TEKNOLOJİYE
KARŞI
John Zerzan'ın 23 Nisan 1997
tarihli konuşması
JOHN
ZERZAN
(Nisan 1997)
Geldiğiniz için
teşekkürler. Bu
öğleden sonra sizin Luddit'iniz
olacağım [Luddite: 19. yy. İngiltere'sinde Sanayi devrimine karşı
çıkan,
makinalara zarar vermek yoluyla aktif direniş gösteren işçi gruplarına
mensup kişiler]. Sembolik bir Luddite olarak, bu popüler olmayan veya
tartışmalı bayrağı taşımak bana düşüyor. Zaman kısıtı nedeniyle vurgu
daha ziyade maddelere indirgenmiş bir şekilde derinlikten çok
genişliğe yapılacaktır. Ancak bunun biraz genel tespitler niteliğinde
olacak
konuşmamın ikna ediciliğine zarar vermeyeceğini umut ediyorum.
Bana öyle geliyor ki bizler kısır, fakirleştirilmiş, teknikleşmiş
bir yerdeyiz, ve bu özellikler birbirleriyle ilişkili. Teknoloji,
anlayışı genişlettiğini iddia ediyor, ancak bu genişletme öyle
gözüküyor ki, bu
taahhütün iddia ettiğinin tam aksine anlayışı köreltiyor ve dumura
uğratıyor. Teknoloji günümüzde her alanda, her şey için çözümler
sunuyor. Cevabının olmadığı herhangi bir şeyi düşünmeniz
oldukça zor.
Ancak neredeyse her olayda, üstesinden geleceğini söylemek için
ortaya çıktığı sorunu ilk önce kendisinin yaratmış olduğunu unutmamızı
istiyor.
Sadece biraz daha teknoloji. Daima bunu söyler. Ve bugün sonuçları her
zamankinden daha
açık seçik gördüğümüzü düşünüyorum. Her şeyin toplum genelinde
bilgisayara
bağlanmasıyla, bilgisayar denizi bir çeşitlilik, bir tam erişim
zenginliği sunuyor; ancak yine de Frederick Jameson'un söylemiş olduğu
gibi,
tarih boyunca en fazla standartlaşmış olan toplumda yaşıyoruz. Buna "araçlar
ve amaçlar" önermesiyle bakalım; araçların ve amaçların eş
derece
geçerli olması gerekir. Teknoloji tarafsız [nötr] olduğunu, sadece bir
alet
olduğunu, değerinin ve anlamının yalnızca nasıl kullanıldığına
dayandığını iddia ediyor. Bu yolla araçlarının üstünü örterek
amaçlarını gizliyor. Öz, içsel mantık, tarihsel gömülmüşlüğü [embeddedness] veya diğer boyutları
anlamında ne olduğunu anlamanın hiçbir yolu yoksa, o halde teknoloji
dediğimiz şey yargıdan kaçınmaktadır. Geçerli veya iyi amaçlara,
kusurlu veya geçersiz araçlarla ulaşamayacağınız etik kuralını
genellikle
kabul ederiz, ancak araçlara bakmadıkça nasıl bir değerlendirme
yapabiliriz ki? Eğer bu asli varlığı, temelleri anlamında düşünmemiz
gerekmeyen bir
şeyse, bunu yapmak imkansızdır. Demek istediğim, herhangi bir klişeyi
tekrar edebilirsiniz. Geçerliliği olduğunu düşündüğüm araçlar ve
amaçlar tezi bir ahlaki
değer olduğu için, bu bir klişe olmaması umut edilen türden bir şeydir.
Bu noktayı açığa kavuşturmak maksadıyla çok sayıda insan veya vakadan
bahsedilebilir.
Örneğin, Marks önceleri teknolojinin ne olduğu,
üretimin ve üretim araçlarının ne olduğuyla ilgilenmişti; ve çoğu insan
gibi bunun temelinde işbölüşümü olduğunu tespit etmişti. Ve bu
nedenle, işbölümünün ne kadar gelişmeyi engelleyici ve ne kadar olumsuz
olduğu hayati bir sorudur. Ancak Marks, çok fazla incelenmemiş olduğunu
bildiğimiz bu sıradanlıktan, hangi sınıfın teknoloji ve üretim
araçlarına sahip olduğu ve onları kontrol ettiği,
mülksüzleştirilmiş sınıfın, yani proletaryanın teknolojiyi burjuvaziden
nasıl ele geçireceği gibi çok farklı sorulara
yöneldi. Bu, teknolojiyi incelemek ve değerlendirmekten oldukça farklı
bir vurguydu, ve daha önce ilgilendiği şeyleri terk ettiğini gösterir.
