KISIM C.2
KARLAR NEREDEN KAYNAKLANIR?
 
 
C.2.1 Bu Artık Neden Vardır?
C.2.2 Kapitalistler Artı Değerin Bir Kısmına Kendi Adlarına El Koymakta (Yani Kar Yapmakta) Haklılar mı?
C.2.3 İcat Neden Gerçekleşir ve Karları Nasıl Etkiler?
C.2.4 İşçi Denetimi İcadı Boğmayacak mıdır?
C.2.5 İdareciler İşçi ve Bu Nedenle de Değerin Yaratıları Değiller mi?
C.2.6 Faiz Beklemenin Karşılığı Olan Bir Ödül Değil mi, ve Bu Nedenle Kapitalizm Adil Değil mi?
C.2.7 Ancak Paranın "Zaman Değeri", Daha Eşitlikçi Bir Kapitalizmde Faiz Almayı Meşru Kılmaz mı?
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler, açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.

Bir önceki kısımda bahsedildiği üzere, karlar kapitalizmin itici kuvvetidir. Eğer kar yapılamazsa, ne kadar çok insan ona "sübjektif olarak değer biçmiş" olursa olsun, o mal üretilmez. Ancak kar nereden kaynaklanır?

Parayı çoğaltmak için, paranın sermayeye dönüştürülmesi gerekir --örn. atölyeler, makinalar ve diğer "sermaye malları". Ancak sermaye kendi başına (aynen para gibi) hiçbir şey üretmez. Sermaye ancak emek süreci içerisinde, işçiler sermayeyi kullandığı zaman üretken hale gelir ("Emekle gübrelenmedikçe ne mülk ne de sermaye bir şey üretir" - Bakunin). Kapitalizmde, işçiler yalnızzca mevcut sermayeyi ve kendi varoluşlarını sürdürmeye yetecek bir değer üretmekle kalmazlar, aynı zamanda bir artık [surplus] da üretirler. Bu artık kendisini mal fazlası olarak ifade eder --yani işçilerin ücretleriyle geri satın alabileceklerinin üzerinde olan meta miktarları. Bu nedenle Proudhon [şöyle der]:

"İşçi, efendisi için ürettiği kadarını. . . geri satın alamaz. Bu tüm ticaretler için böyledir. . . çünkü şu veya bu biçimde kar yapan bir efendi için üreterek onlar, ona edinmek için kendi emeklerinin karşılığında daha fazlasını ödemeye zorlanırlar." (What Is Property, s. 189)
Diğer bir deyişle, üretilen tüm malların fiyatı, bu mallar üretildiğinde işçilerin aldığı ücretler tarafından temsil edilen değerden (artı hammadde ve makinaların yıpranması gibi genel masraflar) daha büyüktür. Bu "artı-değer"de [surplus-value] içerilen emek, piyasada paraya dönüşmesi gerekecek karın kaynağıdır. (Pratikte, tabii ki, artı-değer olarak temsil edilen değer --maliyet fiyatı ile piyasa fiyatı arasındaki fark [olarak]-- kar biçiminde üretilen tüm metalar arasında bölüşülür).

Açıktır ki, kapitalist ekonomi yanlılıları artığın nasıl ortaya çıktığını açıklayan bu kurama karşı çıkarlar. Ancak, artığın kaynağının neden (söz gelişi) "bekleme", risk veya sermaye (bu argümanlar ve diğerleri aşağıda tartışılacaktır) değil de, emek olduğunu görmek için tek bir örnek yeterli olacaktır. İyi bir poker oyuncusu malzeme (sermaye) kullanır, risk alır, memnuniyetini erteler, stratejik bir davranış içindedir, hilelerin yanısıra yeni numaralar dener (icat yapar), ve büyük paralar kazanır (ve hatta bunu tekrar tekrar yapabilir). Ancak böylesi bir davranıştan hiçbir artı ürün ortaya çıkmaz; kumarbazın kazandığı paralar, yeni bir üretim olmaksızın, basitçe diğerlerinden yapılan bir yeniden bölüşümdür [redistribution]. Yani risk-alma, sakınma [abstinence, burada harcayacak durumdayken harcamama], girişimcilik, vb. bir bireyin kar elde etmesi için gerekli olabilir, ancak bunların başkaların[ın gelirleri üzerinden yapılan] tam bir yeniden bölüşüme sebep olmaması için yeterli olmaktan çok uzaktır. (ekleyebiliriz ki, yeniden bölüşüm kapitalizmde ancak satmak üzere malları işçiler üretirlerse gerçekleşebilir).

Böylece, kapitalizmde karın üretilmesi için iki şey gereklidir. Birincisi, mevcut sermayeyi işleyecek bir grup işçi. İkincisi, ücret olarak onlara ödenenden daha çok değer üretmeleri. Eğer yalnızca birinci koşul varsa, ortaya çıkan yegane şey toplumsal refahın bireyler arasında yeniden bölüşülmesidir. İkinci koşulla birlikte, tam anlamıyla artık üretilir. Ancak her iki durumda da işçiler sömürülürler, çünkü onların emekleri olmaksızın ne mevcut refahın yeniden bölüşümü ne de artı ürünlerini sağlayacak mallar olmayacaktır.

Emek tarafından üretilen artı değer karlar, faiz ve kira arasında (daha doğrusu, emek dışındaki çeşitli üretim faktörlerinin sahipleri arasında) bölüşülür. Pratikte, sermaye sahipleri tarafından bu artık [şu amaçlarla] kullanılır: (a) yatırım; (b) eğer varsa, sahip oldukları hisseler için kendilerine ödenti yapmak amacıyla; (c) kira ve faiz ödemelerini gerçekleşetirmek için; (d) (bazen mülk sahipleriyle özdeş olan) idareci [executives] ve yöneticilere [managers], işçilerin ücretlerinden çok daha yüksek olan paralar ödemek için. Artık farklı kapitalist gruplar arasında bölüştürülürken, bu (lafın gelişi) endüstriyel kapitalistler ile finans kapitalistleri arasında çıkar çatışması olabileceğini ima eder. Örneğin, faiz oranlarındaki bir artış, artığın daha fazla bir kısmının rantiyerlerin eline devredilmesi nedeniyle endüstriyel kapitalistleri sıkıştırabilir. Böylesi bir [faiz] artışı iflaslara ve böylece de [ekonomik] çöküşlere neden olabilir (aslında artan faiz oranları, genel işsizliğe yol açarak işten atılma korkusuyla işçileri disiplin altına alma yoluyla işçi sınıfı gücünün düzenlenmesinde anahtar niteliğinde bir araçtır). Artık --mevcut sermayenin yeniden üretilmesi iiçin kullanılan emek gibi-- mamül metada cisimlenmiştir ve satıldığı zaman paraya dönüşür. Bu, işçilerin emeklerinin tam değerini almadıkları anlamına gelir, çünkü mülk sahipleri tarafından yatırım yapmak için el konulan, vb. artık, işçilerin metaya sağladığı katma değeri temsil eder --karşılığını almadıkları değer.

Böylece kapitalist karlar (ve yine kira ve faiz ödemeleri) özünde ödenmemiş emek'tir [unpaid labour], ve bu nedenle kapitalizm sömürüye dayanmaktadır. Proudhon [şunu] belirtiyordu, "Ekonomistler, ürünlerin yalnızca ürünler tarafından satın alındığını söylerler. Bu vecize mülkiyetin mahkum edilmesidir. Ne kendi emeğiyle ne de onun kullanılmasıyla bir şey üretmeyen ve bir şey vermeksizin ürünler elde eden mülk sahibi, ya bir asalaktır ya da bir hırsızdır." (Op. Cit., s. 170) Kapitalizmi, zanaatkar ve köylü ekonomilerinin basit meta üretiminden ayıran şey işçilerden elde edilen bu refaha el konulmasıdır. Şunları söyleyen Bakunin'e tüm anarşistler katılacaktır:

"bugünkü biçimiyle mülkiyet nedir, sermaye nedir? Bunlar, kapitalist ve mülk sahibi açısından, çalışmadan yaşamak için devlet tarafından güvence altına alınan bir güç ve hak; ... (ve böylece) üretken güçlerini bu ikisinin [iktidar ve hakkın] şanslı sahiplerine satmak zorunda (olan) . . . başkalarının . . . emeğini sömürerek yaşama gücü ve hakkı . . . demektirler." (The Political Philosophy of Bakunin, s. 180)
Açıktır ki kapitalizmin destekçileri buna katılmayacaklardır. Karlar sömürünün ve işçilerin bir ürünü değildir, kapitalistlere ve toprak sahiplerine çıktıya yaptıkları katkıların değeri ödenmektedir, derler. Ve hatta, gerçek işi insanoğulları (ve genellikle para [kazanmak] için) yapmak zorundayken, pek az bir kısmı da "sizin için parayı işletirler" derler (sanki kağıt parçaları gerçekten de bir iş yapma biçimiymiş gibi!). Ancak, hepsi de kapitalizmin sömürücü olmadığı (ne kadar sömürücü gözükürse gözüksün) ve kapitalistlerin başkalarının ürünlerini neden eline geçirmeyi hak ettikleri konusundaki çeşitli argümanlar üstünde görüş birliği içerisindedirler. SSS'ın bu kısmı anarşistlerin bu iddiaları reddetmelerinin bazı sebeplerini ortaya koyacaktır.

Son olarak, kapitalizmin bazı müdafilerinin, modern kapitalist ekonomide kar, faiz ve kiranın toplamın yüzde yirmisinin altında bir sayıya denk düştüğü, bütün gelirlerin büyük bir kısmının "emek"e gittiği ampirik olgusuna gönderme yapmalarını ele almak istiyoruz. Tabii ki --artı değer işçilerin [ürettiği] çıktının % 20'sinden daha az bir tutar olsa bile-- bu onun sömürücü tabiatını değiştirmez. Kapitalizmin bu müdafileri, vergilendirmenin tüm gelirlerin % 10'una denk düşmesinin, [verginin aslında bir] "hırsızlık" [demek olduğu gerçeğini] değiştirdiğini söylemezler. Ancak, kar, faiz ve kiraya ilişkin bu değer istatistiksel bir el çabukluğuna dayanmaktadır; "işçi", yöneticiler ve CEO'lar dahil olmak üzere şirketten bir maaş alan herkesi kapsayacak şekilde tanımlanmıştır (diğer bir deyişle, "emek"e giden gelir hem ücretleri ve hem de maaşları içermektedir). Birçok yönetici ve CEO'nun edindiği büyük gelirler, tabii ki, bütün gelirlerin büyük bir kısmının "emek"e gitmesini sağlayacaktır. Böylece bu "olgu" pek çok yöneticinin de facto kapitalist ve artı değerin sömürücüsü olması rolünü ve son 50 yıl içinde endüstride yaşanan değişiklikleri gözardı eder (Kısım C.2.5'e bakınız - İdareciler işçi ve bu nedenle de değerin yaratıcıları değiller mi?)

