KARL MARKS'IN SERMAYE KURAMI
 
Ron TABOR
Ağustos 2000
Marksizme Dair Kişisel Bilgi
Argümanımın Bir Özeti
Marksist Dünya Görüşünde Sermaye Kuramının Rolü
İmdada Yetişen Politik İktisat
I. MARKS'IN YÖNTEMİ
Döngüsel Mantık
II. METALAR, DEĞER VE PİYASANIN ROLÜ
Metanın İçsel Çelişkisi
Emeğin Fenomenolojisi
Bilim Değil, Bir Felsefe
III. ARTI DEĞER
Sömürü
Artı Değerin Üretimi
Ahlakçılık mı, Bilim mi?
Tanımsal Olarak Sömürü
Sömürü: Yanlızca Ekonomik mi?
Politik/Toplumsal, Örgütsel Sömürü
Temel Olarak Ekonomi
Ekonomi: Bilim mi, İnsan Davranışları mı?
Döngüsel Mantığın Geri Dönüşü
Kuramın Küstahlığı
Sermaye Kuramı: Ahlaki Bir Doktrin
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler,
açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.

 

Marksizm, çalışma yetisi, [yani] emek-gücü dışında hiçbir mülkiyeti olmayan, kapitalizm tarafından yaratılmış işçi sınıfının, uluslararası emekçi sınıfının görüş açısı (gerçek çıkarları ve doğal bakış açısı) olduğu iddiasındadır. Marksizm, buna dayanarak hem doğru bilimsel bir tarih kuramı ve hem de insanlığın kurtuluşu programı olduğuna inanır. Karl Marks ve arkadaşı Friedrich Engels'in yaptıklarını iddia ettikleri şey; çalışan sınıfın devrimi sayesinde kaçınılmaz bir şekilde --komünizm olarak adlandırdıkları sınıfssız ve devletsiz toplumun bağrında-- insan özgürlüğünün kurulmasına yol açacak, tarihin altta yatan mantığını keşfetmekti.

Bu iddialara rağmen, Marksistlerin önderliği altında gerçekleştirilen devrimler ne Marks ve Engels'in tasavvur ettiği komünizmin yaratılmasına; ne de komünist toplumun ilk aşaması olarak adlandırdıkları, sosyalizme geçiş olarak düşündükleri ve savundukları proletarya diktatörlüğüne yol açtı. Bu devrimler, bunun yerine bürokratik seçkinlerin işçiler adına, çalışan sınıf ve diğer toplumsal katmanlar üstünde yönetsel bir hakimiyet kurdukları totaliter rejimlerle sonuçlandı. Bu sistemler sanırım en iyi şekilde devlet kapitalizmi olarak tanımlanabilir.

Şurası kesin ki, Marksist devrimlerden kaynaklanan sistemler pekçok açıdan Marks ve Engels'in [sahip oldukları] komünist toplum görüşünün antiteziydiler/antitezidirler. Ama bence, bu sonuçlar Komünist toplumlara eleştirel yaklaşan Troçkistlerin ve diğer Marksistlerin iddia ettikleri üzere, Marksistlerin yaptıkları hataların veya "objektif koşulların" birer sonucu değildir. Bunlar bizzat Marksizmin altta yatan kendi mantığından kaynaklanmaktadırlar. Bu nedenle bu rejimler, Marksizmin yanlışlaması veya olumsuzlaması olmak yerine, onun gerçek anlamını temsil etmektedirler.
 

MARKSİZME DAİR KİŞİSEL BİLGİ

Meseleyi hep bu açıdan görmemiştim. Uzun yıllar boyunca geçerliliğinin tutarlı bir inananı olan ve  kuramsal varsayımlarının içine iyice dalmış, kendisini [ona] adamış bir Marksisttim. Günümüz toplumunun barbarlığı karşısındaki ahlâki nefretimi onaylıyor olmasının yanısıra; Marksizm, kapitalizm analizi ve tarih kuramıyla pekçok şeyi bilimsel bir yolla açıklıyor gözüküyordu. Bilgilendirici olmamaları, açıkça kapitalizmin özürcüsü veya basitçe aptalca olmaları yüzünden, alternatif kuramlardan her halükârda daha iyi iş yapıyordu.

Geçen bu zamanın büyük bir kısmında, çeşitli örgütlere dahil oldum; özellikle de Marks ve Engels'in özgürlükçü görüş açısını savunduğunu iddia eden ve bu idealden birer sapma olan Komünizmle yönetilen toplumlara karşı çıkan, Devrimci Sosyalist Birliği [Revolutionary Socialist League] içinde çalıştım. Ancak, bu kadar iyi niyetli bir dünya bakışından bu kadar berbat toplumsal sistemlerin nasıl olup da çıktığını anlama girişimlerin sonucunda, bizzat Marksizmin kendisinin bu tip totaliter rejimlerin kurulmasının esas sebebi olduğu sonucuna ulaştım.

Bu nedenle, her ne kadar Marksizmin --umut ediyorum ki benim onu analiz etmee yetim dahil olmak üzere-- benim düşüncelerim üstünde önemli etkisi olmuş olsa da, artık Marksist değilim. Ancak diğer pekçok eski Marksistin aksine ben kapitalizme sarılmadım. Modern endüstriyel toplumun --ekonomik, toplumsal ve bilimsel başarılarına rağmen-- milyonlarca insanı yoksulluğa, hastalığa ve erken ölümlere mahkum eden vahşi bir toplumsal sistem olduğunu; ve ırkçılığın, cinsiyetçiliğin, ekolojik tahribatın, faşizmin ve savaşın beslendiği bir zemin olduğunu düşünüyorum. Bunun sonucunda da, küresel kapitalizmin yerine demokratik, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplumu geçirecek bir radikal toplumsal dönüşümün gerekliliğine inanmaya devam ediyorum.

Ve yine Marksizmi değerlendirmemin sonucunda, gerçekten de devrimci, seçkincilik karşıtı  bir programın; merkezsizleşmeyi, doğrudan demokrasiyi ve işbirliğini vurgulayan, radikal [bir şekilde] özgürleştirici ve eşitlikçi bir bakış açısına sahip, ve hedeflerine doğru ilerlemekte devleti bir araç olarak kullanmayı açıkça reddeden yapısı içinde mümkün olduğunu sonucuna ulaştım.

Her ne kadar bugün Marksizm önemsiz bir toplumsal faktör olarak --ve öyle de kalacakmış gibi-- gözüküyorsa da, ben bunun geçici bir şey olduğuna inanıyorum. Er ya da geç kapitalizmin adaletsizliklerine karşı mücadeleler şiddetlenecek, ve Marksizm ve Marksist örgütlenmeler, veya onlara çok benzer olan bir şey yeniden canlandırılacak. Bu nedenle, liberter ve eşitlikçi fikirlere bağlı kalan radikallerin, Marksizmin hem içeriğini hem de toplumsal önemini anlamalarının hayati olduğuna inanıyorum.

Bu makalede ve bu derginin bir sonraki sayısında yayınlanacak bir başka makalede, Marksist dünya görüşününün temel kısmını, [yani] Marks'ın kapitalizmi analiz edişini sorgulayamak suretiyle, Marksizmi şimdi nasıl gördüğümü ortaya koymaya çalışacağım. Burada kendi durumumu ispatlama iddiasında olmadığımı açıkça belirtmek istiyorum. Bence, uğraştığımız sorunların çoğunun ne doğruluğu ne de yanlışlığı ispatlanabilir (Marksizme karşı argümanımın bir kısmı da budur zaten). Burada benim yapmaya çalıştığım şey, Marksizmin ne olduğunu ve bugünkü sonuçlara neden yol açtığına dair bir yorum geliştirmektir. Eğer bu analiz, Marksizmi ve onun tarihsel sonuçlarını açıklamaya yardımcı olursa, amacına ulaşmış olacaktır.
 

ARGÜMANIMIN BİR ÖZETİ

İlk önce bir bütün olarak kendi argümanımı ortaya koyacağım.

1. Marksizm felsefi bir dünya görüşüdür, dünyanın spekülatif bir yorumlanmasıdır. Bundan kastım, [Marksizmin] evrenin doğası ve insanın buradaki yeri, tarihin anlamı ve amacı, insan bilincinin kaynağı ve bilgimizin kesinliği, özgürlük tanımı ve ona nasıl ulaşılacağı gibi "derin" meseleler hakkında bir takım inanları içeriyor olmasıdır. Bu meseleler felsefeciler ve diğerleri tarafından binlerce yıl tartışılmış ve münakaşa konusu edilmiştir; ancak ne Marks'ın zamanında ne de zamanımızda, bu meseleler bilim (veya başka herhangi bir şey) tarafından halledilmiş --doğruluğu ya da yanlışlığı ispat edilmiş-- değildir. Ne de, benim görüşüme göre, bunlar [gelecekte] halledilebilirler. Bunlar, en nihayetinde her insan oğlu için yargı ve seçim konusu olan şeylerdirler.

2. [Marks'ın] kuramının tanımlandığı şekliyle felsefi olması gerçeğine rağmen, Marks kuramını --aynen sorgulanmış, fizik, biyoloji ve diğer bilimsel alanların kuramları gibi-- doğruluğu ispat edilmiş, bilimsel [bir kuram] olarak sunar. Kendine özgü felsefi önbelirlemeleri [presupposition] olsa da, bilim açık bir süreçtir: [bilim], çeşitli dinlere ve felsefi inançlara sahip olan farklı uluslardan ve kültürlerden gelen çok sayıdaki bireyin dahil olduğu, zaman ve uzam içinde ortaya çıkan, işbirliği sonucu oluşan bir çabadır. (Bu işbirliği onun başarılı olmasının nedenlerinden birisidir.) Yine kabul edilmiş muamele kurallarını; verilerinin, yöntemlerinin, hipotezlerinin ve kuramlarının devamlı olarak test edilmesini içerir. Bunlar belirli bir zamanda, hakim olan kuramlarının geniş ölçüde kabul edilmesine, ve yeni kuramların rakip olarak ortaya çıkabileceği ve muhtemelen de eskisinin yerini alabileceği yolların açılmasına hizmet eder.

Bunun aksine Marksizm, uygulayıcılarının aynı felsefi amentüyü [credo, inancı] paylaştığı kapalı bir sistemdir. Standartlaşmış muamele kuralları yoktur; ve "kuram ve pratiğin birliği" iddiasına rağmen, asla kendisinin test edilmesine olanak vermez (Marksizmin tarihsel sonuçları ne olursa olsun, bu Marksistler kendilerini onun temize çıkarılmasına adarlar. Onun başarısızlığını yargılayanların ise Marksistliği sona erer.) Bunun da ötesinde, bunun tartışılması çoğunlukla kanla karara varılan --ki Marksistlerin bunu yapmak için ellerinde araçları vardır-- kuramsal tartışmaları andırır. Marksizmin bilimsel olduğunu iddia etmesinin --bahanelerinden arındırıldığında--, akssi takdirde elde edemeyeceği bir otorite havasını sağlamaya teşebbüs etmekten başka bir anlamı yoktur.

3. Her ne kadar Marksizm bilimsel olmasa da, en azından yıllarca boyunca yeterince sayıda insan üzerinde tarihsel olarak önemli bir kuvvet olmayı başabilecek kadar ikna edici olmuştur. Makul bir tarih kuramı ortaya koymasının yanısıra, kapitalizme karşı geliştirdiği özenli eleştiri ve onun yıkılmasını talep etmesi, günümüz toplumundaki adaletsizliklerden zaten rahatsızlık duyan orta sınıf entelektüeller ve diğer entelektüel eğilimler için Marksizmi çekici kılar.

4. Marksizmin bilimsel olduğu iddiası, büyük ölçüde Marks'ın kapitalizm analizine, özellikle de şaheseri olan Kapital'e dayanmaktadır. Marks'ın çalışması, kapitalist ekonomik sistemin dinamiklerini incelemesinin yanısıra, Marksistlerin sosyalizmin "maddi temelleri" olarak adlandırdıklarının ortaya konulması demektir. Özellikle de kapitalizmin, sosyalist bir devrimi --Marks'ın deyişiyle-- kaçınılmaz kılacak toplumsal koşulları yaratacak eğilimler barındırdığını gösterilmesi amaçlanmıştır.

(Marks ve Engels'in "kaçınılmaz" ve "gereklilik" gibi kelimeleri sıklıkla kullanmalarına rağmen, Marksistler devamlı olarak sosyalizmin/komünizmin kaçınılmaz olup olmadığını ve Marks ile Engels'in bunu düşünüp düşünmediklerini tartışırlar. Bu konu üstüne sonuçsuz tartışmalardan kaçınmak için benim buradaki Marksizm analizimin, sosyalizmin hem kaçınılmaz olduğu inancı için hem de yüksek olasılıklı olduğu görüşü için geçerli olduğunu belirtmeliyim.)

5. Üretimi sırasında şaşılacak kadar emek harcanmasına rağmen, kapitalizmin pekçok farklı yanına dair akla uygun açıklamalar içermesine ve [kullandığı] engin akademik araçlara rağmen; Marks'ın sermaye analizi, aynen kuramının geri kalanı gibi bilimsel bir kuram değildir, felsefi bir yapıdır. [Marks'ın sermaye analizi], daha geniş dünya görüşünün objektif bir onaması olmaktan ziyade, bu [dünya] görüşünün varsayımları ve talimatlarıyla telkin edilmiştir.

6. Birçok varsayımlar yapmasına ve sonuçlarını daha ileriye götüren usuller kullanmasına rağmen Marks, kendi meselesini ispatlayamamıştır. Konuşma diliyle ifade edecek olursak, yaptığı şey aslında aradığı şeyleri bulmaktı. G.W.F. Hegel'in İdealist Felsefesi'nden yükselen Marks, insanlığın doğası, ve insan tarihi ile toplumunun yapısı içinde gömülü olan içsel [immanent, hep olan] bir ilke olarak, insan özgürlüğünü aradı ve onu bulduğunu sandı.

7. Bir kuram gövdesini temsil etmesinin yanısıra, Marksizm devrimci eylem için bir kılavuz olduğunda da ısrar eder. Marksistlerin kapitalizmi devirmek için işçileri örgütlemesi genel talebinin ötesinde; devrimciler tarafından belirli bazı tedbirler alınabilmesi için, onlara bunu yapabilecek konumda olma yetkisi sağlar. Bunlar, diktatöryal bir devletin kurulmasını, tüm mülkiyetin bu devlet elinde ulusallaştırılmasını ve buna direnen herkesin bastırılmasını içerir. Bunlar yerine getirildiğinde ise, bu gibi tedbirler totaliter bir toplumun kurulmasına neden olur.

8. Proletaryanın görüş açısını yansıtmak ve özgürlüğe giden yol olmaktan ziyade, Marksizm, en iyi şekilde toplumsal olarak belirli bazı duyarlı entelektüellerin ve diğerlerinin, toplumu kendi değerlerine göre yeniden örgütleme ve idare etme arzularını ifade eden bir ideoloji olarak anlaşılabilir. Küresel kapitalizmin eşitsizliklerince rahatsız edilmiş bu insanlar; bunun yerini alacak rasyonel, adil ve gerçekten demokratik olarak gördükleri bir sistemi --özel mülkiyetin ve toplumsal sınıfların ortadan kaldırıldığı, ve ekonomik üretim ile dağıtımın piyasa araçları yerine bilinçli, bilimsel bir planla yürütüldüğü [bir sistemi]-- vaat eden bir dünya görüşüne doğru çekilirler.

9. İdeal bir toplumun savunan tüm programlar gibi, Marksizm de elitist bir potansiyel taşır. Kendisinin doğru olduğuna inanarak, kendi bakışının tek doğru rasyonel toplum olduğunu ve kendi stratejisinin bunu gerçekleştirmenin tek yolu olduğunu öne sürer. Aynı zamanda da, sosyalist devrimin maksatlı [gayeli, amaçları uyuşan] ajanlarının, [yani] işçi sınıfının otomatik olarak bunu kabul edeceğini varsayar. Böylece, Marksist program ile [programın] temsil ettiğini iddia ettiklerinin arzu ve çıkarları arasındaki bir çatışma olması ihtimalini ortadan kaldırır.

10. Marksist devrimcilerin iktidara gelip, kuramları tarafından belirlenmiş stratejileri uygulayarak proletarya diktatörlüğü olduğuna inandıkları merkezi bir devleti kurmalarına olanak tanıyan başarılı bir devrim veya diğer başka bazı olayların ardından, Marksizmin elitist potansiyeli bir gerçek haline gelir. Bundan sonra kendi bakışlarını --işçiler de dahil olmak üzere-- toplumuun geri kalanına dayatacak hem fırsatlara hem de güce sahip olurlar. Eğer işçiler (veya başkaları) direnirse, "yanlış bilinç"le donanmış (veya basitçe "karşı-devrimci") olarak nitelendirilir ve bastırılırlar.

