Türk Tarihi - İslamiyetten Önce :::.
Türkler'in ilk
kurdukları imparatorluk Hun İmparatorluğu'dur. Türkler'in daha eskiden de
devletler kurduklarını biliyoruz, ama Hun Devleti çok geniş bir saha üzerinde
başka milletleri de idaresi altına alan büyük bir devlet olduğu için, ona
imparatorluk adını veriyoruz.
Hun
İmparatorluğu Hun Türkleri tarafından M.Ö. 220 yılında kuruldu. Hunlar bugünkü
Moğolistan bölgesinde, yâni Çin'in kuzey-batısında yaşıyorlardı. Bu bölgede
hâkimiyet kurdukları ve genişlemeye başladıkları için Çinliler onları büyük bir
tehlike sayıyorlardı. Gerçekten Hunlar, askerlikteki üstünlükleri sayesinde Çin
ordularını devamlı bozguna uğratıyorlardı. Bu yüzden Çin Devleti, Hun
saldırılarını önleyebilmek için Hun-Çin sınırı boyunca büyük bir duvar örmeye
başladı. Çin Şeddi veya Büyük Çin Duvarı denen savunma hattı işte böyle ortaya
çıkmıştır (M.Ö. 214). Sonraları Ming Hanedanı zamanında yenilenen bu büyük
duvarın bâzı kısımları çok sağlam bir şekilde günümüze kadar ayakta kalmıştır.
İlk büyük Hun
hükümdarı Teoman Yabgu'dur (M.Ö- 220). O zamanlarda Türk hükümdarlarına "Yabgu"
deniyordu. Teoman Yabgu birbirinden ayrı yaşayan Türk boylarını birleştirerek
ilk Türk birliğini gerçekleştirmişti. Bu çağda Türkler'in askerî üstünlüklerinde
süvarilerin pek önemli bir yeri vardı. Çinliler atla çekilen savaş arabaları
kullanıyorlardı, ama süvârî orduları yoktu. Türk atlıları çok sür'atli hareket
kaabiliyetine sahip oldukları için Çin birliklerini istedikleri yerde
çeviriyorlar, düşman olunca da çabucak çekiliyorlardı. Onlara ummadıkları anda
birdenbire hücum ediyorlardı. Çinliler bu yüzden ordularını Hunlar gibi donatmak
zorunda kaldılar; askerlerini Hunlar gibi giydirdiler. Ama ne Çin Duvarı, ne Çin
orduları, Hunlar'ın Çin içlerine kadar girmelerini engelleyebildi.
Teoman
Yabgu'dan sonra Hun tahtına oğlu Mete Yabgu geçti. Mete zamanında Hun
İmparatorluğu'nun toprakları Japon Denizi'nden Hazar Denizi'ne kadar uzanıyordu.
Bu topraklarda çeşitli Türk kavimlerinin yanısıra öbür Altaylı kavimler de
yaşıyorlardı. Mete devri, Hun İmparatorluğu'nun en parlak devridir (M.Ö.
209-174).
Hunlar
zamanında Çinliler medeniyet bakımından çok ileri bir durumdaydılar. Hem
nüfusları ve orduları çok kalabalık, hem medeniyetleri parlak olduğu hâlde
Hunlar'la başa çıkamadılar. Bu da gösteriyor ki, Hun başarısının sebebi yalnızca
askerî güç değildi. Gerçekten Hunlar teşkilâtçılık ve idare bakımından çok
gelişmişlerdi. O sırada Çin'in ayrı ayrı prenslikler hâlinde bulunmasından da
faydalanarak, Kuzey Çin'de sık sık iktidarı ele alıyorlardı. Fakat Çinliler'in
şehir hayâtına kapılan sınır boyu Türkleri yavaş yavaş Çinlileşiyor. Çinli
prenseslerle evlenen Hun hükümdarlarının saraylarında Çin âdet ve gelenekleri
yerleşiyordu.
Mete'den
sonra gelen Yabgular zamanında Çinliler'le ilişkiler arttı. Özellikle evlenme
yoluyla Türk ve Çin hükümdar âileleri arasında yakınlıklar doğdu. Bu yakınlıklar
ise Hunlar'ın iç işleri bakımından birçok karışıklıklara yol açtı. Yine de Hun
İmparatorluğu Milâttan Önce Birinci Yüzyıl'a kadar üstünlüğünü devam ettirdi. Bu
yüzyılda ise Türk beyleri arasında taht kavgaları artabildiğine arttı. Çinliler
de bu kavgalardan faydalanarak, Türkler'i zayıflatmayı bildiler. Ancak
Çinliler'in Hohan-Şu dedikleri Yabgu'nun 27 yıllık imparatorluğu zamanında ve
Çiçi Yabgu devrinde devlet eski gücünü biraz olsun toparlayabildi.
Milâttan
sonraki ilk yüzyılda Hun İmparatorluğu Doğu ve Batı Hunları olmak üzere iki ayrı
devlete bölündüler. Bunlara Güney ve Kuzey Hunları da denir. Milattan sonra
üçüncü yüzyılın başlarında (220) başka bir Türk kavmi olan Siyenpi'ler Hunlar'la
iktidar mücadelesine giriştiler. Sonunda Moğollar'ın ve bazı Türk boylarının da
yardımıyla Hunlar'ın hâkimiyetine son verdiler. Büyük Hun İmparatorluğu târihte
bilinen eski imparatorlukların en büyüğü idi. Hun hükümdarlarından Mete, Hohanşu
ve Cici Yabgular, dahî denecek kadar büyük birer kumandan ve devlet adamı idiler.
Bu büyük şahsiyetler hakkında Çin târihlerinde verilen bilgiler, en büyük
düşmanlarının bile onlara hayran kaldıklarını gösterir.
Mete Kağan ve
Oğuz Destanı
Mete, Teoman
Yabgu'nun oğlu ve veliahdi (kendisinden sonra hükümdar olacak kimse) idi. Ama
Teoman Yabgu'nun başka bir eğinden de bir oğlu olmuştu ve bu kadın Teoman'dan
sonra Mete yerine kendi oğlunun hükümdar olmasını istiyordu. Sonunda Teoman'ı
kandırdı. Ama Mete Buna razı olmadı ve derhâl bir ordu toplayarak Hun tahtını
ele geçirmek üzere yola çıktı. Böylece Türk târihinde ilk defa bu şehzade (prens),
devlet uğruna babasıyla taht kavgasına girişiyordu. Osmanlı İmparatorluğu
zamanında da ilk defa Birinci Murâd'ın oğullarından Savcı (Yıldırım Bâyezîd'in
ağabeyisi) babasına karşı çıktı; sonra İkinci Bâyezîd'in oğlu Selim (Yavuz)
babasıyla taht kavgasına girdi. Kanûnî'nin çok sevdiği eşi Hurrem Sultân kendi
oğlu Selîm'i (İkinci Selim) velîahd yapmak isteyince, pâdişâhın öbür oğulları
(Mustafa ve Bâyezîd) da babalarına isyan ettiler.
Mete çok
yüksek kaabiliyetli bir komutandı. Topladığı ordu ile babasını yendi ve Hun
tahtına oturdu. Çin târihleri onun üstün meziyetlerini ve yaptığı büyük işleri
uzun uzun anlatırlar. Devletinin ve milletinin işleri için kendi çıkarlarını
hiçe sayardı.
Anlatılanlara
göre bir defasında Hunlar zor durumda kalmışlar ve Çinliler'den barış
istemişlerdi. Çinliler barış için Mete'nin en sevdiği atını istediler, hemen
verdi. Ama Çin hükümdarı bununla yetinmedi, başka şeyler de istedi. Mete kendine
ait nesi varsa hepsini birer birer veriyordu. Sonra Çinliler sınırda küçük bir
arazî istediler. Burası hiçbir ise yaramayan kurak, kumlu bir topraktı. Ama Mete
buna çok sinirlendi ve şöyle dedi:
"Benden ne
istedinizse verdim, çünkü onlar benim maltındı. Ama bu toprak benim değil,
milletimindir. O toprağı korumak için savaşır, canımı veririm."
Türklerin
Oğuz Kağan Destanı'ndaki Oğuz Kağan'ın Mete olduğu söylenir. Oğuz Kağan'ın
Şehnâme'de ve Divân-ı Lugati't Türk'de adı geçen Alp Er Tunga olduğunu
söyleyenler de vardır. Oğuz Kağan Destanı şöyledir:
Günlerden bir
gün Ay Kağan bîr erkek çocuk doğurdu. Çocuk kara saçlı, kara kaşlı, ela gözlü,
kırmızı ağızlı idi. Perilerden daha güzeldi. Çocuk, anasından yalnız bir defa
süt emdi. Bir daha emmedi. Konuşmaya başladı. Çiğ et ve şarap istedi. Kırk
günden sonra büyüdü. Yürüdü. Oynadı. Ata bindi. Geyik avına bağladı. Günlerden
sonra, gecelerden sonra bir yiğit oldu. Bahadır oldu.
Oğuz Kağan
denen bu bahadır bir gün Tanrı'ya yakarmakta idi. Birdenbire etraf karanlık
kesildi. Gökten bir ışık düştü. Bu ışık aydan da, güneşten de parlaktı. Oğuz
Kağan gördü ki bu ışığın içinde bir kız var. Bu kız çok güzeldi. Yüzünde ateşli,
ışık saçan bir beni vardı. Kutup Yıldızı gibi İdi. Gülse, mavi gök de gülerdi.
Ağlasa, mavi gök de ağlardı.
Oğuz Kağan bu
kızı görünce aklı başından gitti. Kızı sevdi, aldı. Kız, Oğuz Kağan'a üç erkek
çocuk doğurdu. Birincisine "Gün", ikincisine "Ay", üçüncüsüne "Yıldız" adını
koydular.
Oğuz Kağan
gene bir gün ava gitti. Gördü ki gölün yanında bir ağaç var. Bu ağacın kovuğunda
bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Saçlar bir ırmağın akışı gibi. Dişleri
inciye benziyor. Gözleri gökten de mavi.
Oğuz Kağan'ın
aklı başından gitti. Yüreğine ateş düştü. Onu sevdi, aldı. Bu kız da Oğuz
Kağan'a üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine "Gök", ikincisine "Dağ", üçüncüsüne
de "Deniz" adını verdiler.
Bu çağda, sağ
yönde Altın Kağan denen bir kağan vardı. Altın Kağan, Oğuz Kağan'a elçi gönderdi.
Pek çok altın,gümüş, yolladı. Pek çok kız, yakut, inci gönderdi. Oğuz Kağan'a
saygı gösterdi. İtaat etti. Oğuz Kağan, Altın Kağan'ın itaatini kabul etti.
Sonra kırk gün yürüdü. Buz Dağı denen dağa geldi. Çek soğuktu. Çadırını kurdurdu.
Tan yeri
ağardığı zaman Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan; gök
tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt, Oğuz Kağan'a dedi ki :
- "Ey Oğuz,
artık ben önünde yürüyeceğim."