Modern kapitalizmdeki sömürünün daha iyi bir resmini elde etmek için, işçilerin ücretlerini onların üretkenliği ile karşılaştırmamız gerekir. Dünya Bankası'na göre, 1966'da, ABD imalat sanayi ücretleri üretimdeki katma değerin % 46'sına eşitti (katma değer, satış fiyatı ile üretim sürecinde kullanılan hammadde ve diğer girdilerin maliyetleri arasındaki farktır). 1990'da, bu rakam % 36'ya düşmüştü ve (ABD Sayım Bürosu 1992 yılı Ekonomik Sayımı rakamlarına göre) 1992'de % 19.76 (yönetileri ve benzerlerini dahil eden toplam maaş/ücret ödemelerini alırsak % 39.24) olarak gerçekleşti. ABD inşaat sanayisinde, ücretler 1992'de katma değerin % 35.4'ü kadardı (toplam maaş/ücret ödemeleri olarak % 50.18). Bu nedenle, gelirin büyük bir yüzdesinin "emek"e gidiyor olması nedeniyle kapitalizmin hoş olduğu argümanı, bu sistemin gerçekliklerini ve onun hiyerarşik tabiatının yarattığı sömürüyü gizler.

Şimdi bu artı değerin neden var olduğuna geçeceğiz.
 

C.2.1 BU ARTIK NEDEN VARDIR?

Başkalarının, var olmak için, işçinin ürününü tekelleri altına alması kapitalizmin tabiatıdır. Bu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetten, ve böylece "işçinin, çalışabilecek durumdayken, emeğini gerçek karşılığından daha düşük bir paraya satmayı kabul etmedikçe, sürecek tek bir akre, işletebilecek tek bir makina bulamaması . . . sonucu"ndan kaynaklanır (Kropotkin's Revolutionary Pamplets, s. 55).

Bu nedenle işçiler emeklerini piyasada satmak zorundadırlar. Ancak, bu "meta" "mülkün parçaları gibi işçi olan kişiden ayrılamaz. İşçilerin kapasiteleri zaman içinde geliştirilir, ve [işçinin] kendisinin ve kendi benliğinin ayrılmaz bir parçasıdır; kapasiteler kişiyle dışsal değil içsel bir şekilde ilgilidir. Dahası, kapasiteler veya emek gücü, işçinin kendi iradesini, kendi anlayış ve deneyimini uygulamaya sokmaksı olmaksızın kullanılamaz. Emek gücünün kullanımı onun 'sahibinin' mevcudiyetini gerektirir . . . Emek gücünün kullanımı için sözleşme yapmak, yeni sahibinin gereksindiği şekilde kullanılmadığı müddetçe kaynak israfından başka bir şey değildir . . . Bu nedenke, iş sözleşmesi işveren ile işçi arasında bir emir ve itaat ilişkisi olmalıdır." (Carole Pateman, The Sexual Contract, s. 150-1)

Böylece, "işçinin kendi emeğini sözde satmasını sağlayan sözleşme öyle bir sözleşmedir ki, [işçi] kendi kapasitelerinden ayrılamayacağı için, kendi bedeninin ve kendisinin kullanımı hakkını sattığı bir sözleşmedir. . . Bu durumun [betimlediği] özellikler ücretli köle tanımıyle kavranabilir." (Ibid., s. 151) Veya Bakunin'in sözlerini kullanırsak, "işçi kendisini ve kendi özgürlüğünü belli bir süre için satar", ve böylece "belirli bir süre için yapılmış [olması] ve işçinin işverenini terk etme hakkı saklı tutulmak kaydıyla, bu sözleşme bir tür gönüllü ve geçici serflik ortaya çıkarır." (The Political Philosophy of Bakunin, s. 187)

Bu tahakküm artığın kaynağıdır, çünkü "ücretli kölelik sömürünün bir sonucu değildir --sömürü, emek gücünün satılmasının işçinin boyun eğmesini gerektirmesi olgusunun bir sonucudur. İş sözleşmesi kapitalistten bir efendi yaratır; o, işçinin emeğinin nasıl kullanılacağı üstünde politik hakka sahiptir, ve --sonucunda da-- sömürüyle meşgul olabilir." (Carole Pateman, Op. Cit., s. 149)

Yani karlar işçilerin kendilerini kapitaliste satmaları nedeniyle ortaya çıkar; [böylece ardından kapitalist] onların faaliyetlerine sahip çıkar ve, onları bir makina gibi kontrol eder (veya daha doğrusu onları kontrol etmeye çalışır). Benjamin Tucker, sermayenin kullanımı karşılığında bir ödülü hak ettiği iddiaları üstünde yorumda bulunur. Şuna işaret eder; bazıları "artı değerin --sıklıkla kar olarak adlandırılır-- emeğe ait olduğu çünkü bunu onun yarattığı doktrinine, bir atın da kendi başına yarattığı artı değere sahip çıkma hakkı olacağını söyleyerek karşı çıkarlar. Böylece, bunu[n üzerinde hak] iddia edecek bir anlayışa ve bunu almak için güce sahip olduğu zaman bunu yapacaktır. . . Bu argüman . . bazı insanların doğuştan diğerleri tarafından sahiplenildiği --aynen atlarda olduğu gibi-- varsayımınna dayandırılır. Böylece bu kendi üzerine kapanan bir reductio ad absurdum'a [tam bir saçmalığa] dönüşür." (Instead of a Book, s. 495-6)

Diğer bir deyişle, sermayenin ödüllendirilmesi gerektiğini öne sürmek, örtük bir şekilde işçilerin de makinalar gibi --insanoğulları, ve nesnelerin değerlerinin yaratıcısı olmaktan ziyade bir başka "üretim faktörü"-- olduğunu varsaymak demektir. Yani karlar, kapitalistin işgünü boyunca işçinin faaliyetini ve ürününü kontrol etmesi nedeniyle vardır (yani, [kapitalist] çalışma saatleri boyunca, faaliyet bedenden ayrılamayacağı için [işçilere] sahip olur; ve "beden ile kişilik arasında birbirinden ayrılmayan bir ilişki vardır. Beden ve kişilik özdeş değildirler, ancak kişilikler bedenlerden ayrılamaz." (Carole Pateman, Op. Cit., s. 206)).

Tamamen ürün anlamında ele alındığında, bu --Proudhon işaret ettiği üzere-- işçilerin "onlara ödeme yapan ve ürünlerini alan girişimci için" (Martin Buber'in alıntısı, Paths in Utopia, s. 29) çalışmasıyla sonuçlanır. Kapitalistlerin bu şekilde bir başkasının zamanını ve ürününü tekelleştirmesi, kamusal veya özel devletler tarafından dayatılan "mülkiyet hakları" ile kutsallaştırılır. Kısacası, bu nedenle mülkiyet "--başka bir sanayinin ve emeğin meyvesi olan-- başkalarının mallarından zevk alma ve istediğinde de elinden çıkarma hakkı"dır (P. J. Proudhon, What Is Property, s. 171). Ve bu "hak" nedeniyle, işçinin ücreti daima ürettiği değerden daha az olacaktır.

Artığın büyüklüğü, [yani] ödenmemiş emek miktarı, çalışma süresi ve yoğunluğu değiştirerek değiştirilebilir (yani işçileri daha uzun ve daha yoğun çalıştırarak). Eğer çalışma süresi artırılırsa, artı değer miktarı kesinlikle artacaktır. Eğer çalışma yoğunluğu artırılırsa --örn. üretim sürecindeki bir icat sayesinde-- artı değer miktarı göreceli olarak artar (yani işçiler, patronları için daha fazla ödenmemiş emek demek olacak, ücretlerinin eşdeğerini işgünü içinde daha kısa bir zamanda üretirler).

Böylesi bir artık, emeğin --aynen diğer metalar gibi-- bir kullanım değeri ve bir de değişim değerinin olduğuna işaret eder. Emeğin değişim değeri işçinin ücretidir; kullanım değeri ise onu satın alan kapitalistin istediğini üretme, çalışma yetisidir. Böylece, "artı ürünlerin" varlığı, ortada emeğin değişim değeri ile kullanım değeri arasında bir fark olduğuna, yani emeğin potansiyel olarak ücret olarak karşılığını aldığından daha çok bir değer yaratabileceğine işaret eder. Potansiyel olarak diye vurgu yapıyoruz, çünkü emekten kullanım değeri alınması, bir ton kömürden birçok jullük enerji alınmasına benzeyen basit bir işlem değildir. Emek gücü, emekçiyi kapitalistin iradesine tabi kılmaksızın kullanılamaz --diğer metaların aksine, emek gücü ayrılmaz bir şekilde insanoğullarında cisimleşmiş olarak kalır. Gerek kullanım değerinin ele geçirilmesi gerekse emeğin değişim değerinin belirlenmesi işçilerin faaliyetlerine dayanır --ve tamamen [onların faaliyetlerince] düzenlenirler. Ne saatler boyunca süren çalışma, ne işte harcanan zaman, ne de bunun karşılığında alınan ücret, işçinin bir metaya, bir emir alıcısına dönüştürülmeye karşı direnci hesaba katılmaksızın belirlenebilir. Diğer bir deyişle, işçiden çıkarılan "artı ürünler", işyerindeki insansızlaştırmaya karşı direnişe, işçinin çalışma saatleri boyunca hürriyetin yok edilmesine karşı direnme girişimlerine dayanır.

Özel mülkiyette belirgin olan bu otorite ilişkilerinin bir sonucu olan ödenmemiş emek karların kaynağıdır. Bu artığın bir kısmı kapitalistleri zenginleştirmek ve bir kısmı ise sermayeyi artırmak için kullanılır --bu ise sonucunda sonsuz bir döngü [cycle] içinde karları çoğaltmak için kullanılır (ancak devamlı bir artış olmayan, dönemsel durgunluk ve çöküntülerle kesintiye uğrayan bir döngü --"İş Çevrimi." Bu gibi krizlerin temel nedenleri ileride, Kısım C.7 ve Kısım C.8'de tartışılacaktır).
 