11. Genel olarak, Marksistler dünya görüşlerinin içerdiği elitizmin farkında değildirler. Marksizmin önvarsayımlarının içinde sıkışmış bir halde, amaçladıkları devrimin en nihayetinde devletsiz ve sınıfsız --insanlığın gerçek kurtuluşu-- veya en azından kapitalizmden çok daha etkin, adil ve demokratik bir topluma yol açacağına samimiyetle inanırlar. İşte bizzat bu yanılsama, Marksist programı ve onun yetkilendirdiği baskıcı tedbirleri yürütmeleri için, onlara [gerekli olan] ahlaki arzuyu ve özdisiplinini sağlayan şeydir.

12. Bu nedenle, Marks kendi dünya görüşünün insanlığı özgürleştireceğine inansa da; programının mantığı, aştığını düşündüğü tahakküm ve ezilme ilişkilerini yeniden ortaya çıkarır ve onları kuvvetlendirir.

Eğer yüzeyin altına bakılırsa, Marksizmin tarihsel sonuçları Marksist kuramda görülebilir. Bu, Marksist dünya görüşünün geri kalanının otoriter içeriğinden bir şekilde bağımsız olarak değerlendirilen; şaşırtıcı bir şekilde anarşistler ve diğer anti-Marksist radikaller tarafından kapitalizmin ikna edici bir eleştirisi olarak sıklıkla desteklenen Marks'ın sermaye kuramını da içerir.
 

MARKSİST DÜNYA GÖRÜŞÜNDE SERMAYE KURAMININ ROLÜ

Marks ve Engels, "ütopyacı" olarak adlandırdıkları diğer sosyalizm taraftarlarının aksine, sosyalizmlerini "bilimsel" olarak adlandırdılar. Marks ve Engels'e göre, ütopyacı sosyalistler ideal toplum görüşlerini kapitalizmin içsel dinamiklerinden bağımsız olarak üretmişlerdi. Bunun da ötesinde, bu tip toplumlar kurmayı denediklerinde, bunları toplumsal ana akımın [hakim görüşün] mümkün olduğunca dışında küçük koloniler olarak oluşturmuşlardı. Bu anlamda aralarında Robert Owen, Henri Saint-Simon ve Louis Fourier'in bulunduğu bu reformistler, Thomas More'un geleneğini temsil ederler. More'un 1516'da yazdığı Ütopya adlı kitabı, okyanusun ortasındaki bir adada kurulmuş olan ideal bir toplumu tasvir eder. "Ütopyacı sosyalistler" terimi bu nedenle ortaya çıkmıştır. ("Ütopya", tesadüfen Yunanca'da "hiçbir yer" anlamına gelir.)

Ütopyacılar, toplumu reforme etme stratejisine sahip oldukları ölçüde; bu ya (1) yönetici sınıfları ütopyacı modelleri uygulamaya ikna ederek, süreç içinde iktidarlarından ve toplumsal konumlarından vazgeçirilmeleri [umudunu], veya (2) geleneksel toplumsal yapılardan bir nebze de olsa uzakta olan yerlerde bu tip toplumlar kurup, ardında da dünya nüfusunun büyük bir kısmının en sonunda bu örnekleri takip edeceği umudunu içerir.

Marks ve Engels, bu gibi planların başarısız olmaya mahkum olduğuna inanıyorlardı. Bunun yerine, sosyalizmin hem neye benzeyeceğine hem de nasıl kurulabileceğine yönelik fikirlerini, kapitalizmin içsel dinamikleri üzerinde temellendirmeyi amaçladılar. Onlara göre sosyalizm, suni bir şekilde tarihsel sürecin dışında düşünülen ve uygulanan bir şey olmaktan ziyade; ancak toplumsal gelişmenin bir sonucu olarak ortaya çıkarsa gerçekleşebilir.

Bilimsel bir tarih kuramının yanısıra, sosyalizmi kapitalizmin içsel dinamikleri üzerine yerleştirmeye gösterdikleri bu ilgi; bu kuramın özel bir kısmı olarak, Marks ve Engels'in tarihsel gelişmenin en son aşaması olarak gördükleri kapitalist toplumu analiz etmesini gerektirir. 1848'de yayınlanan, Marksizmin en ünlü programatik ifadesi olan Komünist Manifesto, sosyalizmin kapitalizmin ve hatta tüm tarihin içsel mantığının zorunlu bir sonucu olduğunu göstermeye yönelik girişimlerin ilk ifadesidir.

Marks bir arkadaşına 1852'de yazdığı mektupta genel konumunu şöyle ifade ediyordu:

"Bana gelince, modern toplumdaki sınıfların veya onlar arasındaki mücadelenin varlığını keşfetme bana ait değil. Burjuva tarihçileri benden çok önce bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimini, ve burjuva ekonomistleri ise sınıfların ekonomik anatomisini tasvir etmişlerdi. Benim yeni olarak yaptığım şeyse şunları kanıtlamak oldu: 1) sınıfların varlığının, yanlızca üretimin gelişiminin belirli bir tarihsel aşamasına özgü olduğu, 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne yol açacağı, 3) bu diktatörlüğün ise, tüm sınıfların yok olmasına ve sınıfsız bir topluma geçiş demek olduğu." (Marks'tan J. Weydemeyer'e, 5 Mart 1852, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte, International Publishers, New York, 1963, s. 139, altı çizili yerler aslında vurgulu).


İMDADA YETİŞEN POLİTİK İKTİSAT

Bu zaman zarfında, Marks ekonominin ayrıntılı bir çalışmasını yapmaya --ki buna sonra "politik iktisat" denildi--  ve sonuçlarını sergileyerek bu iddialarını kanıtlamaya karar verdi. (Daha önce de çalışmış olmasına rağmen, Britanya Müzesinde saatlerce çalıştığı politik iktisat, bundan sonra entelektüel çalışmalarının temel odağı oldu.) Sonuç ise, eşzamanlı olarak hem kapitalist-taraflı (burjuva) ekonomi kuramlarının eleştirisinin kuramı hem de kapitalizmin ayrıntılı bir analizi olan "politik iktisadın eleştirisi" adını verdiği şeydi.

Marks'ın kapitalizm kuramının, basitçe bir kapitalist ekonomik sistemin analizi olmadığını anlamak önemlidir. Bu aynı zamanda ve de esas olarak yukarıda bahsedilen 2. ve 3. noktaların kanıtlanması girişimidir: yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin zorunlu olarak --mantıksal ve kaçınılmaz olarak-- proletarya diktatörlüğüne yol açacağı; [bunun da] sınıfsız ve devletsiz komünist toplumun kurulmasıyla sonuçlanacağı.

Diğer bir deyişle, sermaye kuramı bir kimsenin kendi zevkine göre basitçe kabul ya da reddebileceği, bağımsız bir ekleme değildir; Marksist sistemin hayati bir bileşenidir. Sonuçta, Marksizmin tutarlı bir anti-otoriter eleştirisi bunu da ele almalıdır.

Bu kolay olmayacaktır. Öncelikle kuramın kapsamı engin, çok karmaşık ve özetlenmesi güçtür. Ardından, Marks bunu tamamlamamıştır. Analizinin çeşitli parçalarını sergileyen birçok broşür ve kitap yazmış olmasına rağmen, hayattayken derinlemesine incelemesinin sadece bir cildi --Das Kapital, Capital-- 1867 yılında yayınlanmıştır. Diğer iki cildi ise, ölümünden sonra Engels tarafından düzenlenmiş ve yayınlanmıştır. Ek bir materyal olan ve sıklıkla Kapital'in 4. Cildi diye anılan Artı-Değer Kuramı [Theories of Surplus Value] ise 1905-1910 arasında Karl Kautsky tarafından yayınlanmış, ve 1960'larda Moskova'daki Marksizm-Leninizm Enstitüsü tarafından yeniden düzenlenerek ve tercüme edilerek tekrar yayınlanmıştır. Kapital'in genel bir planı niteliğindeki Grundrisse adlı ek çalışma ise ancak 1939'da yayınlanmış ve 1973'de ingilizceye tercüme edilmiştir. Sonuç olarak, herhangi bir eleştiri --ve tabii ki dergilerde basılan makaleler--, hem kısıtlı olmak hem de en azından belli ölçülerde farazi [ing. conjectural, tahmine dayanan] olmak zorundadırlar.

Durum böyleyken, aşağıda ve bir sonraki yazımda Marks'ın analizin bazı anahtar niteliğindeki yönlerini genel hatlarıyla ortaya koymaya; ve [Marks'ın analizinin] Marksist programın bilimsel olarak onanmasından ziyade, Marksist dünya görüşünün [özünün] kanıtlanmamış önvarsayımlarıyla doldurulmuş olduğunu göstermeye çalışacağım.

Her ne kadar Marks'ın kuramını olabildiğince kısa ve açık bir şekilde ortaya koymaya çalıştıysam da, bunun hem muğlak hem de yavan bir şey olduğunun farkındayım. Bu kısımlarla uğraşmakta isteksiz olanlar bunları atlayabilirler. Umut ediyorum ki, argümanım yine de anlaşılır olacaktır.
 

I. MARKS'IN YÖNTEMİ

Kapitalist toplumu incelemek için Marks soyutlama yöntemini [a method of abstraction] kullanır. Toplumsal dinamikleri laboratuvar ortamında araştırmak kolay olmadığı için, Marks incelemek istediği olguyu zihinsel süreç [mental process] yoluyla yalıtır [diğerlerinden ayırır]. Esas dinamikler olarak değerlendirdikleri üstünde özellikle yoğunlaşmak amacıyla, analizinin herhangi bir düzeyinde önemsiz saydıklarını geçici olarak dikkate almaz. Süreci araştırdıktan sonra, daha önce dışarsa bıraktığı fenomenleri [phenomenon, görüngü] adım adım incelemesine dahil eder. Yazdığı dönemde, Britanya'nın en gelişkin olan olması ve diğer tüm toplumların geleceğini göstermesi nedenleriyle; özellikle ve açıkça Britanya kapitalizmini analiz etmeyi seçer.

Bu tercihe binaen ve genel olarak yöntemini ifade etmek üzere, Marks şunları yazar: "Bunun ötesinde, ekonomik biçimlerin analiz edilmesinde ne mikroskopların ne de kimyasal belirteçlerin [ing. reagent, kimyada bir maddeyi saptamak ya da ölçmek maksadıyla kullanılan diğer bir madde] faydası olur. Soyutlamanın gücü her ikisinin de yerini almalıdır." (Kapital, Cilt 1, International Publishers, New York, 1967, s. 8).

Marks'ın yönteminin sonucu, kapitalist toplumun --daha önemli olanından daha az önemli olanına doğru olarak-- çeşitli yönlerinin içsel yapılarını ve dinamiklerini ortaya koyan bir dizi modeldir. Bu modeller, hepsi birarada ele alındığında bir bütün olarak kapitalizmin işleyişini açıklarlar. Aslında, Marks'ın basitten başlayarak giderek karmaşıklaşan kapitalist bir toplumun modeli tasarladığını söylemek daha doğru olacaktır. Üstelik bu evrim [gelişme] kapitalizmin tarihsel gelişimine uygun düşer.

Belirgin olmak gerekirse, Marks analizine metaların doğasını araştırarak başlar. Bunu yapmak için bütün üyelerinin işçi çalıştırmayan zanaatkâr, küçük çiftçiler ve benzeri; küçük ve bağımsız meta üreticilerden oluştuğu bir toplumu tanımlar ve analiz eder. Bu toplum, Marksist yazında "basit meta üretimi" olarak bilinir. Bu tip bir toplum, gerçek dünyada ayrı bir varlık olarak hiç var olmamıştır. En fazlasından feodalizm gibi diğer toplumların içinde veya kıyısında, eksik bir biçimde var olmuştur. Marks bu modeli, metaların doğasını ve "devinim yasaları" [laws of motion] adını verdiği, onların [metaların] üretimini ve değişimini açıklamakta kullanır. (Bakınız Kapital, Cilt 3, ss. 177-8.)

Bu temelden hareketle Marks, daha sonra sadece endüstriyel kapitalistlerden ve işçilerden oluşan bir toplumu tartışır. Diğer bir deyişle, ana iskeletine indirgenmiş kapitalizmi; yani belirli bir tipte meta-üreten bir toplumu analiz etmek ister --devletin, ticari ya da mali sermayenin, profesyonel orta sınıfın, küçük işadamlarının veya köylülerin olmadığı; dolaşımın (kapitalistler arasında alım ve satımın) ve uluslararası ticaretin işe hiç karışmadığı [bir toplumu]. Bu, Marks'a göre sistemin merkezi olan, sermaye imalatının veya üretiminin ana dinamiklerini ve tanımlayıcı özelliklerini ayırt etmek için gereklidir.

Bu ikinci model, birinciden türetilir. Daha kesin söylemek gerekirse, içsel dinamiklerinin gelişmesi sonucunda, hem kuramsal hem de tarihsel olarak birincisi ikincisine evrilir. Özellikle meta üretini genişleyip geliştikçe; basit meta üretimindeki bir grup üretici, üretim araçlarının (aletler, makinalar, vb.) sahipleri haline gelirler --yani kapitalistler; diğerleriyse sahipp oldukları araçlardan, vb.'lerinden yoksun bırakılarak, tek sahip oldukları meta kendi emek-güçleri [labour-power] olan proletarlar haline gelirler.

Bir kere tanımlandıktan sonra, bu ikinci model kapitalist üretimin doğasını incelemek için kullanılır. Zamanla, aynı yöntem kapitalist toplumun diğer bazı ve daha az önemdeki yanlarını analiz etmekte de kullanılır; ki bu giderek karmaşıklaşan ek modellerle sonuçlanır. Bunlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bu kısmi modellerin bir bütün olarak kapitalist toplumun gelecekteki evrimini tahmin edebilecek kadar ayrıntılı bir analiz/model üreteceği varsayılır.
 

DÖNGÜSEL MANTIK

Marks'ın yaklaşımı ilk bakışta ilerlemek için akla uygun bir yaklaşım olarak gözükür. Keza bu politik ekonominin iki kurucusu Adam Smith ve David Ricardo'nun kullandığı, ve sosyal bilimlerde hala kullanılan yöntemin bir örneği olarak gözükür. Toplumun diğer yönlerinden ayrı, görece dar ve dikkatli bir şekilde tanımlanmış alana sahip olguları açıklamak için kullanıldığı sürece, bu meşrudur.

Ancak, daha dikkatlice bakılacak olursa, özellikle de Marks'ın sermaye analizi kuramının daha geniş içeriği içinden ele alınırsa; Marks'ın yaklaşımı, bu yöntemin suistimal edilmesi olarak görülebilir.

Ekonomik olgularla kısıtlıyken bile, Marks'ın usulü sorgulanmaya açıktır. Daha önce (basitleştirmek maksadıyla) dışarda bıraktığı faktörleri analizine tekrar dahil ettiği her defasında, hep bu ek faktörlerin daha önce dışlayarak ayırt ettiği dinamikleri ihlal etmediğini varsayar, ancak hiçbir zaman bunu göstermez. Diğer bir deyişle, kısmi modellerinin daima birbirleriyle tamamen tutarlı olduğunu varsayar. (Bu aslında Kapital'in en ünlü eleştirisi olan Eugen von Böhm-Bawerk'in Karl Marks ve Sisteminin Kapanması'nın temelini oluşturur).

Ancak kapitalizmin kesin olarak ekonomik yönlerine uygulandığında Marks'ın yaklaşımı ne kadar sorgulanmaya açık olursa olsun, ekonomik olmayan olguları --özellikle de devleti-- analizine dahil etmek için kullandığında, [yaklaşımı] oldukça şüpheli bir hale gelir. Bu durumda, [Marks'ın yaklaşımı] döngüsel mantığın bir örneği haline gelir: argümanın bizzat ispatlamaya çalıştığı şeyi argümanının başında varsayar. Bu ise, sermaye analizinin Marks ve Engels'in genel dünya görüşü içinde oynadığı rolden kaynaklanır.

Marksist tarih kuramının ana ilkelerinden birisi, insan toplumunun temelinin ve tarihteki belirleyici etmenin ekonomik olduğudur; veya Marksist bir şekilde koymak gerekirse maddi üretim olduğudur. Özellikle, Marksizmde herhangi bir toplum iki ana kısımdan meydana gelir: (1) toplumun "maddi altyapısı"nı [material base] oluşturan üretim güçleri [forces of production] (aletler, makinalar, vb.) ile üretim ilişkilerinin [relations of production] (toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin) kombinasyonu; [yani], "üretim tarzı" [mode of production]; ve (2) genel olarak devleti ve siyasi ilişkileri, toplumsal ananeleri, felsefeyi, bilimi ve sanatı içeren "üstyapı" [superstructure].

Marks üstyapının kendine özgü içsel dinamikleri olduğunu ve altyapıdan belli bir ölçüde bağımsız olduğunu kabul etse de, "son kertede" altyapının gelişiminin üstyapının ve böylece de tüm toplumun gelişimini belirlediğinde ısrar eder. Günlük dilde söylersek, toplumun ekonomik sisteminin gelişimi, tüm toplumun evrimini belirler.

