KISIM C.9
"SERBEST PİYASA" KAPİTALİZMİ DESTEKÇİLERİNİN İDDİA ETTİĞİ ÜZERE BIRAKINIZ YAPSINLAR KAPİTALİZMİ İŞSİZLİĞİ AZALTIR MI?
 
 
C.9.1 Ücretlerin Azaltılması İşsizliği Azaltır mı?
C.9.2 İşsizliğin Sebebi Ücretlerin Çok Yüksek Olması mıdır?
C.9.3 "Esnek" Emek Piyasaları İşsizliğin Çözümü müdür?
C.9.4 İşsizlik Gönüllü müdür?
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler,
açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.

İlk olarak, Batı'daki "fiilen varolan kapitalizm"in, kapitalist sınıfın yüksek kar oranlarını güvenceye almak amacıyla işsizliği fiilen idare ettiğini belirtmeliyiz (bakınız Kısım C.8.3) --diğer bir deyişle, işçi sınıfı için piyasa disiplini, yönetici sınıf için devlet koruması. Edward Herman şuna dikkat çekiyor:

"Hatta muhafazakar ekonomistler, fiyat düzeyinin istikrarlı olmasıyla tutarlı olan en düşük [işsizlik] düzeyi olarak tanımlanan 'doğal işsizlik oranı' kavramını geliştirdiler {ki Herman bunu "mülk sahibi sınıfların tercih ettiği işsizlik oranı" olarak tanımlar}, ... ancak doğrudan test edilemeyen, fazlasıyla soyut bir modele dayandığı için, doğal oran ancak fiyat düzeyinden anlaşılabilir. Yani, eğer fiyatlar tırmanıyorsa, işsizlik 'doğal oranın' altındadır ve çok düşüktür ... Bu çeşit bir metafiziksel el çabukluğunun kaba olmasının yanısıra, doğal işsizlik oranı kavramının kendisi yapısal bir sapmaya sahiptir. Fiyat düzeyi - işsizlik değiş-tokuşunu [trade-off] etkileyen tüm diğer kurumsal etmenler (piyasa yapıları ve bağımsız fiyatlandırma gücü, yurt içinde ve yurt dışındaki iş alemi yatırım politikaları, gelir dağılımı, maliye ve para [politikalarının] bileşimi vb.) verili kabul edilir, ve kontrol edilebilir değişken olarak yalnızca emek piyasasının sıkılığı üzerine yoğunlaşır. Enflasyon asli tehlikedir, emek piyasası (yani ücret oranları ve işsizlik düzeyleri) sorunun çözüm yeridir." (Beyond Hypocrisy, s. 94)
Kapitalizmde yönetici sınıfın işsizliği bu şekilde manipüle etmek istemesi, ve onların karla, mülkiyetle ve iktidarla ilgili sorunlarını saptırmaları bir yerde anlaşılabilir bir şeydir. (Yüksek işsizlik düzeylerinin işaret ettiği) depresyon yönetimi, yönetim hiyerarşisi iyice güven altındayken işçilerden daha fazla kar elde edilmesini mümkün kılar. Zor zamanlarda, işçiler patronlarına karşı çıkmadan önce iki kere düşünürler, ve böylece daha fazla, daha uzun sürelerle ve daha kötü koşullarda çalışırlar. Bu, artı değerin reel ücretlere göre yükselmesini sağlar (aslında, ABD'de, 1973'den bu yana karlar büyük bir ölçüde artarken reel ücretler durağan kalmıştır). Ayrıca, böyle bir politika, yatırım, karlar, güç vb. konulara ("diğer kurumsal etmenler"e) ilişkin politik tartışmaların azalmasını, ve işçi sınıfından insanlar kendi ihtiyaçlarını karşılamakla fazlasıyla meşgul oldukları için bunların saptırılmasını sağlar.

Tabii ki, bu "doğal" oran hem görünmez hem de hareket edebilir olduğu için, tarihsel kanıtların anlamsız olduğu öne sürülebilir --görünmez, hareketli bir değerle her şeyi ispatlayabilirsiniz. Ancak eğer durum böyleyse, "doğal" oranı muhafaza etmeye yönelik herhangi bir girişim de --bunu keşfetmenin tek yolu enflasyon düzeylerini takip etmek olduğu için-- keza anlamsızdır (ve görünmez, hareketli bir değerle, kuram olay gerçekleştikten sonra daima doğrudur --eğer işsizlik yükseldikçe enflasyon da yükseliyorsa, doğal oran yükselmiştir; eğer işsizlik yükselirken enflasyon düşüyorsa, düşmüştür!). Bunun anlamı insanların, işsizlik düzeyinin (görünmez ve hareketli) "doğal" oran altına düşeceği ve yönetici sınıfın çıkarlarına zarar vereceği (yüksek enflasyon oranları faiz gelirine zarar verir, ve tam istihdam işçilerin gücünü arttırarak karları sıkıştırır) zayıf ihtimali nedeniyle işsiz bırakıldığıdır. Çoğu ana akım ekonomistinin bu yanlış düşünceyi onayladığı biliniyorken, bu yalnızca "bilim"in güçlünün ihtiyaçlarına göre kendisini nasıl uyarladığını göstermektedir.

Böylece, "serbest piyasa" kapitalizmi taraftarlarının bir maksadı vardır; "fiilen varolan kapitalizm" yüksek işsizlik düzeyleri yaratmıştır. "Daha saf" kapitalizmin tam istihdam yaratıp yaratmayacağı sorusu ortaya gelir.

Birincisi, bazı "serbest piyasa" kapitalizmi taraftarlarının piyasanın eşitlik sağlama gibi bir eğilimi olmadığını savunduklarını belirtmeliyiz; bunun anlamı tam istihdamın mümkün olmadığıdır, ancak pek azı kendi kuramlarında bu açık sonucu belirgin bir şekilde ifade eder. Ancak, çoğu tam istihdamın gerçekleşebileceğini savunur. Anarşistler de keza "serbest piyasa" kapitalizminde tam istihdamın gerçekleşebileceğine inanırlar, ancak bu sonsuza kadar (uzun dönemde) sürmez. Polonyalı ekonomist Michael Kalecki'nin Keynezyen öncesi kapitalizme ilişkin olarak söylediği gibi, "sermaye teçhizatı yedeği ve yedek işsizler ordusu, en azından {iş} çevriminin dikkate değer bir kısmı boyunca kapitalist ekonominin tipik özelliklerindendir." (George R. Feiwel'in alıntısı, The Intellectual Capital of Michael Kalecki, s. 130)

Tam istihdamdan ziyade, kısa tam istihdam dönemleri ile daha uzun süreli artan ve azalan işsizlik dönemleri[den oluşan] döngüler, "serbest piyasa" kapitalizminin daha yüksek olasılıklı bir sonucudur. Kısım B.4.4 ve Kısım C.7.1'de savunduğumuz üzere, başarılı şekilde işlemesi için kapitalizmin işsizliğe ihtiyacı vardır; ve işsizliğin zaman içerisinde artması ve azalmasıyla "serbest piyasa" kapitalizmi hızlı büyüme [boom, canlanma] ve hızlı gerileme [slump, çöküş] dönemleri yaşar (bu, 19uncu yüzyıl kapitalizminden takip edilebilir). Bu nedenle, kapitalizmde tam istihdamın uzun ömürlü olması olası değildir (ne de tam istihdamdaki hızlı büyümeler iş çevriminin asli kısmını oluşturur). Dahası, neo-klasik ekonominin mantığı veriliyken bile, kapitalizmin dengede olduğu kavramı veya işsizliğin geçici uyarlamalar [dengeye yönelen gelişmeler] olduğu yanlıştır. Proudhon'un söylediği üzere:

"Ekonomistler {makinaların işsizliğe sebep olduğunu} kabul ederler: ancak burada da, bir süre sonra {yatırımlardan kaynaklanan} fiyatlardaki düşüşe paralel olarak ürün talebindeki artışı takiben emeğin öncekinden daha büyük miktarda talep edilmesini sağlayacağı {şeklindeki} ölümsüz nakaratlarını tekrar ederler. Hiç şüphesiz ki, zamanla denge yeniden tesis edilecektir; ancak bu noktada, dengenin, başka bir noktada [tekrar] bozulmasından daha hızlı bir şekilde yeniden tesis edilemeyeceğini eklemeliyim, çünkü icat etme [invention] ruhu asla durmaz ..." (System of Economical Contradictions, s. 200-1)
Kapitalizmin kalıcı bir işsizlik yarattığı ve aslında işlemek için buna ihtiyacı olduğu, pek az --ki eğer varsa-- kapitalistin onaylayacağı bir sonuçtur. Tam istihdamın kapitalizmde oldukça seyrek olduğu tarihsel kanıtı ile karşı karşıya kaldıklarında, gerçekliğin kendi kuramlarına yeterince yakın olmadığını ve değiştirilmesi gerektiğini (genellikle refah "reform"u ve "sendikaların gücü"nün azaltılmasıyla emeğin gücünü zayıflatarak) söyleyeceklerdir. Yani suçlu olan kuram değil, gerçekliktir (yine Proudhon'dan alıntılarsak, "Politik iktisat --yani mülk sahiplerinin despotluğu-- asla yanlış olamaz: [suçlu] proletarya olmalıdır." (Op. Cit., s. 187) Yani eğer işsizlik varsa, bunun sebebi kapitalistlerin emeği disiplin altına almak için işsizliğe ihtiyaçları olması değil, reel ücretlerin çok yüksek olmasıdır (neo-klasik kuramın yanlış olduğuna ilişkin kanıtlar için bakınız Kısım C.9.2). Veya eğer işsizlik yükselirken reel ücretler düşüyorsa, bunun yegane anlamı reel ücretlerin yeterince hızlı düşmediğidir --ampirik kanıtlar varsayımlardan kaynaklanan mantıksal çıkarımları yanlışlamak için asla yeterli değildir!