Tabii ki, bu noktada Marks hiç şüphesiz ki teknolojinin olumlu, iyi bir
şey
olduğunu düşünüyordu. Bugün, bunun yalnızca bir alet, tarafsız bir şey
olduğundan, meselenin tamamen teknolojinin araçsal kullanımından ibaret
olduğundan
bahseden insanlar teknolojinin gerçekten de olumlu bir şey olduğuna
inanıyorlar. Ancak onlar biraz daha ihtiyatlı olmak istiyorlar; yani
bir kere daha ifade edersem,
benim belirttiğim nokta, onun tarafsız olduğunu söylüyorsanız, olumlu
olduğu iddiasının gerçekliğini test
etmekten kaçınıyorsunuzdur. Diğer bir deyişle, onun olumsuz veya
olumlu
olduğunu söylerseniz, o zaman onun ne olduğuna bakmanız gerekir. Onu
öğrenmeniz
gerekir. Ancak eğer nötr olduğunu söylerseniz, bu inceleme yapmanın
önünü oldukça iyi bir şekilde keser. Şimdi, sürekli duyup durduğum bir
alıntıyı size söylemek istiyorum, zeki bir matematikçiden oldukça
anlamlı bir alıntı --ve Ted Kaczynski değil! Britanyalı bir
matematikçiden, Alan Turing'den; ve eminim ki bazılarınız 1930 ve
40'larda bilgisayarların teorik temellerin pek çoğunun onun
tarafından oluşturulduğunu biliyorsunuzdur. Yine, 50 yıl önce Oscar
Wilde'a karşı yapılan fiile benzer bir şekilde, eşcinsel olmasından
ötürü kaynaklanan bir dava nedeniyle 50'lerde kendi canına kıydığı da
bahsedilmeye değerdir. Her neyse, bundan bahsediyorum (bu trajik
olguyu, eşcinseldi, sonu da bu nedenle böyle oldu diye
küçümsemek falan istemiyorum), ancak bir elmayı siyanürle boyayıp
sonra da onu ısırarak canına kıymıştı; ve bu bana, bilgi ağacının yasak
meyvesini, ve (sonuçta ne olduğunu hepimizin biliyoruz) onun
buna ilişkin bir şey söyleyip söylemediğini düşündürüyor. Çalışma,
tarım, sefalet ve teknoloji, tümü ondan kaynaklanıyor. Ve bu arada
Apple bilgisayarlar hakkında düşünüyorum. Neden elma'yı kullanmışlardı
ki? Bu benim için gizemli bir şey. [gülüşmeler.]
Her neyse, bu konu dışına taşmanın ardından, bahsettiğim alıntıya geri
dönelim. 1950'de Mind
dergisindeki makalesinin ortalarında, şöyle diyordu: "İnanıyorum ki, yüzyılın sonunda,
kelimelerin kullanımları genel eğitimli kamuoyu görüşünde öylesine
değişmiş olacak ki, aksi iddia edilmesi beklenmeyecek
şekilde düşünen makinalardan bahsedilebilecek." Burada bana göre
oldukça ilginç olan şey, yüzyılın sonuna doğru insanların, makinaların
düşündüklerini anlamakta zorlanmayacakları ölçüde ilerlemiş
hesap yapan makinalara [computing
machines] sahip olacağız demiyor (o zamanlar onlara hala
hesap yapan makinalar deniliyordu), Şöyle diyor; "... kelimelerin kullanımları genel
eğitimli kamuoyunun görüşünde öylesine değişmiş olacak ki."
Şimdi, bunu muhtamelen onun aklında olandan
farklı şekilde okuyorum; ancak bunun üzerine düşünürseniz, bunun toplum
ile
teknoloji arasındaki karşılıklı ilişki sorusuyla bir ilgisi vardır.
Onun oldukça haklı olduğunu düşünüyorum; ama yine yapay zeka --tabii ki
o zaman bu öyle adlandırılmıyordu-- çok ilerlemiş olması nedeniyle
değildi
bu. Aslında, benim anladığım şekliyle, fazlasıyla tutkulu iddiaları
açısından pek iyi bir performans sergilememiştir. Ancak bazı insanlar
şimdi bu düşünceyle [nosyonla] oldukça ciddi bir şekilde uğraşıyorlar.