C.2.2 KAPİTALİSTLER ARTI DEĞERİN BİR KISMINA KENDİ ADLARINA EL KOYMAKTA (YANİ KAR YAPMAKTA) HAKLILAR MI?

Tek bir kelimeyle, hayır. Göstermeye çalışacağımız üzere, kapitalistler işçilerden artı değer elde etmekte haklı değildirler. Kapitalist ekonomi bilimi tarafından bu el koyma nasıl açıklanırsa açıklansın, bu el koymanın gerçek nedenlerinin bazı gerçek üretken fiillerden ziyade refah ve güçteki eşitsizlikler olduğunu görürüz. Aslında, neo-klasik ekonomi herkesçe bilinen bu gerçeği yansıtır. Tanınmış sol-kanat ekonomist Joan Robinson'un sözleriyle:

"neo-klasik kuram kar veya sermayenin değeri sorunlarına bir çözüm içermemektedir. Onlar, var olmayan bir temel üzerinde devasa bir matematiksel kuramlar yapısı diktiler." (Contributions to Modern Economics, s. 186)
Eğer karlar özel mülkiyetin ve bunun ürettiği eşitsizliğin sonucu ise, o zaman neo-klasik kuramın Robinson'un söylediği gibi temelsiz olması şaşırtıcı olmayacaktır. Bu her şeyden öte politik bir sorudur, ve neo-klasik ekonomi bu soruyu gözardı etmek üzere geliştirilmiştir. Biz burada durumun neden böyle olduğunu belirtecek ve neden yanlış olduklarını göstermek üzere kapitalist karın çeşitli mantıklarını tartışacağız.

Bazıları karın kapitalistin metanın değerine yaptığı "katkı" olduğunu düşünmektedir. Ancak, David Schweickart'ın belirttiği gibi, " 'sermaye sağlamanın' 'onun kullanılmasına izin vermek'ten başka bir anlamı yoktur. Ancak izin verme eylemi, kendi başına üretken bir faaliyet değildir. Eğer emekçiler çalışmayı bırakırlarsa, herhangi bir toplumdaki üretim de durur. Ancak eğer [sermaye] sahibi izin vermezse, üretim ancak onların üretim araçları üzerindeki otoritelerine riayet edilirse etkilenir." (Against Capitalism, s. 11) Bu otorite, daha önce tartışıldığı üzere, birincil amacı kapitalistlerin işçilerin üretim araçlarına erişimini bahşetmek veya reddetmek yetisini güvence altına almak olan devletin baskıcı mekanizmalarından kaynaklanır. Bu nedenle, yalnızca "sermaye sağlamaya" [veya] üretken bir faaliyet olmasına değil, aynı zamanda emek tarafından üretilen değerin dikkate değer bir kısmına el konulmasını (vergiler yoluyla) gerektiren örgütlü bir zor sistemine de bağlıdır (bu nedenle de asalaktır). Tamamen "izin bahşetmeye" dayanan ve bu nedenle de üretken bir faaliyet olmayan kiranın da yine "kar" olarak düşünülebileceğini söylemek gereksizdir. Aynı şey faiz için de söylenebilir --[ilgili] argüman biraz değişik olmaklaa beraber (bakınız Kısım C.2.6)

Kapitalistlerin "üretime katkısı" argümanıyla ilgili başka bir sorun ise, bunun [geçerli olması için] ya (a) bir şeyin üreticisinin kim olduğunun kesin bir tanımlamasına (ki bu durumda yalnızca işçilere itibar edilmelidir), veya (b) üretken çalışmayı olası kılan durumlara hangi bireylerin katkıda bulunduğunun gevşek bir tanımlamasına [ilişkin] varsayım yapılmalıdır. İşçinin üretkenliğinin kısmen kapitalist tarafından sağlanan mülkiyetin kullanılmasıyla olası hale gelmesi nedeniyle, kapitaliste "üretime katkıda bulunma" konusunda itibar edilmesi gerektiği, ve böylece de onun bir ödülü (yani karı) hak ettiği söylenebilir.

Ancak eğer (b) varsayılırsa, o zaman bu itibar etme zincirinin neden kapitalistte durdurulması gerektiği açıklanmalıdır. Tüm insani faaliyetler karmaşık bir toplumsal ağ içinde gerçekleştiği için, birçok etmenin işçilerin üretmesini olanaklı kılan konumlara katkıda bulunduğu söylenebilir --örn. yetiştirilmeleri ve eğitimleri, onların istihdam edildikleri yerin işlemesini mümkün kılan altyapıyı sağlayan hükümet, v.b. Şurası kesindir ki kapitalistin mülkü de bu anlamda katkıda bulunmaktadır. Ancak onun katkısı, sözün gelişi işçinin annesinin emeğinden daha az önemlidir. Ancak bizim bildiğimiz kadarıyla bugüne kadar hiçbir kapitalist, firmanın kazançlarından işçilerin annelerine tazminat ödememiştir --ve bilhassa kapitalistlerin aldığından daha büyük bir payı. Ancak, açıkçası eğer kendi mantıklarını tutarlı bir şekilde izelerlerse eğer, kapitalistler böylesi bir tazminatın adil olacağını kabul edeceklerdir.

Bu nedenle, sermaye kendi başına üretken olmadığı ve (zihinsel ve fiziksel) insan emeğinin ürünü olduğu için, anarşistler sermaye sağlamanın üretken bir fiil olduğu düşüncesini reddederler. Proudhon'un belirttiği üzere, "Aynı şekilde sermaye, aletler, ve makinalar üretken değildirler. . . Bir aletin veya toprağının üretken gücünün kullanımı için ödüllendirme talep eden mülk sahibi, o halde kökünden yanlış olan bir şeyi verili kabul etmektedir; yani sermayenin kendi başına üretim yaptığını --ve bu hayali üründen kendisi için pay alarak [mülk sahibi] aslında hiçbir şey vermeden bir şeyler almaktadır." (Op.Cit., s. 169).

Tabii ki sermayenin işi daha üretken yaptığı ve bu nedenle de sermayenin sahibinin kullanımına izin vermesi nedeniyle "ödüllendirilmesi" gerektiği öne sürülebilir (ve sıkça öne sürülmektedir). Bu, ancak, yanlış bir sonuçtur, çünkü sermaye sağlamak ile normal meta üretimi birbiriyle aynı şey değildir. Bunu sebebi kapitalistlerin --işçilerin benzemeyen bir şekilde-- bir parça iş için defalarca katını almalarıdır (ki tüm olasılıklar dahilinde, [işi] yapmaları için başkalarına öderler) ve o emeğin sonucunu da elde tutarlar. Proudhon'un söylediği üzere:

"Çiftçinin aletlerini üreten veya tamir eden o (işçi), ya teslim ettiğinde veyahut taksit taksit, parasını bir defa alır; ve parası bir kere üreticiye ödendiğinde verdiği araçlar artık ona ait olmazlar. Bu yaptığı alet veya tamirat işi için ikinci bir ödeme talep edemez. Eğer [işçi] çiftçinin ürünlerini yıllık olarak paylaşıyorsa, bu onun yıllık olarak çiftçi için birşeyler yapması nedeniyledir.

Mülk sahibi ise aksine taahhütünü yerine getirmez; ebediyen bunun karşılığında para alır, ebediyen onu elinde bulundurur." (Op.Cit., s. 169-170)

Bu nedenle, sermaye sağlamak üretken bir fiil değildir, ve sermayeyi fiilen kullananlar tarafından üretilen karları elinde tutmak bir hırsızlık fiilidir. Bu, tabii ki, ne sermayenin yaratılmasının üretken olmadığı ne de [sermayenin] üretime yardımcı olmadığı anlamına gelmez. Hiç de öyle değil! Ancak bu faaliyetin ürününe sahip çıkmak veya bunu kiralamak kapitalizmi veya karları haklı çıkarmaz.

Kapitalizmin bazı destekçileri karın sermayenin üretkenliğini temsil ettiğini iddia ederler. Bu gibileri, işçinin tam olarak ürettiğini[n karşılığını] aldığını iddia ederler, çünkü (neo-klasik yanıta göre) eğer [işçi] çalışmayı bırakırsa üretim tam olarak onun ücret değeri kadar azalacaktır. Ancak bu argüman kendi içinde kusurludur. Çünkü eğer iki ya da daha fazla işçi ayrılırsa, toplam ürün bundan daha fazla düşecektir. Bunun sebebi her işçinin aldığı ücretin neo-klasik kuramda --tam rekabet koşullarında-- en son emekçinin ürünü olduğunun varsayılmasıdır. Neo-klasik argüman "azalan bir marjinal üretkenlik" varsayamı yapar --yani en son işçinin marjinal ürününün bir öncekinden daha az olduğu varsayılır ve saire.

Diğer bir deyişle, neo-klasik ekonomide "en son işçi" hariç işçilerin hiç birisi emeklerinin tam karşılığını almaz. Onlar ancak en son işçinin ürettiğini alırlar, ve bu nedenle en son işçi hariç hiç kimse tam olarak ürettiğinin karşılığını almaz. Kapitalizmde sömürü olmadığı şeklindeki neo-klasik iddia, kendi kuramı tarafından geçersiz kılınıyor gözüküyor.

Bu kuramcılar tarafından fark edilmiştir. Bu azalan marjinal üretkenlik nedeniyle, emeğin katkısı toplam üründen daha az olur. Bu aradaki farkın tam olarak sermayenin katkısı olduğu iddia edilir. Ancak sermayenin bu "katkısı" ne demektir? Emekçiler olmaksızın çıktı da olmayacaktır. Ayrıca, fiziksel anlamda, sermayenin marjinal ürünü [marginal product of capital] yalnızca bir birim sermayenin üretimden çekilmesi sonucunda üretimde gerçekleşecek düşüşe eşittir. Bu, söz konusu olan sermayenin sahibi adına ortada herhangi bir biçimde üretken bir faaliyet olduğunu göstermez. Bu nedenle bu, onun [sermaye sahibinin] üretken katkısını ölçmez. Başka bir ifadeyle, kapitalist ekonomistler sermayenin sahibi ile sahip oldukları makinaları birbirine karıştırtmaya çalışırlar.