(Bir başka yan unsur olarak, ekonomi "bilimi"nin en çarpıcı yönlerinden birisi de ampirik kanıtların iddiaları çürütmek için yeterli olmamasıdır. Sol-kanat ekonomist Nicholas Kaldor'un bir keresinde dikkat çektiği üzere, "{a}ncak, bilimsel bir kuramın temel varsayımlarının [kuramın] konusunu teşkil eden fenomenin, davranışın doğrudan gözlenmesi temelinde seçilmesinin aksine, ekonomi kuramının temel varsayımları ya doğruluğu kanıtlamaz türdendir ... ya da gözlemle doğrudan çelişen türdendir." (Further Essays on Applied Economics, s. 177-8) Veya, standart "uzun dönemde" ekonomik ifadesini ele alacak olursak, zaman fiilen verilmediği sürece, bir kuram kabul veya reddedilmeden önce ne kadar kanıt toplanması gerektiği muğlak kalmaya devam eder.)

Tabii ki, herhangi bir ideoloji konusunda en son gülen sıklıkla gerçekliktir. Örneğin, 1970'lerin sonundan ve 1980'lerin başlarından itibaren dünyanın dört bir yanında pek çok ülkede sağ-kanat partiler iktidara gelmişti. Bu rejimler, bir miktar piyasa kuvvetinin işsizliği azaltacağı, büyümeyi arttıracağı vb. şeyler söyleyerek birçok serbest piyasa yanlısı reform gerçekleştirmiştir. Gerçekliğin oldukça farklı olduğu kanıtlanmıştır. Örneğin, İngiltere'de, Tony Blair liderliğinde İşçi Partisi'nin yeniden göreve geldiği 1997'de işsizlik (azalmakla birlikte) İşçi [Partisi] hükümetinin en son hükümeti bıraktığı 1979 Mayıs'ındakinden hala daha yüksekti. 18 yıllık emek piyasası reformu işsizliği düşürmemişti. Neo-liberalizmin iki eleştirmenin sözleriyle, "dünya ekonomisinin sermayenin serbestleşmesinden bu yanaki performansı, sıkı bir şekilde denetlendiği [zamana göre] daha kötüdür" ve "şimdiye kadar, {liberalleşmiş kapitalizmin} fiili performansı [yapılan] propagandayı doğrulamamıştır" derken durumu olduğundan hafif göstermemektedirler. (Larry Elliot ve Dan Atkinson, The Age of Insecurity, s. 274, s. 223)

Son olarak, kapitalizmin bırakınız-yapsınlarının 19uncu yüzyıldaki en parlak döneminin tarihçesine üstünkörü bir göz atış bile, iş için işçiler arasındaki "serbest" rekabetin tam istihdama yol açmadığını görmeye yetecektir. 1870 ile 1913 arasında, en gelişkin 16 kapitalist ülkede işsizlik ortalama % 5.7 idi. Bunu, 1913-50'deki % 7.3 ile, ve 1950-70 arasındaki % 3.1 ile karşılaştırınız. Eğer bırakınız-yapsınlar tam istihdama yol açmış olsaydı, sayılar tam bunun tersi olacaktı. Yukarıda (Kısım C.7.1'de) tartışıldığı üzere, otoriter doğası ve kar için üretimin gereklilikleri nedenleriyle, tam istihdam kapitalizmin değişmez bir özelliği olamaz. Özetlemek gerekirse, işsizliğin dostumuz işçilerden çok özel mülkiyetle ilgisi vardır.

Ancak, "serbest piyasa" kapitalizminin, sistemlerinde işsizliğin uzun süreler boyunca varolmayacağı iddialarının neden yanlış olduğu tartışılmaya değerdir. Ayrıca, bunu yapmak, onların kuramlarının zayıflığını, onların "çözümünün"sebep olacağı işsizliği ve insani sefaleti gösterecektir. Bunu bir sonraki kısımda yapacağız.
 

C.9.1 ÜCRETLERİN AZALTILMASI İŞSİZLİĞİ AZALTIR MI?

"Serbest piyasa" kapitalist (veya neo-klasik veya "Avusturya" [okulu]) argümanı, işsizliğe piyasayı temizleyen [arz-talep dengesini sağlayan] düzeyden daha yüksek reel işçi ücretlerinin yol açtığı şeklindedir. İşçiler, iddia edilmektedir ki, reel ücretlerden (ki bu, parasal ücretleriyle alabilecekleri mal miktarıdır) çok parasal ücretlerle ilgilirler. Bu, fiyatlar düşse bile onların ücret kesintilerine direcenecekleri, reel ücretlerinde artışa neden olacakları anlamına gelir. Diğer bir deyişle, onlar farkında olmaksızın işsiz kalacak şekilde kendilerini fiyatlandırmaktadırlar (işsizliğe yüksek ücretlerin neden olduğu iddiasının geçerliliği bir sonraki kısımda tartışılmaktadır).

Bu analizden, eğer işçilere iş için kendi aralarında 'serbestçe' rekabet etme şansı verilirse, reel ücretlerin düşeceği argümanı ortaya çıkar. Bu, üretim maliyetlerini düşürecek ve bu düşüş de işsizler için istihdam imkanları yaratacak şekilde üretimde genişlemeye neden olacaktır. Sonuçta işsizlik düşecektir. Bu kurama göre işsizliğin sebebi, devlet müdehalesi (örn. işsizlik yardımı, sosyal refah programları, örgütlenmeye yönelik yasal haklar, ücret kanunları vb.) ve sendika faaliyetleridir, çünkü böylesi müdehale ve faaliyetler ücretleri piyasa düzeyinin üstüne çıkaracak, böylece de üretim maliyetlerini yükseltecek, işverenleri "insanların gitmesine" müsade etmeye "zorlayacak"tır.

Bu nedenle, neo-klasik ekonomi kuramına göre, firmalar üretimlerinin marjinal maliyetini (bir şey daha fazla üretmenin maliyetini) ürünün piyasa tarafından belirlenen fiyatıyla eşitleyecek şekilde üretimi ayarlarlar. Böylece maliyetteki bir düşüş kuramsal olarak üretimde genişlemeye yol açar, "geçici" işsizler için istihdam yaratır ve ekonomiyi tam-istihdam dengesine doğru hareket ettirir.

Böylece, neo-klasik kuramda, işsizlik halihazırda istihdam edilmiş olan işçilerin ücretlerinin düşürülmesiyle azaltılabilir. Ancak bu argüman hatalıdır. Ücretlerin kesilmesi tek bir firma açısından anlamlı olabilirken, bir bütün olarak ekonomide aynı etkiyi göstermeyecektir (çünkü bu bir bütün olarak ülkede işsizliği düşürmek için gereklidir). Eğer tüm işçiler ücret kesintilerini kabul ederlerse, tüm fiyatlar düşecek ve ücretlerin alım gücünde pek az bir azalma olacaktır. Diğer bir deyişle, parasal ücretlerdeki bir düşüş fiyatları düşürecek, reel ücretleri neredeyse değişmeksizin bırakacak ve işsizlik sürecektir.