Aslında, makinaların hissedip hissetmedikleri ve makinaların hangi
noktada canlı olup olmadıklarıyla ilgili küçük ama dikkat çekici bir
yazın da var. Ve bunun sebebi Yapay Zeka'nın çok ilerlemiş olması değil
bana göre. 80'lerin başlarında, bunun "eşiğinde olduğumuz" şeklinde çok
fazla laf söyleniyordu, ve ben bir YZ [yapay zeka] uzmanı değilim,
ancak fazla bir ilerleme olduğunu sanmıyorum. Sanırım bayağı iyi
satranç oynuyor, ancak bu diğer başarıların veya seviyelerin yakınına
dahi gelmiş olduğunu düşünmüyorum.
Bilgisayarlara ilişkin algıdaki değişimi açıklayan şeyin, son elli
yılda yaşanan büyük yabancılaşmanın sebep olduğu deformasyon
[biçimsizleşme] olduğunu düşünüyorum. İşte bu nedenle bazıları, ve
umuyorum ki sayıları pek fazla değil, bilgisayarların canlı oldukları
hakkında bu noktaya tutunuyorlar.
Yapabilecekleri şeyler anlamında ise, bana öyle geliyor ki, bizlerin
giderek makina-benzerleri olmamız anlamında insanlar ile makinalar
arasındaki uzaklık azalırken, makinaları insan-benzeri olarak
görmek açıkça daha kolaylaşlaşıyor. Bunun hakkında
aşırı dramatik olmak istemiyorum, ancak giderek daha fazla sayıda
insanın yaşamak bu mu veya sadece devinimler içinde mi gidiyoruz diye
merak ettiini düşünüyorum. Ne oluyor? Her şey yaşamın dışına mı
süzülüyor [atılıyor]? Bütün bir doku ve değerler ve benzeri şeyler
kuruyup gidiyor mu? Bu konu aslıdna birçok başka sunum yapılmasını
gerektiriyor, ancak bu pek de
teknolojinin fiili ilerlemesi değil: Eğer makinalar insan olabilirse,
insanlar da makina olabilirler. Gerçekten de korkutucu olan nokta bu
ikisi
arasındaki mesafenin kısalması.
Benzer başka bir alıntı da yine bu çöküşe [descent] işaret ediyor, bilgisayar
iletişimi uzmanı J.C.R. Licklider'dan kısa bir alıntı. 1968'de şöyle
demişti: "Gelecekte, bir makina
aracılığıyla yüz yüze olduğundan daha fazla iletişim kurabileceğiz."
Bu bir yabancılaşma [estrangement,
bozuşma, kayıtsızlık hali] değilse, ne olduğunu bilmiyorum. Aynı
zamanda, kültürel gelişme açısından bir diğer çarpıcı yön da,
yabancılaşma [alienation]
kavramının ortadan kaybolması, neredeyse tamamen kaybolmuş durumda. Son
yirmi yıldaki kitapların fihristlerine bakacak olursanız,
"yabancılaşma"nın artık orada yeri yoktur. Sanırım, o kadar banal bir
hale gelmiştirki, hakkında konuşmanın anlamı bile kalmamıştır.
Başka bir konuda bir siyaset teorisyeninin, Anthony Giddens'in, sanırım
aslında Sir Anthony Giddens, yeni bir değerlendirmesini okuyordum. "Kapitalizmin, kendisine karşı
alternatifleri yok ettiği anda, bir inceleme nesnesi olarak ortadan
kaybolmuş olması"nı dikkate değer buluyordu. Başka bir sistemin
olmaması halinde başka incelenebilir ne var ki diye düşünülebilir.
Ama hiç kimse bunun hakkında konuşmamaktadır;. sadece verili bir
şeydir. Açıkça kabullenilmiş ve dikkatle incelenmemiş bir başka
basmakalıp şeydir. Ve, tabii ki, sermaye giderek teknolojikleşmektedir.
Oldukça bariz bir şey. Bunun Net'de gezinmek veya İdaho'daki
kuzeninize e-mail atmak veya benzeri bir şey olduğunu düşünen
insanlar, sermayenin hareketinin bilgisayarın temel işlevi olduğu
olgusunu göz ardı ediyorlar. Bilgisayar, daha hızlı işlemler,
malların daha hızlı değişimi ve benzeri şeyler içindir. Bunun
belirtilmesine bile gerek yok.