Bundan sonra
Oğuz Kağan çadırları toplattı. Yola koyuldu. Ordusunun önünde gök tüylü, gök
yeleli, büyük erkek kurt yürüyordu. Ordu, kurdu takip ediyordu.
Nice
günlerden sonra kurt durdu. Oğuz Kağan da ordusunu durdurdu. Burada İtil denen
bir ırmak vardı. Oğuz Kağan düşmanla karşılaştı. Savaş çok çetin oldu. Okla,
kılıçla vuruşuldu. İtil Suyu düşman kanından kıpkızıl oldu ve Oğuz Kağan üstün
geldi.
Gök tüylü,
gök yeleli kurt gene öne düştü. Oğuz Kağan'ı Sind Ülkesi'ne götürdü. Oğuz Kağan
burada da çok düşmanla vuruştu. Düşmanı yendi. Bu ülkeyi de yurduna ekledi. Geri
döndü.
Oğuz Kağan'ın
yanında ak sakallı, boz saçlı, çok akıllı ihtiyar bir kişi vardı. Anlayışlı,
doğru bir adamdı. Oğuz Kağan'ın veziri idi. Adı "Uluğ Türk" idi.
Uluğ Türk
günlerden bir gün uykuda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün
doğusundan gün batısına kadar uzanmıştı. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.
Uluğ Türk uyandıktan sonra, düşte gördüklerini Oğuz Kağan'a anlattı:
- "Ey Kağanım," dedi. "Hayat sana hayırlı olsun. Gök Tanrı, düşümde gördüğümü
yerine getirsin. Dilediği yeri sana versin."
Oğuz Kağan,
Uluğ Türk'ün sözlerini beğendi. Öğüdünü dinledi. Oğullarım topladı. Şöyle dedi:
- Gönlüm
av diliyor. Kocadım. Kuvvetim kalmadı. Gün, Ay ve Yıldız; siz Doğu tarafına
varın. Gök, Dağ ve Deniz; siz Batı tarafına varın...
Bunun üzerine
Oğuz Kağanın oğullarının üçü Doğu tarafına, üçü de Batı tarafına gitti. Gün, Av
ve Yıldız çok geyikler, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay
buldular. Yayı aldılar. Babaları Oğuz Kağan'a verdiler. Oğuz Kağan sevindi. Yayı
üç parça etti ve dedi ki :
-
"Ey büyük kardeşler, yay sizin olsun..."
Gök. Dağ ve Deniz de çok geyikler, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok
buldular. Okları aldılar. Babaları Oğuz Kağan'a verdiler. Oğuz Kağan sevindi.
Okları küçük oğullarına pay etti ve dedi ki:
-
"Ey küçük kardeşler, bu oklar sizin olsun..."
Oğuz Kağan bundan sonra ulu kurultayı toplantıya çağırdı. Halkı da davet etti.
Büyük meşveret edildi. Oğuz Kağan yurdunu oğullarına pay etti. Onlara verdi.
Dedi ki :
Siyenpiler
ile yaptıkları savaşları (220) kaybettikten ve Asya'daki Büyük Hun İmparatorluğu
dağıldıktan sonra Hunlar'ın bir kısmı Dinyeper Nehri ile Aral Golü doğusu
arasındaki bölgeye yerleştiler ve Dördüncü Yüzyılın ortalarına kadar orada
yaşadılar. Bu târihten itibaren Batı'ya akın etmeye başladılar. Hunlar'ın
yurtlarını niçin bırakıp göç ettikleri iyice bilinmiyor, herhalde geçim
şartlarının bozulması onları bu işe zorladı. Hakanları Balamir'in idaresinde
Volga'dan Batı'ya doğru ilerlemeye başladılar. O târihlerde Kuzey Karadeniz'den
Macaristan'a kadar olan yerlerde Cermen asıllı kavimler oturuyorlardı. Hunlar
önce bunlardan Doğu Gotları'na hücum edip dağıttılar. (374), arkasından Batı
Gotları'nı mağlup ederek onların ülkesine girdiler (375).
Doğu'dan
Batı'ya doğru uzanan Hun akınının yerinden yurdundan ettiği birçok kavimler
böylece Batı'ya itilerek Roma İmparatorluğu topraklarım altüst ettiler. Kuzey
Karadeniz'den İspanya'ya kadar her taraf allak-bullak oldu. Avrupa'nın etnik
manzarasını değiştiren bu büyük hâdiseye tarihte "Kavimler Göçü" denir.
Dördüncü
Yüzyıl'ın sonunda Hunlar Batı'da Tuna'yı geçerek Balkanlar'a indiler, Doğu'da da
Kafkaslar'dan Anadolu'ya girdiler. Bu ikinci akıncı kolu Güney Anadolu'dan
Suriye'nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs'e kadar yıldırım hızıyla ilerledi.
Sonbaharda aynı yoldan Azerbaycan'a döndü. Roma İmparatorluğu bu akından o kadar
şaşırmıştı ki, her tarafta Hunlar hakkında akıl almaz hikâyeler anlatılıyordu.
Batı'da ise Balamir'in oğlu Ildız'ın komutasındaki Hun süvari birlikleri Bizans
İmparatorluğu'nu barışa zorladı, Batı Roma İmparatorluğu ise kendi ülkesini
talan eden barbar kavimler (Gotlar, Vandallar, Burgondlar, Saksonlar vs.)
karşısında Hunlar'la anlaşma yoluna gitti.
Ildız'dan
sonra Hun tahtına geçen Karaton ve Rua zamanlarında Hunlar Bizans'ı yıllık
vergiye bağladılar, Batı Roma'yı da barbar kavimlerin ve Bizans'ı istilâ
tehditlerine karşı korudular. Hun gücü bir masal gibi bütün Avrupa'yı âdeta
büyülemiş ve korkutmuştu. Bu korkunun izlerini Batı milletlerinin hafızalarında
hâlâ bulabiliyoruz.
Hun
İmparatoru Rua'nın 434'de ölmesi üzerine devletin başına Attila geçti. Attila,
Rua'nın kardeşlerinden Muncuk'un oğlu idi. Amcaları Aybars ve Oktar
İmparatorluğun sağ ve sol kanat hanları idi. Attila kardeşi Bleda ile birlikte
hükümdar oldu, ama asıl idare ve kudret Attila'nın elindeydi. Attila'nın
hükümdarlık devri Hun İmparatorluğu'nun altın çağıdır. O târihte Hunlar Volga
Nehri'nin doğusundan bugünkü Fransa'ya kadar olan bölgeye hâkim olmuşlardı.
İdareleri altında çeşitli Türk boyları da dâhil olmak üzere tam kırk beş kavim
yaşıyordu ki, bunların çoğu şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir.
Bütün dünyada
Attila'nın karşısına çıkacak hiçbir kuvvet yoktu. Hun hâkimiyeti Manş Denizi'ne
kadar ulaşmıştı. Bizans kendisini devamlı baskı altında tutup vergiye bağlayan
bu kuvvetten kurtulmak için Hunlar arasına nifak sokma yolunu denedi. Çeşitli
sebeplerden
Attila idaresiyle uzlaşamayan Hun beylerini Bizans'a davet ediyor, onları yüksek
makamlara geçiriyor, Attila'ya karşı kendilerine yardım vâdediyordu. Attila
nihayet Bizans'ı ortadan kaldırmak üzere harekete geçip ordularıyla Trakya'ya
girdiği sırada meşhur Roma kumandanı ve konsülü Aetiüs araya girdi ve kendi
oğlunu Attila'ya rehin vererek Bizans'ın barışı koruyacağına kefil oldu. Bu
seferden yedi yıl sonra Bizans artık Hunlar'a bağlı bir devlet hâline gelmişti:
Her yıl ödedikleri yıllık vergiyi üç katma çıkaracak ve bir defaya mahsûs olmak
üzere altı bin libre altın ödeyeceklerdi.
Attila 451
yılında Batı Roma İmparatorluğu topraklarının bir kısmı üzerinde hak iddia
ederek (Roma prensesi ile nişanlıydı), harekete geçti. Romalılar o zaman
Hunlar'ın kovaladığı diğer Barbar kavimlerden de topladıkları kuvvetlerle iki
yüz bin kişilik bir ordu kurup Paris yakınlarında Attila'nın karşısına durdular.
Atilla'nın ordusunda da Hunlar'ın yanısıra başka kavimlerden yüz bine yakın
asker vardı. Orleans yakınında bütün bir gün yapılan savaşta her iki taraf on
binlerce kayıp verdiği halde kimin yendiği belli olmadı, ama gece olunca
Romalılar ve müttefikleri savaş alanından çekildiler. Attila onları o sırada
takip etmedi, geri dönüp ordusuna çekidüzen verdikten sonra Roma'ya doğru
yürüdü. Po Ovası'na geldi. Roma'da halk korku ve panik içindeydi. Senato, ne
pahasına olursa olsun barış yapılmasından yanaydı. Barış teklifini yapacak
heyetin başında papa vardı: Papa, hıristiyan dünyasını kurtarmak üzere bizzat
Attila'nın huzuruna çıktı ve Roma'nın kendisine boyun eğdiğini bildirdi. Bunun
üzerine barış yapıldı.
Attila 452
yılında 60 yaşında iken şüpheli bir şekilde Öldü, Yerine sırasıyla oğulları
İlek, Dengizik ve İrnek, Hun Hakanı oldular. Bu sonuncular önceki Hun hakanları
gibi başarılı olamadı. 470 yılında Batı Hun İmparatorluğu artık dağılmıştı.
Türk
Tarihîndeki Önemi:
Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kabul edenler Göktürklerdir.
Böylece devleti ifade etmesi bakımından siyasî bir anlamı olan Türk kelimesi bu
sayede bütün bir milletin adı olmuştur.
Göktürk
Menşe Efsaneleri ve Ergenekon Destanı'na Göre
Türklerin
Tarih Sahnesine Çıkışı
Göktürklerin
"Kurttan Türeyiş"lerine dair Çin kaynaklarında da geçen üç efsane vardır.
Aslında bu efsanelerin hemen hemen aynısı M.Ö. 119'da Hunlar tarafından büyük
bir yenilgiye uğratılan Wu-sunlar için söylenir.