Dahası, eğer fiyatlar değişmeksizin kalırsa veya çok küçük bir miktarda düşerse (yani eğer refah işçilerden kapitalistlere doğru yeniden dağılmışsa), o zaman reel ücretlerdeki bu kesintinin etkisi istihdamı yükseltmeyecek, aksine düşürecektir. İnsanların tüketimi gelirlerine bağlı olduğu için, ve eğer gelirleri de reel anlamda düşerse, o zaman tüketimleri de [düşecektir]. Proudhon'un 1846'da dikkat çektiği üzere, "eğer üreticiler daha az kazanırlarsa, daha az satın alacaklardır; ... {bu ise} ... aşırı üretime ve yoksulluğa yol açacaktır", çünkü "işçinin sizin {kapitalistler} için bir maliyeti olmasına rağmen, onlar aynı zamanda sizin müşterilerinizdir: sizin tarafınızdan işten atıldıklarında, artık tüketemeyeceklerinde, onların ürettiklerini ne yapacaksınız? Bu nedenle, bir makinanın bozulması işveren için bir darbe olmaz; çünkü eğer üretim tüketimi dışlarsa, en sonunda kendi kendisini durdurmaya mahkumdur." (System of Economical Contradictions, s. 204, s. 190)

Ancak, herkesin reel gelirinin düşmeyeceği iddia edilebilir: kardan elde edilen gelirler yükselecektir. Ancak işçilerden --işçilere göre gelirlerinin daha az bir oranını tüketme eğiliminde olan bir grup olan-- kapitalistlere yeniden dağıtılan gelir, efektif talebi [reel alım gücünün belirlediği talep] azaltabilir ve işsizliği yükseltebilir. David Schweickart'ın belirttiği gibi, ücretler düştüğünde işçilerin alım gücü de düşer; ve eğer bu başka bir harcamayla telafi edilmezse, toplam talebi düşürecektir (Against Capitalism, s. 106-107). Diğer bir deyişle, neo-klasik ekonominin aksine, piyasa dengesi herhangi bir işsizlik düzeyinde oluşturulabilir.

Ancak "serbest piyasa" kapitalist kuramında, piyasa dengesinin işsizlikle birlikte gerçekleşmesi mümkün değildir. Neo-liberaller, reel ücret kesintilerinin, bunu telafi edecek şekilde otomatikman yatırımları yeterince yükseltmeksizin tüketici mallarına olan talebi düşüreceği iddiasını reddederler. Neo-klasikler, işçi sınıfının tüketimindeki azalışı telafi edecek şekilde yatırımların artacağını öne sürerler.

Ancak, bu iddianın öne sürülmesi için, kuram üç kritik varsayıma dayanmaktadır; yani firmaların üretimi genişletebileceği, üretimi genişletecekleri, ve eğer böyle yaparlarsa büyüyen üretimlerini satabilecekleri. Ancak, kuram ve bu varsayımlar sorgulanmaya açıktır.

İlk varsayım bir şirketin yeni işçiler almasının daima mümkün olduğunu ifade eder. Ancak üretim arttırılması sadece işçiden daha fazla bir şeydir. Eğer üretim malları ve imkanları mevcut değilse, istihdam arttırılmayacaktır. Bu nedenle, çıktıyı arttırmak amacıyla mevcut stoğa daima emek eklemesi yapılabileceği varsayımı açık ve net bir şekilde gerçekçi değildir.

İkincisi, emek maliyetleri düştüğünde firmalar üretimi genişletecekler midir? Hemen hemen hiç. Üretimi arttırmak arzı arttıracaktır ve ücretlerdeki düşüşten kaynaklanan fazladan karları yiyecektir. Eğer işsizlik genel piyasa ücretinin düşmesine yol açmazsa, şirketler mevcut iş gücünü yenileme fırsatından faydalanabilirler veya onları ücret kesintilerine zorlayabilirler. Eğer bu olursa, ne üretim ne de istihdam artacaktır. Ancak, fazladan karların ekonomideki sermaye yatırımını arttıracağı söylenebilir (neo-liberalizmin anahtar niteliğindeki bir varsayımı). Bunun cevabı açıktır: belki olur, belki de olmaz. Çöken bir ekonomi finansal [açıdan] dikkatli olmayı teşvik edebilir, ve böylece de kapitalistler uzun süreli bir yüksek karlılıktan emin olmadıkça yatırım yapmayı durdurabilirler.

Bu doğrudan sonuncu varsayımı, yani üretilen malların satılacağı [varsayımını] besler. Ancak ücretler düştüğünde işçilerin alım gücü de düşer, ve eğer başka bir harcamadaki artışla telafi edilmezse, o zaman toplam talep düşecektir. Böylece genel talep azaldığı için ücretlerdeki düşüş aynı ve hatta daha düşük bir istihdama yol açabilir, ve şirketler mallarını satacak piyasa bulamayabilirler. Ancak, iş alemi yatırıma yönelik olarak ücretlerden karlara doğru olan kaymadan kaynaklanan artan fonlarını derhal kullanmaz (kullanamaz) --ya finansal ihtiyatlılık veya mevcut olanakların eksikliği nedeniyle. Bu, karlar birikirken (ancak kullanılmazken), genel talebin azalmasına neden olacaktır, bu da satılamayan malların stoklanmasına ve yenilenen fiyat düşüşlerine neden olacaktır. Bunun anlamı reel ücretlerdeki kesintinin, satılamayan stokları satmak için yapılan fiyat indirimleriyle geçersiz kılınacağı ve işsizliğin süreceğidir.

Bu nedenle, düşük maliyetlerin daha fazla karlar demek olduğu, bunun daha büyük tasarruflara, ve nihayetinde de daha büyük bir yatırıma yol açacağından ötürü yatırım harcamaların artacağı şeklindeki geleneksel neo-klasik yanıt zayıftır. Düşük maliyetler ancak ürünler satılırsa daha büyük karlar demektir, ki eğer talep olumsuz etkilenirse bu gerçekleşmeyebilir. Başka bir değişle, daha yüksek kar marjları, işçilerin alım gücündeki azalma nedeniyle tüketimdeki bir düşüşten ötürü daha yüksek karlara neden olmayabilir. Ve, Michal Kalecki'nin belirttiği üzere, hızlı gerilemeyle mücadelede ücret kesintileri etkisiz olabilir, çünkü karlardaki kazanımlar anında yatırım artışlarına dönüşmez ve ücret kesintilerinin neden olduğu azalan alım gücü satışlarda düşüşe sebep olur; yani daha yüksek kar marjları yüksek karlara sebep olmaz. Dahası, çok önceleri Keynes'in belirttiği üzere, tasarrufları yöneten kuvvetler ve güdüler, yatırımları idare edenlerden oldukça farklıdır. Bu nedenle bu iki miktarın daima çakışması zorunluluğu bulunmamaktadır. Yani ücretleri düşüren firmaların bırakın daha fazlasını, eskisi kadar satması bile mümkün olmayabilir. Bu durumda üretimi azaltacaklardır, [bu ise] işsizliği arttıracak ve talebi daha da düşürecektir. Bu, depresyona neden olacak şekilde azalan talep - düşen üretim kısır sarmalı harekete geçirebilir (böyle bir sürecin siyasi sonuçları kapitalizmin sürekliliği açısından tehlikeli olacaktır). Bu aşağı doğru sarmal Kropotkin tarafından tasvir edilmiştir (Keynes'in aynı noktayı belirttiği General Theory of Employment, Interest and Money [eserinden] yaklaşık 40 yıl kadar önce):

"Kapitalist endüstrinin temeli olarak karlar [veriliyken], düşük karlar henüz açığa vurulmamış olan sonuçları açıklar.

Düşük karlar işverenleri ücretleri, veya işçi sayısını veya hafta boyuncaki çalışma günü sayısını düşürmeye sevk eder ... (D)üşük karlar en nihayetinde ücretlerde bir düşüş demektir, ve düşük ücretler işçilerin yaptıkları tüketimin azalması demektir. Düşük karlar aynı zamanda, belli bir ölçüde, işverenlerin tüketiminin azalması anlamına gelir; ve ikisi birlikte ise, imalatçı ülkelerde ortaya çıkan devasa bir aracı sınıfın eşliğinde düşük karlar ve düşen tüketim anlamına gelir, ve yine işverenler açısından karların daha da düşmesi anlamına gelir." (Field, Factories and Workshops Tomorrow, s. 33)

Böylece ücretlerdeki bir kesinti herhangi bir hızlı gerilemeyi daha da ağırlaştıracak, aksi duruma göre bunu daha derin ve daha uzun yapacaktır. Ücretlerin kesilmesi, işsizliğe çözüm olmasının tersine, durumu daha da kötüleştirecektir (neo-klasik ekonomistlerin savunduğu üzere, ücretlerin fazla yüksek olmasının gerçekten de işsizliğe yol açıp açmadığı sorusuna aşağıda değineceğiz). Bu veriliyken, Kısım C.7.1'de öne sürdüğümüz üzere, enflasyona kapitalistler açısından karların yetersiz olması neden olmaktadır (fiyat artışlarıyla kar marjlarını korumaya çalışırlar). Ücret kesintilerinin bu sarmal etkisi ekonomistlerin stagflasyon --(1970'lerde görüldüğü üzere) artan enflasyonun eşlik ettiği artan işsizlik-- dedikleri şeyi açıklamaya yardım eder. İşçiler işsiz bırakıldıkları için, genel talep düşer; bu, kar marjlarını daha da düşürür, ve buna tepki olarak kapitalistler kayıplarını telafi etmek amacıyla fiyatları yükseltirler. Ancak (emek militanlığı ile birkaç işçi ve ailesinden daha fazlasının eşlik ettiği) çok derin bir ekonomik durgunluk bu döngüyü kırabilir. Kapitalizmin çelişkilerinin maliyetini çalışan insanlar ödemektedir diğer bir deyişle.