Yani, her neyse, tüm bir alanın veya zeminin nasıl hareket
ettiği, bizim teknoloji algımızın ve ona atfettiğimiz değerlerin nasıl
değiştiği temasına geri dönersek, bu genellikle hissedilmez bir şekilde
olur. Freud medeniyetin tam olgunlaşmasının evrensel bir nevroz
anlamına geleceğini söylemişti. Ve bu, üzerine düşündüğünüzde,
fazlasıyla iyimser gözükmekte. Gördüklerim karşısında fazlasıyla
rahatsızlık hissediyorum. 15-19 yaş grubundakiler içinde intihar
oranının 1961'den bu yana %600
arttığı Oregon'da yaşıyorum. Bu, ergenliğin ve toplumun
eşiğine gelen, onu üzen gençlikten başka bir şey olmadığını
düşünüyorum; ve ne görüyorlar? Mahrum edilmiş [bereft, büyük bir yoksunluk hali]
bir yer
görüyorlar.Onların bilinçli bir şekilde bu türden bir formülasyondan
geçtiklerini söylemiyorum, ancak bir şekilde bir değerlendirme
yapılıyor, ve bazıları basitçe vazgeçiyorlar.
En gelişmiş ülkelere ilişkin birçok çalışma ciddi depresyon oranının
her on yılda bir ikiye katlandığını gösteriyor. Yani bu, eğer şu anda
sadece günü geçirmek için anti-depressan ilaçlar kullanan yeterince
insan olmasaydı, bunları biz hepimiz çok daha önceden alacaktık demek
oluyor. Bu ürpertici gerçekten çıkarsamalar yapabilirsiniz. Bunun neden
böyle sürüp gitmeyeceği hakkında bir sebep arıyorsanız, bu neredeyse
toptan bir değişimden başka ne olabilir ki?
Ve birçok başka şey. Okur-yazarlıktan uzaklaşma. Bu oldukça şaşırtıcı
olan, oldukça temel bir şey, ancak insanların artık anlamı olmayan bir
şeyden
içgüdüsel olarak [viscerally]
uzaklaştıklarını düşünürseniz pek de şaşırıtıcı gelmiyor. Toplu
cinayetlerin sayısındaki patlama. Bu, birkaç on yıl önce, bu şiddet
dolu ülkede bile duyulmamış bir şeydi. Şimdi tüm ülkelere yayılıyor.
L.A. [Los Angeles] veya ABD'nin herhangi bir yerinde olduğu gibi
İskoçya'da veya Yeni Zelanda'da, bir McDonalds'da veya bir okulda veya
başka bir yerde böylesine dehşet verici bir şeye rastlamadan gazete
okumanız bile bayağı zor.
Rancho Santa Fe. Bu alıntıyı haberlerden muhtamelen hatırlayacaksınız.
Oradaki Cennetn Kapıları grubunun üyesi olan bir kadın hakkında. "Belki de ben deliyim, ama umurumda değil.
31 yıldan beri burada yaşıyorum, ve burada bana göre hiçbir şey yok."
Sadece kült üyeleri için değil, boşluğu inceleyen pek çok kişi için
bunun bayağı bir anlamı olduğunu düşünüyorum.
Ekolojik bir felaketten başka bir şey olmayan dışsal doğamızın
kriziyle birbirine bağlanan içsel doğamızın krizi, tamamen
insanlıktan çıkma [dehumanization]
ihtimaliyle karşı karşıyayız. Bu ilki ile canınızı sıkmayacağım;
buradaki herkes bunun tüm özelliklerini, türlerin hızla yok olmasını,
vb. vb. biliyor. Oregan'da, örneğin, doğal, orijinal ormanlar yüzde
bire kadar düştü; som balığı nesli tükenmenin eşiğinde. Bunu herkes
biliyor. Ve bu, teknolojinin hareketiyle ve onunla ilgili olan diğer
şeylerle birlikte daha da hızlandı.
Marvin Minsky -- sanırım 80'lerin başındaydı-- beynin etten yapılmış üç
poundluk [yaklaşık 1350 gram] bir bilgisayar olduğunu söylemişti. Önde
gelen Yapay Zekacılardan birisiydi. Ve ardından bir sürü şey geldi.
Sanal Gerçekliğimiz var. İnsanlar, bakılacak veya
uğraşılacak pek bir yönü kalmayan nesnel toplumsal varoluştan
uzaklaşmak amacıyla sürüler halinde oraya doğru yönelecekler.
İnsanların klonlanması
muhtamelen birkaç ay uzaklıktaki bir konu. Her zaman taze dehşetler.
Eğitim. Çocukları beş yaşına geldiklerinde bilgisayarın başına
bağlayın. Buna
"bilgi üretimi" diyorlar. Ve onun hakkında söyleyebileceğinizin en
iyi şey budur.