Gerçekte, karların sermayenin katkısını temsil ettiği anlayışı, "karın bölüştürme" [profit sharing, karın işveren ve çalışanlar arasında bölüşülmesi] uygulamasıyla parça parça edilmiş bir [anlayıştır]. Eğer karlar sermayenin katkısı olmuş olsaydı, o zaman karın bölüşülmesi onun üretime yaptığı tam "katkısıyı" almadığı anlamına gelecekti (ve böylece emek tarafından sömürülmüş olacaktı!). Dahası, karın bölüşümü genellikle üretkenliği ve karları artırmak için kullanılan bir teknik olduğu için, o halde --eğer karlar gerçekten de sermayenin "katkısı"nı gösteriyor olsa idi-- böyle bir tekniğe gereksinim duyulması garip olacaktı. Zaten işçilerin kullandıkları makinalar kar bölüşümünden öncekilerle aynı makinalardır --bu değişmeyen sermaye stoğu nasıl artan bir "katkı" ortaya çıkarabilecekti ki? Bu ancak, gerçekten de eğer sermaye önceden üretken değildiyse, ve karın kaynağı işçilerin karşılığı ödenmemiş çabaları, yetenekleri ve enerjileri ise geçerli olur. Bu nedenle karların sermayenin "katkısı" olduğu iddiasının gerçekte temeli yoktur.

Sabit sermayeye yatırılmış olan değerin zaman içinde bunun kullanılmasıyla üretilen metalara aktarıldığı, ve satılmalarıyla da paraya dönüştükleri doğru olmakla beraber, bu sermayenin sahipleri tarafından gerçek bir emek kullanıldığı anlamına gelmez. Anarşistler bunun aksini savunan ideolojik el çabukluğunu reddederler, ve (zihinsel ve fiziksel) emeğin insanların üretken sürece yaptıkları yegane katkı biçimi olduğunu kabul ederler. Emek olmaksızın ne bir şey üretilebilir ne de sabit sermayede içerilen değer mallara aktarılır. Charles A. Dana, Proudhon'un düşünceleri ilişkin yazdığı popüler önsözde buna dikkat çekiyordu; "sermayeden yoksun olan emekçi kısa bir zaman içinde üretimi ile isteklerini karşılayacaktır, . . . ancak tüketebileceği emekçilerden yoksun olan sermaye ancak boş boş yatacak ve çürüyecektir." (Proudhon and his "bank of People", s. 31) Eğer işçilere ürettikleri ürüne yaptıkları katkıların tam değeri ödenmezse, bu durumda sömürülmüş olurlar; ve bu nedenle de gösterildiği üzere kapitalizm sömürüye dayanmış olur.

Yani sabit maliyetler kendi başlarına değer yaratmazlar. Değer yaratılıp yaratılmadığı, yatırımların nasıl geliştiğine ve nerede kullanıldığına bağlıdır. İngiliz sosyalisti Thomas Hodgskin'in sözleriyle:

"Sabit sermaye faydasını eski değil yeni emekten elde eder; ve bu, [sabit sermayenin] biriktirilmesi yüzünden değil, emek üzerinde komuta [etme yetkisi] kazandırmanın aracı olduğu için sahibine kar getirir." (Labour Defended against the Claims of Capital)
Bu bizi karların temel kaynağı olarak emeğe (ve ekonomide var olan toplumsal ilişkilere) geri getirir. Dahası, bir işçinin ücretinin ürettiğine eşit olduğu şeklindeki (kapitalist eğilimli ekonominin çok sevdiği) fikir günlük yaşamın gerçekliği içinde ihlal edilmektedir. Neo-klasik dogmaya karşı eleştirel olan bir ekonomistin söylediği gibi:
"Kapitalist bir işletmenin yöneticileri, ücreti emeğin marjinal ürününe eşitleyerek basitçe piyasasının emirlerine itaat etmezler. İşçi bir kere üretim sürecine dahil olduktan sonra, piyasa kuvvetleri --en azından bir süreliğine-- iptal edilir. Çaba-ödeme ilişkisi yalnızca piyasadaki değişim ilişkilerine değil aynı zamanda da . . . üretimdeki hiyerarşik ilişkilere --yöneticilerin ve işçilerin işletme içindeki göreceli güçlerine-- bağlı olacaktır." (William Lazonick, Business Organisation and the Myth of the Market Economy, s. 184-5)
Ancak, o zaman yine, kapitalist ekonomi gerçek dünyayla ilişki olmaktan ziyade statükonun meşrulaştırılmasıyla ilgili hale gelecektir. İşçinin ücretinin onun katkısını ve karın ise sermayeninkini temsil ettiğini iddia etmek basitçe yanlıştır. Sermaye emek tarafından kullanılmadıkça (bırakın artığı) hiçbir şey üretemez, ve bu nedenle karlar sermayenin üretkenliğini temsil etmemektedir.

Karın diğer yaygın meşrulaştırılma biçimleri, seçilmiş bir azınlığın "özel yetenekleri" hakkındaki iddialara dayanır --örn. "risk alma" veya "yaratıcı" yetenekler gibi-- ve yukarıda belirtilenler kadar geçersizdir.

Risk alma söz konusu olduğunda, neredeyse tüm insan faaliyetleri risk içermektedir. Yatırım ile ilişkili riskleri üstlenmeleri yüzünden kapitalistlere ödenti yapılması gerektiği iddiası, üstü kapalı bir şekilde paranın insan yaşamından daha değerli olduğunu söylemek demektir. Her şeyin ötesinde, işçiler sağlıklarını, ve sıklıkla da işte ve çok düşük ödemelerle en tehlikeli işyerlerinde yaşamlarını riske atmaktadırlar (güvenli çalışma koşulları karları ve böylece de kapitalistin "risk"inin ödülü eksiltebilir; işçinin karşılaştığı risk gerçekte artabilir). Kapitalist etiğinin tersyüz edilmiş dünyasında, tek bir bireyi yenilemek sermaye yatırımını yenilemekten genellikle daha ucuzdur (veya daha "etkin"dir).

Dahası, karın risk kuramı, toplumun refahının eşitsiz bölüşümünden kaynaklanan farklı risk-alma yetilerini hesaba katmakta başarısız kalır. James Meade'nin ifade ettiği üzere, "mülk sahipleri müklerini küçük parçalar halinde çok sayıda iş [ticari faaliyet] arasında dağıtırak riski yayabilirken, bir işçi çabasını küçük parçalar halinde çok sayıda farklı iş [uğraş] arasında kolayca dağıtamaz. Risk-üstlenen sermayenin emeği kiralamasının temel sebebi budur" ve de bunun aksinin gerçekleşmemesinin [sebebi] (David Schweickart'ın alıntısı, Op. Cit., s. 129-130). "Risk"in en ciddi sonuçlarına işlerini, sağlıklarını ve hatta canlarını kaybedebilecek olan çalışan insanların katlandığını söylemeye bile gerek yoktur. Böylece, bireysel değerlendirmelerin "risk"i belirmesinden ziyade, bu değerlendirmeler söz konusu bireylerin sınıfsal konumlarına bağlı olacaktır. Risk, bu nedenle, bağımsız bir etken değildir, ve karın bir kaynağı olamaz. Aslında belirtildiği üzere, diğer faaliyetler daha fazla risk içerebilir ve daha az ödüllendirilebilirler.

Karları var eden "yaratıcı" ruha gelince, insanların yeni bir potansiyel gördükleri, ve yeni ürünler veya süreçler yaratmak için yenilikçi [innovative] şekillerde davrandıkları doğrudur. Ancak, bir sonraki kısımda tartışılacağı üzere, bu karın kaynağı değildir.
 

C.2.3 İCAT NEDEN GERÇEKLEŞİR VE KARLARI NASIL ETKİLER?

Ekonomide, herhangi belirli bir anda, belli miktarda bir artı değer bulunur. Bu artığın nasıl yaratıldığı veya firmalar arasında nasıl bölüşüldüğü rekabet tarafından belirlenir; ki [firmalarda] icat önemli bir rol oynar.

İcat, karları artırmak ve böylece de diğer şirketlerin rekabeti karşısında yaşamak amacıyla gerçekleştirilir. Karlar dolaşımda üretilebilirken (örneğin oligapolcü rekabet veya enflasyonla), bu ancak diğer insanların veya sermayelerin zararına gerçekleştirilebilir (bakınız Kısım C.5 - Neden Büyük İş Alemi Karlardan Daha Büüyük Dilimler Alırlar? ve Kısım C.7 - Kapitalist İşçevrimlerinin Nedeni Nedir?). Ancak icat ise, doğrudan doğruya emeğin yeni veya artan üretkenliğinden (yani sömürülmesinden) kaynaklanan karların üretilmesine olanak sağlar. Bunun sebebi metaların ve dolayısıyla karların üretimde ortaya çıkması; ve icadın yeni ürünlere ve/veya yeni üretim yöntemlerine yol açmasıdır. Yeni ürünler, rakipler piyasaya girip rekabet sonucu fiyatları düşmeye zorlayana kadar şirketin fazladan bir kar toplayabileceği anlamına gelir. Yeni üretim yöntemleri emeğin yoğunluğunun artmasına imkan tanır; yani ücretlerine oranla daha fazla çalışırlar (diğer bir deyişle, üretim piyasa fiyatına göre azalır, yani fazladan karlar [ortaya çıkar]).

Böylece rekabet kapitalist şirketlerin icatlar yapmasını sağlarken, icat ise şirketlerin piyasada avantaj sağlamalarının bir aracıdır. Bunun sebebi icadın şu anlama gelmesidir; "kapitalistlerin fazladan karı üretim sürecinden kaynaklanır. . . --ortalama emek üretkenliğinin üzerinde bir artış olduğunda; azalan maliyetler böylece firmaların ürünlerinden ortalama karların üzerinde [bir kar] edinmesini sağlar. Ancak bu fazladan kar biçimi yalnızca geçicidir ve geliştirilmiş üretim teknikleri daha genel bir hale geldiğinde yeniden ortadan kaybolur." (Paul Mattick, Economics, Politics and the Age of Inflation, s. 38)

Ek olarak, yeni teknoloji anlamındaki icat yine üretim noktasında kapitalistler açısından sınıf savaşımının kazanılmasına yardım etmesi amacıyla da kullanılır. Kapitalist üretimin mantığı karları azami kılmak olduğu için, kapitalizmin işçilerden daha fazla artı değer elde edilmesine olanak tanıyacak teknolojiyi uygulamaya sokacaktır. Cornelius Castoriadis'in belirttiği gibi, kapitalizm "kendi amaçları doğrultusunda, hiçbir şekilde tarafsız olmayan bir kapitalist teknoloji yarattı. Kapitalist teknolojinin gerçek özü üretimin hatırına üretimi geliştirmek değildir: üreticileri ikincil konuma getirmek ve onlara hakim olmak içindir." (Workers' Councils and the Economics of a Self-Managed Society, s. 13)

Bu nedenle, teknolojik iyileştirmeler, kapitalin işgücü üstündeki iktidarını artırmak, işçilerin kendilerine söyleneni yapacaklarını güvence altına almak amacıyla da kullanılabilir. Bu yolla icat, yeni süreçlerle üretkenliği artırmak kadar çalışma saatleri sırasındaki tahakkümü artırmaya çalışarak artı değer üretimini azami kılabilir.