Şimdi, yukarıda bahsettiğim üzere, Marks'ın sermaye analizi sayesinde göstermeye çalıştığı şey, kapitalizmin ekonomik dinamiklerinin işleyişinin kapitalizmin yıkılmasına ve yerini sosyalizmin/komünizmin almasına yol açtığını göstermektir. Bunun için kapitalist ekonominin soyut, basitleştirilmiş bir şeklini temsil eden --devletin rolü ve diğer ekonomik olmayan faktörler de dahil olmak üzere--, önemsiz atfettiği şeyleri dışarda bıraktığı bir model geliştirir. Sonra da sistemin asli dinamiklerini analiz etmek ve nasıl geliştiğini göstermek için bu modeli kullanır.

Ancak aslında Marks'ın esas maksadını (kapitalizmin gelişiminin en sonunda sosyalist bir devrime neden olacağını) kanıtlamak için, ekonomik bir model kurmak ve bunun nasıl evrildiğini göstermek yeterli değildir. Modelin tüm toplumun gelişmesini tanımladığı da gösterilmelidir. Diğer bir deyişle, model sayesinde analiz edilen dinamiklerin Marks'ın başlangıçta dışarda bıraktığı faktörlerin evrimini, ve böylece de bir bütün olarak toplumun evrimini belirlediği gösterilmelidir.

Ancak Marks bunu asla yapmaz. İktisadi dinamiklerin kapitalist toplumun bütün gelişmesini belirlediğini asla kanıtlamaz. Daima bunun böyle olduğunu varsayar veya iddia eder. Diğer bir deyişle, --sermaye analizi de dahil olmak üzere--- çalışması boyunca Marks, kapitalizmin ekonomik dinamiklerinin kapitalist toplumun genel evrimini belirlediğini; yani bu analiz boyunca aslında kanıtlamaya çalıştığı şeyi varsayar.

Bu belki de en açık şekilde Marks ve Engels'in kapitalizm olgunlaştıkça devletin rolüne ilişkin yaptıkları tartışmalarda görülebilir. Kapitalizm geliştikçe, sermayenin daha büyük ölçeklerde yoğunlaştığını ve birkaç elde merkezileştiğini öne sürerler. Sonunda devletin kapitalist endüstrinin giderek daha büyük bir kısmını ele geçirmek ve toplam toplumsal sermayenin daha büyük bir kısmını sahiplenmek zorunda kalacağını tahmin ederler.

Sonuç ise devletin ekonominin büyük bir kısmını sahiplendiği ve işlettiği, yurttaşların büyük çoğunluğunun işçi olduğu ve ekonomik olarak etkin olmayan (az sayıdaki) bütün bir kapitalist sınıfın ise hisse kârlarının toplayıcısı durumuna düştüğü; fazlasıyla tekelleşmiş ve katmanlaşmış bir kapitalizm biçimi olacaktır. Bu koşullardan hareketle, bize sistemi devirme ve yerine sosyalizmi geçirme gereğinin herkes --özellikle de artık devasa olan proletarya-- için aşikâr olacağı teminatı verilir. (Bu konudaki tartışma için, bakınız Friedrich Engels, Socialism: Utopian and Scientific, Marx and Engels: Basic Writings on Poltics and Philosophy içinde, Lewis S. Feuer'in editörlüğünde, Anchor Books, Doubleday and Company Inc., Garden City, New York, 1959, ss. 101-104.)

Burada hayati olan, ama bahsedilmemiş iki varsayım vardır. Birincisi, bir sonraki yazıda tartışılacak olan sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimlerini mantıksal sonuçlarına götürülecektir. Bu eğilimlerin varlığı kesin olmakla beraber, bunlar Marks ve Engels'in tahmin ettiğine yakın boyutlara ulaşmamıştır.

Diğeri ise, devletin ekonomik modelle tamamen tutarlı bir şekilde hareket etmesidir; diğer bir deyişle, devletin eylemleri Marks'ın ayırt ettiği ekonomik dinamiklerce belirlenir: sermaye yoğunlaştıkça ve merkezileştikçe devlet bunları sahiplenir. Devletin kapitalist endüstrinin bazı kısımlarını sahiplendiği, bir bütün olarak ekonomi ve topluma müdehalelerinin çoğaldığı doğru olmakla beraber; keza bu süreç de yine hiç bir şekilde Marks ve Engels'in tahmin ettiği noktaya erişmemiştir, ve muhtamelen hiç erişmeyecektir. Ancak bir bütün olarak sistemin yaşayabilirliğini devam ettirmek gayesiyle, devletin endüstrileri sahiplenmeye direnebileceği, daha önce sahiplendiği endüstrileri elinden çıkarabileceği ve hatta belirli endüstrileri parçalayabileceği onların akıllarına hiç gelmemiş gözüküyor. Bildiğimiz üzere devlet bunu geçmişte yapmıştır, ve muhtamelen gelecekte de yapacaktır.

Az sayıda etmene dayanan ve diğer etmenlerin dışarıda bırakıldığı bir model oluşturmak, tabii ki kabul edilebilir bir şeydir. Ama bunu yaparken, ne yapıldığı hakkında açık olunulmalı ve modelin gösterebileceğinin ötesine geçen şeyler hakkında iddialarda bulunmaktan kaçınılmalıdır. Önümüzdeki bu olayda, kapitalizmin ekonomik dinamiklerini [sergileyen] bir model geliştirmek, ve "bütün diğer şeyler aynıyken" --yani, devlet gibi diğer faktörlerin ettkilerini açıkça dışarda bıraktıkça, ve sonradan da onların etkilerini hesaba katmadan onları gizlice sokuşturmaya çalışmadıkça-- diyerek, bunun sistemin nasıl işlediğini gösterdiğini iddia etmek meşru bir şeydir. Bu, Smith ve Ricardo'nun yaklaşımıdır; göstermeye çalıştıkları şeyden kaynaklanıyordu, ve bununla uyumluydu.

Smith ve Ricardo, kapitalist imalatın ve ticaretin ateşli taraftarlarıydılar, ve onları devletin kontrolünden ve feodal ilişkilerin bağlarından kurtarmayı amaçlıyorlardı. Diğer şeylerin yanısıra, şunları göstermek istiyorlardı: (1) kapitalist imalatın neden fazlasıyla üretken olduğunu; (2) bilinçli yönlendirmeler olmadan piyasa dinamiklerinin sistemi kendiğinden nasıl düzenleyebildiğini; ve (3) devletin müdehale etmediği durumlarda, sistemin en hızlı şekilde büyüyeceğini ve en etkin şekilde işleyeceğini. Eğer devlet müdehale ederse, kapitalizmin [kendi] modellerindeki gibi işleyebileceğini asla iddia etmediler. Ve bırakın insanlığın geleceğini bir tarafa, kapitalist toplumun bütününün uzun dönemli evrimini tahmin etmek için bile bu kısıtlı modelleri asla kullanmadılar.

Marks, kendi kuramını Smith ve Ricardo'nun çalışmaları üstünde temellendirmeyi amaçladı. Ancak, onların yaptığı gibi kapitalizmi meşru kılmak yerine, onların analiz ettiği dinamiklerin en sonunda kapitalizmin yıkılmasına ve yerini sosyalizmin almasına yol açacak içsel çelişkiler barındırdığını göstermek istedi. Ancak, bunu yapmaya girişirken, onların yöntemlerini meşru olmayan bir şekilde kullandı. Onlar modellerini devletin müdehale etmediği bir sistemin nasıl işleyeceğini göstermek üzere kullanırken, Marks ise bunu daha geniş bir iddiayı, yani ekonomik dinamiklerin devletin işlevini ve bir bütün olarak toplumun evrimini saptadığını teyit etmeye çalışırken kullandı. Ama, gördüğümüz üzere bunu ancak en başında varsayarak yapabildi.

Böylece, Marks'ın sermaye eleştirisi kapitalist üretimin yasalarını ortaya koyuyor, kapitalist toplumun evrimini belirliyor ve sosyalizmin kaçınılmazlığını (ya da yüksek olasılığını) vurguluyor gözükse de; bu hiç de böyle değildi. Sonuç olarak, Marks'ın kapitalizmin ekonomik dinamiklerine ilişkin analizi tamamıyla doğru olsa bile, bu bir bütün olarak kapitalist toplumun onun söylediği şekilde evrileceği, veya sosyalizmi ortaya çıkaracağı anlamına gelmez.
 

II. METALAR, DEĞER VE PİYASANIN ROLÜ

Yukarıda dikkat çektiğim üzere, Marks kapitalizmi incelemesine basit meta üretimi ve metaların tabiatı tartışmasıyla başlar. Bunun sebebi, Marks'ın görüşünde kapitalizmin bir meta üretim sistemi; diğer bir deyişle, malların (para aracılığıyla) değişim amacıyla üretildiği, ve ekonominin düzenlenmesinin piyasanın işleyişiyle kendiliğinden gerçekleştiği bir sistem olmasıdır.

Marks'ın tanımlamasına göre, meta değişim amacıyla üretilen bir şeydir. Eğer bir kimse bir şeyi kendi kişisel kullanımı için yaparsa, bu nesne meta değildir. Bir kimse ancak başka bir ürünle değiştirmek veya para karşılığında satmak niyetiyle bir şeyi yaparsa, bu nesne bir meta haline gelir.

Mark'a göre, her metanın iki çeşit değeri vardır; birisi onu niteliksel, diğeri ise niceliksel olarak tanımlar. İlki, kendine has belirli özelliklerince tanımlanan, metanın özel kullanımı veya faydası demek olan "kullanım-değeri"dir. Örneğin, bahsi geçen meta özel bir tür hamurdan yapılmış, belirli bir büyüklükte ve ağırlıkta olan bir ekmek somunu olabilir.

Öbür değer çeşidi ise, Marks'ın ilerleyen çalışmalarının sonucunda gösterdiği, basitçe "değer" olarak adlandırdığı; görünürdeki veya dışsal bir biçim olan "değişim değeri"dir. Değerin bu çeşidi tamamıyla nicelikseldir. Marks'ın düşüncesinde, belirli bir metanın değeri, o metayı üretmek için kullanılan "toplumsal olarak gerekli emek zamanı"nı yansıtır. Örneğimize devam edecek olursak, verili ekonomik gelişme düzeyinde, belirli bir ekmek çeşidini üretmek için ortalama olarak kullanılan "toplumsal olarak gerekli emek zamanı"nı yansıtır. Diğer bir deyişle, bir metanın değişim değeri, o metayı üretmek için --zaman cinsinden-- gereken ortalama emek miktarınca (ortalama koşullar altında, ortalama yoğunlukta çalışan, ortalama bir işçinin emeğince) belirlenir.

"Böylece şunu görürüz" der Marks, "herhangi bir nesnenin değerinin büyüklüğünü belirleyen şey, üretimi için gereken toplumsal olarak gerekli emek miktarıdır, veya toplumsal olarak gerekli emek-zamanıdır." (Kapital, Cilt I, s. 39.)
Marks, sıklıkla bir metanın değerini metanın içinde cisimlenen [embodied, somutlaşan, örtük olarak barındırılan] toplumsal olarak gerekli emek miktarıyla tanımlar. Değer --niteliksel olan kullanım değerinin aksine--, bu sayede farklı metaların birbirleriyle ilişikilendirilebileceği ve karşılaştırılabileceği, ve metaların piyasadaki satış fiyatlarının temelini oluşturmaya hizmet eden, niceliksel bir ölçüdür. Marksist analizde, emek tüm değerin kaynağıdır; çünkü ekonomik olarak konuşursak, meta emeğin "cisimleştirilmesi"dir [congelation]; maddi nesnelerde somutlaşan ortalama emek miktarıdır.

Bu sonuç, basit meta üretimi altındaki bütün emeğin ve kapitalizmdeki emeğin büyük bir kısmının ortalama emek, yani niteliksiz emek olduğu varsayımından kaynaklanır. Bunun sebebi ise, Marks'ın değerlendirmesinde, meta üretiminin genelleşmesine hizmet eden ekonomik sürecin aynı zamanda da emeğin bu seviyeye düşmesine [niteliksizleşmesine] neden olmasıdır. Özellikle, meta üretimi zaman içinde feodalizmin toplumsal bağlarını tahrip etmiştir. Böylece, bir zamanlar toprağa bağlı olan serfleri ve esnaf loncalarının kısıtlamalarıyla bir ağ gibi sarılan zenaatkarları; emeği niteliksiz veya saf, soyut emek olan mülksüz proletarlara dönüştürmüştür. Geriye kalan nitelikli emek ise, kapitalizmdeki niteliksiz emeğin bir karışımı olarak görülebilir ve analiz edilebilirler. Bu nedenle Mark'a göre, basit meta üretiminde ve kapitalizmde; metalar sadece basit, soyut emeğin bir ürünü değildirler. Metalar, bu emeğin cisimleşmiş veya somutlaşmış halidirler; ve metalarda somutlaşmış bu soyut emek miktarı onların değerini belirler.

"Değere gelince, tüm metalar belirli cisimleşmiş emek zamanı yığınlarıdır." (Kapital, Cilt I, s. 40.)
Değerin meta üreten sistemlerdeki bu iki yönlü doğası, emeğin aldığı iki biçimi yansıtır; veya başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, emek iki yoldan kavranabilir veya analiz edilebilir. Bir biçimi somut [maddi] emektir; belli koşullar altında çalışan belli bireylerin belli emekleri. Bu somut emek 'metalar'ın kullanım değerine denk düşer. Diğeri ise soyut emektir. Bu ortalama toplumsal emek; ortalama koşullar altında çalışan ortalama işçilerin harcadığı emek olarak kavranabilir. Gördüğümüz üzere bu ortalama toplumsal emek, metaların değişim değerlerine veya değere denk düşmektedir; ve onun değerini meydana getiren belirli bir metanın üretilmesi için gereken ortalama toplumsal emek miktarıdır.

Metaların doğasını ve iki çeşit değeri analiz ettikten sonra, Marks Smith ve Ricardo'nun genel yaklaşımını takip ederek, basit meta üretimi sisteminin (ve bunun uzantısı olarak tüm meta-üreten sistemlerin) bilinçli bir yönlendirme olmadan nasıl olup da ekonomik olarak aktif emeği çeşitli üretim dalları arasında dağıttığını gösterir. Bu piyasa sayesinde, özellikle de arz ve talep etkisiyle piyasa fiyatlarının metaların değerlerinden sapması sayesinde gerçekleşir.

Örneğin, herhangi bir anda eğer belli bir metadan çok fazla üretilirse bazı metalar alıcı bulamayacaktır; arz ve talep arasındaki etkileşim sonucunda, bu metanın fiyatı değerinin altına düşecektir. Sonuçta da, ürettiklerini artık satamayan veya kârlı bir şekilde satamayan üreticilerin bazıları üretim faaliyetlerini diğer metaların üretimine kaydıracaklar veya iş alanını terk edeceklerdir. Nihayetinde bu maldan daha az üretilecek, ve bir kere daha arz ve talebin sonucunda, metanın fiyatı değerine ve hatta onun da üstünde bir fiyata ulaşacaktır.

Öte yandan, aksine eğer belli bir metadan daha az üretilirse, bu metanın fiyatı değerinin üstüne çıkacaktır. Ortalama kârın üstünde kâr elde etme şansıyla ateşlenen bu metanın üreticileri, üretimlerini artıracak, diğer üreticiler de daha fazla üretmek üzere kaynaklarını buraya kaydıracak, ve belki de bu alana yeni üreticiler girecektir. En nihayetinde, arzdaki artış metanın fiyatını değerine ve belki onun da altına düşürecektir. Bu sayede, sallanarak-zıplayarak piyasa, fiyatın [değerin] çevresinde dalgalandığı bir dengeye ulaşır. Basit meta üretiminde, metalar bu denge [değerlerinden] değişime tabidirler. Ve bu dengenin kurulması, bozulması ve yeniden oluşturulması sayesinde, kaynaklar --özellikle de toplumun emeği-- üretimin farklı sektörleri arasında dağıtılır.

Marks'ın sözleriyle: "Metaların değer yasası, en nihayetinde toplumun sahip olduğu kullanılabilir çalışma-zamanının ne kadarının, her belirli meta sınıfına nasıl dağıtılacağını belirler. Ancak çeşitli üretim alanlarında gözlenen bu dengeye ulaşma eğilimi, bu dengenin devamlı olarak bozulmasına bir tepki olarak ancak şekillenmektedir." (Kapital, Cilt 1, s. 356).

Pazarın rolünün ve kapitalist ekonomi içindeki rolünün analizi, Adam Smith'in Ulusların Zenginliği (1776) kitabının ana odağını teşkil etmişti. Kitapta Smith, ekonomik kaynakların adeta "görünmez bir el" varmışçasına çeşitli üretim dallarına yöneldiğinden bahseder. Smith'in kullandığı metafor, piyasanın kendiliğinden ve bilinçli olmayan işleyişinin, toplumun ekonomik kaynaklarının rasyonel ve etkin dağılımını etkileyeceğini söylemenin başka bir yoludur.