Tüm bunlar, hızlı bir gerilemede işçi sınıfından insanların iki seçeneğinin olduğu anlamına gelir --hızlı büyüme - hızlı gerileme çevrimini yeniden başlatmak üzere daha derin bir depresyonu kabul etmek; veya kapitalizmden ve onunla birlikte ilk başta iş çevrimlerini (hiyerarşi ve eşitsizlik gibi diğer kötü hastalıkları bir kenara bırakalım) üreten kapitalist üretimin çelişkili doğasından kurtulmak.

Kapitalizmin (en sonunda) hızlı bir gerilemeden hızlı bir gelişmeye geçeceğini ispatlamayı amaçlayan bir diğer neo-klasik argüman "Pigou" (veya "reel balans") etkisidir. Bu kuram, işsizlik yeterince yüksek olduğunda, bunun, para arzının reel değerinin artmasına ve dolayısıyla da tasarrufların reel değerinin artmasına yol açacak şekilde ücret seviyesinde düşüşe yol açacağını öne sürer. Bu çeşit varlıkları olan insanlar zenginleşecek ve refahdaki bu artış insanların daha fazla mal alabilmesini sağlayacak, böylece de yatırımlar yeniden başlayacaktır. Bu sayede, hızlı gerileme doğal olarak hızlı bir ilerlemeye dönüşecektir.

Ancak, bu argüman da birçok açıdan kusurludur. Buna yanıt olarak Michal Kalecki, ilk olarak, Pigou'nun "böyle yapmaları için hiçbir belirli sebep yokken, bankacılık sisteminin azalan gelirler karşısında para stokklarını sabit tutacağını varsaydığını" belirtir. Eğer para stoğu değişirse, paranın değeri de değişecektir. İkincisi, "fiyatlar düştüğünde parayı tutanların [sağladığı] kazanç, parayı sağlayanların kayıplarıyla tamamen dengelenir. Böylece, fiyatlar düştüğünde banka hesaplarındaki mevduatların reel değeri mevduat sahipleri açısından artarken, bu mevduatın banka açısından temsil ettiği yükümlülük de keza büyüklük olarak artar." Ve, üçüncü olarak, "düşen fiyatlar ve ücretler ödenmemiş borçların gerçek değerinin artacağı anlamına gelir; ki reel gelirleri, artan reel borçlarının değeriyle aynı hızla artmadığı için borçlular [borçlarını] geri ödemekte giderek zorlanacaklardır. Aslında, fiyat ve ücretlerin düşüşü, düşük talep seviyesi sayesinde gerçekleşiyorsa, genel reel gelir de daha düşük olacaktır. Bunu iflaslar takip edecek, borçlar geri ödenemeyecek, ve bir güven krizinin ortaya çıkması muhtemel olacaktır." Diğer bir deyişle, borçlular harcamalarını, kreditörlerin arttırdığından daha fazla olacak şekilde kesebilirler; ve böylece talep artmadığı için depresyon sürer. (Malcolm C. Sawyer, The Economics of Michal Kalecki, s. 90)

Yani, Schweickart, Kalecki ve diğerleri, bu gibi hususların işsizlikten işçi sendikalarının ve devlet müdehalesinin sorumlu olduğu (veya depresyonun piyasanın işleyişiyle kolayca ve doğal olarak sona ereceği) şeklindeki neo-klasik görüşün altını boşalttığını doğru bir şekilde gözlemler. Aksine, işçi sendikaları ve çeşitli refah koşulları, hızlı bir gerileme sırasında talebin aksi durumdaki kadar düşmesini engelledikleri ölçüde, aşağı doğru olan sarmalı frenler. Bırakın işsizliğin sorumlusu olmalarını, aslında onu hafifletirler. Ücretler (ve [sosyal] faydalar) bazı firmalar için maliyetken, daha fazla [sayıdaki] firma için kazanç demek olduğu [için], bu gayet açık olmalıdır.
 

C.9.2 İŞSİZLİĞİN SEBEBİ ÜCRETLERİN ÇOK YÜKSEK OLMASI MIDIR?

Son kısımda dikkat çektiğimiz üzere, çoğu kapitalist ekonomi kuramı işsizliğe ücretlerin çok yüksek olmasının sebep olduğunu öne sürmektedir. Herhangi bir ekonomi öğrencisi size yüksek ücretlerin talep edilen emek miktarını düşüreceğini, diğer bir deyişle işsizliğin sebebinin ücretlerin çok yüksek olması olduğunu söyleyecektir --basit bir "arz ve talep" vakası. Bu kuram nedeniyle, yüksek ücretlerin olduğu alanların, yüksek işsizliğe sahip alanlar olması gerektiğini bekleriz. Kuram açısından maalesef, durum hiç de böyle gözükmemektedir.

Ampirik kanıtlar, işsizliğin sebebinin reel ücretlerin çok yüksek olması olduğu [şeklindeki] neo-klasik argümanı desteklememektedir. Reel ücretlerin iş çevriminin yukarı salınımı sırasında (işsizlik azalırken) artması, ve durgunluk sırasında (işsizlik yükseldiğinde) azalması olgusu, reel ücretlerin istihdamı yönettiği [şeklindeki] neo-klasik yorumun ayakta kalmasını güçleştirir (ekonomik terminolojiyi kullanırsak, reel ücretler "pro-devirsel"dir [pro-cyclical, devirsel olma eğiliminde]). Ancak bu neo-klasik işsizlik kuramı karşısındaki yegane kanıt değildir. İngiltere'li Keynezyen bir ekonomist olan Will Hutton, (neo-klasik ekonomistlerin iddia ettikleri üzere) yüksek ücretlerin işsizliğe neden olmadığını ortaya koyan araştırmayı şöyle özetliyor:

"İngiliz ekonomistleri David Blanchflower ve Andrew Oswald ... ücretler ile işsizlik arasındaki fiili ilişkiye ilişkin olarak oniki ülkenin verilerini {incelemişler} --ve keşfettikleri şey, emek piyasasın ailişkin serbest piyasa görüşüne karşı bir diğer büyük meydan okumadır ... {Neo-klasik kuramda öngörülenin} tam tersi bir ilişki {buldular}. Ücretler yükseldikçe, yerel işsizlik azalmaktadır --ve ücretler düştükçe, yerel işsizlik yükseelmektedir. Söyledikleri üzere, bu, rekabetçi emek piyasalarının nasıl işlemesi gerektiğine ilişkin olarak serbest piyasa ders kitabı kuramlarının bağdaşabilecekleri bir sonuç değildir." (The State We're In, s. 102)
Blanchflower ve Oswald, araştırmaları sonucunda, "yüksek işsizlik alanlarında çalışan {işverenler}, --diğer herşey aynıyken-- düşük işsizlikle kuşatılanlardan daha az kazanmaktadırlar" demektedirler. (The Wage Curve, s. 360) Neo-klasik ekonominin tam zıttı olan bu ilişki, farklı ülkeler için eğrinin benzer olmasıyla, birçok farklı ülke ve zaman devresin için geçerli bulunmuştur. Bu nedenle, kanıtlar, yüksek işsizliğin yüksek değil düşük kazançlarla ilgili olduğunu öne sürmektedir; bunun tam tersi de geçerlidir.

ABD örneğinde, daha dar kapsamlı olan bizim bulduğumuz kanıtlara bakacak olursak, eğer işsizliğe asgari ücretler ve sendikalar sebep oluyorlarsa, o halde 1960'lar ve 1970'ler boyunca neden (daha düşük asgari ücrete ve daha zayıf sendikalara sahip olan) Güney-doğu eyaletlerindeki işsizlik oranı Kuzey-batı eyaletlerinden daha yüksektir? Veya, Reagan ve Bush dönemlerinde (göreceli) asgari ücretler düşerken, buna neden kronik bir işsizlik eşlik etmiştir? (Allan Engler, The Apostles of Greed, s. 107)

Veya Düşük Ücret Ağı'nın [Low Pay Network] hazırladığı "Yoksulluk Pahasına" [Priced Into Poverty] raporu, (çeşitli endüstrilerdeki asgari ücretleri belirleyen) Britanya Ücret Komisyonu'nun kaldırılmasına kadar geçen 18 ay içerisinde 18.200 tam zamanlı işe denk düşen bir artışa karşılık, [kaldırılmasının ardından] geçen 18 ay içerisinde ise 39.300 tam zamanlı işe denk bir kayba tanık olduğunu ortaya çıkarmıştır. Eski Ücret Komisyonu['nun yetki alanı içindeki] sektörlerdeki boş işlerde, [bunların] neredeyse yarısının Ücret Komisyonu'nun şu anda ödenmesi gereken miktar olandan daha az olan bir [ücret] haddi ödediği, kaldırılmasından [önceki ücret haddinden] neredeyse % 15 daha öz ödediği veriliyken, (neo-klasik argümana göre) ücretlerin düştüğü bu sektörlerde istihdamda bir artış olması beklenirdi. Bunun tam tersi gerçekleşti. Bu araştırma, Ücret Komisyonu'nun kaldırılmasıyla bağlantılı olan ücret düşüşlerin daha fazla istihdam yaratmadığını açıkça göstermektedir. Gerçekte, istihdam artışı kaldırılmasından önce daha canlıydı. Yani Ücret Komisyonu'nun lağvedilmesi daha fazla istihdam yaratmazken, lağvetmenin neden olduğu ödentilerdeki aşınmalar daha fazla ailenin yoksulluk yardımı ödemeleri ile yaşantısını sürdürmesiyle sonuçlandı.