Efsaneye göre
Hunlar bir taarruz neticesinde Wu-sun kralını öldürmüş, onun oğlu Kun-mo küçük
olduğu için Hun hükümdarı ona kıyamamış ve çöle atılmasını emretmiş. Küçük
Kun-mo dişi bir kurt tarafından emzirilmiş ve bu olayı uzaktan seyreden Hun
hükümdarı, çocuğun kutsal biri olduğuna inanarak, büyüdüğünde onu Wu-sunların
kralı yapmış, içinden Göktürkleri de çıkaran, Çinlilerin Kao-çı (Yüksek
Tekerlekli Arabalılar) ve T'ieh-li (Tölös) dedikleri, Orhun nehrinden Volga
kıyılarına kadar geniş bir alana yayılan bu güçlü Türk kavimler topluluğu için
de "kurttan türeyiş" efsanesi aynı motifi işler. Çin'deki Toba sülalesi devri
kaynaklarında efsane özetle şöyle anlatılır:
"Kao-çı
kağanının çok akıllı iki kızı varmış. Öyle iyi kalpli ve akıllılarmış ki,
babaları onların ancak tanrı ile evlenebileceklerini düşünerek, kızlarını bir
tepeye götürmüş. Ancak tepeye ne tanrı gelmiş ne de onlarla evlenmiş. Kızlar
burada beklerken ihtiyar bir erkek kurt tepede dolaşmaya başlamış. Küçük kız,
kardeşine bu kurdun tanrının kendisi olduğunu söyleyerek tepeden inmiş ve kurtla
evlenmiş. Bu suretle Kao-çı halkı bu kız ve kurttan türemiş.".
Bu
efsanelerin tekamül etmiş şekli, tarihî realiteye de uygun olarak, Göktürk menşe
efsanelerinde ve Ergenekon Destanı'nda görülür. M.S.570'te ortaya çıkan Çin'deki
Sui Sülâlesi devrinde Göktürklerle yakın münasebet kuran Çinliler, Türklerden
öğrendikleri efsaneyi tarih yıllıklarında not etmişlerdir. Efsane şöyledir:
"...
(Göktürklerin) ilk ataları Hsi-Hai, yani Batı Denizi'nin kıyılarında
oturuyorlardı. Lin adlı bir memleket tarafından, onların kadınları, erkekleri,
büyüklü-küçüklü hepsi birden yok edilmişlerdi. Yalnızca bir çocuğa acımışlar ve
onu öldürmekten vazgeçmişlerdi. Bununla beraber onun da kol ve bacaklarını
kendisini Büyük Bataklığın içindeki otlar arasına atmışlardı. Bu sırada dişi bir
kurt peyda olmuş ve ona her gün et ve yiyecek getirmişti. Çocuk da bunları yemek
suretiyle kendine gelmiş ve ölmemişti. (az zaman sonra) çocukla kurt, karı koca
hayatı yaşamaya başlamışlar ve kurt da çocuktan gebe kalmıştı. (Türklerin eski
düşmanı Lin devleti, çocuğun hâlâ yaşadığını duyunca) hemen kendi adamlarını
göndererek, hem çocuğu hem de kurdu öldürmelerini emretmişti. Askerler kurdu
öldürmek için geldikleri zaman, kurt onların gelişinden daha önce haberdar olmuş
ve kaçmıştı. Çünkü kurdun kutsal ruhlarla ilgisi vardı. Buradan kaçan kurt, Batı
Denizi'nin doğusundaki bir dağa gitmişti. Bu dağ, Kao-ch'ang (Turfan)'ın
kuzey-batısında bulunuyordu. Bu dağın altında da çok derin bir mağara vardı.
(Kurt) hemen bu mağaranın içine girmişti. Bu mağaranın ortasında büyük bir ova
vardı. Bu ova, baştan başa ot ve çayırlıklarla kaplı idi. Ovanın çevresi de 200
milden fazla idi.
Kurt, burada
on tane erkek çocuk doğurdu. (Göktürk Devleti'ni kuran) A-şi-na ailesi, bu
çocuklardan birinin soyundan geliyordu."
Efsanede
Türklerin yaşadığı ve göç ettiği yer olarak gösterilen Batı denizi, kimi
tarihçilere göre Turfan'ın kuzey batısında yer alan Balkaş gölü veya Aral, hatta
Hazar iken kimi tarihçilere göre de Isık göldür. Isık göl ve civarı, Kırgızların
millî destan kahramanı olan Manas'ın da yaşadığı bir bölgedir. Ancak burada
önemli olan menşe efsanesinin, Göktürklerin "Ergenekon Destanı"nın ilk şekli
olmasıdır. Bütün Türk boylarında derin izler bırakan bu destan, içinde tarihî
olayları barındırması bakımından da dikkate değerdir. Destan özetle şöyledir:
"Türk
illerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer yoktu. Bütün
kavimler birleşerek Göktürklerden öç almaya yürüdüler. Türkler çadırlarını,
sürülerinin bir yere topladılar. Çevresine hendek kazdılar, beklediler. Düşman
geldi. Vuruş başladı. On gün vuruştular, Göktürkler üstün geldi." Düşman,
Türkleri er meydanında yenemeyeceklerini anladığından hileye başvurur ve
Göktürkleri gafil avlayıp, çadırlarını basar. Büyük bir katliam gerçekleşir. İl
Han'ın küçük oğlu Kayan (Kıyan) ve yeğeni Tukuz (Negüz) kadınlarıyla birlikte
düşmanın elinden kaçar ve onların bulamayacağı bir yere "Ergenekon" a (Sarp Dağ
Beli) gelirler. Burası geçit vermez, sarp dağlarla çevrili orta yeri düz,
verimli bir ovadır. Burada bir müddet sonra nüfusları gittikçe çoğaldığında,
birbirine akraba, ayrı ayrı "oba"lar oluşturdular. Nihayet dört yüz yıl sonra
kendileri ve sürüleri Ergenekon'a sığamaz oldu. Kurultay toplayıp, Ergenekon'dan
çıkma kararına vardılar. Çıkış için tek bir geçit vardı fakat burası da
demirdendi. Bir demirci ustasının fikriyle demir dağ büyük bir ateş yakılıp,
devasa körüklerle harlandırılarak eritildi. Nihayet, Börteçene (Bozkurt) adlı
bir başbuğun liderliğinde, Türkler Ergenekon'dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar.
Özetlenen bu
destan, İlhanlı tarihçisi Reşideddin tarafından nakledilirken, araya Moğollar da
serpiştirilerek, büyük ölçüde tahrif edilmiştir. Ancak destanda geçen motifler
ve çağrıştırdıkları olaylar, destanın Göktürklere ait menşe efsanelerinin
tekamül etmiş hâli olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Börteçene,
Göktürklerin soylarını dayandırdıkları Asena gibi mübarek ve yol gösteren bir
kurttur. Hun birliği dağıldıktan sonra, destanın girişinde belirtildiği gibi,
Türkler Altay dağları civarına çekilmişler ve bir müddet Juan-Juanlar'ın
hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Demircilikte ileri giden Göktürkler, Juan-Juan
hükümdarının "Sizler demircilikle uğraşan kölelerimsiniz" diye aşağılanmalarını
hazmedemeyerek, onlara savaş açmışlar ve yaklaşık dört yüz yıl süren
suskunluktan sonra, 545 yılında büyük bir zafer kazanarak istiklâllerinin
temelini atmışlardır. Reşideddin'in de Camiü't-Tevarih'te yazdığı üzere,
Ergenekon'dan çıkış, bir bayram olarak kutlanmış, önce Türk kağanı, ardından
beyler, bir parça demiri ateşe salıp kızdırdıktan sonra, örs üstünde
çekiçleyerek, Ergenekon'u Türk an'anesinde canlı tutmuşlardır.
Göktürk
hükümdarlık ailesi Aşına soyundan gelmekteydi. Yukarıda ifade ettiğimiz
efsanelere göre Aşına soyu dişi bir kurttan türemişti ve bu inanış sebebiyle de
Göktürk Devleti alâmeti, altından kurt başlı sancak olmuştur. Ergenekon
efsanesi, Hun devletinin yıkılmasından sonra, Türklerin yaşadığı zorlukları
anlatmaktadır. Dolayısıyla, tarihen yaşanmış olaylar, Göktürklerin, Hun
devletinin bir devamı olarak ortaya çıktıklarının bir delilidir. Nitekim devlet
yapılanmasının Hunlarla aynı olması da bu fikri kuvvetlendirir.
BİRİNCİ
GÖKTÜRK KAĞANLIĞI
Göktürkler'in
tarih sahnesine çıktıkları sıralarda Orta Asya Moğol asıllı Juan-Juanların
hâkimiyetinde idi. Göktürkler de Altay dağları civarında, önemli bir siyasî güç
hâlinde onlara bağlı olarak yaşıyorlardı. Bu esnada geleneksel sanatları
demircilikle uğraşan Göktürkler, Juan Juanların silâhlarını imal etmekteydiler.
Göktürkler,
daha 534 yıllarında Çin ile diplomatik ilişkiler kuracak güce erişmişlerdi. Bu
sıralarda başlarında Bumın bulunuyordu. Bumın, bir Türk boyu olan Töleslerin
isyanını bastırması karşılığında Juan Juan Kağan'ının kızı ile evlenmek istedi.
Ancak bu isteğinin kabaca geri çevrilmesi üzerine Bumın, üst üste vurduğu
darbelerle onların bütün topraklarını ele geçirmiş ve kağanlarını da
öldürmüştür. 552 yılında meydana gelen bu olayla Göktürk devleti de kurulmuş
oluyordu. İl-Kağan ûnvanını alan Bumın, devletinin merkezî olarak da, Büyük Hun
devletinin merkezinin bulunduğu Ötügen'i (Orhun ırmağının hemen batısı) seçti.
Türk devlet
geleneğine göre devlet doğu ve batı olmak üzere iki kanat hâlinde
teşkilâtlanmaktaydı. Devletin batı kanadı doğunun yüksek hâkimiyetini tanımak
durumundaydı.
Bumın doğuda
kağan olduğu zaman, küçük kardeşi İstemi de Yabgu unvanıyla devletin batı
kanadının başına geçti. (552-576). Bumın Kağan'ın devleti kurduğu yıl içerisinde
ölmesi üzerine yerine oğlu Ko-lo (Kara) kağan olmuştur. Ancak O'nun da erken
ölümü ile kısa süren kağanlığının ardından, Bumın' ın diğer oğlu Mukan Kağan'ı
(553-572), devletin doğu kanadının başında görüyoruz. Onun zamanında İstemi
Yabgu batı kanadını yönetmeye devam etmiştir. Mukan Kağan, devleti daha da
güçlendirerek, hâkimiyetini genişletmiş ve Çin üzerinde baskı kurmuştur.
Devletin batı
kanadını idare eden İstemi Yabgu, kısa zamanda, Altayların batısını Isık göl ve
Tanrı dağlarına kadar hâkimiyeti altına aldı. batıdaki faaliyetleri sonucunda,
Orta Çağ'ın en büyük iki devleti Sasani ve Bizans imparatorlukları ile ilişkiler
kuruldu. İpek Yolu'nu ellerinde tutan Akhun (Aftalit) devleti, Sasanilerle iş
birliği yapılarak ortadan kaldırıldı . Toprakları Ceyhun nehri (Amuderya) sınır
olmak üzere iki devlet arasında paylaşıldı (557). Böylece Göktürkler
egemenliklerini Kuzey Hindistan'daki Keşmir bölgesine kadar uzatacaklardır.