Smith'in terminolojisi aslında metaforik olarak kalırken (bunun gerçekten de sistemi yöneten rasyonel ilke veya güç olduğunu iddia etmezken); Marks, Smith'in metaforunu alarak, bunun kapitalizmin bütün evrimini ve işleyişini belirleyen ve gerçekte varolan, ekonomik bir "yasa"ya dönüştürür. Marks'ın kapitalizm analizini daha geniş bir yapıda ele alırsak bu görülebilir.
 

METANIN İÇSEL ÇELİŞKİSİ

Marksist görüşe göre, piyasanın işleyişi Marksistlerin çelişki olarak adlandırdığı iki çeşit değer --kullanım ve (değişim) değeri-- arasındaki etkileşimle açıklanır. Diğer bir deyişle, [piyasanın işleyişi] talebi ve böylece de belirli bir metanın herhangi bir andaki fiyatını etkileyen o metanın somut miktarları ile; bu fiyatın etrafında dalgalandığı dengeyi belirleyen, o metanın ortalama üretim maliyeti arasındaki etkileşim sayesinde belirlenir.Böylece kullanım-değeri ve (değişim) değeri, her metanın niteliksel ve niceliksel olan iki yanını temsil eder. (Herhangi bir belirli meta, aynı anda hem ayrı nitelikleri olan belirli bir şeydir, hem de soyut toplumsal emeğin belirli bir miktarının cisimleşmesidir).

Marks'ın incelemesinde kapitalizmin tarihsel gelişimi, metanın bu iki yönü arasındaki etkileşimin işleyişinin --ya da Marks'ın jargonuyla, metanın içssel çelişkisinin-- gelişimini yansıtır. (İçsel çelişkiler yoluyla olan bu gelişim, Marksistlerin "diyalektik" olarak adlandırdıkları şeydir.)

Kapitalizmin tüm evrimi bu terimlerle şöyle tanımlanabilir. Metanın içsel çelişkisi, meta üretiminin genelleşmesine yol açar. (Daha bilinen bir dille ifade edersek, emeğin toplumsal bölüşümünü geliştirme --ve bu sayede de yeni ürünlerin geliştirilmesi ve mevcut ürünlerin fiyatlarını düşürülmesi-- eğilimleriyle piyasa dinamikleri; piyasa ekonomisinin yaygınlaşmasına ve feodalizmin zincirlerinin çözülmesine neden olur.) Bu, diğer şeylerle birlikte, meta emek-gücünün, işçi sınıfının oluşmasına neden olur. Bu doğrultuda, emek-gücünün içsel çelişkileri (aşağıda tartışacağım üzere), işçilerin sömürülmesini ve artı-değer üretimini mümkün kılar; bu da yeniden yatırıma harcandığında sermaye haline gelir. En nihayetinde, sermayenin içsel çelişkileri (bir sonraki makalede tartışılacağı üzere) devrime yol açar. Bu devrim sonuçta sermayeyi, emek-gücünü, meta üretimini ve kapitalizmi yıkar; ve çelişkilerle-sürüklenen üretim biçimleri dönemini tamamıyla sona erdirir.

Daha soyut bir şekilde ortaya konacak olursa, metanın sahip olduğu bu içsel çelişkilerin evrimi değer kavramının mantıksal gelişimini temsil eder. Değer, içsel çelişkisi aracılığıyla artı değer/sermaye haline gelir; içsel çelişkisi aracılığıyla artık değer bile olmayan yeni bir kavram haline gelir.
 

EMEĞİN FENOMENOLOJİSİ

Ancak değerin bu iki biçiminin emeğin iki biçimini temsil ettiğini hatırlayacak olursak; değerin diyalektik gelişiminin, aslında beşeri emeğin kapitalizm altındaki mantıki gelişimini temsil ettiğini fark ederiz. --Doğrudan üreticilerin, işçilerin üretim araçlarından koparıldığı-- bu sistemde, emek-gücü olarak emeğin kendisi bir meta haline gelir, ve tüm bir sistem meta üretiminin ve değişiminin dinamikleri tarafından yönlendiriliyormuş gibi gözükür --Marks'ın "meta fetişizmi" olarak adlandırdığı fenomen (Bakınız, Kapital, Cilt 1, s. 71.)

Diğer bir deyişle, metanın, --soyut ifadesi değer olan-- beşeri emeğin cisimleşmiş veya "somutlaşmış" hali olmasından dolayı; meta üretiminin evrimi, gerçekte kapitalizmdeki --somut ve soyut emek arasındaki çelişki sayesinde-- emeğin diyalektik gelişiminin dışsal bir ifadesidir. Kısacası, Marksist görüşe göre, başlangıcından sosyalist devrimle sonlanmasına kadar kapitalizmin tarihi, beşeri emeğin mantıki gelişimini yansıtır ve onun tarafından belirlenir.

Marks için bu, emeğin tarihsel evriminin sadece bir aşamasını gösterir. Ancak bu emeğin tüm toplumsal ve ananevi kısıtlardan (örneğin, köleliğin ve serfliğin zincirlerinden) kurtulduğu ve özgürce gelişebileceği bir aşamadır.

Marksist görüşe göre, bütün toplum çeşitlerindeki emek, hem somut hem de soyut niteliğe sahiptir. Emeğin herhangi bir faaliyeti aynı anda hem belirli bir ürünün üretimi için harcanan somut emek [eylemidir], hem de belirli bir zamanda belirli bir toplumun hizmetinde olan toplam emeğin bir parçasıdır. Ancak ekonomik değişim zayıf bir şekilde geliştiği sürece, ve keza emekçiler köle veya serf durumunda oldukları sürece, emeğin soyut niteliği belirgin hale gelmez; somut ve soyut emek arasındaki ayrım gizli kalır ve bu ikisi arasındaki çelişki kendisini ortaya koyamaz. Emekçiler, yaptıkları belirli iş ve bu işi yaptıkları (onlara sahip olan veya [varlığına] mecbur oldukları) kişi tarafından tanımlanırlar; ve toplumun genel emeğinin belli bir kısmını sarf ettikleri gerçeği açıkça ortada değildir ve toplumsal etkisi çok azdır.

Ancak kapitalizmde, tarihte ilk defa emeğin soyut, toplumsal karakteri belirgin bir hale gelir. Burada işçiler üretim araçlarından, aletlerden, makinelerden vb.'nden ayrılmışlardır, ve devasa bir potansiyel emek olarak var olurlar. Dahası, onları üretim araçlarından ayıran süreç, aynı zamanda onların büyük bir kısmını niteliksizleştirir. Böylece, üretim sürecinde büyük ölçüde değiştirilebilir [ing. interchangable, yerlerine başka birisi çalıştırılabilir] hale gelirler. Bu sayede, yanlızca emeğin soyut, genel karakteri analitik olarak belirgin hale gelmez; aynı zamanda kapitalizmdeki beşeri emek de aslında büyük ölçüde soyut, genel emek haline gelir.

İşte bu nedenledir ki, kapitalizm --kapitalizm öncesinde ekonomik olmayan ilişkiler ağına yapışıp kalmış olan-- beşeri emek içindeki çelişkinin ortaya çıkmasına, önceden gizli olan büyük bir gücün serbest kalmasına ve mantıki sonucuna doğru evrilmesine olanak tanıyan tek ekonomik sistemdir. Ve bu nedenledir ki kapitalizm, Marks'ın görüşünde, sosyalist bir devrim sayesinde insanlığın kurtuşunu olası kılan yegane şeydir.

Marks'ın kuramında bundan sonra kapitalist sistemi tanımlayan ve yönlendiren, beşeri emek içindeki [bu] çelişki ve emeğin diyalektik gelişimidir. Marks'ın kapitalizmin "çelişkileri" dediklerinin hepsinin arkasında bu çelişki yatar. Nihayetinde, kurama göre sosyalist devrimi ortaya çıkaracak olan şey yine bu çelişkilerdir.
 

BİLİM DEĞİL, BİR FELSEFE

Marks'ın sermaye kuramının bu şekilde değerlendirilmesi, onu (ve bir bütün olarak Marksizmi) genel olarak sunulduğundan farklı görmemize imkan tanır. İlk olarak, bu bilimsel bir kuram değildir. Bilimsel hipotez ve kuramların kanıtlanması gerekir, yani doğal ya da toplumsal bir fenomenin açıklanması ve/veya tahmin edilmesi yetisini ortaya koyabileceği; test etme usullerine tabi olmalıdır. (Teknik olarak, Scientific American'da yer alan bir makalede yer alan terimden faydalanacak olursak, "test edilebilir sonuçları"nın olması gerekir; böylece, eğer yanlışlarsa bu durumda geçersizlikleri kanıtlanabilsin. Bakınız, "Mapping the Universe", Stephan D. Landy, Scientific American, Haziran 1999.)

Ancak Marks'ın kuramı nasıl test edilebilir? Kendi ifade ettiği üzere, metaların değerleri bırakın ölçülmeyi, doğrudan sorgulanamaz bile. Ve Marks'ın kuramının tahmine yönelik yetisi dikkate alınırsa, genel kabul gören sonuçlara ulaşmak mümkün değildir. Kuram kapitalizmin yıkılmasını ve sosyalizmin/komünizmin kurulmasını öngörür. Ancak bu tahmin, Marksist-öncülüğündeki devrimlerin geçmişteki ve olası sonuçlarının ne olacağına dair çok az kişinin görüş birliğine varabileceği tanımlama sorunlarının tuzağına düşmüştür. Sovyetler Birliği proletarya diktatörlüğü müydü? Oradaki sosyalizm miydi? Peki Doğu Avrupa, Çin, Küba, Vietnam, Nikaragua, Etyopya'ya ne demeli? Marksistler bile Komünist toplumların genel nitelikleri üzerinde anlaşamamaktadırlar. Bilimsel kuramların aksine, Marksist sermaye kuramının --aynen bir bütün olarak dünya görüşü gibi-- ne doğruluğu ne de yanlışlığı ispatlanabilir. Daha önce söylediğim üzere, bu bir felsefi bir yapıdır.

İkinci olarak, Marks'ın sermaye kuramı materyalist değildir. Marks sermaye analizini (ve bir bütün olarak dünya görüşünü) materyalist --bütün şeylerin en nihai gerçekliğinin madde, yani atomlar ve diğer maddi tanecikler olduğu inancı-- bir biçim olarak resmeder. Ama aslında ortaya koyduğu şey, bir kavram veya fikir olarak insan emeğinin tarihçesidir. Felsefi dili kullanacak olursak, Marks, emeğin fenomelojisini, [yani] mantıki ve tarihsel gelişimini sürdürürken emeğin aldığı biçimleri ifade etmektedir.

Bu materyalizm değil, bir felsefi idealizm biçimidir; yani fikirlerin veya kavramların nihai gerçeklik olduğuna inanmaktır. Adam Smith piyasanın ardındaki rasyonalite olarak gördüğünü anlatmasına yardımcı olmak üzere, "görünmez el"i bir metafor olarak kullanırken; Marks, bu metaforu, kapitalizmin gelişimini yönlendiren ve idare eden, gerçekte mevcut olan --bir tür görünmeyen kuvvet olan-- rasyonel bir ilkeye dönüştürür.

Bizzat Marks'ın terminolojisi kuramının İdealist karakterini ortaya koyar. Anlattığım üzere, metaların emeğin soyutlanmış hali olduğu söylenirken, Marks bir metanın değerini metada içerilmiş toplumsal olarak gerekli emek miktarı olarak tanımlar. Normal dille, metalar emeğin ürünleridir; bir kere sarf edildiğinde emek artık var olmaz. Aksine, Marks'ın bahsettiği metada içerilen emek, yoksa orada dinlenen cennetvari, maddi olmayan bir öz türü bir şey midir? Her ne kadar "emek" kelimesi ve Marks'ın maddi malların üretimini ve bölüşümünü analiz ediyor olması gerçeği kuramının materyalist bir kuram olarak görünmesini sağlasa da, bu aslında bir İdealizm biçimidir.

Böylece, Marks'ın materyalist olma iddiasına rağmen; beşeri emek kuramında, kapitalizmin ve tarihin bir bütün olarak evrimininin altında yatan ve bunu belirleyen şey, maddi olmayan bir tözdür [substance]. Aslında, Marks'a göre emek insan türlerinin tözüdür ve tarih de bu tözün mantıksal (diyalektik) gelişiminin dışsal bir yansımasıdır. Dahası, bu gelişim mantıksal olarak ve kaçınılmaz bir şekilde Marks tarafından sınıfsız, devletsiz komünizm olarak tanımlanan insan özgürlüğünün oluşmasıyla sonuçlanacaktır. Dğer bir deyişle, özgürlük bir potansiyel olarak insan doğasının içinde barındırılmakta, ve tarih ise bu içsel niteliğin mantıksal ve kaçınılmaz bir şekilde işleyişini temsil etmektedir.

Eğer Marks'ın anlayışını Alman Idealisti G.W. Hegel'in felsefi sistemiyle karşılaştıracak olursak, Marks'ın kuramının büyük ölçüde Hegel'in tarih felsefesinin tekrarlanan bir ifadesi olduğunu görürüz.

Hegel'in görüşüne göre tarih, insan ruhunun veya aklının kendi asıl doğasını anlamaya doğru yaptığı yolculuğun fenomenolojisini, birbirini takip eden dışsal biçimlerini temsil eder. Hegel'e göre, insan bilinci bir takım çelişkiler [contradictions] sayesinde gelişir. Her bilinç tarzı, bir sonraki aşamadaki bilinci ortaya çıkaracak çelişkileri içinde barındırır. Bilincin bu gelişimi, özellikle de felsefe alanındaki gelişimi, insan aklının ya da ruhunun kendisinin, Tanrı'nın aklının veya ruhunun bir parçası, onun bir tezahürü olduğunun farkına varmasına doğru yaptığı yolculuğu temsil eder. Bu farkına varma, Hegel'e göre insan özgürlüğünü oluşturur.

Marks ve Engels, Fransız sosyalizmi ve Britanya politik iktisadının yanısıra Hegelci felsefenin kendi dünya görüşlerinin üç kaynağından biri olduğunu açıkça belirtirler. Ancak benim görebildiğim kadarıyla, Hegelcilik basitçe Marksizmin kaynaklarından birisi değildir; Marksizm, en iyi şekilde Hegelci sistemin başka bir şekli olarak anlaşılabilir.

1873 tarihinde yazılan Kapital'in ikinci almanca baskısının sonsözünde, Marks, Hegel ile olan ilişkisini şu şekilde tanımlamaktadır (uzunca alıntı için kusura bakmayın):

"Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden sadece yanlızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için, insan beyninin düşünme süreci, yani düşünme süreci --Hegel bunu 'Fikir' [The Idea] adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür-- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup; gerçek dünya ise 'Fikir'in dışsal ve görüngüsel [ing. phenomenal] biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, insan aklı tarafından yansıtılan ve düşünce biçimlerine dönüştürülen maddi dünyadan başka bir şey değildir.

Hegelci diyalektiğin mistik yönünü, bundan otuz yıl önce henüz moda olduğu bir sırada eleştirmiştim. Ama tam da 'Das Kapital'in birinci cildi üzerinde çalıştığım sırada, bugünün kültürlü Almanya'sında çokça konuşan, hırçın, küstah ve bayağı hayranları (Epigones), Lessing zamanında Spinoza'ya 'ölmüş köpek' diyen kahraman Moses Mendelssohn'un yaptığı gibi, Hegel'e saldırmanın keyfini çıkartıyorlardı. Bu yüzden ben, bu güçlü düşünürün öğrencisi olduğumu açıkça itiraf ettim ve hatta, değer teorisi bölümünde yer yer ona özgü ifade biçimlerine de kur yaptığım oldu. Hegel'in ellerinde diyalektiğinin mistikleştirilmesi, ayrıntılı ve bilinçli bir biçimde diyalektiğin genel işleyiş biçimini onun sunmuş olduğu gerçeğini örtmez. Hegel'de diyalektik başaşağı biçimde durur. Mistik kabuk içerisindeki rasyonel özü keşfetmek istiyorsanız, onun yeniden ayakları üzerine oturtulması gerekir." (Kapital, Cilt 1, ay, s. 19-20) [Çeviride Sol Yayınları'nın Kapital (1997) baskısından yararlanılmıştır].

Ancak Marks'ın Hegel'in diyalektiğini alarak onu "ayakları üzerine" oturttuğunda --yani materyalist temelde yerleştirdiğinde-- ısrar etmesine karşın, Marks'ın kuramı öğretmeninki gibi İdealist olarak kalmaya devam eder: Marks'ın şemasındaki materyalist ekonomik biçimlerin (üretim tarzlarının) birbirini takip etmesinin altında gerçekte olan şey, öz ve özne olarak düşünülen emeğin evrimidir. Materyalist olmak yönündeki tüm iddialarına rağmen Marks, Hegel'deki akıl veya ruhun yerine sadece başka bir felsefi özneyi, [yani] insan emeğini geçirmiştir: Hegel'deki aklın fenomenolojisi, Marks'da emeğin fenomenolojisi olmuştur. Marks'ın kuramı saf bir felsefedir ve dahası İdealist bir felsefedir.

