünlü WWE pankreasçısı Kane için kaydettikleri ama sonra kullanılmayan “Out Of The Fire”. Kısacası Bonus CD de harika.
Albümle ilgili eleştireceğim tek nokta bazı parçaların bazı bölümlerinin grubun eski parçalarını fazlasıyla çağrıştırması olabilir, ama bu da büyük bir problem değil kesinlikle çünkü bu bölümler de harika (benim için en azından). Sonuçta benim için yılın en iyi iki albümünden biri, ve Type O’nun bunca yıl sonra yine çok güçlü olduğunun bir kanıtı.
Type O Negative’in yeni albümü ne zaman çıkar bilmiyorum. Peter Steele umarım yan proje olayına fazla kafayı takıp grubu dağıtmaya falan kalkmaz. Şimdi Peter Steele’in bıyıklı fotoğraflarını gördükten sonra, bir sonraki albümün hepten köklere dönük ve agresif olacağını beklemekteyim, yanılacağımı sanmıyorum. Bu albümün ilginç tarafı albümün önceki 2 albümün aksine "yeni" fazla bir şey sunmaması, Type O'nun karakteristik tüm özelliklerini tekrar etmesine rağmen önceki iki albümden daha iyi kritikler alması - tam Type O'ya yakışacak şekilde traji-komik bir durum. Ama biz modaya falan bakmayız, Type O "in" olsa da olmasa da her zaman arkalarında olacağız. Long Live Pete And His Company, We Will Die For Vinnland!!! 10/10
– Mert.
www.roadrunnerrecords.com
 

INDEX

 


V.A.R. – “Fifteen Years Fast Like Bikila” 7” EP 2003 View Beyond Records


Röportajını webzine’de bulabileceğiniz Çek şirketin 2004 senesinde yayınladığı ilk EP bu eski ve köklü Çek Thrash grubuna ait. Aslında bu EP’nin geçtiğimiz sonbaharda çıkması gerekiyordu ama bazı problemler nedeniyle Şubat 2004 itibariyle elimize ulaşmış durumda. V.A.R. dediğim gibi eski bir Thrash grubu, kökleri ‘80’lerin sonlarına dayanıyor. İsmini bir Çek bira markasından alan grup o günden bugüne hiç eleman değiştirmemiş. Şu ana dek dört albümleri var, ve maalesef hiçbirini dinlemiş değilim. Ama bu EP’den sonra öyle görünüyor ki grubun önceki çalışmalarını da arayacağım çünkü V.A.R. oldukça kaliteli bir müzik icra ediyor. 4 parçalık bu EP’deki müziği her ne kadar View Beyond ‘80’lerin Metali şeklinde lanse etse de burada bir çok modern etkilenim söz konusu bu nedenle belki de ‘90’ların Thrash Metali dememiz daha uygun olur. Müzik yer yer “Chaos A.D.” dönemi Sepultura’ya yaklaşırken Death Metal orientli kısımların da azımsanamayacak derecede baskın olduğu bir gerçek. Ama sonuçta buradaki müzik temelde Thrash Metal. Müzik dediğim gibi oldukça kaliteli, bir sürü agresif ve akılda kalıcı riff mevcut, vokaller oldukça sağlam ve en güzeli de 4 parçanın da farklı tatlara sahip olması, bu da grubun müziğinin çok yönlü oluşunun bir göstergesi. Prodüksiyon güçlü. Sonuçta Thrash Metal dinleyicilerine önerebileceğim bir EP, yalnız uyarmalıyım bu EP sınırlı sayıda (500 adet) basılmış durumda ve View Beyond’un ürünleri çok çabuk tükeniyor, elinizi çabuk tutmanızda yarar var. 7/10 – Mert.

www.brnovjak.com/var

 

INDEX

 