Göktürkler'le
Sasaniler'in arası İpek Yolu meselesinden dolayı bozuldu. Sasanilere karşı
Bizans ile iş birliğine yönelen İstemi, İstanbul'a bir elçilik heyeti gönderdi.
İmparator II.
Justinos tarafından kabul edilen bu heyet, aynı zamanda Orta Asya'dan Doğu
Roma'ya giden ilk resmî heyetti (568). Bizans da ipek ticaretinde Sasaniler'in
aracılığından memnun değildi. Bu sebeple Göktürklere karşı bir elçilik heyeti
göndererek iki devlet arasında ittifak yapıldı (571). Bu ittifak neticesinde 571
yılında 19 yıl sürecek olan Sasani-Bizans savaşları başlamıştır. Bu savaşlar her
iki devleti de sarsmış ve İslâmiyet'in İran'da yayılıp yerleşmesinde büyük rol
oynamıştır. Dünya tarihinde çok önemli gelişmelere yol açan bu duruma,
İstemi'nin batı siyasetinin katkısı büyüktür.
Mukan
Kağan'ın 572 yılında ölmesi üzerine Göktürk tahtına kardeşi Ta-po geçti.
Ağabeyinden sağlam bir devlet düzeni devralan Ta-po, daha çok kültür meseleleri
ile uğraşmıştır. O'nun zamanında, Çin edebiyat ve fikir eserleri Türkçeye
tercüme edilmiştir. Ta-po devri Göktürk kağanlığının en parlak devri olmakla
birlikte çöküşün de başladığı devirdir. O kağanlığın kendi idaresinde bulunan
doğu kanadını ikiye ayırarak doğu tarafındaki kısma kardeşi Ko-lo'nun oğlu
İşbara'yı, batıdaki kısma küçük kardeşi Jo-tan'ı tayin etti. Ayrıca Türk töresi
ile çelişen Budizm'i benimsemiş olması hata olarak kabul edilmektedir. Çünkü
büyük sürülere sahip olan atlı ve savaşçı Türklerle, et yemeyen, hayvanları bile
öldürmeyen Budistler'in temel inançlarının uyuşmasının hiç imkânı yoktu.
Göktürk
Kağanlığının doğu kanadında bu zayıflama belirtilerinin görüldüğü bir sırada
batı kanadının başında bulunan İstemi Yabgu öldü (576).
İstemi'nin
yerine kağanlığın batı kanadının başına oğlu Tardu geçti (576- 603). Kağanlığın
doğu kanadında ise Tapo Kağan'ın 581 yılında ölmesi üzerine yerine kardeşinin
oğlu İşbara kağan oldu.
İşbara'nın
kağanlığı devrinde, batı kanadında görev yapan Tardu, ihtirası yüzünden doğunun
üstünlüğünü tanımaması üzerine devlet 582 yılında resmen ikiye ayrılmış oldu.
DOĞU
GÖKTÜRK KAĞANLIĞI
İşbara'nın
kağanlığı zamanında Çin'in Doğu Göktürk Devleti üzerinde baskısını artırdığını
görüyoruz. Onun 587 yılında ölümünden sonra, başa geçen kağanlar zamanında bu
baskı ve Çin'e has entrikalar artarak devam etmiştir. Devlet Şi-pi Kağan
devrinde (609-619) toparlanır gibi olmuş ise de, onun ölümü ile Çin tehdidi
kendini tekrar göstermiştir. Nihayet Kie-li, kağanlığı zamanında, 630 yılında
yapılan bir savaşta yenildi ve yakalanarak Çin'e gönderildi . Bu tarih, Doğu
Göktürkleri'nin istiklalinin de sonu kabul edilir.
630 yılında
başlayan Çin hâkimiyeti yarım yüzyıl sürdü. Bu süre içerisinde Çin'e karşı
birçok ayaklanma gerçekleşmesine rağmen, bunların hepsi Çinliler tarafından
kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bunlar içerisinde en dikkat çekeni, Kürşad
isimli bir Türk prensinin 39 arkadaşı ile kalkıştığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma
hepsinin kahramanca ölìmü ile sonuçlanmıştır. Ancak bu tür hareketler, Türklerin
hürriyet ve istiklâl arzularını sürekli canlı tutmuştur.
BATI
GÖKTÜRK KAĞANLIĞI
582 yılında
ikiye ayrılan bu iki Göktürk kanadı, hâkimiyet mücadelesi yüzünden birbirlerinin
düşmanı hâline gelmişlerdi. Batı Göktürkleri'nin başında bulunan İstemi
Yabgu'nun oğlu Tardu, bir yandan doğuya üstünlüğünü kabul ettirmek için
uğraşırken, bir yandan da batıda yeni fetihlere girişmişti. Bu faaliyetleri
neticesinde Maverâünnehir ve Harezm bölgesi yanında Ötügen, Kuzeybatı Moğolistan
ve Kaşgar'a kadar hâkimiyetini genişletti. Ancak Tardu, Göktürk birliğini
sağlamak için çok şiddetli davranıyordu. 601 yılında Çin başkenti yakınlarında
yapılan savaştan sonuç alınamaması pek çok Türk ve yabancı kavimlerin isyanına
sebep oldu. Tardu, bu isyancılar ile baş edemeyerek 603 yılında tarih
sahnesinden çekildi. Tardu'dan sonra Batı Göktürkleri'nde iç karışıklıklar uzun
yıllar devam etti. Bir ara Tardu'nun torunu olan Tong-Yabgu zamanında (619 -630)
devlet nizamı sağlanmış ise de 630 yılında bir mücadelede ölmesi, Batı
Göktürklerinin sonunu hazırlamıştır. 630 yılı Göktürk tarihî için kara bir yıl
olmuş, her iki Göktürk devleti de aynı yıl içerisinde Çin'e bağlanmıştır.
İKİNCİ
GÖKTÜRK KAĞANLIĞI
630 yılında
başlayan 50 yıllık esaret döneminde Çin, Türk kavimlerini durmadan yerinden
oynatır, parçalar ve böler. Yapılan ayaklanmalar da çok kanlı bir şekilde
bastırılır. Ancak bu baskı ve şiddet dönemi Türklerin millî benliklerini yok
edemez. Aksine Türklerdeki millî şuuru daha da perçinler. Türklerin bu devirde
içine düştükleri hüzün ve kederin, acıklı ve ibret dolu ifadelerini Orhun
Kitabeleri'nde görmek mümkündür.
II. Göktürk
Kağanlığı, baskı ve zulüm devirleri ardından 681 yılında Göktürk hanedan soyu
Aşına'dan gelen Kutlug tarafından kuruldu. Kutlug, az zamanda akıl hocası
Tonyukuk ile kağanlığı, Ötügen başkent olmak üzere yeniden teşkilâtlandırmıştır.
Bu sebeple Kutlug Kağan'a İl'i=devleti derleyip toplayan manasına İlteriş ûnvanı
verildi. Ordu ve diplomasi işlerini Bilge Tonyukuk'a bırakan İlteriş Kağan,
kardeşi Kapagan'ı da şat tayin etti. Devlet kurulduktan sonra, elli yıllık
esaret hayatının acısını çıkarmak ve Türklerin kırılan gururlarını tamir etmek
için Çin'e karşı sayısız akınlar yapıldı. Hatta bu akınların birinde 23 Çin
şehrinin tahrip edildiği ve Okyanus'a kadar ulaşıldığından bahsedilmektedir.
Orhun Kitabeleri'nde İlteriş Kağan'ın en büyük destek ve yardımcılarından
birinin eşi İlbilge Hatun olduğu belirtilmektedir.
İlteriş Kağan
692 yılında öldüğü zaman Göktürk Devleti eski haşmet ve gücüne erişmiş
bulunuyordu. Yerine biri 8 yaşında Bilge, diğeri 7 yaşında olan Kül Tigin adlı
oğullarının yaşlarının küçüklüğü sebebiyle, kardeşi Kapagan, kağan oldu
(692-716).
Kapagan Kağan
devri, fetihlerin devam ettiği ve Türk birliğinin kurulduğu bir devir olmuştur.
Kapagan, bu birliği gerçekleştirmek için gerektiğinde çok şiddetli davranmıştır.
Bu sebeple Kırgızlar, Türgişler ve Basmıllar itaat altına alınmış, Karluklar ve
Oğuzlar cezalandırılmıştı. Ayrıca onun zamanında tarım reformu ve tohum ıslahı
gibi hareketlere de girişilmişti. Bu amaçla gelişmiş Çin tarımının tekniklerinin
uygulanması için Çin ile savaşılmıştır.
Kapağan Kağan
716 yılında öldüğü zaman şiddet politikasının bir neticesi olarak devlet
içerisinde büyük karışıklıklar baş gösterdi. Yerine geçen oğlu İnal bu
meselelerle baş edecek kabiliyette olmadığı için idareyi İlteriş'in oğulları
Bilge ve Kül Tigin almak zorunda kaldılar.
Her ikisi de
amcaları Kapagan'ın kağanlığı zamanında önemli devlet görevlerinde bulunmuşlar
ve başarı göstermişlerdi. Bilge, şat ûnvanı ile devletin Batı ( Sol) kanadının
başında bulunmuştu. 716 yılında Bilge, Kağan olunca küçük kardeşi Kül Tigin,
ağabeyinin yerine devletin batı kanadının başına geçti. Kül Tigin aynı zamanda
ordunun düzenlenmesi işini de üzerine almıştı. Babalarının başveziri olan Bilge
Tonyukuk tecrübeli bir devlet adamı kimliği ile aynı görevine devam etti.
Eski Türk
devlet anlayışına göre iyi bir kağanın başlıca iki özelliği olmalıydı: Bilgelik
ve alplik. Bu iki kardeşten Bilge Kağan, bilgelikle; Kül Tigin ise alpliği,
cesareti ile şöhret kazanmıştır.
Bilge Kağan
zamanında devlet, eski güç ve itibarına kavuştu. Çin ile ittifak hâlinde olan
güçlü Moğol kabileleri ve Basmılların oluşturduğu tehdit ortadan kaldırıldı .
Böylece doğuda ve batıda kağanlık sınırları doğal sınırlarına kavuşmuş oldu.
Bilge Kağan devri (716-734), İkinci Göktürk Devleti'nin en parlak devri
olmuştur. Bu başarılar, üç Göktürk büyüğünün; Tonyukuk, Bilge ve Kül Tigin'in
azim, gayreti ve hepsinden önemlisi uyumlu çalışmaları ile elde edilmişti .
Önce
Tonyukuk'un 725, sonra Kül Tigin'in 731 yılında ölümü üzerine, iki büyük
yardımcısını kaybeden Bilge Kağan da 734 yılında öldü. Bu üç Türk büyüğü adına
ayrı ayrı dikilen kitabeler, bu çağın ölmez hatıralarıdır.
Göktürk
Kitabeleri'nde de söylendiği gibi, küçükler, büyükler gibi yaratılmadığı için,
Bilge Kağan'dan sonra gelen Türk devlet adamları da bilgisiz ve kötü olmuşlardı.