Ancak, Marks'ın "erken [dönem]" yazıları olarak bilinen yazılarında çok açık olan bu belirgin felsefi/Hegelci dil, Kapital'de ve diğer "olgun [dönem]" çalışmalarında azalmıştır. Sonuçta, "olgun [dönem]" çalışmaları ve bir bütün olarak Marksist sistem, Marksistler tarafından ele alınmış ve bilimsel olarak savunulmuştur.

Zaman zaman bu savunma gülünç bir saçmalığa yaklaşmıştır. Örneğin, Fransız komünist felsefeci Louis Althusser, kariyerinin büyük bir kısmını "olgun olmayan", felsefi Marks ile "olgun", bilimsel Marks arasındaki kesin ayrım çizgisini saptamaya ayırmıştır. Ard arda gelen kitaplar ve diğer yazıları boyunca, bu [ayrım] tarihini devamlı olarak Marks'ın hayatında geriye doğru çekmiştir. Açıkçası, önceleri bilimsel olduğunu düşündüklerinin aslında felsefi içeriklerinin olduğunu bulup durmuştur.

Kendisini bu zahmetten kurtarmalıydı. Gerçek, sadece "genç Marks"ın değil, Marksizmin tümünün felsefi olduğudur. Marksizm bir bilim değildir, bir felsefedir.
 

III. ARTI-DEĞER

Metaları ve değeri tartışmasının ardından Marks, kapitalizmdeki sömürünün analizine, artı-değerin üretilmesine yönelir. Marks için bu, kapitalist üretim tarzının kalbidir. Artı-değerin nasıl üretildiğini ve bunun Marks'ın analizinde oynadığı rolü kavramak için, öncelikle Marks'ın "sömürü" terimi ile ne anlattığını anlamak gerekir.
 

SÖMÜRÜ

Marks için, bütün sınıflı toplumlar toplumsal gelişimlerinin belirli bir aşamasında, emek üretkenliğinin artı-değer üretebileceği bir düzeye eriştiği bir "maddi temele" kavuşurlar. Bu, herhangi bir zamanda belirli bir grup insanın, o zaman zarfında kendilerinin ve ailelerinin yaşamlarını devam ettirmeleri için gerekli olandan daha fazla miktardaki bir ekonomik ürünü üretebilmeleri demektir.

Bu artık, üretken emek arz etmeyen, ancak emekçi sınıf veya sınıflar tarafından üretilen artı-değere el koyan küçük bir azınlığın, yönetici sınıfın ortaya çıkması için zemin hazırlar. Yönetici sınıfın lüks içinde yaşamasını sağlamasının ötesinde; artık, sınıfın hakim pozisyonunun ve barındırdığı ekonomik ilişkilerin --özellikle de devlet aracılığıyla-- devam ettirilmesi için kullanılır. İktisadi artığın üretilmesi, ve yönetici sınıf tarafından buna el koyulması Marks ve Engels'in "sömürü" dediği şeyi ifade eder.

Marksist sistemde, sömürü kavramı önemli ve belirleyici bir rol oynar. Herşeyden önce, tüm sınıflı toplumlar sömürüye dayanmaları ve onun sayesinde varolmaları gerçeğiyle nitelendirilirler. Bu onları ilkel komünizmden, ve kapitalizmin yıkılmasını takiben sömürünün olmayacağı söylenen sosyalizm/komünizm de dahil olmak üzere sınıfsız toplumlardan farklılaştırır.

Ek olarak, sınıflı toplumlar, Marks'ın analizinde sömürünün gerçekleştirilmesi yoluyla ayırt edilirler. Kapitalizm öncesi toplumlarda sömürü açık ve doğrudandı. Örneğin, kölelik-temelli üretim tarzlarında, artık da dahil olmak üzere kölelerin emeklerinin tüm ürünü --bir kısmı daha sonra gıda ve giyecek olarak kölelere geri verilmek üzere-- kölelerin sahibi tarafından alıkonurdu. Feodal toplumlarda, serfler derebeyine ait olan topraklarda haftanın belli günlerinde çalışmak, veya ektiklerinin belli bir kısmını veya belirli bir miktar parayı derebeyine vermek zorudaydılar. Burada, serfler derebeyleri için açıkça artık üretmekteydiler.

Kapitalizmdeki sömürü, bu gibi düzenlemelerin aksine gizli ve dolaylıdır. Üretici sınıf, çalışan sınıf veya proletarya kapitalist sınıfça sahiplenilmez, ona bağlı değildir veya yasal olarak ona tabi değildir. Yasal olarak işçiler özgürdür. İşçiler kendi metalarını, yani emek-güçlerini kapitaliste satarlar; ve diğer meta üreticilerinden gıda ve giysi vb. satın almakta kullanacakları bir ücret ödentisi alırlar. Ancak yüzeyde sömürücü gözükmeyen bu resmi ve yasal olarak eşit ilişki sayesinde, işçiler kapitalistler tarafından sömürülürler. Kapitalizm, bu dolaylı sömürü biçimine dayanan yegane sınıflı toplumdur; ve bunun nasıl gerçekleştiğini göstermek Marks'ın sermaye analizinin ana amaçlarından birisidir. Bunu "kapitalist üretimin gizi" olarak adlandırır.
 

ARTI-DEĞERİN ÜRETİMİ

Marks için, bu gizi açmanın anahtarı, işçilerin kapitalistlere sattığı metanın, yani emek-gücünün biricik olan doğasını anlamakta yatar.

Emek-gücü, kapitalist üretim sürecinde faydanılan diğer metalardan niteliksel olarak farklıdır. Bu diğer metalar --hammaddeler, araçlar ve makinalar-- ürretimde kullanıldıklarında, bunlara içkin olan değer zaman içinde (kullanıldıkça) üretilen metalara geçmektedir. Bu olurken, değer ne yaratılır ne de tahrip olur, yanlızca sabit kalır --Marks'ın bu üretim unsurlarını "sabit sermaye" olarak adlandırmasının sebebi budur. Tüm diğer metaların aksine, emek-gücü değer üretmektedir (bu nedenle, Marks için, bütün değerin kaynağı emektir). Sonuçta, [emek-gücü] üretimde tüketildiği zaman, ederinden [worth] daha fazla bir değer üretme kapasitesine sahip tek metadır. Bu nedenle, Marks onu "değişken sermaye" olarak adlandırır.

Bir metanın değeri onu üretmek için gerekli olan ortalama emek miktarına eşit olduğu için; belirli bir zaman zarfındaki emek-gücünün değeri, bu emek-gücünü üretmek için gereken emek miktarına eşittir. Diğer bir deyişle, emek-gücünün değeri bu zaman zarfında işçinin ve ailesinin yaşamını sağlamak için gerekli olan (böylece işçi artık çalışamadığında çocukları onun yerini alabileceklerdir) emek miktarına eşittir. Kapitalizmde emeğin üretkenliği ekonomik artık üretemini mümkün kılar; işçinin ve çocuklarının günlük yaşamlarını devam ettirmeleri, değer miktarı olarak tam günlük emek eşitinden daha az [bir değer miktarı] olacaktır: varsayalımki işçi ve ailesi günlük geçimlerini beş saatlik emeğe eşit bir değerle sağlayabilmektedirler. Bu kapitalistin işçiye ödediği miktardır. Marks, işçinin kendi emek-gücünü üretmek için harcadığı zaman miktarını "gerekli emek-zamanı" olarak adlandırır.

Ancak, kapitalist işçiyi bir günlüğüne kiraladığında, o işçinin bütün bir çalışma gününe karşılık gelen emek-gücüne sahip olur; örneğin, sekiz saate. Bu zaman zarfında, işçi sekiz saatlik emeğe eş değer olan metaları üretir. Ancak, gördüğümüz üzere işçiye yanlızca beş saate eş değer olan bir ödeme yapılır. Aradaki fark --Marks'ın "artı emek-zamanı" olarak adlandırdığı, işçinin üç saatte ürettiği-- kapitaliste aittir. Bu işçinin ürettiği metalara içkindir, ve kapitalist metaları sattığında gerçekleşir [belirgin hale gelir], yani paraya dönüşür.

Diğer bir deyişle, günlük çalışma sırasında, her işçi bu zaman zarfında değer cinsinden sadece kendisinin ve çocuklarının yaşaması için gerekli olanı üretmekle kalmaz; aynı zamanda --her ne kadar üretim için gerekli olan üretken emeğe katılmamış olsa da-- kapitalist tarafından el koyulan ek bir değeri, [yani] artı-değeri üretir. Marks'ın analizinde, bu tamamen kapitalist bir sömürü biçimidir: artı-değerin üretimi ve [artı-değere] el konulması.

Bu süreç, emek-gücünün kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki etkileşim, ya da karşıtlık sayesinde mümkün hale gelir. Kapitalistler işçileri ücret karşılığı kiraladıklarında, onlara emek-güçlerinin değişim değerini öderler; [yani] onların üretim maliyetlerini. Ancak bu süreçte, kapitalistler bu emek-gücünün kullanım değerini kullanma hakkını elde ederler. Bu [işçinin] artık değer yaratma yetisini içeren, işçinin soyut emeğidir. Görünüşte, kapitalistler işçilere çalıştıkları saate veya ürettikleri miktara dayanarak ücret ödedikleri için, kapitalistler işçilerin gerçek emeklerini satın alır gibi gözükürler. Gerçekte ise, değer cinsinden ürettikleri değerden daha az olan işçilerin emek-gücünü satın alırlar.

Marks bunu şöyle ifade eder: "(Kapitalisti -RT) gerçekte etkileyen şey, bu metanın (emek-gücünün -RT) yanlızca değerin değil, kendi sahip olduğundan daha fazla bir değerin kaynağına sahip olması[nı ifade eden], kendine özgü kullanım değeridir. Bu, kapitalistin emek-gücünden beklediği özel bir hizmettir; ve bu işlemde, o [kapitalist] metaların değişiminin 'ilahi yasaları'na göre davranır. Emek-gücünün satıcısı --tüm diğer meta satıcıları gibi-- değişşim değerinin farkındadır, ve kullanım değerinden vazgeçer." (Kapital, ay, s. 193, altı çizili kısım aslında vurgulu)
 

AHLAKÇILIK MI, BİLİM Mİ?

Marksistler için, artı-değer kuramı [Marks'ın] kapitalizm analizinin en inandırıcı yanlarından birisidir. Öteki şeylerin yanısıra, kapitalizmin sömürücü bir sistem olduğunu kanıtlar gözükmektedir. Ancak bir parçası olduğu dünya görüşü gibi, bu da bilimselmiş gibi gözüken felsefi bir argümandır.

Bu Marks'ın terminolojisinde açıktır: bizzat "sömürü" kelimesini kullanması. Normal kullanımında "sömürü" ahlaki bir çıkarıma sahiptir. İnsanlara haksız, adaletsiz bir şekilde davranıldığını ima eder. İşçilerin sömürüldüklerini söylemek; belli bir hakkaniyet standardında olması gerekene nispetle, onların daha fazla çalışmaya ve/veya daha az ücretleri kabullenmeye zorlandıkları anlamına gelir genellikle. Sömürüye karşı olmak ve onu sona erdirmeyi arzulamak, bu standart kullanımıyla ahlaki ve etik bir duruştur --ve buna genellikle de kaygı, merhamet ve kızgınlık gibi duygular eşlik eder.

Ve Marks yanlızca sömürü terimini kullanmakla kalmaz, aynı zamanda bunu eksiksiz bir şekilde ahlaki çıkarımı ile kullanır. Marks'ın yazıları ahlaki duygularla doludur --onaylamama, hoşlanmama, keskinlik, zorbalık. Ve Marks'ın kendisi bizzat bu duygularla motive olmuştur: aksi takdirde hayatının büyük bir kısmını neden insani olmayan, çürümüş olarak değerlendirdiği bir sistemi incelemeye, gözler önüne sermeye ve yıkmaya çalışmaya adasın ki?

Gerçekte, Marks kapitalizme karşı ahlaki bir duruş sergiler. Onu birbiriyle ilişkili iki standart temelinde yargılar ve mahkum eder. Birincisi, eski Musevilikte olmasa bile, Hristiyanlığın ilk dönemlerine kadar giden ve Fransız devrimi sırasında güçlü bir şekilde yükselen insanların eşitliğine olan inanç (Bu ahlaki bir eşitliktir, çünkü aksi takdirde insanlar eşit bir donanıma sahip değildirler). İnsan oğulları ahlaki olarak eşit oldukları için, bu yargıya göre onlara eşit davranılmalıdır. Aslında, Marks eşitliği soyut ve sınırlı bir şekilde tanımlaması nedeniyle kapitalizmi mahkum eder; ve [eşitliğin] Fransız devriminin yarım bıraktığı yerden, [yani] siyasi ve yasal alanlardan ekonomik ve toplumsal alanlara doğru genişletilmesini talep eder. Diğer bir deyişle, eşitliğin yanlızca resmi olarak değil ama gerçekte de yapılmasında ısrar eder.

Eşitliği genişletme ve yeniden tanımlama yönündeki talep, Marks'ın kapitalizmi yargılamasındaki ikinci standarda doğru ilerlemesini sağlar. Bu yönetici sınıfların ekonomik artığa el koyamacağı sosyalizmdir. Yani Marks'ın kapitalizme karşı ahlaki argümanı iki yönlüdür: 1) sistem adaletsizdir; 2) işlerin böyle devam etmesi gerekmez; sömürüye dayanmayan ve buna bağlı tüm diğer şeyleri içermeyen bir şekilde toplumu sürdürmenin başka bir yolu vardır.

Buna rağmen, Marks bu ahlaki argümanın üstünde durmaz ve bir anlamda onu reddeder. Ona göre sosyalizm savunusu ahlaki değil, bilimseldir. Açık bir şekilde ahlaki argümanları reddeder --hatta onlarla dalga geçer. Bu tip argüümanların Marksist değil, kapitalizmin "küçük burjuva" eleştirilerinin karekteristiği olduğu söylenir bizlere.

Marks'ın bu tip bir eleştirmene (Proudhon'a) karşı yaptığı polemiklerini içeren Felsefenin Sefaleti'ne girişte, Engels bunu şöyle ifade ediyor:

"Burjuva ekonomisinin yasalarına göre, ürünün büyük bir kısmı onu üreten işçilere ait değildir. Eğer şimdi şunları söylersek,-- bu adil değildir, böyle olmaması gerekli--, o zaman bunların ekonomiyle doğrudan bir ilişkisi olmaz. Sadece bu ekonomik gerçeğin bizim ahlak anlayışımızla çeliştiğini söylemekteyizdir. Marks, bu nedenle komünist taleplerini asla buna dayandırmamış, gözlerimizin önünde her geçen gün daha fazla ölçüde gerçekleşmekte olan kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz çöküşüne dayandırdırmıştır." (Friedrich Engels, Karl Marks'ın Felsefenin Sefaleti'ne Giriş, İlk Alman Baskısı, 1884, s. 11, altı çizili kısım aslında vurgulu)
Diğer bir ifadeyle, Marks'ın gördüğü şekliyle, onun sosyalizm taraftarı argümanı ahlaki bir argümana değil, (varsayılan) bir gerçeğe dayanmaktadır: kapitalizm kaçınılmaz olarak eninde sonunda çökecektir, ve (bu düşünceyi tamamlayabiliriz) yerini sosyalist bir toplum alacaktır.

Ancak bunun böyle söylenmesi, Marks'ın sosyalizm taraftarı ahlaki argümanını dışarda bırakmaz. Gerçekte, Marks için bilimsel ve ahlaki argümanlar iç içe geçmiştir. Bunun sebebi ise, Hegel'in yaptığı gibi tarih ve ahlak'ın en nihayetinde [birbirleriyle] çakışacağını varsaymasıdır; diğer bir deyişle, ahlaki olarak arzulanabilir (sosyalizm) varsaydığının, gerçekte ortaya çıkmasıdır. Sonuçta, Marks'ın ahlaki argümanı ve bilimsel addettiği argümanı birleşir, ve her biri diğerini besler. Ancak, Marks ahlaki argümanını bilimsel olanın ardında gizler. (Ahlaki ve bilimsel argümanları birarada birleştirmesi, ve bunun yanısıra argümanın hiçbir şekilde ahlaki olmadığının savunulması; Marksizme bu kadar güçlü bir cazibe kazandıran şeylerden birisidir. Bir kimsenin özlediği bir şeyin --gerçekten adil bir toplumun-- bilim tarafından hem onanması hem de öngörülmesi, [kişiyi] derinden tatmin eden bir şeydir.)

Tabii ki sosyalizmin kaçınılmaz (veya yüksek olasılıklı) olduğunu söylemekle bunu kanıtlamak farklı şeylerdir. Ve eğer kanıtlanamazsa, Marks'ın kendi sosyalizmine biçtiği bilimsel bir doğaya sahip olma [niteliği] çökecektir.