Extropy dergisine
katılımcılarından Carnegie-Mellon'daki Hans Moravec'den bir alıntı
yapmak
istiyorum. Şöyle diyor: "Nihai sınır,
her faaliyet parçasının anlamlı bir hesaplama haline getirildiği bir
arena
olacaktır. Evrenin yaşanılan kısmı bir siber-alana
dönüştürülecektir. Böylece en derin zihinsel süreçlerimizin bir
kısmını parça parça daha fazla siber-alanla --yapay zekadan satın
alınan uygun programlar ve benzeri şeylerle-- değiştirmeye, kendimizi
giderek
ona benzeyen bir şeye dönüştermeye meyledebiliriz. En sonunda, düşünme
yöntemlerimiz orijinal bedenimizin, aslında herhangi bir vücudun, tüm kalıntılarından tamamen kurtulabilecektir." Bunun
bir yorum gerektirdiğini sanmıyorum.
Ancak tabii ki aksi sesler de var. Tüm bu gelişmelerden oldukça
endişelenen insanların yaptıkları analizler de var. Bunların en
iyilerinden
birisi, 40'larda yazılmış olan Horkheimer ve Adorno'nun Aydınlanmanın Diyalektiği
çalışması. Eğer teknoloji tarafsz değilse, o zaman mantığın da tarafsız
olmadığını oldukça kuvvetli bir şekilde öne sürerler.
"Araçsal mantık" dedikleri
şeyin eleştirisini geliştirirler.
Mantık, medeniyet ve teknolojinin bayrağı altında, esasen
uzaklaştırmaya ve denetime eğilimlidir. Tüm hikayeyi birkaç cümlede
özetleyecek değilim, ancak kitabın hatırlanmaya değer parçalarından
birisi Odyssey'den, Homer'den, Odysseus'a --Odysseus'un denizde
sirenleri [siren, Yunan
mitolojisinde şarkılarıyla denizcileri tehlikeli sulara çekerek
ölmelerine sebep olan yarı kadın yarı kuş şeklindeki mitolojik varlık]
geçmeye çalıştığı, Avrupa
medeniyetinin temel metinlerinden birisi-- baktıkları kısımdır.
Horkheimer ve Adorno, bunun, oldukça erken bir zamanda, tensel, Eros,
tarih-öncesi, teknoloji-öncesi ile geçmişe dönme ve başka bir şey yapma
projesi arasındaki gerilimi resmettiğini ortaya koyarlar. Odysseus'un
kendilerini gemi direklerine bağlayan, kulaklarını balmumuyla tıkayan
kürekçileri vardır; böylece zevk tarafından
ayartılmayacak, ve medeniyet ile teknolojinin baskıcı, tensellikten
yoksun yaşamına katlanabilecektir.
Tabii ki, yabancılaşmanın
[bozuşmanın] birçok başka işareti de vardır. Descartes, 350 yıl önce, "Bizler, doğanın efendileri ve sahipleri
haline gelmeliyiz" demişti. Ancak Horkheimer ve Adorno'nun ve
diğer başkalarının eleştirilerinde dikkat edilmeye değer şeyin şu
olduğunu düşünüyorum: eğer toplum doğaya baş eğdiremezse, o zaman
toplum daima doğaya tabi olacak, ve sonuçta da ortada muhtamelen
toplum falan olmayacaktır. Bu uyarıyı, bu şartı daima ifade ederler, ki
bu dürüstlüklerinden dolayı onlar için olumludur; ancak bu onların
eleştirilerinin etkilerini frenlemektedir. Onu daha az siyah-beyaz
bir şey haline getirir, çünkü doğanın hakimiyetinden gerçekte
kaçınamayız, ve her şeyin, bizzat varoluşumuzun dayandığı şey de budur.
Teknolojik yaşamı eleştirebiliriz, ancak o olmaksızın halimiz nice
olurdu?
Ancak son 20, 30 yılda çok çok muazzam etkileri olan bir şey
gerçekleşti, ve bunun pek öyle ortaya getirildiğini de düşünmüyorum.
Geçmişte, medeniyetin dışında kalan yaşamın gerçekten de nasıl bir şey
olduğu hakkında ilmi fikirlerde toptan bir düzeltme yaşandı.
Medeniyetin, dinin,
devletin, polisin, orduların, buna benzer şeylerin asli ideolojik
temellerinden birisi, medeniyetten önce oldukça kana bulanmış, korkunç,
insanlık dışı bir durum varolduğu düşüncesidir. Bunun uysallaştırılması
ve özel
olarak öğretilmesi gereklidir. Bu Hobbes'dir. Bu, medenileşme öncesi
hayatın iğrenç, kaba ve kısa olduğu şeklindeki ünlü düşüncedir; ve
insanlığı korku ve hurafalerden, dehşetli koşullardan kurtararak
medeniyete ulaştırmak için, Freud'un "içgüdüsel
özgürlükten zorla vazgeçme" dediği şeyi yapmanız gerekir. Bunu
yapmak zorundasınızdır. İşte bu da onun maliyetidir. Her neyse, bunun
tamamen
yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Şüphesiz ki, yeni paradigmanın bazı
kısımları, bazı ayrıntılar üzerinde anlaşmazlıklar vardır, ve yazının
büyük bir kısmının bundan radikal sonuçlar çıkardığını da düşünmüyorum.