İcadı kullanarak karları artırmaya yönelik bu girişimler kapitalist genişleme ve birikimin anahtarı niteliğindedir. Böyleyken icat kapitalist sistem içinde anahtar bir rol oynar. Ancak karların kaynağı değişmez; işyerindeki işçilerin emeğinde, yeteneklerinde ve yaratıcılıklarında olmaya devam eder. Ve icadın kendisinin bir emek biçimi olduğunu vurgulamalıyız --zihinsel emek. Aslında pek çok şirket,, işçi gruplarının patronları için yeni ve yenilikçi fikirler geliştirmek üzere ücret aldığı Araştırma ve Geliştirme bölümlerine sahiptir. Ve yine birçok icadın kapitalist şirketlerin dışında yer alan bireylerin zihinsel ve fiziksel emeklerinden kaynaklandığını da işaret etmemiz gerekir. İşyerinde eşitliğin artmasının gerçekte üretkenlik ve icatları artırdığı çeşitli işçi denetimi [workers' control] deneyimlerinden görülebilen bir şeydir bu (bakınız bir sonraki kısım). Bu deneyimlerin gösterdiği üzere, şans verildiğinde işçiler sayısız "iyi fikir" geliştirebilir, ve --eş derecede önemli olmak üzere-- bunları üretebilirler. "İyi bir fikri" olan kapitalist ise öte yandan, işçiler olmaksızın bunu üretmekte eli kolu bağlı olacaktır; ve icadın, kendiliğinden ve kendi başına, artı değer kaynağı olmadığını gösteren şey işte bu olgudur.
 

C.2.4 İŞÇİ DENETİMİ İCADI BOĞMAYACAK MIDIR?

Çoğu kapitalist müdafinin aksine, icat bir seçkin insanoğulları sınıfının tekelinde değildir. Her ne kadar onu sıradan işçilerin içinde beslemek ve geliştirmek için gerekli olan toplumsal ortam kapitalizmin otoriter işyerleri tarafından ezilmekte olsa da, bu hepimizin içinde vardır. Eğer işçiler gerçekten de icat yapma yetisinden yoksun olsaydılar, üretimin işçiler tarafından daha fazla denetlenmesine yönelik her değişiklik üretkenlikte düşüşlere neden olurdu. Ancak gerçekte olan ise bunun tam aksidir. İşçi denetiminin uygulandığı az sayıdaki örnekte, sıradan insanlara --genellikle kendilerine tanınmayan-- yeteneklerini, becerilerini ve yaratıcılıklarını uygulama şansı verildiğinde üretkenlik çarpıcı bir şekilde artmıştır.

Christopher Eaton Gunn'ın belirttiği üzere, ortada "emeğin-yönetimindeki firmaların ekonomik etkinliği iddialarını genelde destekleyen, giderek artan ampirik yazın bulunmaktadır. Bu yazının büyük bir kısmı üretkenlik üzerine yoğunlaşmakta, bununla artan katılım düzeyleri arasında sıklıkla olumlu bir karşılıklı ilişki olduğunu bulmaktadır. . . Yalnızca ekonomik olandan daha geniş bir inceleme alanını kucaklayan çalışmalar da yine emeğin-yönetimindeki ve işçi denetimindeki firmaların etkinliği hakkındaki iddiaları destekleme eğilimindedir. . . Ayrıca, geleneksel şekildeki ve işçi-denetimindeki biçimler arasındaki ekonomik performansı karşılaştıran çalışmalar bu ikincilerinin daha güçlü performansına işaret etmektedir." (Workers' Self-Management in the United States, s. 42-3)

Bu, işçilerin demokratik bir biçimde üretim kararlarına katıldığı ve icat yapma yönünde cesaretlendirildiği İspanya'daki Mondragon kooperatifleri üstüne yapılmış çalışmalarla da çarpıcı bir şekilde onaylanmıştır. George Bennello'nun belirttiği üzere, "Mondragon'un üretkenliği çok yüksekti --kapitalist benzerlerinden daha yüksekti. Kullanılan kaynakların --sermaye ve emek-- çıktıya oranı ile ölçülen etkinlik karşılaştırılabilir durumdaki kapitalist fabrikalardan çok daha yüksekti." (The Challange of Mondragon, s. 216)

Britanya'daki Lucus işçilerin 1970'lerdeki örneği yine faydalanılmayı bekleyen yaratıcı potansiyele işaret eder. Lucus'daki işçiler askeri-temelli Lucus şirketini sıradan insanlar için kullanışlı mallar üretecek bir şirkete dönüştürecek bir plan ortaya attılar. Lucus'daki işçiler, kendi iş ve yaşam deneyimlerini kullanarak ürünleri kendileri tasarladılar. Yönetimin ise hiç ilgisini çekmiyordu bu.

1936-39 İspanyol Devrimi sırasında, işçiler, katılımcı demokrasi ilkelerini takip ederek pek çok fabrikayı kendileri yönettiler. İspanyol kolektiflerindeki üretkenlik ve icat yapımı sıradışı bir biçimde yüksekti. Metal-işleri sanayisi bunun iyi bir örneğidir. Augustine Souchy'nin gözlemlediği üzere, İç Savaş'ın başlangıcında, Katalonya'daki metal sanayisi "oldukça kötü bir şekilde gelişmişti." Ancak birkaç ay içinde, Katalonya metal işçileri sıfırdan sanayiyi yeniden inşa ettiler, fabrikaları anti-faşist birlikler için savaş malzemesi üreten fabrikalara dönüştürdüler. 19 Temmuz devriminden birkaç gün sonra, Hispano-Suiza Otomobil Şirketi zırhlı arabalar, ambulanslar, silahlar ve cephede çarpışanlar için savaş gereçleri imal eden bir fabrikaya dönüştürülmüştü. "Uzmanlar gerçekten de donakalmışlardı" diyor Souchy, "işçilerin silah ve savaş imalatı için yeni makinalar inşa etmekteki uzmanlıkları karşısında. Çok az sayıda silah ithal edildi. Kısa zaman içinde, 250 ton basınç üreten ikiyüz çeşitli hidrolik pres, yüzseksen döner torna tezgahı, yüzlerce freze makinası ve delme makinası inşa edilmişti." (The Anarchist Collectives: Workers' Self-Management in the Spanish Revolution, 1936-1939, ed. Sam Dolgoff, s. 96)

Benzer şekilde, Temmuz devriminin öncesinde İspanya'da neredeyse optik endüstrisi hiç yoktu, yalnızca orda burda bir iki atölye. Devrimin ardından, küçük atölyeler gönüllü bir şekilde bir üretim kolektifine dönüştürüldü. "En büyük icat," Souchy'e göre, "optik alet ve edavata yönelik yeni bir fabrikanın inşa edilmesi oldu. Tüm işlem işçilerin gönüllü katkılarıyla gerçekleştirildi. Kısa zaman içinde fabrika opera camları, telemetreler, dürbünler, yer ölçüm aletleri, çeşitli renklerde sınai züccaciye, ve belli tipte bilimsel araçlar üretmeye başladı. Yine savaş cephelerindeki optik aletlerin imalatı ve tamiri gerçekleştiriyordu. . . Özel kapitalistlerin yapmakta başarısız olduğu şey, CNT'ye bağlı Optik İşçileri Birliği üyelerinin yaratıcı kapasiteleri sayesinde başarılmıştı." (Op. Cit., s. 98-9)

Bu nedenle, işçi denetimi bırakın icata karşı bir tehdit olmasını, onu artıracaktır; ve daha da önemlisi onu bir azınlığın karlarını çoğaltmak yerine herkesin yaşam kalitesini iyileştirmeye doğru yönlendirecektir. Anarşist bir toplumun bu yönü ayrıntılarıyla Kısım I'da (Anarşist Bir Toplum Neye Benzeyecektir?) tartışılacaktır. Ayrıca, anarşistlerin kendinden yönetimi neden desteklediği, ve yüksek etkinliği ve üretkenliğine karşın kapitalist piyasanın neden buna karşı bir seçim yapacağı konularında daha fazlası için Kısım J.5.10, Kısım J.5.11 ve Kısım J.5.12'ye bakınız.

Kısacası, özgürlüğün icat etmeyi ve üretkenliği artırdığı argüman kapitalist kar elde ediminin (ve bunun meydana getirdiği eşitsizliğin) savunmasını üstlenmektense, esasen liberter sosyalizme ve işçilerin kendinden yönetimine işaret eder. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü ancak eşitlik hürriyeti azami kılabilir ve bu nedenle (kapitalist iktidar yerine) işçi denetimi icatın anahtarıdır. Ancak özgürlüğü ücretli emeğin bastırılması ile birbirine karıştıranlar bunun karşısında şaşıracaklardır.
 

C.2.5 İDARECİLER İŞÇİ VE BU NEDENLE DE DEĞERİN YARATICILARI DEĞİLLER Mİ?

Tabii ki idarecilerin de "işçi" olduğu ve bu nedenle de üretilen metaların değerine katkıda bulundukları söylenebilir. Ancak, durum böyle değildir. Onlar, her ne kadar üretim aletlerine sahip olmasalar da, hiç şüphesiz ki emek gücünün satın alıcıları ve denetleyicileridirler, ve onların himayesi altındaki üretim hala kapitalist üretimdir. İdarecilerden oluşan bir "maaşlı-köle" katmanın yaratılması üretimin kapitalist ilişkilerini değiştirmez. Gerçi idareci katmanı de facto kapitalisttir. Sömürü emek gerektirdiği için ("Çalışmak vardır, çalışmak vardır." Bakunin'in dediği gibi, "Üretken emek vardır, sömürü emeği vardır." (The Political Philosophy of Bakunin, s. 180), idare eski dönemlerdeki "çalışan kapitalist"e benzer, ve onların "ücretler"i işçilerden elde edilen ve piyasada gerçeğe dönüşen artı değerdir. Veya, farklı bir benzerlik kurarsak, idareciler, köleleri kendileri yönetmek istemeyen köle sahiplerinin kiraladığı köle güdücülere [slave driver] benzerler. Köle güdücülerin ücretleri kölelerden elde edilen artı değerden kaynaklanır; kendisi üretken bir emek değildir.