Ancak Marks sosyalizmin kaçınılmaz olduğunu kanıtlamaz; sadece kanıtlıyor gözükür. Ve bunu da daha önce işbaşındayken gördüğümüz bir yöntem sayesinde yapar: bunu başından varsayarak. Bu yöntem --argümanını sonuçları ima edecek şekilddeki varsayımlara dayandırma-- Marks'ın kapitalist sömürü tartışmasında belirgindir.
 

TANIMSAL OLARAK SÖMÜRÜ

İlk olarak, Marks'ın gösterimi kapitalizmin sömürücü olduğunu kanıtlamaktan ziyade totolojiktir: tanımdan zaten ortaya çıkmaktadır. Marks'ın tanımladığı şekliyle, emeğin değerin tek kaynağı olması nedeniyle, ve bir sonraki yazımda tartışacağım üzere sermayenin kapitalistlerin işçilerden elde ettiği biriktirilmiş emekten başka bir şey olmaması yüzünden; kapitalistin eline herhangi bir şeyi geçirmesi tanımsal olarak sömürüdür. Diğer bir deyişle, Marks'ın tanımlamasına göre tüm değerin kökeni emeğe kadar indirgenebildiği için, bir ürünün tümü işi gerçekleştirenlere, işçilere aittir. Ve sermayenin, devletin veya diğer bir toplumsal faktörün üretken katkısı olasılığına asla değinilmez; basitçe tanımsal olarak dışarda bırakılır.

Kapitalizmin sömürücü doğasını göstermesinin tamamen bir tanıma dayanıyor olması gerçeğine rağmen; Marks, bu tanım (emeğin değerin tüm kaynağı olduğu) hakkında asla açıkça konuşmaz. Bu yanlızca öylece belirtilmiştir ve bariz bir şey olarak kabul edilmelidir. Kendisinin de açıkça kabul ettiği üzere, analizindeki pekçok şeyin yanısıra, değer kavramı da esas olarak Smith ve Ricardo tarafından geliştirilmiştir. Marks bunu ele alarak, başka bir şeye dönüştürdü ve sonra da kendi amaçları doğrultusunda kullandı --bunlar [bu amaçlar] arasında kapitalizmin sömürücü olduğunu sergilemek ve bu sömürünün nasıl gerçekleştiğini göstermek de vardı. Ne gariptir ki, Marks kendi noktasını ortaya koymak için burjuva ekonomisinin (kendi görüşüne göre hala bilimsel olan) otoritesine dayanmaktadır. Bakınız sonuçta da kapitalistlerin kendi bilimi, kapitalizmin sömürücü olduğunu ortaya koymaktadır.

Ancak eğer Marks'ın tanımı yanlışsa; eğer emek değerin tek kaynağı değilse ve sermaye basitçe biriktirilmiş emek olarak tanımlanamazsa, o zaman Marks'ın argümanı en azından önemli bir şekilde düzenlenmeden geçerliliğini koruyamaz. Kısacası, Marks kapitalizmin sömürücü doğasını kanıtlıyor gibi gözükürken, aslında bunu yapmamaktadır. Bunu sadece [başlangıçta] o şekilde tanımlamıştır.
 

SÖMÜRÜ: YANLIZCA İKTİSADİ Mİ?

Marks, kapitalizmi basitçe sömürücü olarak tanımlamanın yanısıra, sömürü terimini gayet seçici ve kendi-amacına hizmet eder bir şekilde kullanır; öyleki böylece öyle gözükmemekle birlikte kendi argümanını daha da destekler.

Marksist kuramda, sömürü yanlızca maddi üretim alanında oluşur: bu alan [sömürü] terimin[in] kullanıldığı yegane alandır, ve Marksistlerin ısrar ettiği üzere [sömürü teriminin] doğru olarak kullanılabileceği tek alandır. Ancak, hiyerarşik toplumlar Marks'ın hiyerarşik olarak adlandırdığının yanısıra çeşitli baskı ilişkilerini de içerir. Örneğin, kapitalizmde, dini ve siyasi ideolojilerde belirginleşen beyaz üstünlüğü/ırkçılık, erkek şovenizmi/cinsiyetçilik, siyasi hakimiyet ve otoriter entelektüel/psikolojik ilişkiler de vardır. Bence, bu baskıcı ilişkiler sistemin esas nitelikleridirler; ve Marks'ın iddia ettiği üzere daha asli olduğu varsayılan ekonomik sömürü ilişkisinin basitçe birer yansıması veya türevi değildirler.

İlginç bir şekilde, kapitalizmdeki ekonomik olmayan ilişki biçimleri gerçekte Marks'ın kapitalist sömürü analizini tanımlar.
 

POLİTİK/TOPLUMSAL, ÖRGÜTSEL SÖMÜRÜ

Örnek olarak bir sendika, kilise veya siyasi bir parti gibi hiyerarşik örgütlerin liderleri ile sıradan üyeleri arasındaki ilişkileri ele alın. Onlara göre, sıradan üyeler örgüte ve örgütün faaliyetlerine gönüllü bir şekilde katılmaktadırlar, çünkü [örgütün] programını, hedeflerini ve yöntemlerini kabul etmişlerdir. Değişen derecelerde örgüte zamanlarını, enerjilerini, düşüncelerini ve paralarını verirler; ve [örgüt] hedeflerini başardığı ölçüde de üyeler kendi amaçlarının yerini getirilmesinden tatmin sağlarlar. Diğer bir deyişle, üyeler gönüllü bir şekilde örgüte katılırlar ve ondan bir şey, an azından yaklaşık olarak harcadıkları enerji ve diğer kaynaklara eşit olduğuna inandıkları bir şeyi kazanırlar.

Ancak bu düzenlemenin gerçek avantajı örgüt liderlerinin payına düşer. Bu, örgüt hiyerarşik olduğu ölçüde, bu hiyerarşinin zirvesinde olanların güçlerinin artmasına hizmet eder. Örgütün faaliyetleri ve yönelimi hakkındaki kararları en nihayetinde liderler aldığı (görece demokratik gruplarda bile bu böyledir) için, esas olarak artan onların toplum içindeki güçleri, etkileri ve statüleridir. Örgüt, [liderlerin] sıradan üyelerin kaynaklarını harekete geçirmek suretiyle, adeta bir kaldıraç gibi kendi [sarf ettikleri] çabaları büyüterek [liderlerin] kendi amaçlarını gerçekleştirmelerine hizmet eden bir araç olarak işlevi görür.

Peki yukarıda tanımlanan bu ilişki, Marks'ın kapitalist sömürü analizinde tanımladığından hangi temel şekilde farklıdır? Liderler kendi güçlerini arttırmak üzere üyelerinin enerjilerinden, düşüncelerinden ve kaynaklarından faydalanırlar. Ve kapitalistler gibi bunu serbest bir değişim yoluyla yaparlar. [Üyeler] gönüllü olarak katılırlar ve bu katılımlarından bir şey kazanırlar (aksi takdirde katılmayacaklar veya üye olmaya devam etmeyeceklerdir). Ancak yine de bu ilişki sayesinde hizmet edilen şey liderlerin çıkarlarıdır. Bence bu bir sömürü biçimidir.

--Kocanın fiziksel veya zihinsel olarak aşağılayıcı olmadığı ve hatta kadının bazı karar-alma süreçlerine katıldığı-- "iyi" bir geleneksel (ataerkil) evlilik dahi aynı dinamiği sergiler. Kocanın ilişkiye hakim olması ve temel kararları alması ölçüsünde, düzenlemenin esas avantajı ona ait olur. Ne kadar paylaşıyor olursa olsun, eşinin çabalarını kendi hedefleri doğrultusunda yönlendirir. Eşi de bu ilişkiden bir şeyler kazanır, ve en azından yasal ve resmi olarak onun katılımı gönüllüdür. Ancak onun çabaları büyük ölçüde kocasının amaçlarına hizmet eder. İşte burada da, bana öyle geliyorki, sömürü ile karşı karşıyayız.

Ve keza demokratik toplumlar olarak adlandırılanlarda da devletle sıradan vatandaşlar arasındaki ilişki yine aynı temel niteliği sergiler. Kuramsal olarak bu vatandaşlar özgürdür: sivil haklarımız vardır, haklarımız ve çıkarlarımız doğrultusunda savaşmak üzere partiler veya başka örgütler kurabiliriz, hatta hükümeti kimin oluşturacağını belirlemek üzere  (en azından bir kısmımız) oy bile kullanabiliriz. Ve Soğuk Savaş sırasında bize söylendiği üzere, eğer hoşumuza gitmezse ülkeyi terk de edebiliriz.

Bu özgürlüğe rağmen ezilmekteyizdir ve tartışacağım üzere sömürülmekteyizdir. Devlet, bizim elimizdeki bir araç olmaktan ziyade, ana işlevi halkın çoğunluğunun küçük bir yönetici sınıfın gereksinimlerini karşılanmasına hizmet ettiği, mevcut toplumsal sistemi devam ettirmek olan güçlü bir aygıttır. Dahası, bizim paramızı alır, zaman zaman ise amaçlarına hizmet etmek üzere emeğimizi alır. Seçkinlerin, kendi çıkarları doğrultusunda, toplumsal hiyerarşi içinde kendilerinin altında yer alanların enerji ve diğer kaynaklarını harekete geçirdikleri bir kaldıraçtır bu.

Aslında, bir kişinin veya bir insan kümesinin siyasi iktidar, yasal statü, zenginlik veya yanlızca kişiliğinin gücü vasıtasıyla kendisinin/kendilerinin çıkarlarına hizmet etmesi doğrultusunda, başka bir bireyi veya bireyleri kullanması, bu sömürücü özelliği içinde barındırır.

Betimlediğimiz bütün bu ilişkilerdeki ortak olan şeyler şunlardır: (1) bir kişi veya bir grup, bir diğeri veya diğerleri üstünde otoriteye veya iktidara sahiptir; (2) bu iktidar, ona sahip olanların çıkarlarını gerçekleştirmek için kullanılır, onların iktidarını daha da kuvvetlendirir; (3) bu ilişkilerin baskıcı doğası, [ezilenlerin] gönüllü veya en azından görünürde gönüllü bir şekilde katılıyor olmaları gerçeğiyle bulanıklaştırılmıştır. Bu ilişkiler aracılığıyla, hiyerarşinin zirvesindeki kişiler altlarında yer alanların faaliyetlerini yönlendirebilmekte ve onlardan kendi kişisel amaçları doğrultusunda faydalanabilmektedir. Marks'ın kapitalist ile işçi arasındaki ilişkiyi tanımladığı şekliyle, tabandaki kişiler sömürülmektedir.

Bu şekilde bakılınca, Marks'ın sömürü olarak adlandırdığı şey, kapitalist toplumu belirleyen ve onun üstünde yükseldiği söylenebilecek olan daha genel bir toplumsal ilişki tipinin özel bir ekonomik türevi veya ortaya çıkışıdır yanlızca. Kuramsal olarak, böylece kapitalizmin doğasını bir toplumsal sistem olarak incelemeye girişen birisi sistemi niteleyen baskıcı ilişkilerinden herhangi birisi üstünde yoğunlaşabilir. Veya daha iyisi, bütün bu ilişkilerde ortak olan nitelikleri saptamayı, yani ekonomik sömürünün bir türev olduğu daha genel bir toplumsal ilişkinin doğasını ortaya çıkarmayı deneyebilir. Bunun yerine, Marks iekonomik alana yoğunlaşmayı ve rastgele bir şekilde sömürü terimini de [bu ekonomik alana] özgü [bir şekilde] kullanmayı seçmiştir.
 

TEMEL OLARAK İKTİSAT

Bu karar, Marks'ın ekonomik alanda gerçekleşen olayların toplumun geri kalanında olanları belirlediği iddiasından gelir, ve [bu iddiayı] yansıtır. Ancak Marks'ın bütün dünya görüşünün temeli olan bu duruş, eğer Marks'ın kapitalizm incelemesi bilimsel bir geçerliliğe sahip olacaksa, esasen ispatlanması gereken bir [duruş]tur. Ama bu asla yapılmadı. Hatta bu ne izah edilmiş ne de tartışılmıştır. Basitçe varsayılmıştır. Ve böyle olunca da, Marks'ın sosyalizmin kaçınılmazlığını "ispati" gibi, yarısı [başlangıçtan] zaten yapılmış haldedir.

Marks'ın böyle bir argümanla yakayı sıyırmasının nedenlerinden birisi de, toplumun gelişiminde ekonominin belirleyici bir unsur olduğu duruşunun ilk bakışta oldukça makul gözükmesidir. Herşeyden önce, eğer insanlar yaşamlarını devam ettireceklerse ve çocuk yetiştirmek, devlet kurmak, sanat ve bilim icra etmek, dini faaliyetlere katılmak gibi şeyleri yapacaklarsa; öncelikle karınlarını doyurmalı, giyinmeli ve barınacak bir yerleri olmalıdır. Ve ekonomik faaliyetin bu anlamda çok temel gözükmesi bağlamında; maddi üretimin, toplumun tüm diğer yönlerinin üstünde yükseleceği ve gelişeceği bir temel olduğuna inanmak oldukça mantıklı gözükecektir. Bu yargı, daha önceki toplumlara göre toplumun ekonomik tarafının --sanayi, ticaret, teknolojinin gelişmesi-- özellikle dinamik bir karakter kazandığı kapitalist toplum için özellikle doğru gözükür. (Gerçekte, kapitalizm öncesi toplumlarda ayrı bir ekonomik alan güçlükle fark edilebilir.)

Bu görüş, Marks ve Engels'in bakışının gelişmesinde muhtamelen önemli olmuştur. Kuramlarını geliştirmekte oldukları zamanda, Avrupa toplumu engin bir karışıklık [değişim] yaşamaktaydı. Kapitalist endüstri özellikle Britanya'da, ancak diğer ülkelerde de hızla büyüyordu; bir bütün olarak toplumun üzerinde derin etkileri vardı.

Sanayinin büyümesi işçi sınıfının boyutunu arttırmış ve işçileri pis, hastalık-dolu varoşlarda yaşamaya mahkum etmişti. Bu, ekonominin önemli sektörlerini yıllarca değilse bile aylarca kapatan, milyonlarca işçiyi işsiz bırakan dönemsel ekonomik krizlere yol açtı. Tepki olarak işçiler, toplumsal iyileştirmeler ve siyasi haklar sağlanması için grevler ve örgütlü kitlesel hareketler başlattılar. Bu gelişmeler 1830 ve 1848 devrimlerine yol açtı veya yol açıyor gözüktü. Daha öncesinde ise, gelişmenin daha önceki bir aşamasında aynı süreç, çağın en güçlü toplumsal ayaklanması olan Fransız Devrimi'ni ortaya çıkardı. Kısacası, Marks ve Engels'in düşüncelerini geliştirdikleri dönemde, kapitalist sanayinin gelişimi ve genel olarak ekonomik faaliyetler bütün bir toplumun evrimini şekillendiriyor gözükmekteydi.

Marks'ın ekonomik faaliyetin belirleyiciliği görüşü, bugünün avantajıyla tarihe bakınca; görünüşte kaotik olan olaylar, eğilimler ve karşı eğilimlerden çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar gibi gözüken bir eğilimin var olduğu gerçeğinin ışığı altında oldukça kabul edilebilir gözükmekte; [yani] insanlığın teknik aygıtlarının ve ekonomik gücünün büyümesi. Tarihimiz boyunca başka neler olduysa olsun, teknik yetimiz ve ekonomik gücümüz hiç şüphesiz artmıştır, ve toplumun tüm diğer alanları buna göre düzenlenmiştir.

Ancak, maddi üretimin gelişmesinin toplumsal yaşamda güçlü, hatta hakim bir etmen olduğunun ayırdında olmakla; bu nedenle [maddi üretimin gelişmesinin] tarihimizi şekillendirmekte ana rolü oynaması farklı şeylerdir. Onun belirleyici etmen olduğunu, [yani] bir bütün olarak toplumun ve toplumun diğer alanlarının niteliğinden ve evriminden son kertede sorumlu olduğunu öne sürmek ise bambaşka bir şeydir.

Bu determinizm [determinism, belirlemecilik, gerekircilik] meselesi --ister belirli bir fenomen veya olayın başka bir fenomen veya olay tarafından belirlendiği, isterse kesin suretle ve kısıtlı bir şekilde [ondan] nedenlendiği söylensin--, ardındaki uzun bir tarihe sahip tartışmayla karmaşıklaşmıştır. Bu hala çözülmemiş, ve bence asla da çözülemeyecek konulardan birisidir. Bu konunun tartışılması için burada yeterince yer olmasa bile, bir nebze olsa da tartışmakta ısrar edebilirim.