(Bu, anarşistlerin yasal asgari bir ücretin dayatılmasını desteklediği anlamına gelmez. Çoğu anarşist bunu yapmaz, çünkü bu ücretlerin sorumluluğunu, ait oldukları sendikalar ve diğer işçi sınıfı örgütlenmelerinden almakta ve devletin ellerine bırakmaktadır. Bu örneklerden neo-klasik argümanın hatalı olduğunu göstemek amacıyla bahsediyoruz.)

Bu kanıtlar neo-klasik ekonomi için şok edici olmakla beraber, anarşist ve diğer sosyalist analizlere gayet iyi oturmaktadır. Anarşistlere göre, işsizlik emeği disipline etmenin ve uygun bir kar oranını muhafaza etmenin bir aracıdır (yani, işsizlik, işçilerin sömürülmesini sağlamanın anahtar niteliğindeki aracıdır). Tam istihdama yaklaştıkça emeğin gücü artar, böylece sömürü oranı azalır ve böylece de emeğin ürettiği değer içindeki payı yükselir (ve daha yüksek ücretler). Bu nedenle, anarşist bakış açısına göre, ne düşük işsizliğin olduğu yerlerde ücretlerin yüksek olması olgusu, ne de pro-devirsel reel ücretler olgusu şaşırtıcı değildir. Her şeyden öte, Kısım C.3'de belirttiğimiz üzere, ücretlerle karlar arasındaki oran büyük ölçüde pazarlık gücünün bir ürünüdür, ve bu nedenle reel ücretlerin iş çevriminin yukarı salınımı sırasında artacağını, hızlı gerileyişte ise düşeceğini ve yüksek işsizlik olan yerlerde ise yüksek olacağını bekleriz. Ve, çok daha önemlisi, bu kanıtlar, işsizliğe sendikaların, "çok yüksek" ücretlerin vb. neden olduğu [şeklindeki] neo-klasik argümanın yanlış olduğunu ima eder. Aslında, yüksek ücretler, kapitalistlerin işçilerce yaratılan gelirin daha fazlasına el koymalarını engelleyerek genel talebi korur ve daha yüksek bir istihdama katkıda bulunur (her ne kadar, yüksek istihdam işçilerin gücünde bir artışı ima etmesi nedeniyle ücretli kölelik sisteminde tabii ki sonsuza kadar sürdürülemese de). Aksine, işsizlik, kapitalist sistemin anahtar niteliğindeki bir yönüdür ve onun içerisinde bundan kurtulunamaz, ve neo-klasiklerin "işçileri suçla" yaklaşımı sistemin mizacını ve dinamiğini anlamakta başarısız kalır.

Bu nedenle, belki de işçiler için yüksek ücretler genel talebi yükseltecek, ve işsizliği ücret haddinin azaltılmasındaki duruma göre azaltacaktır. Aslında, bu, çok sayıdaki ülkenin "ücret eğrisi" üzerine yapılan araştırmalarla desteklenmektedir. Bu, tamamen rekabetçi olan emek piyasaları, refah programlarının, işsizlik yardımlarının olmaması, yüksek bir eşitsizlik ve sendikalarla grevleri dağıtacak şekilde iş aleminin aşırı güçlenmesiyle damgalanmış olan "serbest piyasa" kapitalizminin, iş çevrimine paralel olarak sürekli bir şekilde genel talebin artıp azalmasına tanıklık edeceği, ve işsizliğin de bu örneği takip edeceği anlamına gelir. Dahası, sosyal programlara, militan sendikalara ve yasal örgütlenme haklarına sahip bir kapitalizme göre, işsizlik iş çevriminin büyük bir kısmında (ve özellikle de hızlı gerilemenin en dibinde) daha yüksek olacaktır, çünkü reel ücretler genel talebi koruyacak bir seviyede kalamayacak, ve de işsizler tüketim mallarının üretimini canlandırmak üzere yararlılıkklarını ifa edemeyeceklerdir.

Diğer bir deyişle, refah programları ve sendika faaliyetleri, gelirlerinin çoğunu harcayan ve böylece de genel talebe istikrar kazandıran çalışan insanların genel gelirini korurken, tam rekabetçi emek piyasası piyasanın istikrarsızlığını arttıracaktır --1980'ler boyunca onaylanmış olan bir analiz ("ölçülmüş eşitsizlik ile ekonomik istikrar arasındaki ilişki ... zayıftır, ancak bu bir şey ortaya koyuyorsa, o da daha eşitlikçi ülkelerin 1979'dan sonra daha istikrarlı bir büyüme kalıbı gösterdiğidir" (Dan Corry ve Andrew Gyln, "The Macroeconomics of equality, stability and growth", Paying for Inequality içerisinde, Andrew Gyln ve David Miliband (editörler), s. 212-213)).
 

C.9.3 "ESNEK" EMEK PİYASALARI İŞSİZLİĞİN ÇÖZÜMÜ MÜDÜR?

İşsizliği çözmeye ilişkin genel neo-klasik argüman, emek piyasalarının daha "esnek" olması gerektiği şeklindedir. Bu, sendikaların zayıflatılması, refah devletinin küçültülmesi (veya ortadan kaldırılması) vb. ile yapılır. Ancak, işsizliği azaltmanın aracı olarak emek piyasalarında daha fazla "esneklik" oluşturma şeklindeki bugünkü argümanın bir ölçüde düzmece olduğunu belirtmeliyiz. Argümana göre, esneklik arttırılarak, emek piyasası daha "tam" kılınarak, sözde "doğal" işsizlik oranını düşürülecek (bu oran enflasyonun yukarı doğru hızlanmaya başladığı söylenen orandır) ve böylece de işsizlik enflasyonu tetiklemeksizin azaltılabilecektir. Tabii ki, enflasyonun gerçek sebebinin kar düzeylerini korumaya çalışan kapitalistler olduğundan bahsedilmez (her şeyden öte, nüfusun çoğunluğunun yararına azami kılınacak olan ücretler değil, karlardır). Ne de emek piyasalarının esnekliğinin tarihçesinin bir ölçüde kuramla çatıştığından bahsedilir:

"esneklik yeni bir olgu olmamasına karşın, ABD emek piyasalarının daha fazla esnekliğinin istihdam anlamında daha üstün bir performansa yol açacağının savunulması görece yeni gözükmektedir. Birleşik Devletler, Birleşik Krallık ile karşılaştırılırsa örneğin, 1960'larda Birleşik Devletler yüzde 4.8, Birleşik Krallık yüzde 1.9'daydı; 1970'lerde Birleşik Devletlerin oranı yüzde 6.1'e yükselir, Birleşik Krallığınki ise yüzde 4.3'e yükselir; ve ancak 1980'lerde Birleşik Devletlerin yüzde 7.2 ve Birleşik Krallığın ise yüzde 10 olmasıyla sıralama tersine döner. ... 1980'lerde sıralamadaki bu değişikliğin, Bayan Thatcher'in esnek emek piyasaları yaratmaya yönelik tüm çabasına karşın gerçekleştiğine dikkat ediniz. Eğer emek piyasası esnekliği işsizlik düzeyini açıklamakta önemli olsaydı ... esneklik yaratmaya yönelik aktif önlemlerin alındığı bir ülkede, Britanya'da işsizlik düzeyi neden sürekli olarak yüksek olmuştur?" (Keith Cowling ve Roger Sudden, Beyond Capitalism, s. 9)
Eğer Amerika'daki iş sahibi olmayan emek gücü kesimine bakacak olursak, bunun 1969'da % 3,4 (eksik istihdam [underemployment, tam zamanlı olmayan veya niteliklerine uygun olmayan bir işte çalışanlar] edilenleri de dahil edersek % 7,3) olduğunu ve 1987'de % 6,1'e (eksik istihdam edilenler dahil % 16.8'e) yükseldiğini görürüz. Daha yeni verileri kullanırsak, işsizlik oranının ortalamada, 1950-65 döneminin % 5,0'ına karşılık olarak 1990-97 döneminde % 6.2 olduğunu görürüz. Diğer bir deyişle, emek piyasası "esnekliği" işsizlik düzeylerini düşürmemiştir, aslında "esnek" emek piyasaları yüksek işsizlik düzeyleri ile ilişkili olmuştur.