Ancak 70'lerin başından beri, yaşamın bundan iki milyon ya da
daha fazla yıl önce, yaklaşık 10.000 yıl önce sona eren bir dönemde
--ki bu zaman olarak neredeyse bir hiçtir, nasıl olduğuna dair oldukça
çarpıcı bir resme sahibiz.
Tarih öncesi dönem artık zekayla,
eşitlik ve paylaşmayla, boş zamanla, büyük bir cinsel eşitlikle,
gürbüzlük ve sağlıklılıkla, örgütlü şiddetin hiçbir emaresinin
olmamasıyla
nitelendiriliyor. Bunun şok edici olduğunu düşünüyorum. Bu
neredeyse toptan bir yeniden değerlendirme. Tabii ki hala kadını
saçlarından tutarak mağaraya doğru sürükleyen mağara adamı, tamamen
vahşi ve
insanlık-dışı bir yaratık olarak Neanderthal vs. gibi karikatür benzeri
imajlarla yaşıyoruz. Ancak gerçek resim tamamen değişmiştir.
Buna ilişkin kanıtlar ve argümanların ayrıntılarına girerek zamanınızı
almayacağım,
ancak birkaç tanesinden bahsetmek istiyorum. Örneğin, paylaşım hakkında
nasıl bir şeyler söyleyebiliyoruz? Bu biraz 60'ların tezlerine
benziyor, değil mi? Ancak bu, ocaklar, ateş yakılan yerler, muhtamelen
geçici olan yerleşim yerleri atrafındaki kanıtların incelenmesine
dayanan
basit bir şey aslında. Eğer bir ateş etrafında tüm güzel yiyeceklerin
bulunduğunu görürseniz, bunun anlamı aşağı yukarı şefin ve diğer
herkesin pek az veya hiçbir şeye sahip olmadıklarıdır. Ancak eğer
herkes tamamen eşit miktarda nesnelere sahipse, o zaman bu bir eşitlik
durumunu gösterir. Thomas Wynn tarih-öncesi zekayı başka bir ışık
altında görmemize yardımcı olmuştur. O, basit bir taş alette bile donup
kalan ve/veya gizli kalan anlamında Piaget'e
dikkatimizi çekti; ona benzer bir şeyi ortaya çıkarmak ve bir alet
yapmak için gerçekte neler yapıldığını göstermek amacıyla, onu sekiz
farklı
aşama, adım ve yöne ayırdı. Ve bunun en
azından bir milyon yıl önce olduğu sonucuna vardı --benim görebildiğim
kadarıyla yazında bunu çürüten bir şey yok; Homo bugünkü yetişkin bir
insanınkine eşit bir zekaya sahipti. Birisi kalkıp da, tamam kültür
öncesi dönemde ortalık biraz güllük gülistanlık olsa da, uzak
atalarımız o
kadar sönüktüler ki, tarımı, hiyerarşiyi ve tüm diğer halikulade
şeyleri yapmayı beceremediler diyebilir pekala. Ancak eğer bu doğru
değilse, o zaman resmin tümüne oldukça farklı bir gözle bakmaya
başlarsınız.
Bir başkası: Marshall Sahlins'in Taş
Devri Ekonomisi kitabı 1971'de yayınlandı, argümanların birçoğu
mevcut avcı-toplayıcı insanlara, onların ne kadar çalıştıklarını
gözlemlemeye --ki bu çok, çok azdı-- dayanıyordu. Bu arada, onun
Michigan Üniversitesi antropoloji bölümü başkanı olduğunu da
belirteyim, yani saplantılı veya marjinal bir şahsiyetten
bahsetmiyoruz. Antropoloji ve arkeoloji yazınına bakacak olursanız,
düşündüklerimizde oldukça hayrete düşürücü düzeltmeler yapıldığını
görebilirsiniz. Bu sanırım sizin medeniyetin belki de iyi bir şey
olmadığını düşünmeye başlamanıza yol açacaktır. Her zaman sorulan soru,
insanlığın tarımı bulmasının neden bu kadar uzun zaman aldığı
sorusudur. Yani bunu görece daha dün, 10.000 yıl kadar önce
düşünebilmişlerdi. Ama buradaki asıl soru tarıma neden başlamış
olduklarıdır. Ki bu aslında medeniyeti niye başlatmış oldukları
sorusudur aslında. İşbölümüne dayanan bir teknolojiyi neden
başlattılar? Eğer bir zamanlar sıfır işbölümüne dayanan bir teknolojiye
sahiptiysek eğer, benim için bunun oldukça çarpıcı sonuçları vardır; bu
beni bir şekilde o noktaya geri gitmenin mümkün olduğunu düşünmeye sevk
ediyor. Daha yüksek bir koşula, bana göre gerçekliğe oldukça yakın,
bütünlük durumuna benzer bir koşula yeniden bağlanabiliriz.
