KAHVE, KAPİTALİZM VE DEVLET
 

Joseph HEATHCOTT
Ağustos 2000
Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler,
açıklamalar vb, [...] ile gösterilmiştir.

Bu güzel yeryüzünde benim favori içeceğim kahvedir. Aslında, bu makale büyük ölçüde damla damla kostik sıvıda biriken uzun, enerjik kafein molekülleri tarafından kuvvetlendirildi. Ve Equal Exchange ([Eşit Değişim]; bir adil-ticaret alışveriş kooperatifi) yoluyla satın aldığım organik fasulyeleri tüketmek küçük bir haz duymakla beraber, bu, --çoğu gıda gibi-- kahvenin derinden derine sömürgecilik tarihinin içine gömülmüş olması olgusunu pek de ortadan kaldırmaz.

Kahve tüketimi efsanelerinin kökeni garip ve pastoraldir. Bir gün İranlı çoban Kaldi, keçilerinin belli bir ağacın küçük meyvelerini yedikten sonra yerlerinde duramadıklarını fark eder. Ancak mütevazi çobanlar ve kıpır kıpır keçiler, kahveyi dünyanın politik gündemine çıkaran gerçek tarihleri yalancı çıkarırlar. Pastoral efsaneler, metropolitan genişlemeyi, emperyalist savaşımı, sömürgesel boyunduruğu, dehşetli köleliği, ve en rezilce, en barbarca yönetilen sömürü türü --plantasyon-- etrafında şekillenen birikim rejimini hesaba katmaz.

1835'te, 217 milyon pound kahve [1 pound=454 gram] (beraberinde yaklaşık 1 milyar pound şekerle) Yemen, Habeşistan, Haiti, Brezilya ve Java gibi geniş bir alana yayılmış sömürgelerden gelerek, Amsterdam'dan Marsilya'ya, Londra'dan Cenova ve Trieste'ye kadar Avrupa'nın emperyalist limanlarına akıyordu. Kahve taneleri yüzyıllardan beridir Yakın ve Orta Doğu'da, ve belki de bugünkü Etiyopya'da tıbbi amaçlarla çiğnenmekteydi.

Özünün etkisini artırmak için çekirdeğin kaynatılmaya başlanması büyük olasılıkla M.S. 1000 civarında  Arab yarımadasında gerçekleşti. 1400'lere gelindiğinde, kahve, Yemen'de boş zamanların en temel tüketim maddesi haline gelmişti; ve 16. yüzyılda Osmanlı Türkleri --bugün hala büyük ölçüde aynen korunan-- kahve meyvesinin tanesinin kavrulması, öğütülmesi ve kaynatılması yöntemini geliştirmişlerdi. Batı ve Güney Avrupa'dan İstanbul, Şam ve Kahire'ye giden seyyahlar, pazarlardaki küçük büfelerde, fincanların içinde kaynar şekilde sunulan simsiyah sıvının daima etkisinde kalmışlardı. Birçokları, kardamon kabuğu, karanfil dalı, ve zaman zaman da zencefil eşliğinde [sunulan] telveli Türk-Arap kahvesini, daha sonraki Batılı icatlarla geçilemeyen eşsiz bir şey olarak görür.

Bununla birlikte, "egzotik" gıda metalarına yönelik Batılı zevki 16. ve 19. yüzyıllar arasında patladı --sömürgeciliğin yayılması ve piyasaların genişlemesine kabaca denk düşen bir patlama. Piyasalar ve sömürgecilik maceraları içerisinde oluşmaya başlayan şey tabii ki kapitalizmdi. Ancak kapitalizm 1500'lerde oldukça küçük bir çocuktu. Aslında, piyasaların ortaya çıkışı kapitalizmin ortaya çıkışının çok daha öncesine gider. Piyasa malların değiştirildiği yerdir. Bu değişim, çeşitli ekonomik düzenlerde gerçekleşebilir --bir tür politik denetim olmadan [gerçekleşmesi] seyrek olmasına karşın.

Kapitalizm ise öte yandan, sermaye sahipliliğinin --yani zenginlik, toprak ve makinalar-- üretim ilişkilerini yönettiği, ve devletin yaptırım ve destekleri ile piyasanın ana hatlarını şekillendirdiği bir sistemdir. İlk piyasalar Avrupa'nın kıyıları boyunda, Karpatlar Asya'sı üzerinde, ve Arap yarımadasında feodalizm gibi eski tarımsal üretim sistemlerinin içerisinde (ve sıklıkla dağılmakta olan sınırlarında) yer alan şehirlerde gelişti. Piyasalar, kapitalistlerin devlet aygıtının kontrolünü ele geçirmelerine kadar kapitalistlerin hakimiyeti altında değildi. Yurtdışındaki sömürgecilik maceraları, yeni ilkel sermaye kaynakları arayışıyla (ve burjuva devrimi savmanın bir yolu olarak) hareketlenmiş olmakla beraber, emperyalist yayılmanın metropolitan masalarına getirdiği metalar da burada katalizör işlevi gördüler.