VERDIOG SVAOR – “In The Distance” CD 2001 Paragon International


Psychedelic Black Metal? Yoksa Post-Black mi demeliyim? E sırf Post-Punk, Post-Rock, vs... olacak değil ya. Verdiog Svaor Fransa'dan tam anlamıyla "obscure" bir grup. Bu CD daha önceden grup tarafından demo olarak yayınlanmış ama içerdiği kaliteli ve orijinal müziği fark eden Paragon Intl. bunu CD'ye basmaya karar vermiş. Ve iyi de yapmış. Bu müziği nasıl tarif edebileceğimi bilmiyorum... Slint'in "Spiderland"'ini düşünün. Ancak Slint'in kökeninin Black Metal olduğunu farz edin (biraz fantastik bir düşünce bu tabi). İşin içine biraz daha fazla psychedelic etki ekleyin. Sonuçta elde edeceğiniz şey "In The Distance"'a çok yakın olacaktır. Tabi şimdi metal kafalar "Slint ne?" diye soracaklar... İşte bir çıkmaz daha. Neyse en azından Rock severler anladılar ne demek istediğimi, hoş onlar da bu yazıyı okuyorlarsa tabi... Olayımız temelde Black Metal. Örneğin açılış parçası "Pavel" (evet bir Black grubu Pavel diye bir parça yapabiliyor) Nordic gruplarını andıran sağlam rifflerle başlıyor. Ancak daha sonra bir slo-core grubundan dinleyebileceğimiz clean, melankolik gitarlar, yavaş bir tempoyla devreye giriyor. Sonra yine Black Metal. Ardından gelen parça hüzünlü, belki Pink Floyd'un ilk dönemlerini anımsatan clean gitarlarla açılıyor. Sonra yine Black. Scream ve clean vokaller. Tekrar clean, jazzy bölümler. 12 dakikalık süresi içinde parça farklı uçlar arasında gidip geliyor. Albümün genelinde hakim olan yapı (bozumu) bu. Grup sınır tanımaksızın, noisy bir sound eşliğinde (bolca feedback mevcut) zihnin derinlerine nüfuz eden karmaşık ve dreamy bir müzik icra ediyor. Müzisyenlik kusursuz değil. Prodüksiyon da çok iyi değil, sound kirli (muhtemelen albüm canlı kaydedilmiş) ancak bu da müziğin anlaşılmazlığını (olumlu anlamda) kuvvetlendiriyor. Albüm kapağı da aynı şekilde son derece sade ve "obscure". Kapakta sadece parça isimleri ve adresler elle yazılmış olarak yer alıyor. Geri kalanında ise anlaşılmaz, flu fotoğraflar mevcut. Sonuçta 46 dakikalık bu albüm benzersiz bir çalışma ve kesinlikle herkese göre değil. Her ruh haline gidecek bir müzik de değil. Ancak Black Metal'e yeni açılımlar getirmesi ve bunu adeta Black Metal'in olmazsa olmazlarını, diğer bir deyişle "alışıldık" özelliklerini saf dışı bırakarak yapması da albümün önemini bir kat daha arttırıyor. Eğer metal müzikte deneysellikten hoşlanıyorsanız mutlaka deneyin, arşivinize katın. Paragon Intl.'ı da böyle sıra dışı bir kaydı, satmayacağını bile bile CD'ye basma cesareti ve idealizmini gösterdikleri için tebrik ediyorum. 7/10 - Mert.
www.paragonrecords.net

 

INDEX

 


VIOLET VORTEX – “Lure Elegant” CD 2002 Secret Port Records


Grubumuz komşumuz Yunanistan'dan geliyor. Yunanistan deyince akla direk olarak Rotting Christ, Necromantia, Varathron, vs... gibi Black efsaneleri geliyor. Violet Vortex ise ismini Cathedral'ın aynı isimli parçasından almış bir Heavy Doom grubu. Ancak müzikleri Cathedral'a pek benzemiyor. 8 parçalık bu albümdeki müzik St. Vitus, The Obsessed, Black Sabbath (ilk zamanları) ve Cold Mourning gibi grupları andırıyor. Minimalist, basit ve gösterişsiz Doom/Stoner burada söz konusu olan şey. Yaptıkları müziğe orijinal demek pek mümkün değilse de zaten günümüzde zor bulunan bir müzik olduğu için bunu pek de umursamıyorum işin açıkçası. "Luv", "Riding Forever Free" çok güzel parçalar. Arada bir iki zayıf parça da söz konusu. Vokaller bence yeterince güçlü değil. CD'de ayrıca CD-Rom kısmı mevcut. "Nunny Song" adlı eski bir parçalarının konserde video kamera ile kaydedilmiş hali. Güzel bir parça o da. Kapak direkman "Doooom!" diye haykırıyor, kullanılan fonttan tutun da ön kapaktaki heykele kadar her şey kitabına uygun. Her neyse, fena bir çalışma değil... de bu müziğin dinleyicisi var mı ki Türkiye'de? Valla bir ben varım, bir de belki 2-3 kişi daha vardır herhalde?... Yoksa daha fazla kişi var da biz mi bilmiyoruz? CD'den elimde 3 tane mevcut, ilgileniyorsanız taahhütlü posta ile 10 milyon yollayın kargo ile elinize ulaştıralım. Yada daha pahalıya alıcam diyorsanız şirketin adresi aşağıda. 6/10 - Mert.
www.flash.to/secretport

 

INDEX

 

GERİ DÖN

Hosted by www.Geocities.ws

1