Bu nedenle idarecilerin sömürgen rolü, --işten kovulabilir olmalarına rağmen-- kapitalistlerden farklı değildir. Dahası, "hissedarlar ve idareciler/teknotratlar ortak güdülere sahiptirler: kar yapmak ve çalışanların çoğunu gerçek karar almadan dışlayan hiyerarşi ilişkilerini yeniden üretmek" (Takis Fotopoulos, "The Economic Foundation of an Ecological Society", s. 16, Society and Nature, Sayı 3, s. 1-40)

Bu, idarecilerin yaptığı her şeyin tamamiyle sömürücü olduğu anlamına gelmez. Durum, kompleks üretim süreçlerinin çeşitli yönleri arasında bir koordinasyonun gerekliliği olgusu nedeniyle karmaşık bir hale gelir --liberter bir toplumda da gerekli olacak, seçilmiş ve geri çağırılabilir (ve bazı hallerde rotasyona tabi) idarecilerle halledilecektir (bakınız Kısım I). Ancak kapitalizmde, idareciler piramidin zirvesine yakınlıkları oranında birer asalak haline gelirler. Aslında üretim sürecinden uzaklaştıkça maaşlar yükselmektedir; uzaklık ne kadar azalırsa, idarecinin ortalamadan biraz fazla gücü olan bir işçi haline gelme ihtimali o kadar artar. Kapitalist örgütlenmelerde, ne kadar az şey yaparsanız o kadar fazla kazanırsınız. Uygulamada, idareciler tipik olarak yönetsel (yani koordinaryon amaçlı) işlevler için astlarını kullanırlar, ve kendileri ise daha geniş politika-kararları almakla meşgul ederler. Onların karar-alma gücü firmanın hiyerarşik tabiatından kaynaklandığı için, politika kararları [alma gücü] bundan etkilenenlerin elinde olsaydı kolaylıkla yerlerinden edilebirlerdi.
 

C.2.6 FAİZ BEKLEMENİN KARŞILI OLAN BİR ÖDÜL DEĞİL Mİ, VE BU NEDENLE KAPİTALİZM ADİL DEĞİL Mİ?

Faiz'in tasarrufçular tarafından [yapılan] "sakınma"nın [abstinence, rizayet, faydası olan bir şeyi yapmaktan biliçli bir şekilde kaçınmanın] ödülü olduğu fikri kapitalist ekonomide yaygın olan bir fikirdir. Alfred Marshall'ın söylediği üzere, "(e)ğer onun (bir metanın) emek ve beklemenin değil de yalnızca emeğin ürünü olduğunu kabul edersek, beklemenin ödülü olarak faizin hiçbir meşruluğunun olmadığı amansız mantığına boyun eğmemiz gerekeceğinden hiç şüpheniz olmasın." (Principles of Economics, s. 587). Kapitalizmde tüm değerin kaynağının emek olduğunu (ve sakınmanın karların kaynağı olmadığını) üstü kapalı bir şekilde kabul ederken, faizin işçinin ürettiği artı değer üzerinde meşru bir hak olduğu iddia ediliyor.

Neden böyle? Kapitalist ekonomi, "tüketimi erteleyerek" kapitalistin yeni üretim araçlarının gelişimine izin verdiği ve bu nedenle de bu fedakarlığının karşılığında ödüllendirilmesi gerektiğini iddia eder. Diğer bir deyişle, sermayenin bir girdi olarak kullanıma hazır olması --yani gelecekteki kazançlar için bugün maliyetlerin üstlenilmesi-- için, birilerinin tüketimini ertelemesi gereklidir. Bu gerçek, ve insanların ancak karşılığında ödüllendirilirlerse ödeyecekleri bir maliyettir.

Bu kuram genellikle kapitalizmin eleştirmenleri açısından gülünç bir şeydir --basitçe ifade edilirse, bir maden sahibi maden işçisinden; veya zengin bir hissedar onların araba fabrikasından çalışan bir işçiden daha çok fedakarlık mı yapmaktadır? Ortalama gelir düzeyindeki bir insana göre, zengin bir kişi için "tüketimi ertelemek" çok daha kolaydır. Bu istatistiklerle ortaya konmuştur; Simon Kuznets'in dikkat çektiği üzere, "yalnızca üst gelir grupları tasarruf yaparlar; en üstteki yüzde onluk dilimlerin dışında kalan grupların toplam tasarrufu sıfıra çok yakındır." (Economic Growth and Structure, s. 263). Bu nedenle, faizin tüketimi erteleme[den kaynaklanan] zahmetin karşılığında [ortaya çıkan] bir ödeme olduğunun akla yatkınlığı, tipik tasarruf yapan birimin az veya orta-gelirli hanehalkı olduğu önermesine dayanır. Ancak günümüz kapitalist toplumlarında, durum böyle değildir. Bu gibi hanehalkları tasarruflarının çoğunun kaynağı değildir; faiz ödemelerinin büyük bir kısmı onlara gitmez.

Bu noktayı farklı bir şekilde ortaya koyarsak, faizin kapitalist taraftarları "tüketimin ertelenmesi"ni somut bir hale getirmeksizin yalnızca bir soyutlama olarak değerlendirirler. Örneğin bir kapitalist fabrikasındaki bir takım makinaları yenilemesi gerektiği için 48 Rolls Royce "tüketimini erteleyebilir"; ancak tek başına yaşayan bir anne ise çocuklarına daha iyi bakabilmek için gıda veya uygun [bir şekilde] barınma "tüketimini erteler". İki durum tamamen farklıdır, ancak kapitalistler bunları birbirine denk tutarlar. Bu eşitlik, "istediğiniz her şeyi alamamak" ile "gereksindiğiniz şeyleri alamama"nın aynı şey olduğunu ifade eder; ve bu gibi tüketim ertelemelerindeki maliyet farklarını çarpıtır!.

O nedenle Proudhon sermaye ödünç vermenin "kapitalist tarafından gerçek bir fedakarlık içermediği", ve bu nedenle de "onu ödünç verdiği sermayeden. . . yoksun bırakmadığı" yorumunu yapar. "Aksine ödünç vermenin onun için bir yoksunluk olmaması nedeniyle ödünç verir, ödünç verir, çünkü onsuz da yeterince sermayesi varken onu kullanabileceği bir yer yoktur; nihayetinde, onu kendisi açısından değerli yapmaya ne niyeti ne de kapasitesi olmadığı için ödünç verir, --çünkü, eğer tabiatı itibariyle verimsiz olanı kendi elinde tutarsa verimsiz kalmaya devam edecektir. Bu, ödünç verilerek ve sonucundaki faizle, kapitalistin çalışmadan yaşamasını sağlayan bir kar üretecektir. Şimdi çalışmadan yaşamak, politik olduğu kadar ahlaki ekonomide, çelişkili bir önermedir, imkansız bir şeydir." (Interest and Principal: A Loans is a Service)

Şöyle devam eder:

"Biri Tours'da ötekisi Orleans'da olmak üzere iki gayrimankul sahibi olan, ve kullandığı evde ikamet etmek ve bu sebeple diğer evi terk etmek zorunlu olan bir mülk sahibi; şimdi bu mülk sahibi, her eylemde ve her zaman Tanrı gibi hazır ve nazır bulunmadığı için kendisinin yoksun kaldığını iddia edebilir mi? Paris'de yaşayan bizler New York'da bulunan bir evden yoksun kaldığımızı [iddia edebilir miyiz]! Kabul edin, kapitalistin yoksunluğunun kölesini kaybeden bir sahibin, tebaası tarafından alaşağı edilen bir prensin, gizlice bir eve girmeyi isteyen ancak bekçilik yapan bir köpek ve pencereden bakan ev sakinleriyle karşılaşan bir hırsızın [yoksunluğuna] benzerdir." (Ibıd.)
Kapitalist dünyada, üçüncü yazlığını satın alamayan bir sanayicinin çektiği "ıstırap", ihtiyacı olan bir şeyi satın almak için tüketimini erteleyen birisinkine denktir. Benzer şekilde, sanayici, madeninde çalışmakta olan bir maden işçisinin ücretinin yüz katını faizden "kazanıyor"sa; [bu demektir ki] sanayici, tehlikeli koşullarda kömür çıkarmak için çalışan işçiye göre, köşkünde yüz kat daha rahatsız bir şekilde yaşamanın "ızdırabı"nı çekmektedir. Lüks içinde yaşarken tüketimi ertelemenin "zararı" [disutility, negatif faydası], açıktır ki yaşamak için çalışmanın "zararı"ndan yüz kat fazladır, ve ona göre ödüllendirilmelidir. Tabii ki, [ikisi arasındaki] fark kapitalizmin savunucularının bir yandan ifadenin belirsizliğini kabul ederken, kapitalistlerin gelecekte [elde edilecek] kazançlar beklentisiyle "sakınma"larının tazmin edilmesi gerektiğini hissetmeleridir.

Her şeyi hesaba katarak, Joan Robinson'un işaret ettiği üzere, " 'bekleme'nin tek anlamı zenginlik demektir." (Contributions to Modern Economics, s. 11) Faiz "bekleme"nin ödülü değildir, aksine zengin olmanın ödüllerinden birisidir.