Kahve, ticaretin kürenin her yerine doğru genişlemesine eşlik eden çok sayıdaki yeni ve heyecan verici ithal mallardan sadece birisiydi. İspanya, Meksika'dan gelen mısır ve çikolata ithalatına hakim olurken, İngiltere krallığı ise Hindistan, Seylan ve Çin'den metropole çay getirmek için şirketlere imtiyaz verdi. İleride Portekiz, Alman ve İngiliz askeri işgalleriyle karşılaşacak olan Umman Sultanlığı, Savahili kıyı şehri Zanzibar'ın hinterlantını çokça talep edilen baharatların üretimine yönelmiş devasa bir köle plantasyonuna dönüştürdü. Bu arada, İtalya ve Fransa, Akdeniz gemicilik yollarına olan yakınlıklarını, Avrupa genelindeki kahve ticaretinin denetimini sağlamak amacıyla kendi lehlerine kullandılar. Felemenk İmparatorluğu [Dutch Empire], baharatlar ve kahvede bugünkü endüstriyel-ölçekteki meta üretimlerini kuvvetlendirmek amacıyla Sumatra ve Java'da zorunlu emek [forced labor] kullandı.

19. yüzyıla gelindiğinde, kahve, sömürgeciliğin emeğin zorlaması, toprak kullanımı, kaynak çekilmesi ve meta ticareti sisteminin içine kök salmış bir meta olmuştu. Kahve sömürge [kaynak] aktarımı sisteminin önde gelen kenarıydı; değişik dış görüntüler altında bugün de var olmaktadır. Kahve, 17., 18. ve 19. yüzyıl Avrupa savaşlarında önemli bir rol oynadı. Örneğin, Uzak Doğu ticareti üzerindeki İngiliz hakimiyeti, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının ellerindeki metaların [kullanımını] tahrif etti. Akdeniz, ticaret havzasına yakınlığı nedeniyle, kahve tüketici kültürlerinde hakim bir yer edindi. İngiltere ve Felemenk devletleri (Hollanda, Zeeland [Hollanda'nın güneybatısındaki kıyı bölgesi], Orange), Hint okyanusundaki çakışan ticaret yolları için durmaksızın birbirleriyle çarpıştı.

Felemenkler, Fransızlar tarafından Akdeniz ticaretinden sürüldüklerinde, Hanseatik [Alman şehirleri federasyonu] şirketleri, zorunlu emeğe [coerced labor] dayanan başarılı bir plantasyon üretimi ekonomisini kurarak, Doğu Hindistan'da [East Indies, Hindistan, Hindi-Çini ve Doğu Hint Adalarını kapsayan bölge] sömürgecilik çabalarını hızlandırdılar. İngiliz Bayrağı'nın [Union Jack] Hindistan ve Çin'deki askeri yayılmasını desteklemek amacıyla çay tüketimine yüksek vergi koyması yüzünden, genç ve Avrupa [veya Fransız] kökenli [creole] olan Amerika'daki devlet ise İngiliz sömürgeciliğinin gururu olan çayı reddetti. Bunun yerine, "Amerikalılar", kendi krallarını alaşağı etmek için hareketlenmiş olan Fransız kuzenleriyle işbirliği yaparak, kahveyi ulusal bağırlarına bastırdılar. Aslında, kahvenin hikayesindeki ironilerden birisi de onun burjuvazi sabotajcıları ve devrimciler tarafından benimsenmesidir.

Monarşik devletlerinin sömürgeci genişlemeleri, genç halktan entelektüellerin ve radikallerin Paris, Floransa, Budapeşte, İstanbul, Prag, Viyana, Berlin ve Londra'daki kafelerde talep ettiği kahveyi metropole geri getirdi. 18. yüzyılın sonunda sadece Paris'de 2000'den fazla kahve dükkanı vardı --her 300 kişi başına bir dükkan! Kahve giderek radikallik ve cinsel töre-tanımazlıkla ile ilişkilendirilmeye başlandı; kahve dükkanları, endişeli hükümetler tarafından durmaksızın basıldı veya kapatıldı. Kahve karşıtı ve taraftarı yüzlerce ve hatta binlerce broşür yazıldı. Cemaatler tartışmalar düzenledi, ve bira imalatçıları insanları kahve dükkanlarından çıkararak meyhaneler geri getirmek için halkla ilişkiler kampanyaları düzenlediler.