Ayrıca Dokuz Oğuzlar yani Uygurlar, Karluklar ve Basmıllar gibi Türk kavimleri
de güçlenmişlerdi. İşte 743 yılında bu üç Türk kavminin, Basmıl Türklerinin
başkanlığında toplanıp, Göktürk Devleti'ni yıkmalarıyla Göktürk devri de sona
ermiştir.
Başlangıçta
yalnızca akın ve savaşlar için kurulmuş gibi görünen Göktürk Kağanlığı, artık
VIII. yüzyılda, bir kültür devleti olma yoluna girmişti. Ayrıca Türkçe konuşan
ve kendilerini birbirine yakın hisseden bütün Orta Asya halklarını bir araya
getirmişti .
Göktürklerin
kurup geliştirdiği yüksek devlet anlayışı Orta Asya Türk boylarının kolay kolay
hafızalarından çıkmamıştır. İşte bu açıdan 744'te kurulan Uygur devleti
Göktürklerin bir devamı gibidir.
Uygurlar
hakkındaki bilgiler, Çin yıllıkları ile Göktürk ve Uygur kitabelerinde
bulunmaktadır. Uygur kelimesine çeşitli anlamlar verilmekle birlikte en kabul
göreni; akraba, müttefik anlamında olanıdır.Uygurlar Çin kaynaklarında Hunların
soyundan gösterilmekte-dir. V. yüzyılda Orta Asya'nın büyük bir kısmına yayılmış
olan Töleslerin bir boyu olarak karşımıza çıkmaktadır. Uygurlar bu dönemde
Kao-çı (yüksek tekerlekli arabalılar) adıyla bilinmekteydiler. Orhun
Kitabeleri'nde ise Dokuz Oğuz adı ile anılıyorlardı.
Uygurlar,
Orhun ve Selenga vadilerinin yerli kavimleri idiler. Bunlar Göktürk devleti
kurulunca, onların hâkimiyetini tanıdılar. 630 yılında Göktürk devleti Çinliler
tarafından yıkıldığında serbest kalmışlar ve bir siyasî birlik oluşturmuşlardır.
Çin ise Göktürklere karşı bu Uygur birliğini destekliyordu. Bu çağda başlarında
Alp İlteber ûnvanını taşıyan, Pusa isimli biri bulunuyordu.
Uygurlar, 681
yılından sonra, İl Teriş Kağan'ın ortaya çıkmasıyla, yine Göktürklere bağlanmak
zorunda kaldılar. Bu süre içinde kendilerini toplamış olan Uygurlar, Göktürk
devletinin zayıflaması ile yeni bir fırsat daha bulmuş oldular. Göktürklerin
hâkimiyetinde bulunan Basmıl ve Karluk gibi Türk toplulukları ile birleşen
Uygurlar, 742-43 yıllarında Göktürk Kağanı Ozamış'ı mağlûp ederek öldürdüler.
Uygur
Devletinin Kuruluşu
Göktürk
devleti ortadan kalkınca, 743 yılında Basmılların idaresinde yeni bir devlet
kuruldu. Uygurlar bu Basmıl Kağanlığı' nın Sol Yabgusu, yani doğu Yabgusu;
Karluklar ise, Sağ Yabgusu, yani batı Yabgusu oldular. Bu yeni devlet, tam bir
federal devlet biçimindeydi.
744 yılında
Uygur Yabgusu, Basmıl Kağan'ını mağlûp ederek kendini kağan ilân etti. Kağanlık
ûnvanı olarak da Kutluk Bilge Kül Kağan ûnvanını aldı. Böylece Uygur Kağanlığı
kurulmuş oldu.
Bu kağanlık
ûnvanından da anlaşılacağı üzere, Göktürk devletinin gelenek ve töreleri yeni
Uygur Kağanlığı'nda da devam ediyordu. Ancak Uygurlar arasında Buda ve Mani dini
gibi yabancı inanışlar yayıldıkça, Kağan unvanlarında da birtakım değişiklikler
olmaya başlayacaktır. Uygur devletini kuranlar Orhun bölgesini yurt tuttukları
için, bunlara Orhun Uygurları denilmektedir.
Kutluk Bilge
Kül Kağan ölünce yerine oğlu Bayan Çur, kağan oldu. Uygurların en büyük kağanı
olan Bayan Çur Kağan, unvan olarak da "Tengride bolmış, il itmiş Bilge Kağan"
ûnvanını aldı. Bu ûnvanın anlamı ise, Gökte doğmuş, devlet yönetmiş, Bilge Kağan
demekti.
Bayan Çur
Kağan devri (747-759), Uygurların dört yönde genişledikleri bir devirdir. batıda
Kara Türgeş devleti, Uygur hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı. Kırgız, Çik,
Sekiz Oğuz ve Dokuz Tatar gibi Türk boyları itaat altına alınarak, devlet
otoritesi güçlendirildi. Öte yandan yine bu devirde, güneydeki Beş-balıg, Kuça
ve Karaşar gibi zengin tarım ve ticaret şehirleri de Uygur etkisi altına
alınmıştır. Turfan bölgesi ile Uygurlar arasındaki ilişkiler de, yine bu
devirden itibaren başlamış oluyordu.
Bayan Çur
Kağan'ın önemli işlerinden birisi de, onun zamanında, Uygurlar arasında
şehirleşme eğilimlerinin başlamasıdır. O, Ordu-balıg adında başkentleri olan bir
şehir kurdurmuştur (757).
Diğer yandan
aynı kağan, gittikçe güçlenmekte olan Tibet tehlikesini sezerek onlara karşı
cephe aldı. İmparatorun isteği üzerine, Çin'de büyük bir tehlike yaratan
An-luşan adlı Türk asıllı bir generalin isyanının bastırılmasına yardım
etmiştir. Bu yardım sonunda yapılan anlaşma ile, Uygur tüccarlarına Çin kapıları
da açılmış oldu.
Bayan Çur
Kağan'ın Şine-usu gölü yakınında bulunmuş, Göktürk yazısı ile yazılmış olan,
Türkçe bir kitabesi vardır. Bu kitabede kağan olarak yaptığı işler
anlatılmaktadır.
Bayan Çur
kağan'ın ölümünden sonra yerine oğlu Bögü Kağan oldu (759) . Bögü Kağan'ın
faaliyetleri siyasî ve manevi olmak üzere başlıca iki alanda olmuştur. Siyasî
faaliyetleri daha çok Çin üzerine olmuştur. Çin'de baş gösteren isyanların
bastırılması sebebiyle sık sık Çin'e girilmiştir. Ancak Uygurların Çin'e
girişlerinde Çin'in çeşitli bölgelerine yağma akınları da yapılıyordu. Çin'deki
isyanların en önemlisi yabancı kavimlerin Tibetliler etrafında birleşmeleri
sonucunda ortaya çıkan isyan olmuştur. Bu Tibet isyanı ancak Uygurlar yardımı
ile önlenebilmiştir.
Bögü Kağan'ın
manevî alandaki en büyük faaliyeti, Maniheizm dinini kabul etmesi olmuştur. Bögü
Kağan, aynı zamanda bu dinin öncülüğünü de üstlenmişti. Bir tüccar ve şehirli
dini olan Mani dininin kabulünün, Uygurların savaşçı ruhlarını gevşetmekle
beraber, ilim, sanat ve edebiyatta ilerlemelerine katkısı olmuştur.
Eskiden beri
Orta Asya Türk kavimleri arasında, çok geniş ve köklü bir kültüre sahip olan
Çin'in zabtedilemeyeceği, bu mümkün olsa bile uzun süre elde tutulamayacağına
dair yaygın bir inanış vardı. Bögü Kağan Çin'in zayıf bir anında Çin'i ele
geçirmek istemişti. Ancak veziri Baga Tarkan, adı geçen inanış sebebiyle
Kağan'ın bu girişimine karşı çıktı. Ancak sözünü dinletemeyince Bögü Kağan'ı
öldürüp Alp Kutluk Bilge Kağan ûnvanıyla tahta geçti (779). Bundan sonraki
kağanlar onun soyundan gelmiştir. Bu tarihten sonra Uygur devletini oluşturan
kabileler arasında huzursuzluklar da başlamıştır.
Kültür ve
ticaret bakımından gelişen Uygurların savaşçılık tarafları zayıflamıştı. 840
yılında, Uygurların kuzeybatı kısımlarında yaşayan Kırgızlar, 100 bin kişilik
atlı kuvvetleri ile, Uygur başkentine baskın düzenleyerek kağanlarını öldürüp,
halkı kılıçtan geçirdiler. Bu şekilde Bayan Çur ve Kutlug Bilge Kağan zamanında
uğradıkları saldırıların intikamını korkunç bir şekilde almış oldular. Bu
baskından kurtulan Uygurlar, canlarını kurtarmak için çeşitli yönlere dağılmak
zorunda kaldılar.
TURFAN
UYGURLARI
Kırgız
baskınından kaçan Uygur boylarının önemli bir kısmı Doğu Türkistan'a
göçmüşlerdir. Burada Turfan ve Karaşar şehirlerinin civarında yerleşen Uygurlar,
Türk medeniyet tarihî açısından büyük değer taşırlar. Daha Orhun Uygurları
zamanında, tarım ve ticaret merkezleri olan Türkistan'ın bu büyük şehirleri,
Uygurların etkisi altına girmişlerdi. Bu nedenle Uygur devletinin yıkılmasından
sonra, Turfan dolaylarına kaçan Uygurlar için, bu bölge güvenilir bir yer
olmuştur.848 yılından sonra, kendilerini toparlayıp, varlıklarını komşularına
kabul ettiren Uygurlar, 856 yılında ise kağanlıklarını ilân etmişlerdir. Bu
dönemde başlarında Mengli Kağan bulunuyordu. Mengli Kağan, Uluğ Tengride Kut
Bulmış Alp Külük Bilge Kağan, (bugünkü Türkçe ile; Ulu Tanrı da güç ve saadet
bulmuş, kahraman, çalışkan Bilge Kağan) ûnvanını taşıyordu.
Kağanlık
merkezî olarak Turfan şehrini seçtikleri için, kendilerine Turfan Uygurları
denilmiştir. Ayrıca yazlık başkentleri olarak Beş-balıg şehrini kullandıkları
için, kaynaklarda Beş-balıg Uygurları adı da kullanılıyordu.
Çin yönetimi,
bu Uygur devletini Tibet tehlikesine karşı desteklemiştir. Uygurlar da Doğu
Türkistan'da etkinliklerini artırmış olan Tibetlileri bu bölgeden
çıkarmışlardır. Böylece batıdaki sınırlarını Urumçi şehrine kadar uzatmışlardır.
Turfan
Uygurları Mani dinine inanıyorlardı . Bu dini, siyasî amaçları için de kullanan
Uygurlar, dinlerini himaye bahanesiyle Çin üzerinde baskı kurmuşlardır.