Bu durumda, neo-klasik ekonomistlerin bekleme terimini, sermayenin getirilerinin (örneğin faizin) "açıklaması" olarak ortaya atmalarına şaşmak gerekir. Ekonomideki bu jargon değişikliğinden önce, ana akım ekonomistleri faizi açıklamak (ve meşrulaştırmak) için (Nassau Senior tarafından icat edilen bir terim olan) "sakınma" kavramını kullanıyorlardı. 1887'de ortaya atılmasının ardından "bekleme" terimi, Senior'un "kuram"ının sermayenin getirilerini savunmak için kabullenildi. İlginçtir ki, tamamen aynı şeyi açıklarken, daha az özür diler bir tonu olması nedeniyle "bekleme" tercih edilen terim haline geldi. Marshall'a göre, "sakınma" terimi "yanlış anlamalara açık"tı, çünkü ortalıkta hiçbir şeyden sakınmaksızın faiz ve hisse getirisi elde eden çok sayıda zengin insan vardı (belirttiği üzere, "en fazla refah biriktirenler, bazılarının (!) lüks içinde yaşadığı oldukça zengin insanlardır" (Op. Cit., s. 232). Böylece "bekleme" terimini tercih etti, çünkü bunu kullanmanın "avantaj"ı vardı --özellikle de sosyalistlerin kapitalistlerin hiçbir şeyden sakınmadıkları aşikar olgusuna uzun zamandan beridir işaret etmeleri nedeniyle (Marshall, Op. Cit., s. 233). Alınacak ders açıktır; ana akım ekonomide, eğer gerçeklik kuramınızla çelişiyorsa, kuramı yeniden gözden geçirmeyin, ismini değiştirin!

Aslında, Joan Robinson'un işaret ettiği üzere, pro-kapitalist sakınma kuramları yanlıştır, "çünkü tasarruf esasen karlardan ortaya çıktığı ve kar oranları yükseldikçe gerçek ücretler düşük olma eğiliminde olduğu için, tasarrufla ilgili sakınma en çok 'ödül'den hiçbir pay almayan işçiler tarafından yapılmaktadır." (The Accumulation of Capital, s. 393)

Sermaye sahibi olanların sakınarak veya bekleyerek toplumsal ürünün bir kısmı üzerinde hak iddia edebileceklerini söylemek neyin üretimi karlı yaptığı hakkında hiçbir açıklama sunmaz. Sermayenin neden bir getirisinin olduğunu açıklamak için "bekleme" kuramına dayanmak, ekonomistlerin ekonomideki artı değer yaratımıyla yüzleşmek veya atölyedeki işçilerle idareciler/patronlar arasındaki toplumsal ilişkileri incelemek konusundaki isteksizliklerinden başka bir şey değildir.
 

C.2.7 ANCAK PARANIN "ZAMAN DEĞERİ", DAHA EŞİTLİKÇİ BİR KAPİTALİZMDE FAİZ ALMAYI MEŞRU KILMAZ MI?

Faiz hakkında daha fazlasının söylenmesi gerekir, çünkü daha eşitlikçi bir kapitalizmde (eğer böyle bir şey olabilirse) hala faiz olacaktır, ve hatta daha çok eşitlikçilik bunun meşrulaştırılması için kullanılabilecektir.

Aslında, kapitalizmin destekçilerinin faizi (veya daha genelde artı değere el konulmasını) meşrulaştırmak için sundukları kavramsal tarih genellikle hayali bir eşitler toplumundan işe başlar. Faizin zaman tercihi kuramı kendisini böyle bir hayale dayandırır. Bize bireylerin farklı "zaman tercihleri" olduğu söylenir. Çoğu bireyin, iddia edilir ki, daha sonra tüketmek yerine şimdi tüketmeyi tercih ettiği; pek azının ise sonradan daha fazla tüketebilecekleri durumunda bugün tasarruf etmeyi tercih ettiği söylenir. Faiz, bu nedenle, tüketimlerini ertelemek için insanları cesaretlendiren bir ödentidir, ve bu nedenle de bireylerin sübjektif değerlendirmelerine dayanır.

Bu argümana dayanarak kapitalizmin çoğu destekçisi, "paranın zaman değeri" nedeniyle sermaye sağlayan birisinin koyduğundan daha fazlasını geri almasının meşru olduğunu iddia ederler. Bunun sebebi makinaları, araçları, vb. sağlayan kişinin, bu parayla yapabileceği X kadar tüketimini ertelemek zorunda kalmış olmasıdır. [Sağladıkları] makinalar, vb.'nin zaman içinde mümkün kıldığı üretim artışından paylarını almalarının ardından, sermaye sağlayıcıları yalnızca [daha önce erteledikleri] X miktar tüketim gücünü geri alacaklardır. İnsanlar bugün tüketmeyi ileride tüketmeye tercih ettikleri için, bugün tüketimden vazgeçmeye ancak ileride daha fazla alacakları vaadiyle razı edilebilirler. Bu nedenle sermayenin getirileri, paranın bu "zaman tercihi"ne ve bireylerin farklı "zaman tercihleri" olduğu argümanına dayanmaktadır.

Hiçbir şey yapmama (yani tüketmeme) fikrinin üretken olduğunun düşünülmesi kapitalist kuram hakkında çok şey söylemektedir. Kapitalizmin destekçileri bile faiz gelirinin "kapitalistin kişisel eyleminden bağımsız ortaya çıktığı"nı kabul etmektedir. "Bu, yaratılmasında parmağını bile kımıldatmamış olsa bile onun olur. . . Ve kaynaklandığı sermaye asla tükenmeksizin, ve bu nedenle sürekliliği önünde herhangi bir zorunlu kısıt olmaksızın akıp durur. Bu, ki eğer dünyevi konularda böylesi ifadelere yer varsa, sonsuz bir yaşama yetisine sahiptir." (Eugen Böhm Bawerk, Capital and Interest, cilt 1, s. 1) Böhm-Bawerk'in ardından bu durumu meşrulaştırmaya yöneldiğini söylemeye gerek bile yoktur.

Tek bir hiçbir şey yapmama (yani tüketmeme) kararı nedeniyle, bir kimse (ve onun varisleri) hiçbir üretken faaliyetle ilgisi olmayan bir ödülü sonsuza kadar alabilir. (Sadece bir metanın yaratılmasına her "katkı yaptıkları"nda ödül alan) fiilen bir iş yapan insanların aksine, kapitalist yalnızca tek bir sakınma eylemi yüzünden ödüllendirilecektir. Bu hiç de adil bir düzenleme değildir. David Schweickart'ın belirttiği üzere, "Kapitalizm bazı bireyleri sürekli olarak ödüllendirir. Bu, eğer katkı ölçüsünde meşrulaştırılacaksa, o zaman bazı katkıların ebedi olduğu iddiasının savunulması gerekir." (Against Capitalism, s. 17) Ayrıca, faizin alıcısı, bu tek bir kararın faydalarının kendisi öldükten sonra --"sakınma" vakasını daha da çok zayıflatan-- ailesine geçmesini aktarabilmektedir.

Sermayenin "sakınma" ve "bekleme" kuramlarının karşısında, Böhm-Bawerk "zaman tercihi" (yani "zaman tercihi" nedeniyle gelecekteki mallara bugünkü mallardan daha az değer biçildiği için, artık değerin bugünkü mallarla gelecekteki malları değiştirmekten kaynaklanması) kuramını geliştirdi. Tabii ki, bu kuram bir önceki kısımda ortaya attığımız noktalara tamamen tabidir. Bireyin psikolojisi, kendisini içinde bulduğu toplumsal durum tarafından şartlanır. Aynan "sakınma" veya "bekleme"nin zengin olan birisi için çok daha kolay olması gibi, bir kişinin "zaman tercihi" de o kişinin toplumsal konumunca belirlenir. Eğer bir kimsenin mevcut ihtiyaçlarını karşılayacaktan daha fazla parası varsa, o kimse geleceği kolayca "iskonto" edebilir (örneğin, işçiler emeklerinin gelecekteki ürünlerine şimdiki ücretlerinden daha az değer biçeceklerdir, çünkü bu ücretler olmaksızın gelecekleri olmayacaktır). Ve eğer bir kimsenin "zaman tercihi" (mevcut kaynaklar, o kimsenin sınıfı vb. gibi) toplumsal olgulardan bağımsız değilse, o zaman faiz sübjektif değerlendirmelere dayanamaz, çünkü bunlar bağımsız etmenler değildirler. Başka bir ifadeyle, tasarruf "zaman tercihi"ni ifade etmez, yalnızca eşitsizliğin boyutunu gösterir.

Eşitsizliğin bireylerin sübjektif "zaman tercihleri"ni etkilemesi sorununu gözardı etsek bile, kuram hala faizin savunması kanıtlamaz. Bunun neden böyle olmadığı konusunda tanınmış post-Keynezyen ekonomist Joan Robinson'dan alıntı yapmak yerinde olacaktır:

"İnsanoğullarının geleceği iskonto ettiği kavramı her kişinin sübjektif deneyimine uygun düşer gözükür, ancak bundan çıkarılan sonuç non sequitordur; çünkü insanların çoğu alınyazıları müsade ettiği müddetçe tüketim gücüne sahip olabilecek ölçüde bir anlayışa yeterince sahiptir, ve pek çok insan gelecekte beklediklerine göre bugün daha yüksek bir gelire sahip olma durumundadır (maaşlılar emekli olmak zorundadırlar, bugün işler gelecekte gözüktüğünden daha iyi olabilir, vs.) ve çoğu kendi yaşam sürelerinin ötesine bakarak varislerine tüketim gücü bırakmayı arzular. Bu nedenle büyük bir çoğunluk . . . istekli bir şekilde alım güçlerini geleceğe aktarmanın güvenilir bir yolunu aramaktadır . . . Bireylerin tüketimlerinin zaman-kalıplarına ilişkin arzuları haricindeki diğer etkilerden etkilenmeyen, bugünkü ile gelecekteki alım güçleri için bir piyasa var olsaydı, bunu hangi fiyatın yöneteceğini söylemek imkansız olacaktı. Böyle bir piyasanın normal bir şekilde negatif bir iskonto oranı ortaya çıkarması söz konusu olabilirdi . . ."

"Faiz oranı birbirinden oldukça farklı nedenlerle genellikle pozitiftir. Bugünkü alım gücü, kısmen kapitalist oyun kuralları içerisinde, bunun sahibine . . . maliyetlerin üzerindeki bir getiri sağlayan bir artık bırakacak emeği istihdam etmesine ve üretimi gerçekleştirmesine izin vermesi nedeniyle değerlidir. Kar oranının pozitif olmasının beklendiği bir ekonomide, faiz oranı da pozitiftir . . . (ve böylece) alım gücünün bugünkü değeri onun gelecekteki değerini bu ölçüde aşar. . . . Bunun söz konusu olan bireyin sübjektif gelecek iskonto oranı ile hiçbir ilişkisi yoktur. . ." (The Accumulation of Capital, s. 395)

Yani, faizin "zaman tercihi" ile yok denecek kadar ilişkisi vardır ve kapitalist sistemle ilgili olan eşitsizliklerle fazlasıyla ilişkisi vardır. Gerçi, "zaman tercihi" kuramı ispatlamaya çalıştığı şeyi varsaymaktadır. Faiz pozitiftir, basitçe çünkü kapitalistler işçilerden bir artı değer elde edebilirler, ve böylece bu olgudan ötürü de bugünkü para gelecekteki paradan daha değerlidir. Aslında, belirsiz bir gelecek dünyasında para kendi ödülüne sahip olabilir (örneğin, gelecekte işsizlikle yüz yüze olan işçiler, o zaman aynı miktardaki paraya bugünkünden daha fazla değer biçeceklerdir). Paranın bugün daha değerli olmasının tek sebebi, paranın kaynakları kullanma ve ücretli emeği sömürme otoritesidir. Diğer bir deyişle, kapitalist ("zaman tercihi" kuramının öne sürdüğü gibi) "zaman" arz etmemektedirler, otorite/güç sunmaktadırlar.