Daha da önemlisi, tetikte olan yetkililer kahve dükkanlarını yakından izlediler, onları bilgi muhbir ve casuslarla doldurdular. Çantadaki [kahve] taneler sömürge altını [demek] olabilirdi, ancak kaynayan [kahvenin] kokusu devrimin kokusuydu. 18. yüzyıl boyunca, Fransız sömürge yetkilileri Haiti ve Batı Hindistan'ın [West Indies, Doğu ve Batı Antiller] diğer ileri karakollarındaki kahvenin köle-emeğiyle üretilmesini yönettiler. Ancak, 1700'lerin sonlarına gelindiğinde, Fransız devleti sömürgelerdeki plantasyon ayaklanmaları ve metropoldeki burjuva devrimi ile kuşatılmıştı.

Paris'deki yüzlerce dükkan, kendilerini ana girdilerinin --kahve çekirdeğinin-- yokluğu içinde buluverdi. Ayrıca, içteki kavgalar nedeniyle İtalyan aileleri arasındaki ticaret bağlantılarının zayıflamasının yanısıra, İngiltere ve Felemenk hakimiyetinin artması, kahve ithalatında düşüşe neden oldu. Sonuçta, henüz emekleme aşamasında olan endüstriyel kapitalizmin yeni teknolojileri, her bir kahve tanesinden daha fazla faydalanılması için uygulanmaya hazır beklemekteydi. Endüstriyel kapitalizm, eski Avrupa aristokrasilerinin iktidarlarını birer birer süpürürken, Fransız ve İtalyan mühendisler en düşük [miktardaki] ham kahveden en fazlasını elde etmeye yarayacak makinalar üretmek üzere çalışıyorlardı.

Ayrıca, Almanya'nın artık zayıflamış olan Akdeniz piyasalarından arta kalan kahvelerine bağımlı olduğu veriliyken, --Avrupa'nın en iyileri olarak görülen--- Alman mühendisleri bilhassa yaratıcıydılar. Sömürgelerdeki aksamalar, endüstriyel tasarımın uygulanması sayesinde giderek daha büyük ölçek ekonomilerine doğru bir yönelim yarattı. Sonuçta, 1830'lardan başlayarak --ve bugüne uzanarak-- Paris'de, bir fincan kahvenin üretim maliyetini düşürmeyi amaçlayan bir patent furyası başladı. Bu makinalar, üretim noktasından dağıtım noktasına, işlenme ve tüketim noktalarına kadar, kahvenin her aşamasına müdehale ediyordu. Bu son nokta, bugün aşina olduğumuz buluşların --kavurucular, öğütücüler, ezicilerden, süzgeçli kaplara, filtreli kahve makinalarına, filtre kaplarına, basınçlı filtrelere, yeniden dönüştürücülere, hidrostatik vazolara, vakumlu kaplara, pistonlara ve sıkıştırıcılara, ve nihayetinde değer çıkarımının en yeni başarısı olan buharlı espresso makinasına kadar [çeşitli]-- çoğunu ortaya çıkarmıştır.

Ardından 19. yüzyıl içerisindeki sömürge savaşları, fiyatları yukarı tırmandıran ve teknolojik buluşları harekete geçiren piyasa kıtlıklarına yol açtı. Bu teknolojik buluşların maliyetleri arttıkça, bunların endüstriyel kapitalistlerin üretim araçlarıyla bütünleşmeleri ihtimali de yükseliyordu. Bir süreliğine, sömürgecilik ve kapitalizm, birbirlerini destekleyerek, ancak aynı zamanda da sermaye ve ticaretin denetimi için boynuz boynuza gelerek, dinamik bir gerilim içinde geliştiler. Kapitalizm zafer kazandıysa da, tabii ki sömürgecilik gerçekten de ortadan silinmedi.

19. yüzyılda Latin Amerika'daki, ve 20. yüzyılda Hindistan'dan Zimbabve'ye kadar [değişik] ülkelerdeki Üçüncü Dünya milli mücadeleleri, sömürge yetkililerinin yerel devlet üzerindeki doğrudan aracı denetimini ortadan kaldırmayı başardı. Ancak, kurulu emperyalist güçler --ve Birleşik Devletler ile Japonya gibi geriden gelenler-- dünya meta piyasalarına hakim olmaya ve küresel sahnede ticaret hadlerini belirlemeye devam etmektedirler. Petrolden otomobillere, elektronik ürünlerden kahveye kadar geniş bir alandaki ürünler üzerinde, eski emperyalist denetim ve etki alanlarının yanısıra, uluslararası ticaretin yasal altyapısı ve askeri denetimi tesis edilmiştir.

Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü, İkinci Dünya Savaşı'ndan beridir Kuzeyin sermaye egemenliğinin mimarisini yerleştirmek için uğraşmaktadırlar. Bu, özellikle de, 1960'lar ve 1970'lerde çay, şeker, buğday, mısır, kenevir ve kahvenin dünya fiyatlarını düşürüldüğü, [böylece de] Kuzeyli tüketicilerin faydasına Üçüncü Dünya üreticilerinin daha da yoksullaştığı zaman belirgindi. Eski sömürge ilişkileri zor ölür; ve kahve gibi emperyalizmin ürünleri sömürgeci özelliklerinin çoğunu bugün hala sürdürmektedir.

Kahve, yerel katı kapitalist plantasyonlar, küçük-topraklı çiftçiler veya sosyalist kooperatifler tarafından üretilmesinden bağımsız olarak, dünya piyasasına çıktığı zaman bir metadan başka bir şey değildir. Böylece [kahve], mülkiyeti, değer biçilmesini ve refah-yaratımını Kuzeyli ülkelerin yararına çarpıtan, uzun zaman önce kurulmuş güç ilişkileri tarafından idare edilen, meta zincirleri boyunca hareket eder. Dünya piyasalarına sundukları kahve çıktısı, Starbucks veya Folgers'in ustaca [yaptıkları] komisyonculuğun veya pazarlamacılığın [yarattığı] katma-değerle karşılaştırılabilir olan pek az kahve-üreticisi ülke vardır.

Eski sömürge ilişkilerini fazlasıyla dengesiz olan bir dünya [geneli] üretim ve tüketim sistemine taşıyan sınıf, burjuva devriminin entelektüel temelinin uğraşısı içinde hevesli bir şekilde kahve tüketen sınıfın kendisiydi.

Peki, bu hikayeden çıkarılacak ders nedir? Masamızın üzerine yerleştirmeyi ve ağzımıza atmayı seçtiğimiz gıdaların, yerküreye yayılan gerçek maddi ilişkiler üstünde bir temeli bulunmaktadır. Ancak, bu ilişkiler genellikle pazarlamanın arkasında gizlidir, veya onun tarafından bulanıklaştırılmıştır. Bir Nike [marka] ayakkabı sadece bir Nike ayakkabısı değildir, ve bir fincan kahve yalnızca bir makalenin yakıtı değildir.

Sabah kahveniz, kaynak aktarımı, arazi birikimi, sermaye yatırımı, emek seefrberliği, atölye mücadelesi, girdi koordinasyonu (örneğin fosil kökenli yakıtlar), işleme, ambalajlama, nakliye, depolama, dağıtım ve yeniden satım[dan oluşan] uzun bir zincirin bir parçasıdır. Meta tüketiminin her aşamada, toprak erozyonu, yığınlarla ambalajlama ve petrol-yakıtlı nakliyeden tutun, --kahvecinin kullandığı plastik ve beyazlatılmış filtre kağıdı gibi-- bir fincan kahve yapmak için gerekli olan [doğal] kaynak girdilerine kadar [çeşitli] çevresel maliyetleri bulunmaktadır. Her aşamada yine gerçek insanlar, emek anlamında gerçek insanlar sahne almaktadır.

Kahve, plantasyondan işleme fabrikasına, limana, tankere, depoya, kamyona, perakende satıcıya veya kahve dükkanına gelene kadar düzinlerce atölyeden geçmektedir. Metaya değer kazandırıldığı her noktada, bu değeri kazandıranlar gerçek insanlardır --zahmetli koşullar altında yaşayan ve çalışan insanlar; çocukları ve becerileri ve kişiliği olan insanlar; üzüntüleri ve sıkıntıları, umutları ve düşleri olan insanlar.

Kahve, aynen tüm diğer gıdalar gibi, bizi bu insanlarla ilişkiye geçirir --bu, yerkürenin her yerine yayılan bir ilişkidir. Bu ilişkinin tarihsel doğasını öğrenmek, süreçlerin arkasındaki insanları görmek, ve sabah kupamıza koydukları çabayı anlamak; tüm bunların hepsi politik bilinç kazanmak ve alternatifleri hayal etmek için önemli adımlardır.

Email: [email protected]
 

Çeviri: Anarşist Bakış


Kaynak: "Coffee, Capitalism and the State", Practical Anarchy dergisi, 27 Ağustos 2000 (sayı 13).
1