Kültür ve
medeniyet bakımından büyük gelişmeler gösterecek olan Uygurlar, 1335 yılına
kadar devletlerini yaşatacaklardır. Gerek X. yüzyılda Çin'in kuzeyinde Hıtay
devletinin kuruluşunda, gerekse Cengiz Han devletinin gelişmesinde, bu
Uygurların, öncülük, bilgi ve tecrübelerinin çok büyük payı olmuştur. Uygurlara
devlet teşkilâtında çok önemli görevler veren Moğollar, yazı olarak da Uygur
yazısını kullanıyorlardı. Moğollar'ın XVI. yüzyıla gelindiğinde büyük oranda
Türkleşmesinde Uygurlar, önemli rol oynamışlardır.
SARI
UYGURLAR
840 yılındaki
Kırgız baskınından sonra, dört bir yana dağılan Uygurların bir kısmı, güney
kesimlere, yani Çin ile Doğu Türkistan arasındaki Kansu bölgesine indiler.
Önemli bir ticaret merkezî olan bu bölge, meşhur İpek yolu üzerinde idi. Bu
bölgede yerleşen Uygurlar, büyük bir şehir olan Kan-Cov'da yeni bir devlet
kurmuşlardır. Sonradan, Sarı Uygurlar adı ile anılacak olan bu Uygurlar, bu
bölgenin yerli halkı ile karışmadan kalmışlardır. Türk dili ve kültürünü uzun
yıllar yaşatan bu Uygur Türklerinin torunlarına bugün bile rastlamak mümkündür.
Din olarak
Budizm'i kabul etmiş olan Sarı Uygurlar, ticaret ve medeniyet bakımından çok
gelişmişlerdir. Budislerin en kıymetli eserlerinin bulunduğu Bin Buda
Mağaraları, Sarı Uygurların yaşadığı bölgede idi. Daha sonraki yıllarda
İslâmiyet'i seçen ve Karahanlılar Çağında Türk-İslâm medeniyetine önemli
katkılar sağlayan Uygur Türkleri, bugün de varlıklarını aynı adla, devam
ettirmektedirler. Ancak bugün sayıları 20 milyonu aşan bu Türk toplulukları, Çin
Halk Cumhuriyeti, Sincan Özerk Uygur Bölgesi'nde, ağır insan hakları ihlâlleri
altında yaşamaktadırlar.
AVARLAR
Orta Asya'da
Juan-juan adıyla bilinen, Avarların kökenleri konusunda kesin bilgilere sahip
değiliz. Ancak son ilmî araştırmalar, Avarların iki kavim unsuruna dayandığını
ortaya koymuştur. İşte bugün, bunlardan en az birinin Türk kökenli olduğunu
söyleyebilmekteyiz. Ayrıca Avrupa'da büyük etkiler bırakan Avar topluluklarının
da bu Türk unsurlara dayandığı söylenebilir.
Avarlar, 552
yılında Göktürk devletinin kurulması üzerine, İç Asya'daki yurtlarını terk
ederek batıya doğru kaçmışlardı. Önce Kafkasya'da görünen Avarları Bizanslılar,
Uarhunit (Avar-Hun) diye adlandırmışlardır. Burada Bizans ile vardıkları bir
anlaşma ile 558'de Sabar devletine son verdiler. Bu sayede Volga (İtil)
ırmağından Tuna'ya kadar olan sahada hâkimiyet kurmuşlardır. Ancak Göktürklerin
baskısı ile burada fazla tutunamayarak önlerine çıkan bir kısım Slâv
kabilelerini yenerek, Onogur (Bulgar), Otrigur, Kutrigur gibi Türk asıllı
kavimleri de sürükleyerek Karadeniz'in kuzeyinden Tuna nehri boylarına kadar
ilerlediler. Bu sırada Bizans'a elçiler göndererek, Bizans arazisinde
yerleşebilecekleri bir yer istediler. Bizans, Göktürk baskısı yüzünden,
Avarların bu isteklerine çekingen davranmıştır.
567 yılında
Macar ovasına gelen Avarlar, bu bölgede yaşayan güçlü Germen kavimlerinden
Gepidleri dağıtmış, Lombardlar'ı da İtalya'ya göçe mecbur etmişlerdir. Böylece
Avarlar, Macar ovasına tek başlarına hâkim oldular.
Bu sırada
Avarların başında meşhur Bayan Han bulunuyordu. Avarların bu başarısından sonra
Macaristan'ın tamamı, tarihte ilk defa olarak, tek bir siyasî güç etrafında
toplanıyordu. Ayrıca, Avarların hâkimiyeti altında bulunan Slâvlar, tarihlerinde
ilk defa, tek bir siyasî idare altında bir araya gelmiş oluyorlardı.
Bu tarihten
sonra Avarların Bizans'a yöneldiklerini görüyoruz. Trakya ve Makedonya'da büyük
akınlar yapan Avarlar, iki defa Selânik'e kadar ilerlemişler ve şehri
kuşatmışlardı. Avar askerî baskıları sonunda Bizans, ancak onlarla büyük
meblağlar tutan yıllık vergiler ödemek suretiyle barışı sağlayabiliyordu.
Bir ara
Avarlar, İstanbul'u kuşatarak, Bizans'a korkulu anlar yaşatmışlardı (626). Bu
tarih Avar hâkimiyetinin zayıflamaya başladığı zamana rastlar. Zira bu esnada
Avarların hâkimiyetinde bulunan Slâv kabileleri ve Türk asıllı Bulgarlar
ayaklanmışlardır. 679 yılında Tuna Bulgar devletinin kurulması da Avar devletini
sarsmıştır. Buna rağmen Avarlar varlıklarını IX. yüzyılın başına kadar
koruyabilmişlerdir.
776-803
yılları arasında, bir yandan Frank kralı Büyük Şarl, bir yandan da Bulgar
hükümdarı Kurum Han'ın Avarlara karşı giriştikleri saldırılar, Avar devletinin
sonu olmuştur.
Avarların
Avrupa kavimleri üzerinde, önemli etkileri olmuştur. Avrupa kavimleri, özellikle
de Slâvlar, devlet yönetimi ve askerlik konusunda Avarlardan çok şey
öğrenmişlerdir. Üzengiyi ilk defa Avrupa'ya getirenler de Avarlar olmuşlardır.
BULGARLAR
453 yılında
Attila'nın ölümünden kısa bir zaman sonra, Büyük Hun Devleti'ni oluşturan
değişik ve çok sayıdaki kavim dağılmıştı. Bunlar arasında bulunan Türk asıllı
kavimlerin, yeniden Güney Rusya ovalarına döndüğünü biliyoruz. Bu kavimler, tam
bu sıralarda doğudan aynı sahaya gelerek yerleşen Onogur Türkleri ile karışarak
Bulgar adı verilen yeni bir Türk kavmini meydana getirmiştir. Zaten Bulgar ismi
de Türkçe, karışık manasına gelen bulgamak fiilinden gelmektedir.
Büyük
Bulgar Devleti
Bulgarlar,
558 yılından sonra, bir süre Avarların hâkimiyetinde yaşadılar. Avarların 567
yılında Göktürk baskısı ile, güney Rusya'dan Orta Avrupa'ya doğru kaçmaları
esnasında, çok sayıda Bulgar topluluğunu da beraberlerinde sürüklerler. Geride
kalanlar ise Göktürk hâkimiyetine girerler. Bu Bulgar toplulukları, Bizans'ın da
yardımı ile, VII. yüzyılın başlarında Göktürk hâkimiyetinden kurtulurlar.
Böylece, Karadeniz kuzeyinde yaşayan Bulgar toplulukları reisleri olan Kobrat
idaresinde, bir devlet kurabilmişlerdir. Onun zamanında devletin sınırları Kuban
ırmağından Tuna'ya kadar uzanıyordu. Ancak Bulgarların büyük çoğunluğunu bir
arada toplayan, bu Bulgar devleti uzun ömürlü olmaz. Hükümdarları Kobrat'ın
ölümünden hemen sonra, Hazar devletinin baskısı ile parçalanır (643). Kobrat'ın
büyük oğlu Bayan Han idaresinde, Kuban ırmağı boylarındaki yurtlarında kalan bir
kısım Bulgarlar, Hazarların hâkimiyetine girmek zorunda kalmışlardır.
Tuna
Bulgar Devleti
Hazarlara
bağlanmak istemeyen Bulgarların bir kısmı kuzeye, bir kısmı da batıya gelerek,
Balkanlarda Tuna Bulgar Devleti'ni kurdular (679). Batıya gelenlerin başında,
Kobrat'ın küçük oğlu Asparuh bulunuyordu .
Tuna
Bulgarları, bir yandan Avarlar ile bir yandan da Bizans ile mücadele
etmişlerdir. Tuna Bulgarları'nın en büyük hükümdarı Kurum Han (803-814) idi.
Onun zamanında büyük bir Bizans ordusu yenilmiş, imparatorları da bu savaşta
ölmüştü. Bulgarlar, yine onun zamanında İstanbul'u kuşatacak kadar
güçlenmişlerdi. Kurum Han giriştiği saldırılarla Avarlara da büyük darbeler
vurmuştur.
Tuna
Bulgarları'nın hâkim olduğu sahada, yoğun Slâv nüfusu yaşamaktaydı. İki yüz yıla
yakın Türklüklerini muhafaza eden Bulgarlar, Boris Han zamanında Hristiyanlığı
resmen kabul etmeleriyle (864) bu Slâv nüfus arasında eriyip gitmişlerdir. Bu
bölgede XIV. yüzyıldan sonra, beş yüz yıl Osmanlı Türkleri egemen olacaklardır.
İtil
Bulgar Devleti
Hazar
hâkimiyetine girmek istemeyerek, kuzeye yönelen bir kısım Bulgarlar, İtil
(Volga) boylarında yerleşmişler ve burada Moğol istilasına kadar devam edecek
bir devlet kurmuşlardır.
İtil
Bulgarlarının yerleştiği bölge, İslâm ülkeleri ile Hazarlar ve İskandinav
kavimleri arasında ticaret yolları üzerinde idi. Ticaret ve tarım ile
uğraştıklarını bildiğimiz Bulgarlar, uzun bir süre Hazarlara bağlı kalmışlardır.
Bulgar Şehri diye bilinen başkentleri, zamanının önemli ticaret merkezlerinden
idi.
Müslüman
tüccarların tesiriyle X. yüzyılın başlarında İslâmiyet ile tanışan Bulgarlar,
Abbasiler ile diplomatik ilişki kurmuLcf8# ?lardır. Bulgar hanLplainı Almış,
Abbasi halifesine başvurarak, İslâmiyet'i öğretecek din âlimleri istemiştir.
Abbasi halifesi bu isteği kabul ederek, kalabalık bir heyeti 622 yılında
Bulgarlara göndermiştir. Bu heyet içerisinde bulunan İbn Fadlan, başından
geçenleri anlattığı seyahatnamesinde, Bulgarlar ve diğer Türk boyları hakkında
önemli bilgiler vermektedir. İtil Bulgar Devleti'ne 1237 yılında, Altınorda Hanı
Batu tarafından son verilmiştir.