Tabii ki farklı zaman kesitlerini karşılaştırıyoruz. 1960'lar ile 1990'lar arasında pek çok şey değişmiştir ve bu nedenle bu dönemleri karşılaştırmak tam bir yanıt olamaz. Her şeyden öte, esneklikteki artış ile işsizlikteki artış birbiriyle ilgisiz de olabilir. Ancak, aynı dönem boyunca farklı ülkelere bakacak olursak, "esnekliğin" gerçekten de işsizliği azaltıp azaltamadığını görebiliriz. Britanya'lı bir ekonomistin savunduğu gibi, durum hiç de böyle olmayabilir:

"Açık işsizlik tabii ki ABD'de daha düşüktür. Ancak tüm iş sahibi olamama [non-employment] biçimlerini {eksik istihdam, resmi olarak kayıt edilmeyen işsiz işçiler vb. gibi} ele alırsak, Avrupa ile ABD arasında pek az bir fark vardır: 1988 ile 1994 arasında, 22-55 yaş grubundaki erkeklerin Fransa'da % 11'i, Birleşik Krallık'ta % 13'ü, ABD'de % 14'ü ve Almanya'da % 15'i." (John Gray'in Richard Layard'dan alıntısı, False Dawn içerisinde, s. 113)
Ayrıca, Amerika'ya ilişkin tüm işsizlik kayıtları Anerika'nın hapsetme oranlarını dikkate almalıdır. Eğer ABD'nin cezalandırma politikası diğer Batılı uluslarınkine benzeseydi, bir milyondan fazla insan iş arıyor olacaktı. (John Gray, Op. Cit., s. 113)

1983-1995 dönemini ele alırsak, OECD Avrupası nüfusunun yüzde 30'unun ABD'deki işsizlik oranından, ve yüzde 70'inin (göreceli ücretleri ABD'den bir ölçüde daha az esnek olan) Kanada'daki işsizlik oranından daha düşük bir işsizlik oranında yaşadıklarını görürüz. Dahası, en düşük işsizlik oranına sahip Avrupa ülkelerinde ücret esnekliği dikkat çekmemektedir (Avusturya % 3,7, Norveç % 4,1, Portekiz % 6.4, İsveç % 3,9 ve İsviçre % 1.7). Muhtamelen en esnek emek piyasasına sahip Britanya, Avrupa'nın yarısından fazlasından daha yüksek bir ortalama işsizlik oranına sahiptir. Ve Almanya'daki işsizlik oranı eskiden Doğu Almanya içerisinde yer alan bölgelerin etkisi altındadır. Yalnızca eski Batı Almanya bölgelerine bakacak olursak, 1983 ile 1995 arasında işsizlik, ABD'deki % 6,6'ya (Birleşik Krallık'taki % 9,8'e) oranla % 6,3'tür.

Yani, belki de "esneklik" bazılarının iddia ettiklerinin aksine işsizliğin çözümü değildir (her şeyden öte, 19uncu yüzyılda refah devletin var olmaması ne işsizliği ne de uzun durgunlukları engelleyebilmiştir). Aslında, Avrupa'daki yüksek açık işsizliğin "katı" yapılar ve "şımartılmış" yurttaşlardan daha fazla, Avrupa birleşmesinin Maastricht Anlaşması'nda ifade edilen parasal ve mali sertlikle [austherity, sıkılık] ilgisi bulunmaktadır. Bu anlaşma çoğu Avrupa yönetici sınıfının desteğini almış olduğu için, böylesi bir açıklama gündemin dışında kalmaktadır.

Dahası, "esnekliğin" ardında yatan mantığa bakacak olursak ilginç bir olgu görürüz. Emek piyasası daha "esnek" ve "tam rekabet" idealine uygun kılınırken, kapitalist tarafında ise bunu modele uygun hale getirmeye yönelik herhangi bir girişime rastlanmamaktadır. (Emek dahil olmak üzere tüm kaynakların etkin bir şekilde kullanılmasını sağlayan kuramsal bir koşul olan) tam rekabetin çok sayıda satıcı ve alıcı olması gerektiğini ifade ettiğini unutmayalım. Bu, "esnek" emek piyasasının satan tarafındaki durumdur, ancak alan tarafından durum böyle değildir (ki Kısım C.4'de işaret edildiği üzere [burada] oligapol hüküm sürer). Emek piyasası "esnekliği"ni savunanların çoğu aynı zamanda büyük şirketler ile oligapol piyasalarının dağıtılmasına, ve piyasalar içerisinde & arasında hakim şirketler arasında birleşmelerin engellenmesine karşı çıkanlardır. Model her iki tarafın da "esnek" olmasını gerektirir, peki o halde bir tarafı daha "esnek" yapmanın bütün üzerinde olumlu olmasını niye bekleyelim ki? Bunun hiçbir mantıksal sebebi yoktur. Aslında, emek piyasasında sonuçta ortaya çıkan güç kaymasıyla birlikte, gelir emekten sermayeye doğru yeniden dağıtıldığı için olaylar daha da kötüleşebilir. Bu, savaşa tutuşmuş iki taraftan birisinin silahsızlandırılmasıyla barışın gerçekleşeceğini beklemeye, ve silah sayısının yarıya düşürülmesi nedeniyle sükunetin ikiye katlandığını söylemeye benzemektedir! Tabii ki, ortaya çıkacak tek "barış" mezarlığın sükuneti veya fethedilmiş insanların [sükuneti] olacaktır --çok yakından bakmazsanız, boyun eğme sükunet içinde gerçekleşebilir. En sonunda, emeğin "esnekliği" talepleri, kapitalizmde emeğin sermayenin gereksinimlerini karşılamak için var olduğu hakikatına işaret etmektedir (veya canlı emek ölü emeğin gereksinimlerini karşılamak için mevcuttur, ki bu toplumu örgütlemenin gerçekten de çılgınca bir yoludur).

Tüm bunlar anarşistler için hiç de şaşırtıcı değildir, çünkü bizler "esnekliğin" zenginlerin gücünü ve karını arttırmak için emeğin pazarlık gücünü zayıflatmak anlamına geldiğinin farkındayız ("esnek-sömürü" [flexploitation] ifadesi [buradan kaynaklanır]!). Artan "esneklik" daha düşük değil, daha yüksek işsizlikle ilintilidir. Yine bu da şaşırtıcı değildir, çünkü "esnek" emek piyasası esasen işçilerin iş bulabilmekten memnun oldukları ve işlerinde giderek artan bir güvence yoksunluğuyla [insecurity, iş sahibi olma güvenliği anlamında] karşı karşıya oldukları bir [emek piyasası] anlamına gelmektedir (aslında, rekabetçi emek piyasası ideali için "esneklik" yerine "güvence yoksunluğu"nun kullanılması daha dürüst olacaktır, ancak böyle bir dürüstlük baklayı ağzından kaçırmak olurdu). Böyle bir ortamda, işçilerin gücü azaltılır, ki bunun anlamı sermayenin milli gelirden emeğe göre daha büyük bir pay alacağı, ve işçilerin hakları için ayağa kalkmaya daha az eğilimli olacağıdır. Bu genel talepteki düşüşe katkıda bulunur, böylece de işsizliği arttırır. Ayrıca, emeğin pazarlık gücündeki azalma daha az değil, daha fazla işsizliğe neden olabileceği için, "esnekliğin" (karlar üzerinde olmasa da) işsizlik üzerinde çok az bir etkisinin olabileceğini belirtmeliyiz. Bunun sebebi firmaların istediklerinde "fazla" işçileri işten çıkarabilmeleri, geriye kalanların [çalışma] süresini arttırabilmeleri (fazla çalışma ve işsizlik paradoksu kapitalizmin nasıl işlediğini gösteren ifadelerden yalnızca biridir) ve duraganlaşan/düşen ücretlerin genel talebi düşürmesidir. Bu nedenle, artan "esnekliğin" daha yüksek işsizliğe yol açması paradoksu yalnızca neo-klasik yapı içerisinde bir paradokstur. Anarşist görüşe göre, bu yalnızca sistemin işleme tarzıdır.