O halde, tasarruf yapan bir kimse tasarrufu karşılığında bir ödül hak eder mi? Basitçe ifade edersek, hayır. Neden? Çünkü tasarruf eylemi, bir metanın satın alınmasından daha fazla [bir şekilde] üretim eylemi anlamına gelmez. Bir metanın satın alınmasının ödülü açıktır ki o metanın kendisidir. Benzer şekilde, tasarrufun ödülü faiz değil tasarrufun kendisi olmalıdır --daha ileri bir aşamada tüketebilme yetisi.

Kapitalistler, insanların daha ileri aşamalarda daha fazla tüketme yetisi vaadi olmaksızın tasarruf yapmayacaklarını varsayarlar; ancak bu argümana daha yakından bakılması bunun saçmalığını ortaya koyar. Birçok farklı ekonomik sistemde [yaşayan] insanlar daha sonra tüketmek üzere tasarruf eder, ancak daha sonra tüketmek üzere bir tasarruf sahibi olmanın ötesinde bir ödüle gereksinim olduğu yalnızca kapitalizmde varsayılmaktadır. Köylü bir çiftçi bir sonraki yılda ekecek tohumu olması için "tüketimini erteler", bir sincap kışı geçirecek stoğunun olması için fındık "tüketimini erteler". Ancak hiçbirisi stoklarının zaman içinde artacağını ummaz. Bu nedenle, tüketimin tüketimle ödüllendirilmesi gibi tasarruf da tasarrufla ödüllendirilir. Aslında, kapitalist faiz "açıklaması" müdafilerinin tüm işaretlerini taşımaktadır. Bu yalnızca dikkatlice incelemeksizin faaliyetin meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır.

Muhakkak ki, faizi meşrulaştırma argümanın altında yatan bir ekonomik gerçek de vardır, ancak kapitalizmin destekçilerinin formülasyonu hatalı ve başarısızdır. "Bekleme"nin sermayenin artış şartı, her ne kadar per se [kendi başına] sermayeyle olmasa da, olmasının bir anlamı vardır. Sermaye stoğunu artırmak isteyen her toplumun bir kısım zevkini ertelemesi gerekebilir. Sermaye üretimine yöneltilen işyerleri ve kaynaklar daha sonra tüketim maddeleri üretimi için kullanılamaz. Böylece, çoğu kapitalist ekonomi gibi, bunda da bir nebze de olsa bir parça doğruluk vardır, ancak bu bir nebzelik gerçeklik yarı-doğrular ve kafa karşıklıkları ormanını büyütmek için kullanılır.

Her ekonomi, kararların herkesi etkilediği birer ağdır [network]. Bu nedenle, eğer bazı insanlar bugün tüketmezlerse, üretim tüketim malları üretiminden uzaklaşır ve bunun herkes üzerinde etkisi olur. Veya, biraz daha değişik bir şekilde ifade edecek olursak, bazı insanlar tüketimlerini ertelediği zaman toplam talep --ve böylece toplam arz-- değişir, ve buu herkesi etkiler. Tüketim malları talebindeki bir azalma bu malların üreticilerini etkiler. Kapitalizmde, bu diğer insanların "tüketimlerini ertelemelek" zorunda kalmaları anlamına gelebilir, çünkü mallarını piyasada satamamaktadırlar; ancak kapitalizmin destekçileri kapitalistlerin tüketimlerini erteleme kararlarından yalnızca kendilerinin etkilendiğini varsayarlar, bu nedenle de bunun karşılığında ödüllendirilmelidirler. Aslında, şirketlerin iflas etmesine, böylece de azalan talebin iş kayıplarına ve çalışmayan fabrikalara yol açarak mevcut üretim araçlarını azaltmasına neden olabilecek bir karar için neden birilerinin ödüllendirilmesi gerektiği, kapitalizmin destekçileri tarafından bir soru olarak bile ortaya atılmamıştır.

Son olarak, faizin gerçekte ne anlama geldiğine bakmalıyız. Bu, diğer değişim biçimleri ile aynı şey değildir. Proudhon farkı şöyle göstermişti:

"Bir ödünç verme ile bir satışı karşılaştırarak şöyle dersiniz: Argümanınız ilki için olduğu gibi ikincisi için de geçerlidir: çünkü şapka satan bir şapkacı kendisini mahrum bırakmaz."

"Hayır, çünkü o şapkası karşılığında anında onun tam karşılığını alır --an azından aldığı varsayılır, ne daha çoğunu ne de daha azını. Ancak kapitalist bir kreditör [lender, ödünç veren] sadece yoksun kalmamakla kalmaz, aynı zamanda sermayesinden daha fazlasını, değişime yaptığı katkıdan çok daha fazlasını geri kazanır; o, sermayesine ek olarak, kendi tarafından hiçbir pozitif ürünü temsil etmeyen bir faizi alır. O halde, onu [krediyi, sermayeyi] sağlayan kişi için hiçbir emek maliyeti olmayan bir hizmet, bedava [gereksiz] olabilecek bir hizmettir." (Interest and Principal: The Circulation Capital, Not Capital Itself, Gives Birth to Progress)

Böylece (karşılığında faiz ödenen) paranın kullanım[hakkını] satmakla bir metayı satmak aynı şey değildir. Bir metanın satıcısı, fiyatıyla birlikte metayı geri almaz. Sonuçta, kira ve karda olduğu gibi, faiz bir şeyi kullanmaya izin vermenin karşılığı olan bir ödemedir, ve bu nedenle de ödüllendirilmesi gereken üretken bir faaliyet değildir. Nihayetinde, faiz değişimin değil eşitsizliğin bir ifadesidir:
" 'tık para' demekle 'para sonra' demek arasında geliştirilmekte olan bir dolap varsa, bunun zararsız olduğu söylenemez; çünkü amaçlanan sonuç, tefeciliği [moneylending] normatif değişim başlığı altında içermektir. . . (ancak) bazı belirgin farklar bulunmaktadır. . . (normal meta değişiminde) her iki tarafın da bir şeyi varken, (ödünç vermede) onun sizin sahip olmadığınız bir şeyi vardır. . . (böylece) eşitsizlik ilişkiye hakim olur. Onun sahip olduğu sizin sahip olduğunuzdan fazladır, ve o verdiğinden daha çoğunu geri alacaktır." (Schweickart, Op. Cit., s. 23)
Bu nedenle, para ödünç verme, yoksul bir kişi için şimdi-daha-çok/sonra-daha-az tüketmek ile şimdi-daha-az/sonra-daha-çok tüketmek arasında yapılan bir seçim değildir. Eğer şimdi tüketim yoksa, sonra da olmayacaktır. Ayrıca, görece eşitlikçi olan bir kapitalizmde bile, faiz yeni sermaye üreticisinin meta üretmediği anlamına gelir. Sözde kapitalistler "tüketimlerini ertelemiş" ve bir makinanın yaratılmasına izin vermişlerdir. Sonra bir ücret [fee] karşılığında diğerlerinin bunu kullanmalarına izin verirler, ancak bir meta satmamaktadırlar, bir şeyin kullanım [hakkı]ını kiraya vermektedirler. Ve izin vermek (yukarıda belirtildiği üzere) üretken bir faaliyet değildir.

Bu nedenle, sermaye sağlamak ve bundan faiz kesmek üretken faaliyetler değildirler. Proudhon'un söylediği üzere, "(ismen zararlar[ın karşılığı] olarak, ancak gerçekte ise ödünç verilenin karşılığında) alınan tüm kira bir mülkiyet --bir çalma (hırsızlık) eylemidir." (What Is Property, s. 171). Diğer bir deyişle, kapitalizm tefeciliğe, yani bir şeyin kullanımı için para ödemeye dayanır. Makina sahibi "tüketimini ertelemiş"tir, ve böylece başlangıçta ortaya koyduğunun fazlası bir miktarı patrona ödeyecek ücretli emekçilerle "ödüllendirilmiş"tir. Ayrıca, meta üreticileri, makina sahibinin karşılığında para aldığı ve hala makinanın sahibi olduğu malları yaparlar. Bunun anlamı, ödenen faizin, makinayı kullanan, en sonunda ücretleri dışında hiçbir şeyleri olmayan ve bu nedenle de hala yeni patronlar arayan birer ücretli köle olan emekçilerden alınmasıdır. Proudhon'un "Mülkiyet hırsızlıktır!" demesinde şaşacak bir şey yok.

Faiz bir dolandırıcılıktır, bu kadar açık ve basit. Hem toplumsal hem de bireyci anarşistlerin karşı çıkmasına şaşmamak gerek. Ben Tucker karşılıklı bankacılığın, faizi sıfıra indirmenin ötesinde işçilerin ekonomideki güçlerini de çoğaltacağı, yani işçilerin kullandıkları sermayeyle ilgili kiralama-satın alma pazarlığında anlaşmadıkça çalışmayı reddetme konumunda olacakları anlamına geldiğini varsayar (Bakınız Kısım G). Toplumsal anarşistler söz konusu olunca, sendikalar ve komünler arasındaki özgür anlaşmaların yeni üretim araçlarına uygun yatırımı sağlayacağını fark etmişlerdir. Aynı zamanda herhangi bir gelişkin ekonomide ortak etki ağının bulunduğunu, ve yatırım kararlarından herkes etkilendiği için herkesin söz hakkı olması gerektiğini kabul etmişlerdir (bakınız Kısım I).
 

Çeviri: Anarşist Bakış


Kaynak: "C.2 - Where Do Profits Come From?>", Anarşist Sıkça Sorulan Sorular.
Anarşist Yazın Ana Sayfa --->
1