İlk Müslüman
Türk topluluklarından olan İtil Bulgarları, bugünkü Kazan Türklerinin
atalarıdır. Diğer Bulgar toplulukları eriyip gittikleri hâlde, İtil Bulgarları
Müslüman olmaları sayesinde kimliklerini koruyabilmişlerdir.
HAZARLAR
Avrupa'da
kurulan ilk Türk devletleri için de en kuvvetli ve uzun ömürlü olanı Hazar
devletidir. Karadeniz'in kuzeyine kadar hâkimiyetini genişleten Batı Göktürk
Devleti'nin bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Göktürkler, VII. yüzyılın
başında, Hazar Denizi ile Karadeniz arasında dağınık bir hâlde yaşayan, Sabar,
Ogur ve Onogur gibi Türk kavimlerini kuvvetli bir birlik hâlinde
teşkilâtlandırırlar. İşte bu birliğe Hazar adı verilmiştir. Hazarlar için Bizans
ve Çin kaynaklarında Türk veya Türk-Hazar adı da kullanılmıştır. Hazar
Devleti'nin kurucuları, Göktürk hükümdar ailesinin mensup olduğu Aşına
soyundandırlar. Hükümdarlarına da Göktürkler gibi, kağan diyorlardı.
Hazarlar,
Göktürk Devleti'nin yıkılışı ile tamamen bağımsız bir devlet haline gelmişlerdir
(6 30).Hazarlar, Bizans, İran, Arap devletleri ile yoğun ilişkiler kurmuşlar,
çeşitli Slâv kavimlerini ve İtil Bulgar Devleti'ni hâkimiyetlerine almışlardı.
Bizans-Sasani savaşlarında Bizans ile ittifak yapmışlar ve Bizans'ın üstün
gelmesinde önemli rol oynamışlardır (628). Hazar-Arap ilişkileri daha çok savaş
şeklinde olmuştur. Güney Azerbaycan yönündeki Arap ilerleyişini durdurarak,
Bizans'ı Doğu Avrupa yoluyla güvenceye almışlardır. Ancak Arap orduları, VIII.
yüzyıldan itibaren Hazarlara üstünlük sağlamışlardır. Bir defasında bir Arap
seferi karşısında Hazar kağanı barış istemek zorunda kalmıştır (737). Bu
tarihten sonra Hazarlar arasında İslâmiyet yayılmaya başlamıştır. Hazarların
yaşadıkları bölge canlı bir ticaret merkezî konumundaydı. Hükümdarlık ailesi
yanında bir kısım halk da Yahudiliği seçmişti. Bugün Karaim adıyla bilinen Türk
kökenli Yahudiler, Hazarların torunudurlar. Ülkelerinde Hristiyan, Müslüman vb.
değişik dinlerden halk barış içinde yaşayabiliyorlardı. IX. yüzyılın
ortalarında, Peçenekler'in İtil-Harezm ticaret yolunu ele geçirmeleri üzerine
Hazarlar, başlıca gelir kaynakları ticaretin aksaması ile zayıfladılar. Daha
sonra Peçenek ve kendilerine bağlı Slâv (Rus) prensliklerinin saldırılarıyla X.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızla çöktüler . Dağılan Hazar toplulukları
ise doğudan gelen Türk toplulukları arasında erimişlerdir.
Hazarların
devlet teşkilâtı ve askerlik alanında Slâv (Rus) kavimleri üzerinde büyük
etkileri olmuştur. Bugünkü Hazar Denizi, adını Hazar Türklerinden almıştır.
MACARLAR
Macarlar,
Fin-Ugor kavimlerinin Ugor kolundandır. Macar adı, bu kolun diğer adı olan,
Manysi-er'den gelmektedir. İlk yurtları İtil (Volga) ırmağının yukarı
kısımlarıdır. VI. yüzyılda Sabarlar tarafından güneye itilen Macarlar, Hazar
Kağanlığı'na bağlanmışlardır. Bu dönemde yaşadıkları bölge, Don ve İtil
ırmakları arasıdır. Macar tarihinde ve destanlarında önemli bir yer tutan bu
bölgeye Macarlar, Etel-Közü adını vermişlerdir. Bu bölgede Onogur Türkleri'nin
de karışmasıyla bugünkü Macar milletinin çekirdeği oluşmuştur. Macarların diğer
adı olan Hungar sözü de bu Onogur'dan gelmektedir.
Macarlar, IX.
yüzyılın sonlarına doğru Peçenekler tarafından batıya itilmişlerdir. Bu sırada
başlarında Hazar Türkleri'nden Kabar oymağından Almışoğlu Arpad bulunuyordu.
Artan Peçenek baskısı karşısında daha da batıya kayan Macarlar, 896 yılında,
kendi adları ile anılan bugünkü yurtlarına geldiler. Bu bölgede Avrupa içlerine
yaptıkları akınlar ve Almanlarla giriştikleri mücadelelerle adlarından uzun süre
söz ettirdiler. 1000 yılında Katolik mezhebini kabul ederek
Hristiyanlaşmışlardır. Macarlar, Avrupa'da Slâvların birlik oluşturmasını
engellemişler ve ayrıca Almanların Balkanlara sarkmasını da önleyerek denge
unsuru olmuşlardır. 150 yıl kadar Osmanlı idaresinde yaşayan Macarlar, Avrupa'da
önemli bir güç olarak, günümüze kadar gelmişlerdir.
PEÇENEKLER
Peçenekler,
Uz (Oğuz), Kuman gibi Türk boyları ile birlikte Orta Asya'dan doğu Avrupa'ya
akan büyük bir göç dalgası içerisinde yer almışlardır. Oymaklar birliği
biçiminde hareket eden Peçenekler, siyasî hayatları boyunca bir devlet düzenine
geçememişlerdir. Peçenekler, Batı Göktürklerini oluşturan Onoklardan
gelmektedirler. Önceleri Isık -Balkaş gölleri dolaylarında oturuyorlardı. Batı
Göktürk Kağanlığı'nın dağılmasından sonra, Karluk ve Oğuz baskısı ile VIII.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı Sibirya'ya çekilmişlerdir. Hazar-Oğuz
ittifakının zorlaması ile İtil ırmağını geçerek Don ve Dinyeper nehirleri
arasında yaşayan Macarları yurtlarından etmişlerdir. Böylece Peçenekler, Azak
denizi ile Karadeniz arasında kalan sahaya hâkim olurlar. Bu geniş sahada 130
yıl kadar hâkim olan Peçenekler, bu süre içerisinde Ruslar'a ağır darbeler
indirmişler ve onların Karadeniz'e inmelerine engel olmuşlardır. Ayrıca Bizans
ile de iyi ilişkiler kurmuşlardır. Ancak doğuda artan Uz (Oğuz) baskısı
karşısında Peçenekler yerlerini terk edeceklerdir. 1036 yılından sonra aşağı
Tuna boylarında gördüğümüz Peçenekler, Uz ilerleyişinin durmaması üzerine
Balkanlara inmeye başladılar.
Peçeneklerin
bir kısmı Bizans hizmetine girerek Bizans topraklarında yerleştirilmişlerdir.
Hatta bunların bir kısmı 1071 Malazgirt Meydan Muharebesinde, Alp Arslan'ın
tarafına geçmek suretiyle Bizans'ın yenilgisinde rol oynamışlardır. Selçuklu
Türklerinin Anadolu'yu yurt edindikleri tarihlerde, Peçenekler de Balkanlar da
Bizans ile şiddetli mücadelelere girmişlerdi. Bu sırada İzmir'i alarak Batı
Anadolu 'da güçlü bir beylik kuran Çakan Bey, İstanbul'u zapt etmek istiyordu.
Bu amaçla Çakan Bey, soydaşları Peçenekler'le ittifak kurdu. Çok zor durumda
kalan Bizans'ın yardımına yine bir başka Türk boyu Kumanlar yetişmiştir.
Peçenekler, Bizans'ın kışkırtması ile 40 bin Kuman atlısının baskınına uğrayarak
ezildiler (1091). Bu olaydan sonra artık Peçenekler siyasî bir varlık olmaktan
çıkmışlardır. Dağınık gruplar hâlinde Hristiyanlaştırılarak yerli halk arasında
eridiler.
KIPÇAKLAR
Doğuda
Kıpçak, batıda Kuman adıyla tanınan bu Türk kavmi, aslında iki Türk kavminin
birleşmesinden meydana gelmiştir. Batı Göktürk topluluklarından Kimeklerin bir
kolu olan Kıpçaklar, önceleri Balkaş gölünden İrtiş ırmağına kadar olan bölgede
oturuyorlardı. Güneyden Kumanların kendilerine katılmalarıyla güçlerini daha da
artırmışlar ve çeşitli sebeplerle İtil ırmağını geçerek batıya yönelmişlerdir.
Batıda daha çok dış görünüşleri ile alâkalı olarak, sarışın manasına gelen
çeşitli adlar verilen Kıpçaklar, kaynaklarda beyaz tenli, sarı saçlı, güzel
görünüşlü insanlar olarak tasvir edilmektedirler.
Uzun süren
mücadelelerden sonra Uzları batıya sürerek, XI. yüzyılın ikinci yarısında
Karadeniz'in kuzeyindeki geniş bozkırlara gelip yerleştiler. Bu Uz (Oğuz)-Kıpçak
mücadeleleri ünlü Dede Korkut destanlarının esas konusunu oluşturur. Kıpçaklar
Karadeniz'in kuzeyindeki yeni yurtlarında, 150 yılı aşan bir süre hâkimiyet
kurmuşlar, Rus ve Balkan tarihinde derin izler bırakmışlardır. Yaşadıkları
bölge, o zamandan başlayarak, İslâm kaynaklarında Deşt-i Kıpçak (Kıpçak Bozkırı)
adını alacaktır.
Kıpçaklar bir
çok kere Tuna'yı geçerek Balkanlar'a ve Macaristan'a akınlar yaptılar. Bizans
ile zaman zaman savaşmakla birlikte genellikle iyi ilişkiler kurmuşlardır.
Nitekim 1091 yılında Çakan Bey ile ittifak yapan Peçenekler'i ağır bir yenilgiye
uğratarak, Bizans'ı kurtarmışlardır. Kıpçak ülkesi, 1238-39 yılarında Altınorda
Hanı Batu han tarafından tamamen işgal edilmiştir. Kıpçakların bir kısmı
Macaristan'a çekilmişler, bir kısmı da İtil Bulgarları ile karışarak Kazan
Türklerinin oluşmasında önemli rol oynadılar. Karadeniz'in kuzeyinde kalan
Kıpçaklardan pek çoğu daha sonraki yıllarda Mısır'a götürülmüş, bir kısmı yüksek
mevkilere kadar yükselmiştir. Hatta aralarında sultanlık mertebesine erişenler
dahi olmuştur.