Marks'ın zamanında, bilimsel yasaların determinist olduğu varsayılırdı: tüm fenomenlerin, şansa yer bırakmayacak şekilde daha önceki fenomenler tarafından doğrudan ve belirli bir şekilde belirlendiğine inanılırdı. Diğer bir deyişle, şeyler oldukları şekilde olurlar ve yanlızca bu şekilde olabilirler. Bu anlayış dahilinde, insanların şans diye adlandırdığı şey; yanlızca herhangi belirli bir olayın gerçek nedenlerinin göz ardı edildiğini yansıtır.

Determinizm meselesi içsel olarak tahmin meselesiyle ilintilidir: bilimsel yasaların determinist doğası, belirli bir sistem veya yapının gelecekteki durumunu tahmin edebilme yetisini yansıtır ve bunu sergiler. Böylece determinist görüşe göre, eğer bir kimse (herşeyi bilen gözlemci denen kimse) evrendeki tüm parçalarının şu andaki konumlarını bilirse, fiziğin yasalarını kullanarak gelecekteki belirli bir zamanda evrenin kesin durumunu tahmin edebilir (Bu, büyük Fransız astrologu Laplace tarafından kullanılan bir örnektir). Marks'ın zamanında, çoğu bilim adamı bu tahmin niteliğine sahip olan kuramlar kullanılarak doğanın bütün yönlerinin açıklanabilir olduğuna inanmaktaydı; tüm doğal gerçekliğin bu şekilde belirlendiği düşünülüyordu.

Marks'ın bilim anlayışı da bu görüşün içine gömülmüştü. Toplumsal gerçekliğin fiziki dünya gibi aynı şekilde belirlendiğini düşünüyor, ve kendisini buna karşılık gelen bir toplum bilimi ve bilimsel bir sosyalizm biçimi geliştiren birisi olarak görüyordu. Diğer bir deyişle, o günkü anlaşıldığı şekliyle, bilimin sınırlarını toplumsal fenomenlerin dünyasına doğru genişletiyordu. (O yanlız değildi. Ondan önce de, modern sosyolojinin kurucusu olarak değerlendirilen Saint-Simon'un öğrencisi olan Auguste Comte ve sosyalist Henri Saint-Simon aynı projeyi yürütmeyi amaçlamıştı.)

O zamandan bu yana, görecelilik kuramı gibi bazı bilimsel kuramların deterministik; atom altı parçacıklar (kuantum mekaniği) alanı gibilerinin ise deterministik olmadığını fark etmeye başladık. Bu sonraki dünyanın içinde, herhangi belirli bir atom altı parçacığının veya parçacıklar kümesinin bırakın geleceği, bugünkü kesin durumu (özellikle de kesin konum ve hızı) dahi belirlenememektedir; elde edilebilecek tek şey her ikisi için de olası [konumlarını] ifade eden bir aralıktır. Termodinamik, sıvıların akışı ve diğer fenomenler gibi, fiziğin diğer alanları ve biyolojinin çoğu da keza olasılıklara dayanmaktadır.

Bilim adamları ve felsefeciler bütün bunların karşısında ne yapacağını pek de bilmiyorlar ve tartışmalar giderek kızışıyor. En azından iki soruyla karşı karşıyayız; dahası bunlar ayrılamaz şekilde bağlantılı gözüküyorlar. Birisi, gerçekte neyin varolduğuna, yani (daha önceki olaylar tarafından biricik bir şekilde düzenlenmiş olması anlamında) olayların belirlenip belirlenmediği [sorusudur]. Diğeri ise bilgimizin gücüne ilişkindir: gerçeğin ne olduğunu kati surette bilebilir miyiz, ve dolayısıyla da gelecekteki olayları tahmin edebilir miyiz. Yani, gerçekliğin belirlendiği doğru olabilir, ancak mevcut kuramlarımızın sınırlılıkları veya sorgulanan fenomenleri kesin bir şekilde anlamaktaki yetersizliğimiz, bizi gelecekteki gelişmeleri kesin olarak kavramaktan alıkoyabilir. (Bu aslında Albert Einstein'ın kuantum mekaniğindeki felsefi sorunlara karşı takındığı tavırdı.) Aynı zamanda gerçekliğin tam olarak belirlenmemesi de olasıdır, ve tahmin etmekteki yetimizin kısıtlılığı gerçekliğin belirsizliğini de facto olarak yansıtabilir; gerçekliğin (fiziğin makro dünyası) yanlızca bazı yönleri tahmin edilebilir gözükmekte. Veya, belki de gerçekliğin bazı yanları belirlenirken, diğer bazı yanları ise belirlenememektedir. (Bu az ya da çok bugünkü bilim adamlarının çoğu tarafından kabul edilen bir yorumdur).

Bu alanda var olan determinizmle ilgili sorunlar, toplumsal yaşam alanında --tarih, ekonomi, sosyoloji, siyaset bilimi, psikoloji, kültür çalışmaları vb. alanlarında-- daha da büyür. Ve toplumsal yaşamın karmaşık olması nedeniyle, olanla bilebileceğimizi birbirinden ayırd etme sorunu neredeyse aşılmaz bir hale gelebilir.

Herhangi bir toplumsal veya tarihi olayı ele alın. O kadar çok faktör; kendi düşünceleri, zevkleri, duyguları, arka planlarıyla o kadar çok birey; o kadar çok dışsal durum --coğrafya, iklim, ekonomik koşullar, siyasi gelişmeler, ulusal gelenekler, vb.-- vardır ki; bırakın neden bu olayın olup da bir başkasının olmadığını, nerede ve nasıl olduğunu kesin olarak açıklayan bir açıklamayla ortaya çıkmayı bir kenara, [bu faktörlerin] hepsini tanımlamak bile olanaksızdır. Sonuç olarak, toplumsal kuramlar deterministik-tipteki kuramların geliştirilmesine (eğer yapmışlarsa) çok az katkıda bulunmuşlardır. En iyi durumda, toplumsal yaşamın ancak küçük bir yönü tahmin edilebilir. Yani, toplumsal yaşamın kati bir şekilde belirlenmesi söz konusu olabilir. Ancak eğer toplumsal yaşamın karmaşıklığı ve sonuçtaki bilgimizin kısıtlılıkları, tam olarak yaşanmış belirli bir tarihsel olayın neden gerçekleştiğini anlayabilmekten veya gelecekteki toplumsal gelişmeleri tahmin etmekten bizi alıkoyarsa; bu, pratik olarak konuşursak, aynı şeyle sonuçlanır; toplumsal yaşamın katı bir şekilde belirlenmediği. Diğer bir deyişle, toplumsal yaşam söz konusu olduğunda, bilgimizin bugünkü düzeyiyle geleceği tahmin edemeyiz.

Ancak bu tam da Marks'ın yapabildiğini iddia ettiği şeydir. Döneminin anlayışlarını yansıtarak, şunlarda ısrar eder: (1) toplumsal gerçeklik fiziğin makro dünyasının belirlendiği anlamda belirlenir; (2) gerçekte toplumsal gelişmenin yasalarını keşfetmiştir; ve (3) bu yasalara dayanarak, insan toplumunun geleceğini, özellikle de kapitalizmin çöküşünü ve sosyalizmin kurulmasını doğru bir şekilde tahmin etmiştir. Ancak şimdi bildiğimizin ışığı altında, Marks'ın iddiası --hem daha kapsamlı iddiası, hem de üretim tarzının gelişiminin bir bütün olarak toplumun evrimini belirlediği şeklindeki özel savı--, mübalağalı birer varsayımdan başka bir şey değildir.

Daha az felsefi bir düzeyde dahi, Marks'ın maddi üretimin belirleyici karakteri üstündeki ısrarının sorguya açık olduğunu görebiliriz.

Kapitalizmi karakterize eden ekonomik olmayan ilişkilere yönelik tartışmamıza cevap olarak, bir Marksist bu ilişkilerin kendilerinin bizzat ekonomik sömürüye dayandığını öne sürecektir. Bunun kanıtı ise, bunların [ekonomik olmayan ilişkilerin] ekonomik alandaki gelişmelerle, özellikle de meta üretiminin ekonomik ve toplumsal yaşama hakim olacak kadar yayılmasıyla ortaya çıktıkları olacaktır. Bundan önce ise, toplumsal ilişkiler, köleci veya feodal toplumları karakterize etmiş olanlar gibisinden geleneksel olarak kabullenilmiş [tasvip edilmiş], doğrudan ve açık bir şekilde tanımlanmış tahakküm ve baskı ilişkileri tarafından sınırlandırılmıştı. Ancak meta üretiminin ve kapitalizmin gelişimiyle, bu diğer, daha özgür hiyerarşik ilişki biçimleri de olası hale gelmiştir. Böylece, Marksist argümana göre, toplumsal alandaki değişiklikleri ortaya çıkaran veya [onlara] neden olan şey maddi üretimin doğasındaki bu değişiklikti.

Ancak bu argüman, bu sürecin --meta üretiminin gelişiminin ve nihayetinde de toplumsal hakimiyetinin-- nasıl başladığına eğilmekte başarısız olmaktadır. Meta üretimi, feodalizmin altını oymaya ve kapitalizmin temellerini atmaya başlamadan çok daha önce binlerce yıl boyunca varolagelmişti. Ancak, daima içinde var olduğu hakim ekonomik, toplumsal ve siyasi biçimlere bağımlı kalmıştı. Diğer bir deyişle, kendini kuran toplumların yıkımına ve kapitalizmin ortaya çıkmasına yol açmamıştı. Peki öyleyse, feodal toplumda bu sonrakinin, [bu sonraki] dünyanın dönüşmesi sürecini sağlayan şey neydi?

Bir Marksist yanıt olarak maddi üretim alanına bakacaktır; ancak bence yanıt feodalizmin ekonomik doğasında değil, feodalizmin siyasi yapısında yatmaktadır. Özellikle, [yanıt] ne devletin, ne de Katolik Kilisesi'nin ve ne de herhangi başka bir kurumun, feodal veya feodal-tipi toplumları oluşturan tüm bir alan boyunca ağırlığını dayatmak için yeterince güçlü olmamasına yol açan, feodalizmin merkezsiz --siyasi erkin parçalı olması [tek bir eelde toplanmaması]-- olması durumudur. İşte bu durum --siyasi otoritenin merkezsizliği ve sınırlılığı--, küçük kasaba ve şehirlerin adeta bu [feodal] toplumların toplumsal ve yasal bağlarının dışındaymışçasına oluşmasına imkan vermiştir. Ve bu kasabalar, kapitalist üretimi olası kılan, hem meta üretiminin yayılmasının, hem de sözde "özgür emek sözleşmesi" denilen belirli bir çeşit toplumsal ilişkinin gelişiminin yetiştiği yataklar olmuşlardır.

Diğer bir deyişle, bir kere başlatılmasının ardından, feodalizmin yıkımına, kapitalizmin ve onun belirli sözleşmesel bir hiyerarşik ilişkiler biçiminin gelişmesine yol açan şeyin ekonomik alandaki gelişmeler olduğu doğru olabilse de; bu ekonomik gelişmeler, aslında ekonomik olmayan doğanın daha evvel gelen koşullarından kaynaklanmıştır. Bunlar Kuzey Avrupa'nın coğrafyasını, iklimini ve daha evvelki tarihini içermektedir; ve bütün bunların biraraya gelmesi, feodalizm olarak adlandırılan, siyasi olarak merkezsizleşmiş bir toplumun doğuşuna sebep olmuştur. Ve bu ise sırasıyla (burjuva) özgürlüğünün sızmasını, ve nihayetinde onun [burjuva özgürlüğünün] sınıflı devlet-hakimiyetindeki toplumları --tabii ki bizim kendi toplumumuz da dahil olmak üzere-- fethetmesini mümkün kılmıştır.
 

İKTİSAT: BİLİM Mİ, İNSAN DAVRANIŞLARI MI?

Tamamen felsefi meseleleri bir yana bırakırsak, toplumsal yaşamın bir alanının (üretim tarzının gelişiminin) bir bütün olarak toplumun tabiatını ve evrimini belirlediğini iddia etmenin ana sebebi, toplumun gelecekteki gelişimini tahmin edebilmektir. Eğer toplumun tümü, eninde sonunda tek bir özel toplumsal alanın gelişimine dayanıyorsa ve onun tarafından belirleniyorsa; gelecekteki toplumsal koşulları tahmin etmek için yapılması gereken tek şey, o [ekonomik] alanın altında yatan mantığı kavramak ve o gelişimi geleceğe doğru tasavvur etmektir [project, geleceği bu mantığa dayanarak modellemek]. Böylece o alanın veya toplumsal "etmen"in gelişmesi, toplumun bir bütün olarak nasıl evrileceğini dikte edecektir. Diğer bir deyişle, eğer toplumun bir yönü toplumsal gelişmede belirleyici etmen ise, ve eğer birisi o alanın evriminin "devinim yasalarının" mantığını keşfedebiliyor ise; o zaman o kişi, fiziğin evrenin gelecekteki durumunu tahmin etmesiyle aynı şekilde, toplumun evrimini de tahmin edebilir.

Bu yanlızca Marks'ın neden tek-yönlü toplumsal determinizm olarak adlandırabileceğimiz versiyonu savunduğunu açıklamakla kalmaz; aynı zamanda (konumunun baştan sona kabullenirliğinin yanısıra) maddi üretimi neden belirleyici etmen olarak belirlediğini de açıklar. Tüm insan ilişki biçimleri arasında, bilimsel muameleye en uygun düşeni veya öyle gözükeni, ekonomik olanlardır.

Marks ve Engels'in kendi dünya görüşlerini geliştirdikleri dönemde, bilimsel kuramların temelini oluşturuyor gözüken felsefi duruş materyalizm --evrenin temel gerçekliğinin madde olduğu, bilincin ve fikirlerin maddi varlıkların devinimlerinin ve örgütlenmelerinin ürünleri olduğu inancı-- idi. Sonuçta, Marks ve Engels bilimsel toplum kuramının materyalist olması gerektiğini varsaydılar; ve tüm toplumsal alanlar arasında ekonomik olanının en maddi olduğuna  inandılar. Her şeyden öte, ekonomi maddi nesnelerle ilgilidir: aletler, makineler, elbiseler, gıda, vb. Siyasi, kültürel ve ideolojik alanlar ise tam tersine belirgin bir şekilde daha az maddi olan varlıkları içermekteydi. Bundan dolayı, materyalist toplum kuramının ekonomiye dayanması gerekiyordu.

Maddi olmasının yanısıra, ekonomik alan bir başka açıdan da en fazla bilim-dostu alan olarak gözüküyordu. Bilim, görünürde rastgele olan değişiklikler kümesi altındaki ayırt edilebilir sürekli ilişkileri ve tekrarlayan biçimleri araştırır. Deneyler, gözlemler ve diğer veri toplama yollarıyla, ve de sağlıklı bir sezgi dozuyla; bilim adamları sorgulanan fenomenleri açıklayacak bilimsel önermeler [hipotezler] geliştirirler.

Sonra ise, bu önermeler olayları açıklama (ve mümkün olduğunda tahmin etme) yetileri yoluyla kontrol edililirler [doğru olup olmadıkları araştırılır]. Bu gibi açıklama ve tahminler başarılarıyla teyid edilince, önerme bir kurama ve nihayetinde "bilimsel yasalar" olarak adlandırdığımıza dönüşür. Eğer verili bir fenomen kümesi belirli bir soyutlamaya indirgenemezse, yani eğer [bu olgular arasında] bazı genel ve tekrarlanabilir ilişkiler, biçimler veya dinamikler ayırt edilemezse; o zaman bunlar bilimin malzemesi haline gelmezler.

Bugün, toplumun alanları arasında, bilimsel muameleye en uygun olarak gözükeni ekonomik olanıdır. Diğer bir deyişle, kaotik, "kumlu" [gritty] toplumsal yaşamın olayları arasında; bilimsel bir kuram oluşturabilecek ilişkileri, biçimleri ve dinamikleri en hazır şekilde ekonominin dünyasında buluruz.

Burada, örneğin, metaların doğası ve piyasanın genel dinamikleri kavranabilir ve analiz edilebilir. Soyut bir kapitalist tasviri yapılabilir: varoluşu daha çok para kazanmaya indirgenmiş bir kimse. Keza işçi de, basitçe yaşamak için emek-gücünü satmak zorunda olan kişi olarak tanımlanabilir. Başlangıç noktası olarak bu tanımlarla ve yeterince gayretle; ekonomik olmayan fenomenleri dıştalayan, bir sistemin ayırt edilebilir ve tahmin edilebilir bir şekilde gelişimini gösteren bir model, ve nihayetinde de kapitalist ekonominin genel bir kuramı geliştirilebilir.

Yukarıdaki düşüncelerin, Marks'ın sosyalizmin bilimsel temelini geliştirme kaygısının, neden onu belirli bir çeşit "materyalist" tarih ve toplum algısını geliştirmeye yönelttiğini açıkladığını öne sürüyorum.
 