Konuşmamın sonuna oldukça yaklaştım. Heidegger'den bahsetmek istiyorum.
Heidegger pek çokları tarafından yüzyılımızın en derinlikli veya en
özgün düşünürlerinden birisi olarak kabul edilir. Teknolojinin
felsefenin sonu olduğunu düşünüyordu; ve bu, teknolojinin toplumu
gittikçe daha fazla kuşatmasıyla [içine almasıyla] birlikte, her şeyin,
hatta düşünmenin bile, onun için öğütülen, üretim için öğütülen bir şey
haline gelmesi görüşüne dayanıyordu. [Felsefe] ayrı olma özelliğini,
ondan
bağımsız olma özelliğini kaybeder. Görüşü kısaca olsa da bahsetmeye
değer. Şimdi de favori konularımdan birisine geliyorum; Heidegger'in,
bunu görebilecek kadar yaşayabilseydi, zihninde olacağından emin
olduğum
postmodernizm. Burada postmodernizmle beraber mantığın tamamen
tahtından feragat ettiğini düşünüyorum. Bu o kadar yaygınlaşmış bir
şeyki, ama yine de çoğu insan ne olduğunu bilmiyor. Tamamen içine
gömülmüş
olmamıza rağmen, bugün bile pek azımız bunu kavramış durumdayız. Belki
de bu, kendi tarzında, daha önce değindiğim banalliklere benziyor.
Yani, ona yabancı olanı zararsız duruma getiren şey basitçe kabul
ediliyor ve nadiren sorgulanıyor.
Böylece bir takım ev ödevleri yapmaya başladım, ve o zamandan beridir
bunun üzerine bazı şeyler de yazdım, ve temel şeylerden birisi --zaten
bilenlerden özür dilerim bu açıklamalarım için-- Lyotard'ın
70'lerdeki Postmodern Durum
adlı kitabından kaynaklanıyor. O, postmodernizmin özünde "meta-anlatılara karşı bir antipati",
yani bütünün, genelin, ve bütünü kavrayabileceğimiz şeklindeki küstahça
fikrin reddi olduğunu savunuyordu. Bütünün totaliter olduğu fikrine
dayanmaktadır. Bir şeyin bütününü algılayabileceğinizi düşünmeye
çalışmak? Pek de iyi değil. Bunun üzerine bayağı bir düşündüm; bu
arada, aydınlar arasında Fransa'da uzunca zamandır egemen olan
Marksizme karşı bir tepkiydi bu; bundan ötürü ortaya çıkan aşırı bir
karşı tepki olduğunu düşünüyorum.
Yani bütünlük karşıtı bir görüş açısı ve tutarlılık karşıtı bir görüş
açısı
var ortada; şüphe edilmesine ve hatta tiksindirici bir şey olduğu
düşünülmesine
rağmen. Her şey bir yana, (ve muhtamelen burada Horkheimer ve Adorno
ile uzlaşıyordu), Aydınlanma düşüncesinin bize getirdikleri nelerdi?
Modernist, genelci, bütünlüğe odaklı düşüncenin bize kazandırdıkları
neydi? Auschwitz, Hiroşima, nötron bombaları, bunları hepiniz
biliyorsunuz. Postmodernizmin beşki de herşeyi bir kenara attığı, ve
bir şeye
karşı, yani üşüşen [unrushing,
saldıran] teknolojiye karşı hiçbir savunmasının olmadığı hissine
kapılmak için bu tür şeyleri savunmanıza gerek yok.