OĞUZLAR(uzlar)
Türk
milletinin, her devirde en büyük bölümünü oluşturan Oğuzlar, siyaset ve
medeniyet sahasında da en büyük rolü oynamışlardır. İslâmiyet'ten önce Göktürk
devletini kuranlar Oğuz soyundan olduğu gibi İslâmiyet'ten sonra, Selçuklu,
Harzemşahlar, Osmanlı, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Safeviler gibi pek çok Türk
devleti de yine Oğuz'dur. Oğuz adı, kabile, boy manası da bulunan ok sözünden
eski Türkçede çoğul eki olan z ekiyle türetilmiştir. Oklar, boylar anlamını
taşımaktadır. Nitekim Oğuzlar, 24 boy hâlinde yaşamaktaydılar ve bu boy
yapılarını her gittikleri yere taşımışlardır.
Peçenekleri
önlerine katarak, doğu Avrupa'ya yönelen Oğuzlar, kalabalık Oğuz kütlelerinin
bir kısmını oluşturmaktadır. Bunlar kaynaklarda Uz veya Guz şeklinde
adlandırılmışlardır. Ruslar ise bunlara doğrudan Türk adını vermişlerdir.
Peçeneklerin ardından ileri hareketlerine devam eden Uzların büyük bir kısmı
1064 yılında Tuna'yı geçerek Balkanlara geçtikleri hâlde, diğer bir kısmı da
bugünkü Ukrayna'nın güneyinde yerleşmişlerdir. Bunlardan bir kısmı Karakalpak
adıyla bilinecektir .
XI. yüzyıl
ortalarında Balkanlarda yurt tutan Uz topluluklarının bir bölümü Vardar
ovasındaki başka Türk unsurlarla karışarak, buranın tam bir Türk yurdu olmasını
sağlamışlardır. Uzlar'ın kalan kısmı Dobruca'da yerleşerek, bugünkü Gagauzlar'ın
temelini oluşturmuşlardır.
SABARLAR
Büyük Hun
Devleti'nin dağılmasından sonra, doğu Avrupa'da görülen kalabalık Türk kavimleri
arasında Sabarlar da bulunur. Kaynaklarda Sabir, Sibir biçimlerinde de
gördüğümüz Sabar adı, Türkçe sapan, yol değiştiren, serbest manasındadır. V.
yüzyılın ikinci yarısında doğudan Juan Juan baskısı karşısında, Batı Sibirya
civarındaki yurtlarını terk ederek batıya doğru göç etmişlerdir. Ural ve Altay
dağları arasındaki geniş bozkırlarda yaşayan Onogurlar'ı da önlerine katarak,
İtil-Don ırmakları arasında ve Kafkasya'nın kuzeyinde Kuban ırmağı boyunda
yerleşirler (515). Sabarlar, bu bölgede Bizans ve Sasaniler ile temas
kurmuşlardır.Bir defasında Sasaniler ile anlaşarak Bizans'a, doğu Anadolu
eyaletleri üzerine büyük bir akın yapmışlardır (516). Bu devirde başlarında
Balak isimli hükümdarları vardı. Sabarlar, üstün savaş teknikleri ile
Bizans-Sasani mücadelesinde bazen Sasaniler'i, bazen de Bizans'ı
desteklemişlerdir.
558 yılına
gelindiğinde, Göktürklerin önünden kaçan Avarlar, Bizans ile anlaşarak Sabar
devletine son vermişlerdir. V. ve VI. yüzyıllarda Batı Sibirya ve Kafkasya'nın
kuzeyinde önemli roller oynayan bu Türk kavminin hatırasına, Sibirya adı zamanla
bütün Kuzey Asya'yı ifade eder olmuştur.
TÜRGEŞLER
Türgeşler,
Batı Göktürklerinin bir koludur. İlk oturdukları bölge Altay dağlarının güney
batı etekleri idi. M.Ö-M.S. 30'da Göktürk devletinin yıkılmasıyla güçlerini
artırdılar. On boy hâlinde yaşayan Türgeşler, 657 yılından sonra Çin'in baskısı
ile batıya göçüp etrafa yayılmışlardır. Bunlardan daha kalabalık olan beş boy
İli ırmağı boylarına gelip yerleşmişlerdir . Sarı Türgeşler diye adlandırılan bu
kısmın başında Baga Tarkan bulunuyordu. Daha batıda Talas bölgesine gelmiş olan
diğer beş boy ise Kara Türgeşler adıyla bilinmektedirler. Baga Tarkan,
batıdakilerin de katılmasıyla siyasî bir birlik oluşturmuş, güneyde ünlü bir
ticaret merkezî olan Tokmak şehrini ele geçirerek burayı da başkent yapmıştır.
Şehirleşmeye büyük önem veren Türgeşler, Türkistan'ın önemli şehirlerini ele
geçirmişlerdi. Baga Tarkan'ın kendi adına para da bastırdığını biliyoruz.
Batı
sınırlarını Sir-Derya'ya kadar uzatan Türgeşler, Batı Türkistan' a hâkim olan
Müslüman Araplarla da temasa geçmişlerdir. 681 yılında Göktürk Devletinin
yeniden kurulmasıyla Türgeşler, Göktürkler'in hâkimiyetini kabul etmek zorunda
kalmışlardır. 712 yılında ise Göktürk Kağan'ı Kapagan, Türgeş Kağan'ını
öldürerek onun hanedanına son vermiştir. Ancak 717 yılında Türgeşlerin batı
kesimlerinin yeniden bir birlik oluşturduklarını görüyoruz. Artık bu dönemde
daha da batıya kaymış olan Türgeşler, önceleri Müslüman Arap ilerleyişinin
önünde en büyük engel olmuştur. Zamanla boylar arasında rekabetin artması ve iç
çekişmeler, Türgeşlerin zayıflamasına sebep olmuştur. 766 yılına gelindiğinde
Batı Göktürk sahasında hâkim olmaya başlayan Karluklar, Türgeşlerin siyasî
varlıklarına son verirler. Türgeşler, Türklerin şehir ve kültür hayatını
benimsemesinde ve batıdaki Türk nüfusunun artmasında büyük rol oynamışlardır.
Böylece sonradan Selçuklular gibi büyük devletler kuracak olan Türk
topluluklarının bilgi ve becerilerinin artmasını sağlamışlardır. Ayrıca doğu
Avrupa'da gördüğümüz Uz, Peçenek gibi Türk kütlelerinin de temelini
oluşturmuşlardır.
KIRGIZLAR
Asya Hunları
çağından beri varlıklarını bildiğimiz Kırgızlar, o dönemde Hunlara bağlı
Ting-linglerle karışık olarak yaşıyorlardı. Yenisey ırmağı boylarında oturan
Kırgızlar , 560'da Mukan Kağan zamanında Göktürklere bağlanmışlar, Göktürk
Devleti'nin 630'da yıkılmasıyla bağımsız olmuşlardır.
Ancak 681
yılında II. Göktürk Devleti'nin kurulmasıyla, tekrar Göktürk yönetimine
girmişlerdir. Uygur Devleti'nin kurulmasından sonra, 758'de Mayan-Çur Kağan
tarafından Uygurlara bağlanan Kırgızlar, 840 yılında şiddetli bir hücumla Uygur
Devleti'ni yıkarak Orhun bölgesinde kendi devletlerini kurmuşlardır. Ancak bir
müddet sonra Kitanlar tarafından buradan çıkarılan Kırgızlar, eski yurtlarına
çekilmek zorunda kalmışlardır. Böylece Orhun bölgesi Türk yurdu olmaktan çıkıp,
Moğolistan'ın bir parçası haline gelmiştir. Cengiz Han zamanında Moğollar'a
boyun eğen ilk Türk kavmi olan Kırgızlar, bu tarihten sonra siyasî bir varlık
gösterememişlerdir. Uzun yıllar dağınık ve göçebe olarak yaşayan Kırgızlar, Rus
ve Sovyet hâkimiyetinden sonra bugün Kırgızistan adıyla bağımsız bir devlet
hâlinde yaşamaktadırlar. Dünyanın en uzun destanı olan Manas destanı Kırgız
Türkleri' ne aittir.
KARLUKLAR
Adları kar
yığını manasına gelen Karluklar, Göktürklerin bir koludur. ilk yurtları
Altayların batı bölgeleri idi. Göktürk çağında Göktürklere bağlı olarak yaşayan
Karluklar, I. Göktürk Devleti'nin yıkılmasıyla güçlerini artırmışlardır. Kapagan
Kağan zamanında tekrar II. Göktürk Devleti'ne bağlanmakla beraber Uygurlar ve
Basmıllar ile birleşerek Göktürkler'in yıkılmasında büyük rol oynamışlardır.
Uygurlar ve Karluklar'ın katılmasıyla oluşan Basmıl Kağanlığı'nın Uygurlar
tarafından yıkılması üzerine Orhun bölgesinde Uygurlar hâkimiyet kurdular. Uygur
Devleti'nin hâkimiyetini tanımak istemeyen Karluklar, Uygur Kağan'ı Bayan-Çur
karşısında tutunamayarak (747) batıya kaymışlardır. Burada meşhur Talas
Savaşı'nda (751) Türkistan üzerindeki emellerini iyice ortaya koyan Çinliler'e
karşı Müslüman Arapların yanında yer alarak, tarihî bir rol oynamışlardır.
Böylece Türkistan'da Çin hâkimiyetinin genişlemesi durdurulduğu gibi, Türk
hâkimiyeti de güçlenmiştir. Ayrıca Türklerin İslâmiyet'le olan ilişkileri olumlu
yönde gelişmiştir. 766 yılına doğru, Batı Göktürk sahasında Türgeş hâkimiyetine
son vererek, bu sahada hâkimiyet kurmuşlardır. 840 yılında Uygurların yıkılması
üzerine Karahanlı Devleti'nin temelini oluşturdular. Uygurlarla başlayıp,
Türgeşlerle gelişen şehirleşme faaliyetleri Karluklar tarafından devam
ettirilmiştir.
KİMEKLER
Kimek adının
manası kesin olarak bilinmemekle birlikte gemi sözcüğünün ilk şeklinden
geldiğine dair görüşler bulunmaktadır. Batı Göktürk topluluklarından biri olan
Kimekler, İrtiş ırmağı boylarında yurt tutmuşlardı. Aralarında Kıpçakların da
bulunduğu çeşitli boylardan oluşan bir federasyon şeklinde yaşıyorlardı.
Kimekler, önce Batı Göktürklerine, ardından aynı sahada hâkimiyet kuran
Türgeşlere bağlandılar. Türgeş hâkimiyetinin zayıflamasıyla Kimekler, VIII.
yüzyılın ortalarında bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmışlardır. Önceleri
başlarında Tutug unvanlı biri bulunurken, devletlerinin kurulmasından sonra bu
Yabgu olarak değişmiştir. Kimekler'i meydana getiren boylar zamanla dağılarak
değişik bölgelere yayılmışlardır.