Ve hükümetlerin emek piyasasını "tam rekabetçi" kılmaya yönelik her girişimlerinde, bunun ya bir diktatörlük ürünü olduğunu (örn. Pinochet yönetimindeki Şili) veyahut devlet iktidarının artan merkezileşmesiyle, polis ve işverenlerin artan güçleriyle (örn. Theatcher yönetimindeki Britanya, ABD'de Reagan) eş zamanlı olduğunu eklememiz gerekiyor. Neo-liberalizmi ülkelerine sokmaya çalışan Latin Amerikalı Başkanlar da bu örneği izlemişlerdir ve "kongre muhalefetini bypass etmek için geleneksel Latin Amerikalı yönetim tekniği olan kanun hükmünde kararnameleri kullanarak demokratik kurumları ezip geçmişlerdir ... Yine yurttaşlık hakları da darbe almıştır. Bolivya'da, hükümet, ... kuşatma durumu ilan ederek ve 143 grev liderini tutuklayarak sendika muhalefetini etkisiz hale getirmeye çalışmıştır. ... Kolombiya'da, hükümet, devlet telekomünikasyon şirketinin özelleştirilmesine karşı çıkan 15 sendika liderini yargılamak için 1993'de anti-terör yasasını kullanmıştı. En aşırı örnek olarak, Peru'nun Alberto Fujimori'si sorun çıkaran Kongre'yle onu feshederek ve olağanüstü güçler edinerek başa çıkmıştı." (Duncan Green, The Silent Revolution, s. 157)

Bu şaşırtıcı değildir. İnsanlar, kendi başlarına bırakıldıklarında, kolektif olarak kendi mutluluklarının peşine düşmek için topluluklar oluşturacak, bir araya gelerek örgütleneceklerdir; topluluklarını ve çevrelerini koruyacaklardır. Başka bir deyişle, kendilerini etkileyen kararlar üzerinde etkide bulunmak için birlikler ve sendikalar oluşturacaklardır. "Tam rekabetçi" bir emek piyasası yaratılması için, bireylerin atomize olması; tamamen tahrip edilmese de sendika, topluluk ve birliklerin zayıflatılması gereklidir --yaşamı tam olarak özelleştirmek amacıyla. Halk kitlesini güçsüzleştirmek, onların hürriyetini kısıtlamak, halk örgütlenmelerini ve toplumsal protestoları kontrol etmek, ve böylece de sebep olacağı insani ıstıraplara, sefalete ve acıya karşı herhangi bir muhalefet olmaksızın serbest piyasanın işleyebilmesini güvence altına almak için devlet gücünün kullanılması gerekir. Halk, Rousseau'nun kötü terimini kullanırsak, "özgür olmaları için zorlanmalıdır." Ve, neo-liberalizm açısından ne yazıktır ki, emek piyasasını reforme etmeye çalışan ülkeler hala yüksek işsizlikten, artı artan toplumsal eşitsizlikten ve yoksulluktan muzdariptirler; ve hala iş çevriminin hızlı çıkış ve gerilemelerine tabidirler.

En nihayetinde, işsizliğe karşı tek gerçek çözüm ücretli emeği sona erdirmek ve insanlığı sermayenin gerekliliklerinden kurtarmaktır.
 

C.9.4 İŞSİZLİK GÖNÜLLÜ MÜDÜR?

Burada, sendikalar ve işçi haklarına karşı [yapılan] yukarıdaki şiddetli tenkitlerin ancak bir kısmını aydınlattığı neo-klasik "işçileri suçla" argümanının başka bir yönüne işaret edeceğiz. Bu, işsizliğin gönülsüz olmadığı, işçiler tarafından özgürce seçildiği argümanıdır. Sol-kanat ekonomist Nicholas Kaldor'un belirttiği üzere, "serbest piyasa" ekonomistlerine göre gönülsüz işsizlik "olamaz, çünkü varsayımlarla bu dışlanmıştır." (Further Essays on Applied Economics, s. x) Neo-klasik ekonomistler, işsiz işçilerin daha yüksek ücretli bir iş arayarak (veya çalışmaktansa refah ödentileriyle yaşayarak) zamanlarını daha iyi harcadıklarını düşündüklerini ve bu nedenle de işsiz kalmayı arzuladıklarını iddia etmektedirler. Bu argüman ciddiye alınıyor olması bize modern kapitalist ekonomi kuramının durumu hakkında pek çok şey söyler, ancak birçok sağ-kanat çevrelerde popüler olmasından ötürü bunu da tartışmalıyız.

Birincisi, işsizlik arttığında, bu gönüllü işten ayrılmalarla değil, işten çıkarmalar nedeniyle artmaktadır. Bir şirket işçilerinden bir kısmını işten attığında, işten atılan işçilerin zamanlarını yeni bir iş aramak için harcamayı düşündüklerini söylemek oldukça güçtür. Seçenekleri yoktur. İkincisi, işsiz işçiler normalde ilk teklif edilen işi kabul ederler. Bu olgulardan hiçbirisi çoğu işsizliğin "gönüllü" olduğu hipotezine uygun düşmemektedir.

Tabii ki, medyada çok sayıda iş ilanı vardır. Bu, kapitalizmin iş arayanlara her zaman iş sunduğu anlamına gelmez mi? Hiç de değil, çünkü ilan edilen iş sayısının işsiz sayısıyla uyuşması gerekir. 1.000 işsiz olduğu bildirilen bir bölgede 100 iş ilanı veriliyorsa, burada kapitalizmin tam istihdama yöneldiğini söylemek güç olacaktır.

Ayrıca, yüksek işsizlik ödeneklerinin ve sağlıklı bir refah devletinin işsizliği teşvik ettiği şeklindeki sağ-kanat varsayımın kanıtlarca desteklenmediği bahsedilmeye değerdir. Britanya Muhafazakar Partisi'nin ılımlı bir üyesinin belirttiği üzere, "OECD, onyedi sanayi ülkesini inceledi, ve ülkenin işsizlik oranı ile sosyal-güvenlik ödentileri arasında hiçbir bağlantı bulamadı." (Dancing with Dogma, s. 118) Üstelik, ekonomistler David Blanchflower ve Andrew Oswald'ın birçok ülke için [hazırladıkları] "Ücret Eğrisi", baktıkları her onbeş ülke için hemen hemen aynı gözükmektedir. Bu da keza, "ücret eğrisi", ücret esnekliğinin bir ölçütü olarak düşünülebileceği için, emek piyasası işsizliğinin sosyal-güvenlik koşullarından bağımsız olduğunu akla getirmektedir. Bu olguların her ikisi de işsizliğin doğası itibariyle gönülsüz olduğunu ve sosyal-güvenlik kesintilerinin işsizliği etkilemeyeceğini ifade etmektedir.

İşsizliğin doğasını ele alırken [kullanılabilecek] bir başka etmen de hem ABD'de hem de Birleşik Krallık'ta uygulanmış olan, neredeyse 20 yıllık [geçmişi olan] "reformlar"ın etkisidir. Refah devleti 1960'larda 1990'larda olduğundan çok daha cömertti, ve işsizlik de daha düşüktü. Eğer işsizlik "gönüllü" ise ve sosyal-güvenliğin yüksek olması bunun nedeni ise, refah ödentileri kesildikçe işsizlikte bir azalış olmasını bekleriz (her şeyden önce kesintilerin mantığı ilk aşamada budur). Gerçekte ise tam tersi olmuştur, refah devleti küçültüldükçe işsizlik yükselmiştir. Daha düşük sosyal-güvenlik ödentileri daha düşük işsizliğe sebep olmamıştır, tam tersi gerçekleşmiştir.

Bu gerçeklerle karşı karşıyayken, bazıları işsizlik sosyal güvenlik ödemelerinden bağımsızsa, refah devletinin küçültülebileceği sonucuna varabilir. Ancak, durum böyle değildir, çünkü refah devletinin büyüklüğü yoksulluk oranlarını ve insanların ne kadar süre yoksulluk içinde kalacağını etkiler. ABD'de, yoksulluk oranı 1979'da % 11,7 idi, 1988'de % 13'e yükseldi ve 1993'te yükselmeye devam ederek % 15,1 oldu. Refah devletini küçültmenin net etkisi yoksulluğun artmasına yardım etmek oldu. Benzer şekilde, Birleşik Krallık'ta aynı süre zarfında, eski Thatchercı John Gray'den alıntılarsak, "sınıfsızların [underclass] büyümesi yaşandı. İş sahibi olmayan Britanyalı (emekli aylığı olmayan) --yani [aile] üyelerinden hiçbirisinin üretkken ekonomi içerisinde faal olmadığı-- hanehalklarının yüzdesi 1975'deki yüzde 6,5 [değerinden] 1985'te yüzde 16,4'e ve 1994'te yüzde 19,1'e yükseldi ... 1992 ile 1997 arasında, işsiz, yalnız ebeveynlerde yüzde 15'lik bir artış oldu ... Sınıfsızlardaki bu dramatik büyüme, neo-liberal refah reformlarının --özellikle de bunlar barınmayı etkilediği için-- doğrudan bir sonucudur." (False Down, s. 30) Bu, sağ-kanat kuram ve retoriğin beklentilerinin tam tersidir. John Gray'in doğru bir şekilde belirttiği gibi, "Amerikan {ve diğer} Yeni Sağı'nın mesajı daima yoksulluğun ve sınıfsızlaşmanın serbest piyasanın değil, refah [devletinin] engelleyici etkilerinin ürünleri olduğu olmuştur." Şunu belirterek devam ediyor: bu, "refah [devleti] imkanlarının Birleşik Devletler'den çok daha kapsamlı olduğu anakıta Avrupası ülkelerinin deneyimleri ile asla bağdaşmamaktadır; [bu ülkelerdeki refah devleti imkanları] Amerikan tarzı bir sınıfsızlaşmayı andırmaksızın var olmuştur. Anglo-Sakson ülkelerinin deneyimleri hiçbir yere ulaşmamaktadır." (Op. Cit., s. 42) Şöyle devam eder:

"Yeni Zelanda'da, Amerikan Yeni Sağı'nın kuramları nadir ve acayip bir başarı kazanmıştı --pratik uygulaması ile kendi kendini çürütmmüştür. Yeni Sağ'ın iddialarının aksine, neredeyse tüm evrensel sosyal hizmetlerin lağvedilmesi ve refah yardımlarının seçici bir şekilde hedeflenmesi amacıyla gelir gruplarının katmanlara bölünmesi, neo-liberal yoksulluk tuzağı ortaya çıkarmıştır." (a.y.)
Bu nedenle işsizlik yardımları ve refah devleti düzeyinin işsizlik üzerinde çok az bir etkisi olurken (ki işsizliğin tabiatı gönülsüzse böyle olması beklenir), bunun yoksulluğun mizacı, süresi ve kalıcılığı üzerinde etkisi vardır. Refah devletinin küçültülmesi, yoksulluğu ve yoksulluk içerisinde geçirilen süreyi arttırmaktadır (ve yeniden dağıtımı azaltarak, eşitsizliği de arttıracaktır).

Eğer Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın yüzdesi olarak ulusal sosyal güvenlik transferlerine ve göreli yoksulluk oranına bakacak olursak, burada bir bağıntının [korelasyonun] olduğunu görürüz. Daha yüksek harcama düzeyine sahip ülkeler, daha düşük yoksulluk oranlarına sahiptir. Ayrıca, harcama düzeyi ile kalıcı yoksulların sayısı arasında da bir bağıntı vardır. Yüksek harcama düzeyine sahip ülkelerin yoksulluktan kurtulan daha fazla yurttaşı bulunur. Örneğin, İsveç tek rakamlık, % 3'lük bir yoksulluk oranına ve % 45'lik bir yoksulluktan kurtulma oranına sahiptir; Almanya'nın rakamları % 8 ve % 24'tür (ve kalıcı yoksulluk oranı % 2'dir). Bunun aksine, ABD % 20'lik ve % 15'lik rakamlara sahiptir (kalıcı yoksulluk oranı % 42'dir) (Michigan Üniversitesi Sosyal Araştırma Enstitüsü'nden Greg J. Duncan, 1994).

Güçlü bir refah devletinin ücretler ve emeğin çalışma koşulları için bir çeşit zemin oluşturduğu veriliyken, kapitalistlerin ve "serbest piyasa" kapitalizmi destekçilerinin bunun altını oymayı amaçlamalarının nedenini görmek kolaydır. Refah devletinin altını kazarak, emeği "esnek" yaparak, karlar ve güç hakları ve çıkarları için ayaklanan çalışan insanlar karşısında korunabilecektir. Eşitsizlik patlarken, "esnekliğin" iddia edilen faydalarının büyük bir çoğunluk için görülmesi güç bir şey olmasına şaşmamalıdır. Refah devleti, diğer bir deyişle, kapitalist sistemin emeği metalaştırma girişimlerini azaltır ve işçi sınıfından insanların önündeki seçenekleri çoğaltır. Refah devleti, iş bulma gerekliliğini azaltmazken, herhangi belirli bir işverene bağımlı olmanın altını oyabilir ve böylece de işçilerin bağımsızlığını ve gücünü arttırır. Sendikalar ve refah devletine yönelik saldırıların "yönetimin yönetme hakkı"nı koruma retoriği çerçevesinde sunulmuş olması ve hala da sunuluyor olması; insanların yeniden ücretli köleliğe mahkum edilmesi bir rastlantı değildir. Başka bir ifadeyle, işçilerin hakları için ayağa kalkmaması için işleri güvensiz hale getirerek emeğin metalaşmasını arttırma girişimi.

İşsizliğin insani maliyeti oldukça iyi belgelenmiştir. İşsizlik oranları ile akıl hastanesine yatırılmalar arasında istikrarlı bir bağıntı vardır. İşsizlik ile çocuk ve genç-yetişkin suçları arasında bağlantı vardır. Bireyin kendine saygısı üzerindeki, onların topluluk ve toplumları üzerindeki daha geniş etkileri çok fazladır. David Schweickart şu sonuca varıyor:

"İşsizliğin, kaybedilen üretimin veya kaybedilen vergilerin parasal [cold cash] olarak maliyeti; veya yabancılaşma, şiddet ve çaresizliğin ateşli birleşiminde[ki maliyet],  Bırakınız Yapsınlar [sisteminde] daha büyüktür." (Against Capitalism, s. 109)
Tabii ki, işsizlerin iş aramaları gerektiği, ve iş bulmak için ailelerini, kentlerini ve topluluklarını terk etmeleri gerekeceği söylenebilir. Ancak, bu, insanların bütün bir yaşamlarını "piyasa güçleri"nin gereksinimlerine (ve sermayeye sahip olanların arzularına --Keynes'in tabirini kullanırsak "hayvanii güdüleri"ne--) göre değiştirmeleri gerektiği anlamına gelir. Diğer bir deyişle, bu kapitalizmin insanların önlerini planlama ve kendi yaşamlarını örgütleme yetilerini kaybetmelerine neden olduğunu (ve ayrıca, onları kimlik, onur ve kendine saygı duygularından da yoksun bırakabilir), bunu yaşamın (ve bazı durumlarda soyluluğun) bir gereği olarak resmetmeyi kabul etmek demektir.

Öyle gözükmektedir ki, kapitalizm üzerine kurulduğunu iddia ettiği değerleri kısır bir şekilde ihlal etmeye mantıksal olarak kendisini adamıştır --yani bireylerin doğuştan gelen değerlerine ve ayrılıklarına karşı saygı. Bu hiç de şaşırtıcı değildir, çünkü kapitalizm, bireylerin ("emek" olarak adlandırılan) bir metaya indirgenmesine dayanır. Yine Karl Polanyi'den alıntılayacak olursak:

"İnsani terimlerle {emek piyasasının} bu şekilde benimsenmesi [postulate, önerme], işçiler açısından kazançlarda aşırı istikrarsızlık, mesleki standartların bütün bütün yok olması, ayrım gösterilmeksizin itilip kakılmaya aşağılıkça hazır olma, piyasanın kaprislerine tam bağımlılık demektir. {Ludwig Von} Mises haklı olarak, eğer işçiler 'sendikacılar olarak hareket etmezler, emek piyasasına göre taleplerini azaltır, yerleri ile mesleklerini değiştirilerse, en nihayetinde iş bulurlar' demektedir. Bu, emeğin meta karakterine sahip olduğu önermesine dayanan bir sistemin konumunu özetlemektedir. Nerede satışa sunulması gerektiğine, ne amaçla kullanılması gerektiğine, hangi fiyattan el değiştirmesi gerektiğine, ve hangi şekilde tüketilmesi veya yok edilmesi gerektiğine karar vermek metanın işi değildir." (The Great Transformation, s. 176)
Ancak, insanlar metalar değildir, yaşayan, düşünen, hisseden bireylerdir. "Emek piyasası" ekonomik olmaktan ziyade sosyal bir kurumdur; ve insanlar ve işler de sadece birer meta değildir. Anlamsızlıkları yüzünden neo-liberallerin varsayımlarını reddedersek, davaları başarısız olur. Kapitalizm, en nihayetinde tam istihdamı sağlayamaz, çünkü emek bir meta değildir (ve Kısım C.7'de tartıştığımız üzere, metalaştırmaya karşı bu ayaklanma, iş çevrimini ve bu nedenle de işsizliği anlamanın anahtar niteliğindeki bir unsurudur).
 

Çeviri: Anarşist Bakış


Kaynak: "C.9 Would Laissez-faire Capitalism Reduce Unemployment, as Supporters of 'Free Market' Capitalism Claim?", Anarşist Sıkça Sorulan Sorular.
Anarşist Yazın Ana Sayfa --->
1