Benzer şekilde, postmodernizm, kökenler [origins] fikrine
de karşıdır. Kökenler fikrinin yanlış bir fikir olduğunu düşünürler
(tüm bunlar büyük genellemelerdir; muhtamelen küçük vurgu farklarına
sahip olanlar bulunmaktadır.) Bizler bir kültürün içinde yaşıyoruz. Her
zaman bir kültürün içinde yaşadık. Daima da bir kültürün içinde
yaşayacağız. Bu nedenle kültürün dışından bakamayız. Bu nedenle, doğaya
karşı kültür türü bir şey yanlış bir düşünce olur. Onlar bunu da
reddediyor, ve bu nedenle şimdinin anlaşılmasını engelliyorlar. Bir
nedenselliğin veya gelişmenin kökenlerine veya başlangıç noktalarına
geri dönemezsiniz. Bununla ilgili olarak, tarih oldukça keyfi bir
kurgudur; kurgulardan birisi en azından bir diğeri kadar iyidir. Keza
parça parça olana [fragmentary],
çoğulculuğa, çeşitliliğe, tesadüfi olana vurgu da vardır. Ama
soruyorum, nerede tesadüfilik? Nerede çeşitlilik? Nerede? Bence,
olayların genel gidişatı ve bu gidişatın anlamı bağlamında dünya
giderek
ıssız ve tek parçalı hale geliyor. Sınırlar ve yüzeyler hakkında vurgu
yaparak etrafta dolaşmak, yüzeyin altına bakamayacağınız bu tavır, bana
göre etiksel ve entelektüel bir korkaklıktır. "Gerçek ve anlam?"
Bence bu tamamen saçmalık. İşi bitmiş bir şey. Buna benzer terimleri
daima tırnak için koymak. Postmodern yazılara baktığınızda bayağı bir
şeyin tırnak içine alındığını görürsünüz. Ortada bayağı bir ironi var,
tabii ki. Kinizmin eşiğinde bir ironi, popüler kültüre baktığınızda her
yerde bunu görürsünüz. Potmodernizme göre, bu bütüne yakın bir şeydir.
Her şey kaymaktadır. Fazlasıyla parçalara bölünmüştür. Bireye karşı
yapılandan uzak durmanın nasıl mümkün
olduğunu ve doğadan geriye ne kalacağını pek anlayamıyorum.
Postmodernizmin teknolojinin büyük bir suç ortağı olduğunu ve
genellikle onu açık açık kucakladığını düşünüyorum. Lyotard, "veri bankaları yeni doğadır"
demişti. Tabii ki, eğer kökenleri dışarda bırakırsa, doğanın ne
olduğunu nasıl bilebilir ki? Onların da kendilerine özgü bütünlük-türü
varsayımları var, ancak ona yakalanmak istemiyorlar. Yalnızca eski moda
insanların bu oyunu oynamak istemediklerini düşünüyorum. Bir alıntı
daha: Current Anthropology
dergisinin Haziran 1994 sayısında Profesör Escobar'dan. Teknolojinin
norm [kural] olanı ve dışarda bırakılacak olanı nasıl belirlediğine
ilişkin iyi bir alıntı. Şöyle diyordu: "Teknolojik buluşlar, hakim dünya görüşüne
göre, dönemin teknolojisini meşru ve doğal kılmak üzere bir diğerini dönüştürür
genellikle. Doğa ve toplum, günün teknolojik gereklerini
kuvvetlendirecek şekilde açıklanmaya başlanırlar." Gayet iyi
ifade
edildiğini düşünüyorum.
Böylece teknoloji hakkındaki oldukça temel bir yanlış inançla başladım.
Teknoloji tarafsız değildir, toplumun bir parçası olarak toplumsal
konumlanmasından veya gelişiminden bağımsız duran ayrı bir alet
değildir.Sanırım diğeri ise, evet, teknoloji hakkında istediğiniz kadar
konuşabilirsiniz, ancak o işte burada, amansız bir şey, ve onun
hakkında konuşmanın faydası ne? Bu kaçınılmaz bir şey değil mi?.
Yalnızca biz hakkında hiçbir şey yapmadığımız zaman, kaçınılmaz hale
gelir.
Bunun gayet açık bir meydan okuma olduğunu düşünüyorum. Hayal edilemez
olan gerçekleşecek. Şu anda gerçekleşmekte. Ve eğer bir geleceğimiz
varsa, bu ona kafa tutacağımız için, farklı bir görüşümüz olduğu için,
ve onu parçalamayı düşündüğümüz için olacaktır.
Bu arada, eğer bir geleceğimiz varsa, gerçek suçluların kimler olduğu
ve Unabomber'ın kimi çağrıştırdığı hakkında farklı bir görüşe sahip
olabiliriz: John Brown belki de; ve John Brown gibi bizi kurtarmaya
çalışan birisi.
John Zerzan
Anti-Authoritarians Anonymous
PO Box 11331
Eugene, Oregon 97440
Çeviri: Anarşist Bakış
Kaynak:
"Against
Technology: a Talk by John Zerzan", 23 Nisan 1997.
Anarşist
Yazın Ana Sayfa --->