DÖNGÜSEL MANTIĞIN GERİ DÖNÜŞÜ

Ne yazık ki bu kuram, --kapitalizm analizi ve tüm programıyla beraber-- [Marks'ın] hiçbirinin doğruluğunu kanıtlamadığı, toplumsal gerçekliğin belirlendiği ve maddi üretim belirleyici etmen olduğu şeklindeki iki önermeye dayanmaktadır. Bunun yerine, [Marks önce] onları varsaymış ve kendi dünya görüşünün yapısını bu varsayımlar üzerinde inşa etmiştir.

Sonuç olarak, kanıt olarak ortaya koyulanlar (ve ikna olmuş görünenlerin kanıt olarak kabul ettikleri şeyler); bu kanıtlanmamış varsayımları başlangıç noktası olarak ele alan genel kuramının uygulamaları veya örneklemeleri olan, tarihsel olayların ve toplumsal yapıların ayrıntılı bir incelemesinden ibaretttir. Böylece, kuramını kanıtlamak yerine Marks, onun genel mantıklılığının ve toplumsal fenomenler için ikna edici açıklamalar sağlamasının, kanıt yerine yeterli olacağını ummuştur.

Şimdi, öncekinden daha geniş perspektiften bakarak, Marks'ın bütün usulünün, ilk defa onun yöntemini tartışırken karşılaştığımız döngüsel çeşitteki uslamlamaya [mantıksal çıkarım yapmaya] dayandığını görebiliriz. Sosyalizmin öyle ya da böyle kapitalizmin içsel dinamiklerinden ortaya çıkacağını kanıtlamayı amaçlarken; Marks, hem tüm diğer [toplumsal] alanların temeli olan hem de bilimsel muameleye en uygun olan, belirli bir beşeri faaliyet alanını aradı ve bulduğuna da inandı. Bu alanı analiz ederek, Marks kapitalizmin ekonomik sürecininin bir modelini oluşturdu; ve sonra da bu modelin içsel mantığının, sistemi [kapitalizmin] yıkılmasını neredeyse kaçınılmaz kılan koşullara sürüklediğini göstermeye çalıştı.

Ancak, Marks'ın vardığı sonuç başlangıçtaki varsayımları ve argümanının her aşamasındaki usul tarafından zaten önceden belirlenmişti. Birincisi, maddi üretimin kapitalist toplumun ve daha evvelki tüm toplumsal sistemlerin temeli olduğunu, ve onların evrimlerini belirlediğini varsayar. Bu varsayımdan gelerek, kapitalizmin ekonomik dinamiklerini araştırmayı seçer. Ve bir kere daha bu varsayımlara dayanarak, kapitalist üretim alanında keşfettiği dinamiklerin, analizinin dışında bıraktığı ekonomik olmayan etmenler tarafından dengelenmediğini varsayar. Bu sürecin sonunda, bu dinamiklerin kapitalizmin yıkımına ve sosyalizmin kurulmasına yol açacağı sonucuna (pek de şaşırtıcı olmayarak) ulaşır.

Şaşırtıcı olmayarak, bu döngüsel yöntem Hegel'in sergilediğiyle felsefeyle --özellikle Aklın Fenomenolojisi'ndekiyle-- aynıdır. Hegel, varsayımlarını ve yöntemini belirtmeyi ve göstermeyi başlangıçta özellikle reddeder. Bunun yerine, [Hegel] bizi önyargılarımızı bir kenara bırakarak, bilincin kendiliğinden sürecine dahil olmaya ve bunun bizi nereye götüreceğini görmeye çağırır. Tabii ki, sonunda Hegel'in bizim varmamızı istediği yere ulaşırız; çünkü, Hegel'in bilincin kendiliğinden süreci olarak adlandırdığı şey, farkında olmadan kabul etmiş olduğumuz Hegel'in kendi yönteminden başka bir şey değildir. (Bakınız, Aklın Fenomenolojisi, G. W. F. Hegel, Harper and Row, New York, 1967, önsöz.)

Aslında, Hegel üstüne olan kitabında, Martin Heidegger döngüsel mantığı, bir bütün olarak felsefenin asli niteliği olarak değerlendirir. (Bakınız, Martin Heidegger, Hegel'in Tin'in Fenomenolojisi, Indiana University Press, Bloomington, 1994, n. 30.)

Ancak, Marks'ın uslamlaması tüm bu döngüsel usul kadar sorgulanabilir olan ek bir varsayıma dayanmaktadır. İktisat (üretim tarzının gelişimi) insan toplumunun bütün evrimini belirlemiş olsa bile, ve hatta kapitalizm tam da Marks'ın betimlediği şekilde evrilse bile --diğer bir deyişle, Marks'ın kuramı bugüne kadar ki insan tarihinin tam ve doğru bir anlatımı olsa bile--; tarihi bugüne kadar belirlemeye devam eden mantığın nasıl olup da geleceği de belirlemeye devam edeceğini bilebiliriz? Hatta daha önemlisi, bu mantığın daha önce hiç görülmemiş olan bir toplum biçiminin --Marks'ın kendisine göre, tarihte ilk defa kendi kaderlerimizin bilinçli kontrolü de dahil olmak üzere, tamamen yeni kurallara göre işleyen bir toplumun-- yaratılmasına yol açacağını nasıl bilebiliriz?

Belki de, bu yeni toplumun yaratılması kapitalizmin içsel mantığının bir uzantısı olmayacak, aksine bu mantıktan devrimci bir ayrılma, ondan radikal bir kopuş olacaktır? Her ne kadar Marks kapitalizmden sosyalizme geçişi, "gereklilik alanından özgürlük alanına doğru bir sıçrama" olarak tanımlasa da, kuramında bu sıçrama bugüne değin insanlık tarihini belirleyen aynı mantıkla gerçekleşmektedir.

Bu, tek başına Marksistlerin-önderliğindeki devrimlerin totaliter sonuçlarını açıklamaya yeter. Kendi kuramlarına göre, bugüne kadar tarihi belirleyen aynı (zorcu [güç kullanan, zora başvuran]) mantık sayesinde ideal toplumun yaratılacağına inanan insanlar; fırsatını bulurlarsa, zora dayanan ve [zor kullanımını] içeren bir toplum yaratacaklardır.
 

KURAMIN KÜSTAHLIĞI

Ancak, bu varsayımın arkasında daha da belirsiz olan başka bir varsayım vardır. Bu, Marks'ın kendi kuramının ve genel olarak bilimsel kuramların, gerçekliği tam olarak açıklama yetisine sahip olduğu inancıdır. Diğer bir deyişle, Marks, mutlak veya mutlağa yakın bir şekilde gerçekliğin güvenilir bir yeniden üretimi anlamında, bilgimizin gerçek veya potansiyel olarak doğru olduğuna inanıyordu.

Tam aksine, ben bilgimizin --özellikle de toplumsal hayata ilişkin bilgimizin-- gerçekliğin doğru yapısı hakkında göreceli, en iyisinden yaklaşık bir sanı [ing. conjecture, tahmin] sağladığına inanıyorum. Şimdi bile fiziğin gerçekliklerini ortaya koyduklarına inanılan --görecelilik ve kuantum mekaniği kuramları gibi-- kuramların bir gün yanlış oldukları, veya en iyisinden daha geniş kuramların sınırlı, yaklaşık olarak doğru altkümeleri oldukları gösterilecektir --Isaac Newton'un devinim yasalarının bugün görüldüğüne oldukça benzer bir şekilde. Bana göre, kozmos, evrenin küçük bir kıyısından bakarak, sınırlı aklımızla tam olarak kavranamayacak kadar büyük ve karmaşıktır. Diğer bir ifadeyle, gerçeklik onu kuramsal olarak açıklamaya çalışan tüm girişimlerin üstünden atlayıp geçmektedir; ne kadar parlak olsa da, herhangi bir kuramdan daima çok daha karmaşıktır --grift ve tahmin edilemezdir.

Ancak bazıları bilgimizin ilerlemesinden o kadar etkilenmiştir ki, "bilimsel yasalar" olarak adlandırılan kuramımızın gerçekten gerçekliği belirlediğini düşünürler. Diğer bir deyişle, doğru, gerçekliğin altında yatan yapı, keşfettiğimiz "bilimsel yasalardan" oluşur.

Önemli bir derecede, bilimin kendisi de bu eğilimden acı çeker (bizzat "bilimsel yasa" teriminin anlattığı üzere). Ancak, kuramların gerçeklik karşısında devamlı olarak test edilmesi talebi ve bütüncül, mantıksal olarak birleşik bir felsefi sistem iddiasında olmaması gerçeği sayesinde; [bilimin kendisi] bu yanlışın en kötü etkilerinden sakındı. Sonuç olarak, belirli bazı bilim adamlarının inançları ne olursa olsun, bilim pratikte kuramın içsel olarak [özü itibariyle] sınırlı olduğunu kabul eder --en azından gerçekliğin çok daha karmaşık olduğunu kavramaya girişir.

Bunun aksine, Marksizm tam da bu aldanma üzerine kurulmuştur. Materyalist olma iddiasına rağmen, Marks, Marksist kuramın, "devinim yasası"nın keşfettiklerinin altta yatan, doğru gerçeklik olduğunu; ve dışsal gerçekliğin --algıladığımız gerçekliğin-- bu kuramın bir yansıması olduğunu ve onun tarafından belirlendiği öne sürer. Bu, vurguladığım üzere felsefi İdealizm'in duruş noktasıdır. (hem Marks hem de Hegel'e uygun olan bu sorunun mükemmel bir tartışması için, bakınız Marks ve Hegel'de Doğru ve Gerçeklik: Bir Yeniden Değerlendirme, University of Massachusetts Press, Amherst, 1980.)
 

SERMAYE KURAMI: AHLAKİ BİR DOKTRİN

Tabii ki tüm bu sorular, benim inandığım üzere kanıtlanmaya değer değilseler eğer, o zaman benim argümanım da Marks'tan daha fazla kanıtlanabilir değildir. Ancak, inançların sıklıkla pratik sonuçları vardır ve buna göre yargılanabilirler. Ve Marksizmin pratik sonuçları da hissedilebilirdir.

Diğer şeylerin yanında, Marksizm, insan varoluşunun geçmişteki ve bugünkü barbarlığıyla derinden rahatsızlık duyan belirli insanlar --tamamen olmasa da özellikle entelektüeller-- üzerinde güçlü bir çekim oluşturur. Bu gibi bireyler için, Marksizm oldukça cazip bir doktrindir.

Yine Marksizmin cazibelerinden birisi de geleceğe ilişkin görüşüdür: mazlum ve ezilenlerin küresel bir ayaklanmasıyla yaratılacak olan sınıfsız, devletsiz, tamamen demokratik ve adil bir toplum. Bu görüş Yahudi-Hristiyan geleneğine kadar gider; ve olumlu ya da olumsuz olsun, neredeyse tam bir küresel hegemonya kurmayı başaran Batı uygarlığının ahlaki duygularının derinliklerinde köklenmiştir.

Tamamıyle buna bağlı olarak, Marksizm güncel toplumun adaletsizliklerine karşı ahlaki öfkenin bir onaylamasını sunar. Bu tip öfkenin sadece geçerli olmakla kalmayıp, tarihin de onların yanında olduğunu --yani, er ya da geç tarihin şeytanın yıkılmasını, iyi ve adil olanın zaferini göstereceğini-- söylemek oldukça morallendiricidir.

Son olarak, [Marksizmin] "kuram ve pratiğin birliği" amentüsünü ciddi bir şekilde kabul eden ve Marksist örgütlere katılan Marksistler için, Marksizm bir insanın hayatına bir odak ve yapı sağlar. Bu ve diğer etmenler sonucunda, var olduğu 150 yıl boyunca Marksizm çok sayıdaki insan için sıradışı şekilde güçlü bir çekime sahip olmuştur.

İkna olmak veya ikna edilmek isteyen insanlar için, Marksizmin bilimsel olma iddiaları çok uygundur. Özellikle, Marksizm, akademi tarafından üstünlükleri nedeniyle değerli kabul edilen ekonomi, sosyoloji ve siyaset bilimi alanları kadar bilimsel gözükür. Marks'ın araştırmasının ayrıntılı olması, alanının genişliği ve kuramının yaratıcılığı; ve tüm yönlerinin mantıksal olarak tutarlı gözükmesi durumu; tüm bunlar, Marksizmin bilimsel olduğu inancına katkıda bulunur. Diğer bir deyişle, tam bir bütüncül doktrin arayan insanlar için Marksizm, bilimsel gibi veya en azından gelişme sürecindeki toplum bilimine mantıklı bir ilk yaklaşım olarak görülür.

Ancak, Marksizm yanlızca baştan çıkarıcı bir doktrin olmakla kalmaz, aynı zamanda bağımlılık da yaratır. Bir kez ona teslim olunduğunda, kişinin önemli yetenekleri [güçleri] bozulmaya başlar. Marksistler, onunla ilgili olan meselenin, diğer kuramları analiz etme yollarının neler olduğunu anlamak amaçlarıyla; Marksizmi eleştirel olarak ele almazlar. Daha ziyade, onu geçerli kılmak, onun onanması için çabalamaya dikkate değer bir enerji sarf ederler. Marksist kuramda bolca olan sayısız çelişkiyi ve sorguya açık önermeyi açıklamamak veya önemsememek için oldukça ileri giderler. (Sosyalizm kaçınılmaz mıdır, yoksa yüksek ihtimalli midir? Bilinç, maddi gerçekliğin basit bir yansıması mıdır, kendi sahip olduğu bir özerkliği var mıdır? Eğer Marksizm proletaryanın doğru duruş açısıysa, neden proletarlar sosyalist değilllerdir? Ve neden hala enternasyonalist sosyalist devrim gerçekleşmemiştir?) Bir kere kabullenildiğinde, Marksizm vazgeçilmesi oldukça güç bir şeydir; ve aynen diğer bağımlılık türleri gibi, bunu gerçekleştirmek genellikle yoğun duygusal ve ahlaki krizleri [beraberinde] getirir.

Benim buradaki argümanım açısından en önemlisi belki de Marksizmin, Marksistlerin ahlaki duyarlılıkları üzerinde derin bir etkiye sahip olmasıdır. Marksizmin Doğru olduğuna dair inanç; Marksistlerin çoğuna, başka durumlarda yapmayacakları eylemleri desteklemeleri, haklı kabul etmeleri ve gerektiğinde bizzat gerçekleştirmeyi sağlayan psikolojik bir inanç, ahlaki bir katılık kazandırır. Bir kimse Marksizmin gerçekliğin doğru kuramını ve insanlığın kurtuluşunun --yüzyıllardır süren tahakküm, yoksulluk, hastalık ve savaşın sona ermesi-- doğru yolunu gösterdiğine inanırsa ancak, [işte o zaman] devletin kontrolünü ele geçirmeye, ve Marksist anlayışta gereken şiddetli toplumsal mühendisliği yürütmek üzere bu kurumun devasa zor gücünü kullanmaya istekli olacaktır.

Aslında, bunu Danimarkalı felsefeci Soren Kierkegaard'ın tanımlamak için yoğun emek harcadığı bir diyalektik olan, kesinliğin şüpheyle olan mücadelesi olarak tasvir etmek belki de daha doğru olacaktır. Şüphecilerle kuşatılmış olan pekçok Marksist, Marksizmin yanlış olabileceği gerçeğinin farkındadır. Ancak kendi inançlarının doğruluğunu kanıtlamak için mücadele etmeye devam ederler. Bu dinamik --yani, kendini inancının doğruluğu hakkında ikna etmeye çalışan birisi--, dinsel veya ideolojik fanatizmin kökünde yer alır ve batmasına yol açan güçlerden birisini sağlar.

Marksizmin işte bu yönü, görünürde nazik, hümanist olan --en yüce ahlaki duyarlılıkla hareket eden-- insanların nasıl --milyonlarca insanı öldürmek, hapse atmak ve onlara işkence etmek de dahil olmak üzere--, en acımasız tedbirleri gerçekleştirme yetisine sahip olabildiklerini açıklar (veya açıklanmasına yardım eder). Benzer şekilde, bu rejimlerin gerçek doğası hakkında ikna edici kanıtlar olmasına rağmen, çok sayıdaki insanın sözde "sosyalist toplumlar" hakkında sahip oldukları derin hayalleri de açıklar. Bu şekilde görülünce, Marksizm ve onun asli bir parçası olan sermaye kuramı, nihayetinde etik veya ahlaki bir doktrindir. İnsanlığın kurtuluşu için mücadele etmek adına, [Marksizm] tam bir zor ve her şeye kadir devletin [uyguladığı] şiddet sayesinde toplumu yeniden şekillendirme çabalarını haklı çıkarır.

Tabii ki, Marksistlerin --yanlış olsa bile-- istedikleri gibi düşünmeye hakları vardır. Ancak, kendi yanlışlarını herkese dayatmak üzere devletin diktatörce gücünü kullandıklarında, sonuç hiç de insanlığın özgürlüğü olmaz; ve asla olamaz da.

Çeviri: Anarşist Bakış


Kaynak: "Karl Marx's Theory of Capital", The Utopian Magazine, Sayı 1, Ağustos 2000.
1